Eki
16
2015
0

Poetika Çalışması/Söyleşi: “RÜZGÂRI ŞİİRLEMEK…” (Z.Yalçınpınar / U.Yanıkel / Eylül 2015)

Uğur Yanıkel’le birlikte ‘Rüzgâr Defteri’ adlı metnimi orjin alarak başladığımız, ardından da ‘İmgelemin Özgürleşmesi’, ‘Ece Ayhan’ ve ‘İkinci Yeni’nin şiirsel alan derinliğine doğru genişlettiğimiz söyleşinin tam metni aşağıdadır.

Bu söyleşinin özel bir öneme sahip olduğunu dile getirmeliyim: Bu söyleşi, yazdığım bir metnin imgesel imkânlarının yanı sıra semantik etkileşimlerini de sınayan, beni yeni düşünce merhalelerine götüren, kendi metnimin anlamını daha tutarlı bir şekilde görebilmemi sağlayan tam bir ‘poetika çalışması’ oldu. Uğur Yanıkel’e ne kadar teşekkür etsem azdır…

Sahicilikle / Zy

Not: Söyleşinin PDF biçemine https://bit.ly/ruzgarisiirlemek adresinden ulaşabilirsiniz.


 

Uğur Yanıkel: Oyun Yayınevi tarafından geçtiğimiz ay yayımlanan Rüzgâr Defteri, adalarda ‘örülmüş’  bir anlatı, zaten kitabın giriş kısmında da bunu açıkça dile getiriyorsun. Kitabı okuduğumda şunu fark ettim; evet, ada kültürünün etrafında yoğun bir şekilde ‘dolaşıyorsun’ ancak bir şeyi ‘yakalıyorsun’, rüzgârı… Rüzgârı yakalıyorsun ve rüzgâr üzerinden derinlemesine bir sorgulama, analiz sürecine girişiyorsun. Ancak, burada bahsettiğim sorgu ve analiz, duyusal alan üzerinden ilerliyor. Bu süreçten sonra da rüzgârı adeta modelliyorsun. İfade etmeliyim ki bahsettiğim bölüm, beni en çok heyecanlandıran, etkileyen bölümdü. Çünkü rüzgârın işlevini, oluşumunu biliyoruz ve tüm bunların doğaya ve canlılara yansımasını görebiliyoruz, ancak kendisini göremiyoruz somut bir şekilde. Görünmeyeni görünür kılman beni heyecanlandırdı açıkçası. Ayrıca bu modellemeyi yapabiliyor olmanda imgelem gücünün yanı sıra geçmişteki eğitim sürecinin ve çalışma hayatının da etkisi olduğunu düşünüyorum. Sen bu konuda neler diyeceksin?

Zafer Yalçınpınar: Ne diyeyimtutarlı, doğruya yakınsayan sözler bunlar… Sorduğun soruda ‘analiz ve modelleme’ diyerek tespit ettiğin durumun nedeni, Rüzgâr Defteri’ni yaşarken -ya da ‘rüzgâr’ denen şeyi düşünürken- elde ettiğim bulguları, görüngüleri alegorik bir dille işlemeye, örmeye çalışmamdır. Bu alegorik dilin bir tür eksiltme hareketi sonucunda oluştuğunu söyleyeyim: Defterin başlangıçtaki, yaşandığı ândaki gerçekliğini değiştirerek ‘rüzgâr’ olgusunun işaret ettiği düşünsel alanı daha belirgin, göz önüne getirilebilir ve nihayetinde ‘sorgulanabilir’ kılmaya çalıştım. Yani, matematikle özdeşleştirerek ifade edersem; yazdığım metnin sürekli olarak türevini aldım ve ‘rüzgârın anlamı’ diyebileceğimiz alegorik bir katmana ulaştım. Bahsettiğim bu işlek kulağa zor, karmaşık, saçma ve tuhaf geliyor olabilir. Basitleştirirsek; ‘rüzgâr’ denen şeyi önce anlayıp sonra da anlatmaya çalıştım. Bunu da metindeki düşünselliği ve imgeselliği dengeleyerek kotarmaya gayret ettim. Aslında, Rüzgâr Defteri’ndeki işleğin ne olduğunu anlatmak için Almanca’da güzel bir fiil vardır: ‘dichten’. Oruç Aruoba bu kelimeyi “şiir olarak kurmak” şeklinde çevirir. Ludwig Wittgenstein bir yazısında “Felsefenin aslında şiir olarak kurulması gerekir.” diyor. Ben de bunu yapmaya çalıştım. ‘Rüzgâr’ olgusunu şiirlemeye, rüzgârın varoluşunu ‘şiir olarak kurmaya’ gayret ettim. Rüzgâr Defteri’nin adalar kültürü ve geçmiş çalışma hayatımla olan ilgisinden önce, bu bahsettiğim ‘şiir olarak kurmak’ meselesi çok daha belirleyici ve önemli… Bunun üstünde durmalıyız sanırım. Bütün bu sözlerimden ve açıklamalarımdan ne anlaşılıyor? Sence nedir Rüzgâr Defteri? Felsefi bir metin mi, şiir mi? Nedir sence?

ruzgardefteri

Rüzgâr Defteri

 

Uğur Yanıkel: Aslında tüm bu bahsettiklerinin bir çıktısı olarak şunu söyleyebilirim, Rüzgâr Defteri tek tığ ile örülmemiştir. Yani, oluşma, örülme evresindeki ilerleyiş, izlenen yol, yöntem bakımından baktığımızda ve bunun yanında kitabın içeriğindeki rüzgârı anlamaya yönelik sorulan soruların yönlendiriciliği bakımından felsefi bir ‘tığ’ kullanılmış diyebilirim. İkinci tığ ise senin de bahsettiğin ‘şiir olarak kurmak’  fiilinden de yola çıkarak erişilen şiirsellik ya da içeriğinde şiirsel bir tını barındıran imgelem. Tüm bu söylediklerimden de anlaşılacağı üzere Rüzgâr Defteri için yalnız başına bir ‘felsefi metin’ ya da bir ‘şiir’ diyemem. Rüzgâr Defteri, yazarının gördükleri, yaşadıklarının bir sonucudur en nihayetinde, dilin kendine özgü bir biçimde kullanılmasından dolayı yine bu temel üzerinden tanımlanabilir, diye düşünüyorum. Zaten, Rüzgâr Defteri dahilinde ve haricinde de böyle düşünüyorum. Yani mesela, bugün artık, ‘şiir’ kavramını gördüğümüzde ya da duyduğumuzda ‘kafamızın içinde’ ne kendini gösteriyor? Bu çok önemli. Şiirin ‘dinamik öz’ diyebileceğim ya da kavramlar üstü bir ‘şey’ olduğunu düşünüyorum. ‘Dinamik öz’ dememi şöyle bir örnek vererek açıklamaya çalışayım: Ateş böcekleri geceleri parıldayan bir böcek türüdür, yani gündüzleri ışık saçmazlar, hâl böyleyken gündüz bir ateş böceğini -tanıyıp- gördüğümüzde, gözümüzü kapatıp elde ettiğimiz ‘karanlık’, ateş böceğinin parıldamasına neden olmaz. Üstelik ateş böceğini de göremeyiz. Bu örnekte bana göre asıl ‘şiir’ ateş böceğidir. Yani o ‘dinamik öz’ dediğim kısıtlandırılamayan, ‘gözümüzü kapattığımızda’ görünmeyen ‘şey’dir.  Buradan hareketle şiirin alışılmış bir biçime(forma) artık gerek duymadığını söyleyebilirim. Bana kalırsa şiir bunu aşan tek türdür; bir biçime(forma) ihtiyaç duymadan varlığını sürdürebildiği için… Bu bağlamda dilin ve kelimelerin göz önünde olmadığı ‘şeylere’ bakalım; yanmış bir filmi banyo ettiğimizde elde ettiğimiz görüntü, ufak bir çocuğa oyalanması için verilen kâğıt ve kalem ile çocuğun yaptığı çizim -ki çocuk genelde o kâğıdı rastlantısal olarak karalar yani ‘rüzgâr’ı çizer-. Verdiğim örnekler çoğaltılabilir elbette. Ancak bu verdiğim örneklerin ve daha fazlasının kişisel sezme yetimiz ile farkında olabiliriz. Rüzgâr Defteri’nin benim için asıl önemi, senin bahsettiklerini saklı tutarak söylüyorum, buradan geliyor. Çocukken hepimiz rüzgârı ‘modellemişizdir’ ancak bunun rüzgârı görünür kılıyor olduğunu bilmeden, farkında olmadan. Rüzgâr Defteri ile şahsen bu farkındalığı kendime kazandırdım. Peki, sen, Rüzgâr Defteri’ni oluştururken, ‘rüzgârı keşfettin’ diyebilir miyiz? Eğer öyleyse, bu keşfin Rüzgâr Defteri dışında bir yansıması oldu mu sende?

Zafer Yalçınpınar: Doğduğumdan beri her yılın belli bir dönemini adada yaşıyorum. Ada yaşamında, denizin hareketini belirleyen rüzgâr çok önemlidir. İnsan için ‘düşünmek’ ne ise ada için de ‘rüzgâr’ odur. Rüzgâr sürekli yaşamı değiştirir, hemen her şey rüzgâra bağlıdır adalarda… Rüzgâr Defteri’nin yazım sürecini yaşamsal düzlem üzerinden anlatayım o zaman… 2013 yılında Duygu Gündeş’le birlikte Bozcaada’da tatile gittik. Bu tatilde, konaklamak için Bozcaada’nın kıyı şeridinde bulunan popüler mevkilerden birini değil de, daha içrek, adanın kuzeydoğuya bakan tarafında bulunan bağ ve bahçelerin ortasında, salaş diyebileceğimiz bir yer seçtik. Bu mevkide, tatilin ilk ânından son ânına kadar rüzgâr hiç durmadı, sürekli ve kuvvetli olarak kendini hissettirdi. Sürekli esiyor, bir şeyler anlatıyor, sürekli birşeyleri düşünüyor, düşündürtüyor gibiydi. Bu yaşantı parçasında, Rüzgâr Defteri’nin ilk orjini oluştu; belirleyici kavram, metne eşlik edecek olan odak noktası bu ‘süreklilik’ti. Diğer orjin ‘rüzgârın etkinliği, etkililiği’ydi. ‘Devinim’ olgusuyla birlikte  ‘rüzgârın yaşama düşünce katması’ da defterin temel eğretilemesidir. Bu orjinler ya da ‘mihenk noktaları’ üzerinden defterin örülümü, yazımı bir tam yıl boyunca sürdü. Marmara Adası’nda, 2014 yılında, fırtınalı bir gecede deftere son noktayı koydum. Bu başlangıç ve bitiş arasında oluşan imgelemin, evet, konuşmamızın başında da vurguladığın gibi matematik ağırlıklı eğitim sürecimden, para kazanmak için bir on yıl kadar çalıştığım bilim kurumundan tut da bulanık mantığa veya dilbilim felsefesine olan ilgime ve araştırma çalışmalarıma kadar uzanan bir arkaplanı olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, önemli olan defterin yazımındaki tetikleyici kıvılcımlardır. İlk denklemdir. Daha önce de ‘Çalmayan’(Eylül 2014, Kendi Yayınları) adlı şiir kitabımı okuyan bir arkadaş şiirlerimi ‘matematiksel’ bulduğunu ifade etmişti. Sence, şiir ve matematik arasında belirgin bir ilişki var mı? Sembolik anlatım ekolünde, Bilge Karasu’da veya Rüzgâr Defteri’ndeki alegorik katmanda bu türden bir ilişki mecburiyet hâline mi dönüşüyor? Ece Ayhan, bir yazısında, ‘İkinci Yeni logaritmalı şiirdir.’ der. Peki, şimdi ben kalksam, ‘şiirsel önerme’ ya da ‘imgesel önerme’ diye bir şeyler, kavramlar atsam ortaya, bu ifadeleri duyduğunda aklına neler gelir, ilkin?

uy

Uğur Yanıkel

 

Uğur Yanıkel: ‘Şiir ve matematik’ dendiğinde akla ilk gelen şey ‘ölçülü şiirler’ oluyor. Ancak buradaki biçim odaklı ilişkiyi bir kenara bırakırsak, sanırım şiir ve matematik arasındaki ilişkinin temel belirginliği soyut düşünce ya da soyut düşünebilme becerisinden geliyor. En genel tabiri ile matematik, evren ve zaman içerisinde bulunmayan ancak akılda varlığını sürdüren, soyut zeminde düşünebilmenin sonucudur. Şiirde de böylesi bir soyut zeminin varlığından söz edebiliriz. Formüleri, sayısal bir dili olsa da bu sayısal dilin çözümlenme süreci analitik düşünceyi ortaya çıkarır, sonrasında da güçlendirir. Bu analitik düşünce hayatla, yaşamla, varlıklarla bir bağ kurmaya yönlendirir insanı. Bu bağ ile imgelem gücünün birleşimi de Rüzgâr Defteri’nde kendini hissettiriyor. İlk başta söylediğin ‘…matematikle özdeşleştirirsem sürekli türevini aldım’ sözü de buna delil olarak gösterilebilir… Şimdi, Rüzgâr Defteri’ndeki alegorik katmanda ise tüm bu ilişkinin mecburiyet hâlinden ziyade kendiliğinden oluştuğunu düşünüyorum, az önceki açıklamalarıma dayanarak. Son sorduğun soruda ise aklıma hemen ‘evvel.org’ ile ilk karşılaşmamda okuduğum bir poetik bildiri çalışman geldi: ‘Denizaltı Edebiyatı Bildirisi’. ‘Şiirsel önerme’ ya da ‘imgesel önerme’ dediğin şey zaten adından da anlaşılacağı üzere, muhtevasında imgesellik, şiirsellik barındıran önermelerdir. ‘Denizaltı Edebiyatı Bildirisi’nde; ‘Ödüller insansızdır’, ‘Jüri insansızdır’, ‘Ödül törenleri, kurdeleler, kuşaklar ve podyumlar insansızdır.’ diyorsun mesela. Bunlar, edebiyat içerisinde oluşturulmaya çalışılan oligarşiye, o oligarşinin ödüller aracılığı ile dağıttıkları ve bu dağıtım sonrası elde ettikleri statükoya karşı imgesel önermelerdir. Ayrıca, bu sözünü ettiğim oligarşik yapı ve onun numaraları devam ettiği sürece, o bildiri de güncelliğini koruyacaktır. Sen, yıllardır bu konuda mücadele etmiş, eden ve edecek biri olarak neler söylemek istersin?

Zafer Yalçınpınar: O çetenin piyasalandırdığı stratejinin adı ‘güdümlü edebiyat’tır. Liyakatsız ve muhteris bir tipoloji, 1950’lerin ortasından bu yana ‘güdümlü edebiyat’ üst-başlığındaki bazı söylemleri yaygınlaştırmaya çalışıyorlar. Aslında bu strateji o çetenin kendisine ait de değil. Dünyanın çeşitli yerlerinde, çoğunlukla da Kuzey Avrupa’nın ve Amerika’nın statükocu dehlizlerindeki çeşitli oligarşiler tarafından uygulanmış, başarısız olmuş, edebiyat sosyolojisinde başarısız, kötücül ve olumsuz bir karşılığı bulunan sinsi, karanlık bir yöntem… Peki bizim topraklarımızdaki menfi uzantılar neden başka yöntemleri değil de bu masonik yöntemi seçtiler dersin? Çünkü, içinde bulundukları menfi ilişki ağlarını geliştirmek ve edebiyat dünyası üzerinde kendi statükolarını besleyecek iktisadi bir ‘ticarileştirme, boyutlandırma, tutundurma ve yönetim’ stratejisi uygulamak istiyorlar. İnsanları kandırmak için de tıpkı siyasi iktidarlar gibi ‘kalkınma’ retoriğini kullanıyorlar. Şiir dışındaki edebi türlerde bu stratejiyi yüksek bir oranda yürürlüğe soktular,  diyebiliriz. Yani kendilerini mikrofonların arkasında, spot ışıklarının altında podyumlaştırabildiler, kendilerini vitrinleştirebildiler. Haksızlık yordamlarını ve retorik arsızlıklarını yaygınlaştırabildiler. Mevcut öz-saygı yıkımında neo-liberal çevrenin de büyük bir desteği oldu. Kim kaybetti? Vasatlaşan, ortalama zekaya mahkum kılınan okurlar ve yazarlar kaybetti, kaybediyor, kandırılıyor, yemleniyor… Bunu açıkça gördük, görüyoruz. Mevcut tipolojiyi ‘Yeni Sinsiyet’ adıyla kavramlaştırdık ve bu kapsamda birçok inceleme ve eleştiri yayımladık. 2009 yılında kaleme aldığım ‘Denizaltı Edebiyatı Bildirisi’ de bu eleştirilerden biridir ve ticarileştirilen, endüstrileştirilen sanatsal alanlara ilişkin tepkisel bir bildiridir. Sanatın, şiirin, edebiyatın ve felsefenin endüstrileşmesi, yeryüzündeki eşsiz güzelliklerin, özün, vicdanın, kalbin ve hakikatin bitirilmesi anlamına gelir. Bu yıkım son 3-5 yılda hızlandı. Daha da kötü bir mertebeye geldik: Mevcut masonik oligarşi devlet erkiyle ‘tüm konularda anlaştı’ ve icraatlarını, haksızlık yordamını devlet bütçesi üzerinden teşvik mekanizmalarıyla meşrulaştırmaya başladı. Senin ifadenle komplike bir ‘edebiyat emlâkçılığı’na yöneldiler. Çok üzülüyorum bu durum karşısında… Peki bu durum daha genç çevrelerce nasıl görülüyor, herkes mevcut kötücül durumun, yürürlüğe sokulan Yeni Sinsiyet’in farkında mı? ‘Karazin’ adlı derginde bu konu üzerine çokça çalıştın… Biraz da sen anlat…

Uğur Yanıkel: Ödüllendirme sistemi senin de anlattığın gibi çok eskiye dayanıyor. Fakat, benim bildiğim kadarıyla, tarihsel süreç içerisinde bugün olduğu gibi bir takım tartışmalar ve bu tartışmaların sonucunda sıkı duruşların sergilendiği de olmuş. Örneğin, ressam İsmail Altınok bir kitabında şöyle diyor ‘…burjuva demokrasisi dönemine girilince, her alanda olduğu gibi resim alanında da açıkgöz ve fırsatçı ressamlar resim alanımızı ellerine geçirdiler. Özellikle bu sergilerdeki satış ve ödülleri kendi kişisel ve kümesel çıkarları doğrultusunda kullandılar. Önceleri ödülleri sıraya koydular, sonra kendilerine, daha sonra da öğrencilerine, oğullarına verdiler…’.  O dönem yaşananlar, tabiî, basına da yansıyor ve 1973’te gerçekleştirilen 32. Devlet Resim ve Heykel Sergisi’ne sanatçılar yapıt vermeyerek sergiyi boykot ediyorlar. Bu bahsettiğim olay eminim günümüzde yaşanan bazı olayları anımsatmıştır. Hilmi Yavuz’un seçici kurulunda yer aldığı bir yarışmada oğlunun yarışmacı olması ve ödülü oğlunun kazanması ya da Ataol Behramoğlu’nun seçici kurulunda yer aldığı bir yarışmada kardeşi Nihat Berham’ın yarışmacı olarak yer alması ve daha da ötesi ödülü kazanması gibi… Tabiî 1973’teki gibi günümüzde bir boykot hak getire! Tüm bunlar göz önündeyken bile bu ‘kadrolu jüri’ hâlâ ödül dağıtmaya, yemlemeye devam ediyor. Tabiî yavaş yavaş anlaşılıyor, çözülüyor numaraları. Ülkemizde Gezi’yle beraber başlayan ‘Şiir Sokakta’ hareketi, genç çevreler içerisinde edebiyatın daha çok konuşulmasına vesile oldu. Beraberinde bir takım sorunları da getirmedi değil. Edebiyata, şiire ilginin arttığı bu dönemde üniversitelerde ‘şiir topluluğu’ adında bazı oluşumların sayısı arttı. Tabiî bunlara bakıldığında siyasi gençlik örgütlerinin oluşturdukları da var. Bak burası çok ilginçtir mesela. Hem siyasal alanda kavga verip bir örgütlenme biçimi olarak şiir topluluğu oluşturacaksınız hem de bu güdümlü edebiyata, gizli gizli dağıtılan ödeneklere, oluşturulmaya çalışılan bu oligarşiye yani kısacası bu ‘kötülük dayanışması’na dair tek bir çalışma yürütmeyeceksiniz, tek bir kelam etmeyeceksiniz… Bu durum bana İdris Küçükömer’in bir sözünü hatırlatıyor, ‘…Türkiye’de sol sağdır, sağ soldur…’. Edebiyat dergilerinde ise bu konulara dair en ufak bir söylem, bir tepki göremiyoruz. Farkındalar mı orası da şüpheli. Farkında olup da böyle bir yola girmişlerse, bu durum daha acı… Edebiyat dergileri kendilerinde böyle bir sorumluluğu taşımıyor, hissetmiyor. Karazin’i çıkartmaktaki asıl amaç buydu zaten. Bu konuları ele alan, irdeleyen bir edebiyat dergisiyle farkındalık yaratılabilir, düşüncesiyle çıkmıştır Karazin. Fakat ne var ki maddi durumlar Karazin’in devam etmesini neredeyse imkânsız kılıyordu. Nitekim iki sayı sonra kapanmak zorunda kaldı. Şu anda da, Karazin’in bu alandaki mücadelesini ‘pasaj69.org’ adında bir internet sitesiyle devam ettirmeye çalışıyorum. Bu oligarşiye, düzene ve düzeneğe karşı sesimi duyabildiğim her yerde bas bas bağırmaya da devam edeceğim, her şeyden önce bir insan olarak… Peki, sence, Ece Ayhan’a ya da Ayhan Çağlar’a bir dönem yoğun şekilde uygulanan itibarsızlaştırma, unutturma hamlelerinin ve karalama kampanyalarının ters tepmesinin asıl sebebi nedir?

eceayhan

Ece Ayhan Çağlar

 

Zafer Yalçınpınar: Ece Ayhan’ın işbu becerisinde, yani mevcut şiirsel auranın zirve noktası olarak belirmesinde, yaşadığı dönemde vermesi gereken bazı önemli kararları stratejik olarak düşünmesi, tüm detayları ele alması, şiirsellik açısından vizyoner bir kişiliğinin olması ve her adımını geleceğe doğru atması çok belirleyicidir. Misal, Ece Ayhan, ‘Bakışsız Bir Kedi Kara’ adlı efsanevi kitabıyla 1966 yılında ‘Yeditepe Şiir Armağanı’ için yarışmaya katılıyor ama kazanamıyor. O yarışmayı kazanan Ceyhun Atuf Kansu’nun ‘Bağımsızlık Gülü’ adında epik tarzda yazılmış bir şiir kitabı… Merak ediyorum, bugün, ‘Bağımsızlık Gülü’ adlı şiir kitabını önemseyen, dahası o kitabı hatırlayan, bilen birileri var mıdır? Ama buna karşın ‘Bakışsız Bir Kedi Kara’ hâlâ zirvelerden biri… Ece Ayhan o yarışmayı kaybettiği gün, yarışma kazanma konusunda ‘sıkı şiir yazmak’, ‘dünya edebiyatını ve evrensel şairleri tanımak’ , ‘tarihi ve coğrafyayı doğru okumak’, ‘dilbilim ve felsefe okumak’ ya da ‘geleceğin poetikasını kurmak’ gibi şeylerin belirleyici olmadığını anlıyor. Çünkü tıpkı günümüzde olduğu gibi o günlerde de edebiyat alanındaki siyasi tavırlar, dini mezhepler, çıkar ilişkileri, partiler, masonlar, oligarşiler filan yarışma kazanmak için belirleyici… O günlerde de ‘güdümlü edebiyat’ numaraları, çıkarları ve yemlemeleri filan var. Ece Ayhan o yarışmayı kaybettikten sonra, benim bildiğim kadarıyla bir daha herhangi bir yarışmaya katılmıyor. Bugün baktığımızda Ece Ayhan, edebiyat tarihimizdeki tek ‘ödülsüz’ büyük şairdir, diyebiliriz. Bugün, Ece Ayhan’ın ‘ödülsüzlüğü’, 5000-10000 ödüle, plakete, carta curta filan milyonlarca misli değerde bir yücelik ve erişilmezlik taşıyor. Bu tip bir varoluş, yani Ece Ayhan, el değiştiren tarihsel gaddarlıkları şiirlerinde işlerken kimseye ‘Eyvallah!’ demiyor ve bu durum onu sonsuz derecede büyük bir bağımsızlığa, haklılığın inadına, hakikate, anlama, kalb ve vicdan arayışına ulaştırıyor. Bu bağımsız duruşla birlikte, mevcut edebiyatımızı binlerce kez geçerek kendi ‘imgesel alan derinliğini’ oluşturuyor. İşte, Ece Ayhan’ın asıl büyük ve becerikli olduğu nokta da bu tip bir poetika kurmak inadıdır. Ben bu durumu ‘imgelemin özgürleşmesi’ olarak tanımlıyorum. Sorduğun sorunun cevabı da çok basit aslında; Ece Ayhan çok büyük, geleceği imleyen, geleceğe uzanan, yaşadığı coğrafyanın her yalanını, her tarihsel kandırmacayı ortaya seren, tipolojik hedeflerle kurulmuş, tarihsel gaddarlıkların ve statükonun vurgulanarak ortadan kaldırıldığı, yerildiği, rezil edildiği çok büyük bir imgesel alan derinliğini dile getiriyor. Bu imgesel alan derinliği yeni bir şiirsel dil ve yeni bir ‘şiirsel yük’ oluşturuyor. Dile getirilen bu büyük şiirselliğin altında herkes eziliyor. Ece Ayhan açık arayla şiirinde herkesin önüne geçiyor ve kendisini ‘sıkı şiir’e vererek ‘yeni bir insanlık’ için ‘iyi bir güneş’i imliyor. Böylesi bir ‘dile getiriş’ ve imgelem, şiir tarihimizde -hatta, sanat tarihimizde- yeni bir bilişsel çağ açmıştır. Kısacası, hâlâ Ece Ayhan’ı kafakola alamadılar, çünkü Ece Ayhan’ın kurduğu şiirsellik çok büyük ve entelektüel açıdan da bugün ortada gezinen, gerdan kıran ‘ödüllü şairler’in hepsine, o ‘maymun kuşağa’ milyon yıl basacak kadar insani, vicdani ve güçlüdür: Geleceği düşünmek, insanlığı anlamak ve geliştirmek için de sonsuz belirleyicidir, çığır açıcıdır. Merak ediyorum, ‘imgelemin özgürleşmesi’ dediğimde senin aklına ne geliyor? Sence, ‘imgelemin özgürleşmesi için sıkı şiir yazmak’ nasıl bir edimdir?

Uğur Yanıkel: Sorduğun sorulara yanıt vermeden önce, sorularına bağlı olarak başka soruların da çengeline takıldığımı söylemeden geçmek istemiyorum. ‘İmgelemin Özgürleşmesi’ dediğimizde bu kavram öyle sanıyorum ki bir süreç içerisinde gerçekleşebilen bir şey gibi geliyor bana, öyle seziyorum. Bu sürecin başlangıç noktası mutlaka vardır fakat bir sonu ya da sonucu olduğunu düşünmüyorum ve bu sonuçsuzluğu olumlu olarak görüyorum. Her şeyden önce ‘İmgelemin özgürleşmesi ilk nerede başlar?’ sorusu açıkçası zihnimi meşgul etmedi değil. Bu soruya cevap bulabilmek için şiire bakacak olursak; bir olay, bir durum, bir anımsama, bir görüntü, bir varlık vs. ile etkileşime giren şairin ‘kafasının içinde’ onu nasıl çözümlediği ve sonrasında nasıl aktardığı bir başlangıç olarak kabul edilebilir. Dediğim gibi bu bir başlangıç noktasıdır, başlangıcın ardından yazılmış şiir ile etkileşime girenlerde -yani şiiri okuyanlarda- farklı çağrışımlara neden olacağından bu durum anlam çoğalmasına neden olacaktır. Bana kalırsa bunun çok net gerçekleştiği şiirler ‘İkinci Yeni’ şiirleridir. Özellikle Ece Ayhan’ın şiirlerindeki hermetizmi göz önünde bulunduracak olursak, bahsettiğim anlam çoğalmasını doğrulamış oluruz diye düşünüyorum. Elbette yalnızca şiirle sınırlandırılamaz bu durum. Belki de bu sınırlandıramadığımız şey ‘imgelemin özgürleşmesi’ kavramının bizzat kendisidir. Somut ya da deneysel, görsel ya da video şiirlerde; müzikte hatta fotoğrafçılıkta bile bunu yakalamak mümkün. Tüm bu alanları  genişleten ve derinleştiren imgelem, kendi özgürlüğünü böyle sağlıyor kanımca. Şimdi, ‘imgelemin özgürleşmesi’ sürecini sezdiklerim ve düşündüklerim doğrultusunda anlatmaya çalıştım. Söz konusu ‘imgelemin özgürleşmesi için sıkı şiir yazmak’ olunca, en başta, senin de ifade ettiğin gibi ‘sıkı şiirde iktisat yoktur’ demek yerinde olacaktır. Bundan bağımsız olmasa da, artık günümüzde kültür endüstrisi, edebiyat piyasası, ödül çığırtkanlığı gibi pek çok -kapitalist jargon ile- ‘sektör’ ve bu alanın sonucunda ‘pazar’ oluşturulmaya çalışıyor. Bu konuda iyi şeyler söylemek de pek kolay değil maalesef. Bu süslü bataklığın ‘çekiciliğine’ kanmadan, mevcut ortama salınan ve ortama hâkim olan derinliksizlikten uzakta yazılan şiir, ‘imgelemin özgürleşmesi’ bağlamında sıkı şiirdir. Peki, Rüzgâr Defteri’ne geri dönecek olursak, Rüzgâr Defteri’ndeki şiirselliği ‘imgelemin özgürleşmesi’ yolunda açılan bir patika olarak görebilir miyiz?

zy

Zafer Yalçınpınar

 

Zafer Yalçınpınar: Yani… Patika değil de, belki, bir iğne deliği olarak görebiliriz… Ama bu iğne deliği, belki de bir ‘kara delik’ teorisi kadar hesapsızdır, bilinmezdir. Misal, Rüzgâr Defteri’nin 20. sayfasında şöyle demişim: ‘Şiir, bir ön-seziş kurarak dile getirilemeyeni (henüz dile getirilemeyeni) geleceğe uzatıyor, geleceğe eğretiliyor.  Şiirin bir tür tarihsel taşıyıcılığı vardır: Hem geleceğe hem de geçmişe doğru hareket edebilen bir ‘dil-im-yapım’ yöntemi:- Rüzgâr. Rüzgârın örülümü’ gibi… Buradaki önem, ‘dile getirmek’te gizli. Şairin sezdiği ve dizeleştirdiği görüngü katmanında imgenin ‘anlam’ı, her seferinde sonradan gelir. Bunu nasıl ifade edeceğimi bilmiyorum ama belki şöyle diyebiliriz: ‘Şair dile getirdikten sonra imgeyi anlamlandırır.’ O ‘dile getiriş ânı’nın sırrını, oluşumunu aslında kendisi de bilmez. O dilde bulur kendisini, o dilsel alana, o söze, o dizeye ‘düşmüş, kapılmış, yuvarlanmış’ gibi olur. O alanda ‘imgesel, şiirsel önermeler’ kurgular: O alanda şiirsel motiflerin dışında dilsel bir ‘yenileyici, arttırıcı, aşkın’ motif kalmamıştır artık. Bu durum mevcut dildeki motiflerin imgesel olarak yenilenmesini sağlar, dilin alan derinliği önce sezgisel olarak genişler, birkaç kuşak sonrasında da gündelik düşünce dilindeki yerine, ‘anlam’ına kavuşur. Turgut Uyar’ın “Sevgim acıyor” demesi gibi… Ece Ayhan’ın “Düzayak çivit badanalı bir kent nasıl kurulur abiler?” sorusuna cevabın Gezi Direnişi’nden “Defteri kapat!/Şiir sokakta!/İmza: Düzayak çivit badanalı kent” sloganıyla gelmesi gibi… Bu genişlemenin şair tarafından kendi ‘tahayyül gücü’ne ket vurarak oluşmadığı da aşikârdır. Ve evet, İkinci Yeni’yi hâlâ kimsenin geçememesinde bu türden bir sürekli genişleme söz konusudur. Disiplinler arası  söyleminde de haklısın. Teolojiden tut da modern matematiğe ya da astro-fiziğe kadar, yenileyici, geliştirici tek şey düşüncemize, hesaplamalarımıza yön veren ‘dil’dir. Ludwig Wittgenstein ‘Gerçeğin yapısını dilin yapısı belirler.’ diyor. Buradaki en büyük tehlike dilin ‘endüstrileşmesi’, yeryüzündeki dillerin ve ‘gerçeğin motifleri’nin emperyalist faaliyetlerle yok edilmeye çalışılmasıdır. ‘İmgelemin özgürleşmesi’ kavramına karşıt ve kötücül bir kavram düşünmek zorunda kalsaydık, kesinlikle ‘imgelemin kalkınması’ veya ‘imgelemin endüstrileşmesi’ kavramlarıyla karşılaşırdık ki ‘Yeni Sinsiyet’ olarak tanımladığımız tipoloji bu tip kötücül, yaşamın özünü ve hakikatini öldüren işleri ‘piyasalandırmak’la uğraşıyor…  Üstelik bu piyasalandırma faaliyetini ‘devlet desteği’yle ve ‘statükocu unsurlar’la icra ediyorlar.  Peki sen nasıl görüyorsun, şiirin birincil önemi yeterince fark edilecek mi? Geleceğin şiirinin dilsel özellikleri nedir sence? Zafer Yalçınpınar’ın -bendenizin- geleceğin şiirinde bir yeri var mı sence?

siirsokakta

Uğur Yanıkel: İşte bu konuda ‘Şiir Sokakta’ hareketinin tetikleyici bir rolü olduğunu düşünüyorum. Olumlu yönlerinden birisi de budur bu hareketin. Çünkü dediğim gibi artık şiir üzerine konuşmaya, tartışmaya meyilli ve hevesli bir gençlik var. Ancak bu önemin sahiden fark edilmesi için evvela tüm faydalardan, çıkarlardan arındırılmış bir edebiyat ortamı gerekli. Çünkü şiirin önemlerinden çok, edebiyattan ve edebiyat özelinde şiirden nasıl fayda sağlarız yörüngesinde dönen bir kitle var. Ve bu kitlenin hedefinde de gelecek, yani gençlik var. Ben şahsen ‘genç şairden’ çok sıkı atılımlar bekliyorum. Tavşan gibi her havuç tutana gitmeyecek olanlardan elbette… Ayrıca bu ‘havuççu kitle’nin ve faaliyetlerinin herkesçe farkına varıldığı an, işte o zaman şiirin birincil önemi kapsamında bir farkındalığa sıra gelecek ve o farkındalık oluşacaktır.  Zaten bu faaliyetlerin güdümü; çıkar, fayda, alkış… Biraz irdelense tüm bunların bir ‘güvercin görünümlü kötülük’ olduğu anlaşılacak. Farkındasındır sen de, konuşmamızın hatırı sayılır bir kısmı, senin kavramlaştırdığın şekilde söylemek gerekirse ‘Yeni Sinsiyet’ üzerine oldu. Bu konuların konuşuluyor olmasının ötesinde, bu konuların varlığı bile durumu yeterince izah ediyor aslında… Diğer soruna cevap bulabilmek için geçmişe bakmakta fayda görüyorum açıkçası. İkinci Yeni’ye özellikle, ısrarla İkinci Yeni diyorum çünkü hâlâ geçilmiş, aşılmış değil. Büyük bir sıçrama olduğunu artık herkes adını, soyadını bilir gibi biliyor. Bu yüzden yeni şiirde ve bu şiirin dilsel özelliklerinde de İkinci Yeni’den ‘partiküller’ olacaktır diye düşünüyorum… Buna ek olarak, bahsettiğimiz dil üzerine deneyselliğin artacağını da söylemeden edemeyeceğim. Gerçi kestirilemez ve belirsizliklerle dolu bir zaman diliminden söz ediyoruz. Diğer soruna bu bağlantıda cevap vermek gerekirse ‘Zaman ile vicdan yargıçtır; saatlerinizi kontrol ediniz!’ demek yeterli diye düşünüyorum… Tabiî akıntıya karşı bayrak dikilirse bilirsin ki ırmak kurusa da bayrak kalır… Son olarak sormak istediğim bir şey daha var. Bunu Ece Ayhan’ın ‘Kim ne derse desin. Şiir konusunda da hayat konusunda da -aslında- başkalarının söylediğine bakmayacaksın. En sonunda mihenk taşı olarak kendini koyacaksın ortaya.’ sözünü şiar edinmiş bir ‘başıbozuk’ olarak soruyorum… Biliyoruz ki hakikatin ve vicdanın peşinden gidenler kazanmak ya da kaybetmek hesabı yapmazlar. Stratejileri yoktur. ‘Köçek’ değildirler. Ahbap çavuşçuluğun adını ‘dayanışma’ koymazlar. Evcilleşmezler ve evcilleştirmezler. ‘Atlarından’ inmezler. ‘Olaylar uzak diye, dürbün kullanmak’ aymazlığına ve yanlışlığına yakalanmazlar… Yani kısacası ‘insan’ olabilmek ve insan kalabilmek telaşını barındırırlar içlerinde. Bir İskorpit –bir başka adı da vardı…-  bu telaşı ‘cevher’ olarak adlandırıyor… Sence, bu cevherin ya da telaşın, kişisel ya da kümesel faydalar uğruna yıpratılması, bozuk para muamelesi görmesi ya da daha korkuncu yokedilmesi, söz konusu mudur?

Zafer Yalçınpınar: Değildir. Korkmaya, endişelenmeye mahal yok… Bizim umutsuzluğumuz da karamsarlığımız da ‘akkor’ bir yapıya sahiptir. Zaten, Yeni Sinsiyet dediğimiz muhterisler ‘idare-i maslahat’ pozisyonuna geçmiştir, yani geleceksizdir. Sen, ben, sıkı şiir ve ‘tarihi düzünden okumaya ayaklanan çocuklar’ olduğu sürece, bahsettiğin riskler, stratejik hareketler ve itibarsızlaştırma operasyonlarından hiçbirisi ‘geleceği belirleyici’ derecede başarılı olamayacaktır. Sahici tarih bize bunu göstermiştir. Şiir de… Bu sıkı söyleşi için çok teşekkür ederim. Sağolasın Uğur…

Eylül 2015

ruzgardefteri2


Hamişler/Adresler:

1/ Söyleşinin PDF biçemine https://bit.ly/ruzgarisiirlemek adresinden ulaşabilirsiniz. Zafer Yalçınpınar’ın 2006-2015 yılları arasında gerçekleştirdiği tüm söyleşileri https://bit.ly/dilinkemigi adresinde yer alıyor.

2/ Rüzgâr Defteri’nin Facebook sayfası https://www.facebook.com/ruzgardefteri adresindedir. Rüzgâr Defteri’ni https://www.oyunyayinevi.com/urun/ruzgar-defteri adresinden çevrimiçi olarak satın alabilirsiniz.

3/ Yalçınpınar’ın 2015 yılı öncesinde yayımlanan tüm kitaplarının pdf biçemine https://zaferyalcinpinar.blogspot.com adresinden, tüm şiirlerine ise https://bit.ly/zypsiir adresinden ulaşabilirsiniz. Zafer Yalçınpınar kimdir? sorusunun cevabı da şurada; https://bit.ly/zykimdir

4/ İyi okumalar dileriz.

Eki
08
2015
0

“…neredeyse dil-öncesi bir sözcü…”

spotur

Şamil Potur’un “Ece Ayhan” Desenleri
(Skala Dergisi, Eylül 2002, Sayı: 16, s. 93)

 


(…)Zira, bir dilin susku haddinin kilitlenerek tamamen özgün bir metaforik imge yığınağına dönüşmesinin en güzel örnekleridir bu şiirler. Öz bireşimini ise bilgelik oluşturur bu şiirlerin.

Bilinen bir şeydir: Dili kendi dolayımsal özgünlüğü içerisinde kullanarak tersine bir oluş’a varmak isteyen şairler için dil her zaman bir engel olarak karşılarında yer almıştır. O yüzden dili imgelerle dönüştürerek  bir eğretilemeler bütünü içerisinde, şiirsel bir bakışımlılık ile, dili dönüştürmüşlerdir şairler.

Ece Ayhan, şiiri şiir yapan temel yapı taşlarını en ince haliyle kullanan bir şair. Çoklukla kapalı olarak nitelendirilen büyülü anlatımının yanında şiirinin mitsel, simgesel tarafıyla da keskin bir bilinç akışının neredeyse dil-öncesi bir sözcüsü gibidir.

İşte bu yüzden Ece Ayhan farklı katmanlara bölerek irdelediği devlet, tarih, iktidar gibi denklemi dar konuları çoğu zaman geçişsiz; en çok da kendine ait özel bir dil içerisinde anlatmayı bilmiştir. (…)

Ahmet Bozkurt
Skala Dergisi, Eylül 2002, Sayı: 16, s. 92-93


Hamiş: EVV3L  kapsamında yayımlanan Ece Ayhan ilgilerinin indeksine https://bit.ly/eceindeks adresinden, “Bakışsız Bir Kedi Kara” adlı Ece Ayhan web sitesine ise https://zaferyalcinpinar.com/bakissiz.html adresinden ulaşabilirsiniz.

Eyl
18
2015
0

Dr. Özgür Uçkan’ın Poetikası: “ŞİİR VE HAKİKAT”

Vefat haberiyle sarsıldığımız Dr. Özgür Uçkan, EVV3L’in sıkı takipçilerindendi. Çevresindekilere “özgürlük”, “özgürlük arayışı” ve “paylaşım” gibi kavramları yeniden öğreten, “bilişim özgürlüğü” mücadelesi çerçevesinde uluslararası başarılar elde etmiş en önemli özgürlük savunucularından biriydi: Hakiki ve sıkı bir akademisyendi. Ailesine, öğrencilerine ve tüm çevresine baş sağlığı diliyoruz.

Dr. Özgür Uçkan, 2013 yılının Şubat ayında gerçekleştirdiğimiz “Poetika 2013 Odak Çalışmaları”na çok kapsamlı bir yazıyla destek vermişti. “Şiir ve Hakikat” başlıklı bu önemli incelemenin tam metnini okurlarımızla paylaşıyoruz.

Z. Yalçınpınar


 

“ŞİİR ve HAKİKAT”
Dr. Özgür Uçkan

Şair değilim. İlk gençliğimden bu yana da şiir yazmadım. Onlar da “sayılmaz”. Yazılarımda “poetik”, belki de “lirik” bir şeyler oldu genellikle. O da sayılmaz. Has şiirle içli dışlı oldum ama. Belli bir “tür” şiirle. Ayırt edip kategorize edemeyeceğim bir “tür” bu. Belki de böyle bir “tür” yok. Tamamen öznel bir hissiyat benimkisi. Ama bu hissiyatın, şiir ile “hakikat” arasındaki ilişkiden kaynaklandığını biliyorum. Kendi hakikatini kuran veya başka türlü ifade edilemeyecek bir hakikati dillendiren şiirle ilgiliyim.

Şiir ve hakikat arasındaki ilişki sadece benim kafamı kurcalamamış elbette. Bu ilişkiyi kafasına takmış pek çok kişi var, şair, filozof, estet, vb. En bilinenleri Platon, Hegel ve Heidegger… İdea’ya giden yola insanın ayağını kaydıran taşlar koyduğu için, Platon’u Devlet’inden şairleri kovduracak kadar kızdıran şiir, Hegel’de “sanatın ölümü”nün habercisi olmuş, kavrama değen bir dil-öncesi olarak. Heidegger ise şiirde felsefenin asla yaklaşamayacağı bir hakikatin tezahürünü görmüş… Üç filozof da şiir ile hakikat arasındaki ilişkiden hareket ederek varmışlar tamamen farklı konumlarına…

Felsefe sanatlara hiyerarşi biçmeye koyulduğunda, genellikle şiir ve müzik şanslı çıkar. Biri dilde, diğeri de seste gerçekleştiği için. İşin içine mermer, boya, beden, ter, toz, toprak vb. karıştırmazlar. Filozoflara daha “saf” gelir böylesi (ama sanatın bitmiş iş değil süreç olduğunu – Klee’nin dediği gibi eserin yol olduğunu – düşünecek olursak, yanılırlar aslında: Şiirde de müzikte de “kan, ter, gözyaşı” eksik olmaz). Filozofları çeken bir de ortaklıkları vardır: Şiirin müziği, müziğin şiiri vardır… Ama bu iki sanatı önemsemelerinin asıl nedeni, soyutlukları (madde ve duyumdan arınmışlıkları) içinde hakikate daha yakın olduklarını düşündükleri içindir.

 

Platon: Şiirin saygıdeğer düşmanı

Platon’un sanata, özellikle de şiire düşmanlığı da aslında hakikat sorunuyla ilgilidir. Sanatın bir şeyleri “temsil ederken” hakikati ortaya çıkarır”mış gibi” yapıp hakikate engel olduğunu düşündüğü için kovar şiiri Site’sinden. Platon sanatın gerçekliği temsil etmesindeki hakikat sorunsalına odaklanır. Hakikatine inanılarak üretilmiş bir temsil, sadece gerçekliğin zayıf bir kopyasıdır; hakikatine inanılmayarak yapılmış bir temsil ise sadece yalandan ibarettir. Taklit edici sanatlar, “fantazya”lardır. İmge ve fantezi üreten sanatların hakikatle ilişkisi olamaz; onlar gerçek olmayan üretimlerde bulunur. Dolayısıyla -mağaradaki gölgeler gibi- taklitler, yanılsamalar, sanılar üreten sanatların Platon’un Devlet’inde yeri yoktur. Bu sanatlar insanları ideal hakikatten uzaklaştırır. Şiirin (aslında tragedyadan söz etmektedir) Devlet’in koruyucu sınıfı içerisindeki yıkıcı etkisine vurgu yapar. Yarı tanrılar ve tanrıların tragedyalardaki temsillerini kutsallıklara bir “küfür” olarak görür Platon ve bu küfrün gençlerin eğitimi üzerinde kötü etkileri olduğunu ileri sürer. Homeros’un İdeal Devlet’in kapılarından içeri sokulmamasını söyler. Sanat “devlet düşmanı”dır…

Alain Badiou, Platon’u şöyle okur: “İnsanlığın biraradalığının adı olan Site, ancak kavramı şiirden korunuyorsa düşünülebilecek bir şeydir. Eğer site düşünceye maruz kalmak zorundaysa, öznel kolektifliğin şiirin güçlü çekiminden korunması gerekir. Başka bir deyişle, öznel kolektiflik ‘şiirselleştirildikçe’ düşünceden eksilir ve onunla ayrıtürden hale gelir. (…) ‘şiir ve felsefe arasında çok eski bir savaş vardır.’ Bu arkaik savaş düşünce ve düşüncenin ayırt edilmesi hakkındadır.”.[1] Şiir, zekaya (nous), Idea’lara dair sezgiye veya diyalektiğe değil, Platon’un “dianoia” adını verdiği, dili kat eden, önermeleri birbirine bağlayan ve çıkarımlarda bulunan “söylemsel düşünce”ye karşıdır. Şiir ise “olumlama ve hazzın kendisi”dir – “bir şeyi kat etmez, eşikte yaşar”; “şiir kurala bağlı geçiş değil, daha çok bir sunu, yasasız bir öneridir”.

Platon’un “karşı-poetika”sı, “ölçü, sayı ve ağırlık”a dayanır: Şiirin panzehiri “ölçüm yapan ve hesaplayan Logos”tur… Şiirde zafer kazanan ilke, acı ve hazdır, bu ise hem yasaya hem de Logos’a aykırıdır. Platon için Politika, Şiirden (Poem) kurtularak matematiğe (Matheme) ulaşacak, böylece gerçekliği kavrayacaktır.[2] Şiir kendisini olası düşüncenin dilsel gücüyle sunan düşünce-olmayandır ve onu ancak matematik çürütebilir. Badiou, şiirin “düşünülemez düşünce”, matematiğin ise düşünce olarak ifade edilebilen, yani “düşünülebilir düşünce” olmasıyla yakından ilgilenir. Aslında Platon’un şiirsel konuşmanın dilsel gücünü teslim ettiğini düşünür; şiiri “tehlikeli” kılan da bu gücüdür.

 

Hegel: Bir “alt-dil” olarak şiir “sanatın ölümü”nü haber veriyor

Platon’un bu yaklaşımı, sanatın temsil edici karakteriyle hakikatten uzağa düştüğü, dolayısıyla bilginin mutlak olana (Tin?) yolculuğunun aşılması gereken bir evresi olduğu fikri, en büyük yankısını Hegel’in “sanatın ölümü” düşüncesinde bulur. Hegel, “tarihin sonu” başlığı altında pek çok şeyin sonundan, tükenişinden, ölümünden söz eder. Sanat da bunlardan biridir. Sanat türlerini mimarlıktan başlayıp heykel, resim, müzik ve şiirden geçerek nesre ulaşan ve giderek maddesel olandan, duyumlanabilir olandan uzaklaşan bir biçimde sınıflandırır. Bu sanat türlerinin kendi iç gelişim süreçleri de aynı yolu izlemektedir: Giderek duyumlanabilir olandan, yani kökensel anlamıyla estetik olandan uzaklaşma. Bu çizgi özellikle şiirde kendini açığa vurmaktadır. Şiir tinsellikten, kavramdan, evrensellikten bir şeyler aldıkça estetik alanın dışına düşer.[3]

Hegel sanatı temsil edici olmayan bir etkinlik olarak görür. Hegel’e göre sanatsal etkinlik ürettiği “görünüş” (appearance) aracılığıyla, anlamı (signification) görünebilir kılmaktadır. Bu, sanatı salt bir kopya olmaktan kurtarır. Çünkü sanat, içeriğin dile getirilmesine yaramayan ögeleri bir yana bırakır, yeniden üretmez. Örneğin, Homeros Aşil’in güçlü bedenini anlatmak için onun bütün niteliklerini olduğu gibi betimlemez. Bir görünüş olarak sanat yapıtının içeriği doğallığını özel olarak yitirmiş bir varoluştur. Sanat yapıtını çekici kılan da işte bu doğallığını yitiriştir (Sanatın doğallığı kaybederek çekici hale gelmesi, doğal olandan farklı bir şey olarak “yapılması”, sanat nesnesinin doğal güzellikten daha güzel olması, modern estetikte verimli tartışmalar yaratacaktır).

Hegel, sanatın varoluşun hakikatini (varoluşu görünüşe dönüştürme yoluyla) verebildiğini düşünmektedir. Yani sanat yapıtı salt varoluşa göre daha yüksek bir hakikatin taşıyıcısıdır. Estetik temsil etme doğal olanın hakikatini oluşturmaktadır. Estetik “temsil etme”de, doğal kabuğunda (maddesel, duyumlanabilir kabuğunda) kapalı bulunan içerik kendini gösterir, açığa vurur. Sanat, salt varoluşu görünüşe dönüştürürken, yeniden biçimlendirirken, duyumlanabilir olanı yadsır. Ama bu yadsıma yeterli değildir Hegel için. Çünkü sanat yapıtı duyumlanabilir olanı yadsımak için yine duyumlanabilir bir şey olmak zorundadır. Bu nedenle onun yarattığı görünüş hakikatle, Tin’le yeterince bütünleşemez. O, hakikati gösterir, üstelik kendi dışında bir şey olarak, salt varoluşta yer alan bir şey olarak değil. Sanatın idealleştirme süreci eksik, kusurlu kalır. Şair gerçeğin fotoğrafını vermez, ayrıntıları seçer, eler. Ama bu seçimde ayıkladığı, attığı maddesel olanın taşıdığı olumsallık, karışıklık, yani anlamı gizleyen, karartan ögeler, sanat yapıtında tümüyle ortadan kalkmaz. Çünkü sanat yapıtı maddesellikten hiçbir zaman tümüyle kurtulamaz. Bunu tümüyle başardığı an, o artık sanat yapıtı olmaktan çıkacaktır.

Yalnızca şiirde, duyumlanabilir dışsallık, en aza, hemen hemen sıfıra yaklaşır ve sonunda göstergeler maddeselliklerini kaybederler. Ama maddesellikten kurtulmuş bir şey olarak şiir, Hegel’e göre, estetik dışı bir şeydir. Tinsellik yani maddesel olmama durumu şiirde eksik olan şeyin sorumlusudur ve şiir tinselleştikçe sanatın kökensel tanımının dışına düşer.

Estetik görünüş yalnızca göstergeye dayandığında kendi hakikatine o denli iyi ulaşmaktadır ki, sanat artık hem olanaksız hem de yararsız olacaktır. Çünkü sanat, tanımı gereği varoluşla hakikati arasındaki maddesel dolayımdır. Artık sanat kökensel işlevini yitirmiştir, çünkü bu işlev, Hegel’e göre dolayımsız olanın -yalnızca varoluşun, dilsiz varoluşun- anlamsızlığını, hiçliğini göstermektedir, bunu göstermek içinse sanatın maddeye gereksinmesi vardır. Şiirde artık dolayımsız olarak var olan (salt varoluş) tümüyle ortadan kalktığı için, onun anlamsızlığını, hiçliğini gösterme işlevi yani sanatın kökensel işlevi de sona ermiştir. Çünkü şiir öyle bir estetik türdür ki, onun özü duyumlanabilir olanın yok olması, salt göstergenin üstün gelmesidir.

Sanatta dolayımsız varlık idealleşmiştir. Dilde ise, Hegel’e göre, tümüyle ortadan kalkmıştır. İkisi de dolayımsız olanın, özne için veri olan salt varoluşun yadsınmasıdır, ama iki farklı türden yadsıma. Birincisi hakikati görünüş kılar, ikincisi onu söz haline sokar. Birincisi görünüştür, ikincisi deyiş. Sanat kökensel anlamda dil-ötesi (para-language) bir şeyken, şiire dönüştüğünde alt-dil (infra-language) olur. Sanat Kavrama ulaşamaz, büyüsünü bu eksikliğinden getirir. Ama büyüleyen şeyin ölümü Aklın doğuşunu bildirmektedir. Onun ölümü Dil’in doğuşudur. Evrensel olanın anlatımı için “imgesiz bir dil” gerekmektedir. Sözcük gösterme işleminin ortadan kalkmasıdır. Dil göstermeksizin düşünmedir. Anlamın giderek ortaya çıkışı figürün giderek silinmesiyle mümkündür. Hegel’e göre insanlığın estetik tarihini incelersek, imgelerin giderek azalan bir işlevinin olduğu görülür. İmge sıkı sıkıya, figüre, görülebilir olana bağlıdır. İmgenin azalan gücü görülebilir olanın, dolayımsız olanın önemi azalacaktır. Sanatın özelliği salt varoluştaki içeriği “görünüş”e dönüştürerek, anlama giden yolu açmasıdır. Ama zorunlu olarak taşıdığı maddesel, dolayımsız ögeden ötürü bu yolu, aynı zamanda kapatmaktadır da.

Aslında sanatın hakikati, ürettiği nesneden bağımsız olarak, temsiliyetsiz bir görünüş yaratabilir. Bu sanatın dil ile ilişkisi ile ilgili bir tartışmadır. Sanatın dil ile olan ilişkisi, kullandığı ortam kadar yaratım süreciyle olan ilişkisini de belirler. Kavram’ı, kavramsal hakikati amaçlamayan bir kültürel etkinlik türünün var olduğunun kuşku götürmez olduğu çağımızda, Hegel’in estetiği etki gücünü yitirmiyorsa, bunu büyük ölçüde dil – sanat ilişkisine dair çözümlemelerine borçludur.

 

Heidegger: Hakikatin “kurtarıcısı” olarak şiir

Dil ve hakikat deyince akla, “dil Varlık’ın evidir” diyen Heidegger gelir. Heidegger’e göre dilin, pratikleri yansıtma veya dikkati onlar üzerinde odaklama gibi temel bir rolü vardır. Bir sözcük dağarcığı şeyleri isimlendirerek varlığa getirebildiği gibi, bir çağın duyarlılığını da değiştirebilir. Dil, pratikleri, onlar üzerinde odaklayarak koruyup yayabilir. Dili açımlayan ve yeni varlık tarzları geliştirip onlara tutarlılık kazandıranlar, rahip veya bilim adamları değil, şairler ve düşünürlerdir. Heidegger’in sanatla ilgisi, sanatın düşüncelerinde merkezi bir konum kapladığı Schelling ve Nietzsche gibi filozofların etkisinden; ve kökenini şiirde bulduğunu düşündüğü dil’in kendi felsefesindeki merkezi konumundan kaynaklanır (Hölderlin).

Sanat eseri, bir “özne” için bir “nesne” olarak konumlanır ve bu özne-nesne ilişkisi, bir duygu ilişkisi olarak, estetik yaklaşım açısından belirleyicidir. “Sanat eserinin hakikati” söz konusu olduğunda, sanata estetik yaklaşım başarısızlığa uğrar. Sanat eserinin “estetikleştirilmesi”, onu sadece “bilenler” ve “estetler” (connoisseurs & aesthetes) tarafından anlaşılabilecek bir “yüceliğe” hapsederek sanatı değersizleştirir. (“Estetik, sanatçı için, ornitoloji kuşlara ne ifade ediyorsa onu ifade eder…” – Barnet Newman[4]) Estetiğe yönelttiği eleştiri ve sanat savunusu bir bütün oluşturur: Estetiğe karşı çık, sanatı savun…[5]

Estetik, modern “öznelcilik”den hareket ederek geç dönem modernizminin “kurma / çatma / yapılandırma” (“çerçeveleme”) (enframing) anlayışına ulaşır. Heidegger, sanatın “içinden” hareket ederek, yani belli bir “ontik” (var olan) sanat eseri ile sanatın ontolojik hakikati arasında fenomenolojik bir köprü kurmaya yönelir (tehnépoiesis ilişkisi). Ona göre sanatın doğası “varlıkların eserde konumlanmış hakikati”dir. Eser, sanatsal niteliklerin eklendiği bir şey değildir: eser şeylerin doğasını açığa vurur. Hakikat eserde olup biter:

“Bir dünya kurarak ve yeryüzünü göstererek, eser , varlıkların bir bütün olarak örtüsünün açılmasının ya da hakikatin kazanıldığı bir savaştır.” Bilim, “kökensel bir hakikat oluş” değildir: “zaten açılmış bir hakikat alanının” ayrıntılarını doldurur; “bilim doğruluğun/kesinliğin ötesine geçip hakikate yöneldiğinde… felsefe olur”[6]. Ama sanat, hakikatin vuku bulduğu başlıca yoldur.

Sanat eseri karşısındaki davranışımız, alışıldık bilme, değer verme, yapma veya görme faaliyetlerine uymaz. Bir esere verilecek en uygun tepki, ne bilme ne de isteme (willing) olabilir; daha çok “bir istem olarak kalan bilme ve bir bilme olarak kalan istem(e)”dir. Hakikat, bir biçimde hiçbirşey’den gelir: “Açık olan’ı açmak ve varlıkların açık-seçikliği, sadece açıklık tasavvur edildiğinde (projected) vuku bulur”… (gece mavisinden çakan bir yıldırım gibi)

Tüm sanatlar, bir “Dichtung“dur: Bir icat (invention) veya bir tasavvur (projection). Sanatçının esere koyduğu şey, çevresindeki şeylerden türemez, daha çok icat edilir veya tasavvur edilir. Bütün büyük sanat eserlerinde, “varlıkların örtüsünün açılmasına dair… bir değişim” vardır (unconcealment): sıradan olanı aydınlatır, bizi bir zaman için sıradan olandan koparır ve başka bir dünyaya atar, veya tüm dünya görümüzü değiştirir.

Daha dar bir anlamda, “Dichtung”, şiir (Poesio) demektir. Heidegger tüm sanatların şiirden geldiğini düşünmez. Düşündüğü daha çok şudur: Dil, sadece bildiğimizi iletmemizi sağlayan bir ortam (medium) değildir. Bu amaçla kullanılan dil, “herhangi bir zamanda başvurulan aktüel dil”dir. Dil, aynı zamanda, varlıkları, onları ilk kez adlandırarak ve böylece bize iletişimde bulunacak bir şey vererek, “bulanık karmaşa”dan açıklığa çıkarır. Dilin bu yenilikçi kullanımı “tasavvur edici (projective) söyleme”dir. Şiir, dilde var olan bir sanat biçimi olarak, hakikatin “tasavvur edici” dile getirilmesidir ve bize iletişime dönüştürülecek yeni bir hakikat alanı açar… Yani, Hegel “sanatın ölümü”nü öngörerek hata yapmıştır, çünkü “hakikatin ölümü” söz konusu değildir…

Heidegger için, sanat eseri, bir “yeniliğin oluşa gelmesi” değil, poiesis’i kapsayan “yeni bir dünyanın oluşa gelmesidir”. Sanatın “kurtarıcı gücü” bu yeni dünya imkanında saklıdır… Poiesis’in olmadığı bir çağda yaşamıyoruz; egemen poieis tarzının sanat değil techné olduğu bir çağda yaşıyoruz. Bu, “poiesis”in kökensel anlamı olan “meydana getirme”nin (bringing forth) poetik ifşaatının, modern teknoloji tarafından “meydan okuma”nın poetiğine dönüştürülmesidir. Ama sanatın “kurtarıcı gücü” burada duruyor ve “insanı yeni ve daha uyumlu bir ifşaat biçimine”, “özünün onuruna bakmaya ve onun içine adım atmaya” davet ediyor… “Dünyada-olmak”, Dasein, kendinde “açılma” imkanı saklar. Onu “açacak” olan da sanattır. Daha doğrusu, Dasein’ı “açan”, “sanat eserinin eseri”dir… Çünkü insan, sadece “olmanın erdemi” içinde insandır, yani sanatsal olarak yaratıcı olduğunda… Çünkü insan, sadece “Varlık’ın açıklığında” insandır. Nihai olarak, Heidegger neredeyse Nietzsche’vari bir umuda açılır: İnsan ve yeryüzünün özlerinde oldukları şey haline gelmelerini sağlayacak yeni bir Dasein’ın doğuşu…[7]

 

Badiou: Bir “hakikat işlemi” olarak şiir

Platon’dan başlayıp Hegel’de doruğuna ulaşan Logos (Tin, Geist) merkezli dogmatik ve didaktik şema bir tarafta, Goethe, Schiller, Novalis, Hölderlin ve Nietzsche’den gelip Heidegger’de zirve yapan romantik, hermeneutik ve fenomenolojik damar öteki tarafta, şiir ve hakikat arasında sorunlu veya yüce, ama asli bir bağ olduğu noktasında birleşirler (ikisinin arasında da Kant vardır, ama boş verin şimdi onu). Bu bağın olduğu yerde bugün Alain Badiou duruyor. Biraz da ondan söz edip kapatalım bu “gayri-poetik” yazıyı…

Badiou iki konuma da mesafeli durur. Onun “gayri-estetik”i (inesthétique), sanat ve felsefe arasında hakikat kategorisinde düğümlenen yeni bir bağ kurmaya girişir: “‘Gayri-estetik’ten anladığım şey, sanatın kendisinin bir hakikatler üreticisi olması durumunu korurken, sanatı felsefenin konusu haline getirmek için herhangi bir talepte bulunmayan bir felsefe ve sanat ilişkisidir. Estetik spekülasyona karşı, gayri-estetik, bazı sanat eserlerinin bağımsız varoluşuyla üretilen, kesin olarak felsefe-içi (intra-philosophique) kalan etkileri betimler.”[8] Badiou, estetik teorilerin felsefeye sanatla ilgili olarak fazla güç atfettiğini düşünür. Felsefe sanatın ne olduğunu veya ne olması gerektiğini söyleyemez. Sanatsal hakikat sanata özgüdür. Sanat hakikati görür, felsefe “konuşur”…

Bu, felsefenin “yararsız” olduğu anlamına gelmez. Aslında felsefenin görevi diğer disiplinlerin ortaya koyduğu hakikatler hakkında konuşmaktır. Badiou’ya göre felsefe, dört “koşul”dan (condition) koparılmıştır: her biri tamamen bağımsız birer “hakikat işlemi” (truth procedures) olan sanat, aşk, politika ve bilim… Bu alanlar, “işlem görürken hakikat üretirler”. Felsefe, bu bağımsız hakikat işlemlerine kendisini “dikmek” (suture – yarayı dikmek) (yani, tüm entelektüel çabasını adamak) eğiliminden kaçınmalıdır. Bu eğilimin sonucu her zaman “felaket”tir (19. ve 20. yüzyılın felsefe tarihi bir “dikim”ler tarihidir).

Felsefe, çeşitli hakikat işlemlerinin ortaklaşa olasılığına (compossibility – Leibniz) dair bir düşüncedir; bu, farklı hakikat işlemleri arasındaki kesişimlerin (romanda aşk ve sanatın kesişmesi gibi) sorgulanması olabilir, veya hakikat ya da özne gibi kategorilere (bireysel hakikat işlemlerine dışsal olmakla birlikte bu işlemleri içerisinde iş görebilen kavramlara) dair daha geleneksel felsefi soruşturmalar olabilir. Felsefe, kendisini yarayı dikmeye adamadığında, hakikat işlemleri hakkında özgül olarak felsefi bir tarzda konuşabilir: Sanat hakkında gayri-estetik, politika hakkında metapolitik, bilim hakkında ontolojik bir tarzda…

Badiou için “hakikat” özel bir felsefe kategorisidir. “Sanat ne kadar hakikat taşıyabilir?”[9] Badiou’nun bu sorusu, aslında (Nietzsche’nin de sorduğu) çok eski bir Platonik sorunu yeniden irdeler: Sanatta hakikat sorununu (sanatın kendi başına üretebileceği hakikat etkilerini) tüm çağdaş sanatsal üretimler için ve çağdaş estetik teorilere yönelik olarak yeniden sorar. Sanat ve felsefe arasındaki çok eski ilişkinin ortaya çıkardığı sorunların ötesinde, bu hakikat sorusu, (eleştirmenler ve sanatçılarınki de dahil olmak üzere) sanat hakkındaki söylemlerin yeniden tanımlanmasıyla ilgilidir.

Badiou’nun konumu, geleneksel felsefi estetiğe karşı bir savaş makinesi gibidir: Tuhaf “gayri-estetik” kavramı altında, sanat ve felsefe arasında yeni bir düğüm (nouage / knot) yaratmaya çalışır. Bu yeni düğüm, ne sanatı felsefenin özel bir uygulaması veya konusuna dönüştürmeye çalışacak (dogmatik veya didaktik tavır), ne de felsefeyi sanata özgü bir vahyin sessiz ve sofu bir tanığına indirgeyecektir (romantik tavır).

Gayri-estetik, felsefi düşüncenin özel bir alanı veya disiplininden çok, felsefe ve sanat arasındaki belli bir ilişkiyi, “estetik” ve “sanat felsefesi” terimlerinin farklı biçimlerde dile getirdiği felsefenin sanatı “kavraması” halindeki yetkiyi felsefenin elinden alan bir ilişkiyi tanımlar. Felsefe artık sanatı konusu haline getiremeyecektir. Yani felsefe artık sanat hakkında bildik yargıda bulunma sürecini işletemeyecek; belli sanat eserlerinin tarzlarını, işlevlerini ve değerlerini belirlemeye izin veren normatif kategoriler kullanmaya, tanımlama oyunlarına girişmeye yeltenemeyecektir. Geleneksel anlamda estetiğin yaptığı budur ve hep sanata dışsal bir takım normlarla yapmıştır bunu: “güzel”, “dehşet verici”, “aşağılık” gibi normlarla…

Sanatın, normların özgürleştiği bir mekan haline geldiği hala doğrudur; veya Badiou’nun deyişiyle, “Özne’nin hakikatin tarihinde dağıldığı bir an” olduğu da.[10] Ama, gayri-estetik konumundan bakıldığında, sanatın hakikatinden söz etmek veya hakikatin yokluğuna ağlamak artık önemli olmayacaktır. Sanata dışsal bir hakikati sanata yakıştırmak önemsizdir. Ama “sanatın kendisinin bir hakikat üreticisi” olduğunu teslim etmek önemlidir. Sanat hakikati içkin bir şekilde üretir (Mallarmé’nin ‘zar atımı’ veya Rimbaud’nun ‘duyuların sistematik bozumu olarak halüsinasyon’u gibi).

Geleneksel estetik sadece yargılayıcı değil, aynı zamanda spekülatiftir de. Estetik, saf teori içinde dile getirdiği bir takım hakikatleri sanatın aynasına yansıtmaya kalkışır. Sanatla felsefe arasındaki bu spekülatif ilişkinin karşısında, gayri-estetik “betimleyici” bir ilişki önerir. Bu ilişkinin çok özel bir anlamı vardır: Felsefenin kendisi için, sanatın kendi başına başlattığı özel süreçlerin “etkilerini” betimlemek gerekir. Başka bir deyişle, felsefenin, sanat eserleri veya belli sanatsal kurulumlar içinde tanınabilecek, sanata içkin hakikat süreçleri veya işlemlerinden gelen sonuçları çıkarsaması gerekir.

Badiou için, her bir vakada, verili bir sanat biçiminin taşıyabileceği hakikat tipini belirlememize izin veren operasyon veya “jenerik işlem” , negatif olarak, düşüncenin kendisinin bu verili sanat biçiminin ifade edici kapasitelerini aşan bir olay (event) olduğuna işaret etmesi gereken bir mim veya kinetik bir hareket diyagramı üretmeye benzer.[11] Jenerik işlemler temel olarak farklı ortamlar ve teknikler boyunca tekrarlanır. Bu sanat için de geçerlidir.

Sanatlar, tüm çeşitlilikleri ve kendilerine özgü araçları içerisinde, farklı açıklık dereceleri ve katmanlarında, “eserlerin ‘hakikati-içinde’ kurulum-olarak-sanatın, her defasında ve hep, kendisi olan düşünceyi düşünmeye işaret ettiği” basit hakikatini ifade eder. Dolayısıyla felsefe hep “bu sanatın hakikatini, bir sanat-hakikatini” açığa vurmalıdır. Çünkü sanat, sadece kendisine dair hakikatleri kurar; yani sanat, “sanat eserlerinin Gerçek olduğu (ve ‘etki’ olmadığı) bir düşüncedir”.[12]

Didaktik / Platonik şemada sanat hakikate yeterli değildir; taşıyabileceği hakikat sadece ona dışsal olabilir; felsefe bu hakikati kontrol etmelidir. Hermeneutik (romantik) şemada ise, sanat kendi başına hakikati taşıyabilir; sanat hakikatin gerçek bedenidir, Idea’nın duyulur tezahürüdür. Klasik (Aristotelesçi) terapatik şemada da, katharsis doktriniyle tanımlandığı şekliyle, sanat yine hakikati taşıma yeteneğine sahip değildir, çünkü kendisini kendi operasyonu içerisinde tamamlar, yani terapatik etkilerini yerine getirir; sanat teoriye değil etiğe girer; etik bu yüzden “hoşa gitme” ve “dokunma” kurallarıyla ifade edilir (Badiou bu konuda Aristoteles’e karşı ve Platon’a yakın durur gibidir). Gayri-estetik şemada ise, sanat hakikati taşıyabilir; ama bu hakikat sanattan başka hiç bir yerde var olamaz; bu hakikat herhangi bir teori veya düşünceye ihtiyaç duymaksızın sadece sanat yoluyla iletilebilir.

Badiou’ya göre sanat bir felsefi düşünce alanı değil, bir “operasyon alanı”dır. Badiou, eğer sanat üretimlerini, Idea’nın özümsenebileceği bir duyulur varlık tarzıyla ilişkilendirseydi, romantik şemaya yakın olabilirdi. Şiddetli anti-estetiği, klasik ve Aristotelesçi “mimesis”i radikal bir şekilde reddetmesi, onu istemediği halde romantik alana yaklaştırır: “Mutlak sanat” fikri, “açık, potansiyel olarak sonsuz sanatsal sürecin sonlu sanat eseri biçimine üstünlüğü” gibi düşünceleri, Nietzsche ve Deleuze’e yakınlığı, romantik damara yaklaştırır onu.

Sanatın içkin bir hakikat üreticisi olarak başka hiç bir alana indirgenemeyeceğini ifade eden Badiou gayri-estetiği, özellikle şiir alanına odaklanarak, Mallarmé ve Rimbaud gibi şairlerin kendi özgül ve içkin hakikatlerini konuşarak, sanatın hayatımızdaki rolünü bir vazgeçilmezlik olarak konumlar.

 

Etiğin olmadığı yerde hakikat de yoktur

Bunca teoriden sonra ben ne diyebilirim, şiir ve hakikat arasındaki ilişki hakkında? Şu kadarı yeter: Şiir ile hakikat arasındaki ilişki, bir biçimde etikle de ilgili tabii. Kendi hakikatini izleyerek duruş almanın etiği… Etiğin olmadığı yerde hakikat yaşamaz ki zaten…

Şair, şiirinin hakikatini izleyerek yazar onu. Şiir yazması etiktir. Başka türlü yapamaz. Bu bir “göze alma” davranışıdır. Her etik duruş, ister istemez politiktir; “muhalif” anlamında politik.

Beni şiirde, elbette sadece bazı şiirlerde çarpan, onların dilde gerçekleşen kinetik bir etik duruşla ifade ettikleri hakikattir.

O hakikati kavramanın şiirden başka yolu yok. İnsanlar şiire uzak düşüyorlarsa, kendi hakikatlerine uzak düştükleri, kendileri olmaktan çıkarak etiğe uzak düştükleri için…

DR. ÖZGÜR UÇKAN

 


 

[1] Alain Badiou, Handbook of Inaesthetics, İngilizceye çev. Alberto Toscano, Stanford University Press, 2005, sf. 16-17

[2] Badiou, a.g.y., sf. 18

[3] Bkz. Tülin Bumin, “Hegel’de ‘Sanatın Ölümü’ üzerine bir deneme”, Seminer, S:1, Haziran 1982, sf. 101-107

[4] https://en.wikiquote.org/wiki/Barnett_Newman

[5] Bkz. Martin Heidegger, “The Origin of the Work of Art”, Martin Heidegger: The Basic Writings. İngilizceye çev. David Farrell Krell, Harper Collins, 2008, (https://www.scribd.com/doc/8646398/Heidegger-The-Origin-of-the-Work-of-Art)

[6] Heidegger, a.g.y.

[7] Heidegger, a.g.y.

[8] Alain Badiou, Petit manuel d’inesthétique, Seuil, 1998, sf.7

[9] Bkz. Elie During, “How Much Truth Can Art Bear ? On Badiou’s ’Inaesthetics’”, Çev. Laura Balladur, Polygraph n°17, 2005, sf.. 143-155. (https://www.ciepfc.fr/spip.php?article135)

[10] Alain Badiou, “Le devoir inesthétique, Magazine Littéraire, 414 (Kasım 2002), sf. 29

[11] Bkz. Jacques Rancière, Le Malaise esthétique, Galilée, 2004

[12] Badiou, Petit manuel d’inesthétique, sf. 21, 26, 28


Hamiş: EVV3L kapsamında gerçekleştirilen “Poetika Çalışmaları”na https://evvel.org/ilgi/poetika-calismalari adresinden ulaşabilirsiniz.

Eyl
18
2015
0

Müzik, Şiir, Dil ve “Ece Ayhan” Bağlantısı Üzerine… (Oruç Aruoba)

(…)
muzikvesiir1aruoba
(…)

muzikvesiir2aruoba

Sözden Müziğe Şairler ve Bestecileri (Salı Toplantıları 2009)
Hazırlayan: Hasan Ersel, YKY, 2010, ss. 83-89, 103-104


Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “Oruç Aruoba” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/oruc-aruoba adresinden, “Ece Ayhan” başlıklı ilgilere ise https://evvel.org/ilgi/ece-ayhan adresinden ulaşabilirsiniz.

Ayrıca, EVV3L’in “Poetika Çalışmaları” başlığını incelemekte de fayda var:
https://evvel.org/ilgi/poetika-calismalari

 

Eyl
02
2015
0

Set Fire To The Stars

“Şairane yaşayış” ile “şiir” arasındaki tehlikeli ilişkiden hep kaçındım, bu ilişkiye hep şüpheyle baktım. Örneğin, Turgut Uyar da İlhan Berk de bu tehlikeli durumdan söyleşilerinde ve poetika çalışmalarında sıklıkla söz eder. Şair ile şiirin birlikteliğinin süreğen oluşunun imkânsızlığı, yakıcılığı ve yıkıcılığı açıktır. Bu durumun 1950’li yıllardaki “büyük” örneklerinden biri de Dylan Thomas‘ın yaşamı ve şiiri…

Şiirle ilgilenen herkese bu filmi izlemelerini öneriyorum.

images

Oca
09
2015
0

Söyleşi: “Kendi Yayınları” ile özgür bakış açısı üzerine… (Eren İnan Canpolat)

Edebiyat alanına ürün sunan özgür yayıncılık platformları düşünüldüğünde, editoryal başarı kapsamında en güçlü ve kaliteli örneklerden biri olan Kendi Yayınları‘nın editörü Sn. Eren İnan Canpolat ile önemli bir “söyleşi-yazışı” gerçekleştirdik…


– –

Zafer Yalçınpınar: Kendi Yayınları’yla tanışıklığımın mihenk noktasında iki şey var. İlki, Daniil Kharms’ın “Olan Biten” adlı öyküleri… Bu öykülerdeki imkânsız dil ile öykülerin karakterlerindeki heykelsi donukluğun tuhaf ve yoğun enerjisini fark edince, yahu, dedim kendime, nasıl olur da bu yazarı bilemem? İkinci nokta ise, dijital yayıncılık tercihi açısından Kendi Yayınları‘nın duruşundaki pürüzsüzlük ve dolaysızlıktı… Kendi Yayınları, eğer kişileşseydi, Daniil Kharms’ın bir karakteri olabilirdi sanki. Kendi Yayınları’nın kurulmasında Daniil Kharms’ın “Olan Biten” çevirisinin tetikleyici bir önemi var, öyle seziyorum. Nerelerde yanılıyorum?

Eren İnan Canpolat: Kendi Yayınları’nın kuruluşuyla Kharms çevirileri arasında bir bağ olduğu doğru, ne var ki bunun, birinin diğerini tetiklediği kaçınılmaz bir bağ olduğu söylenemez. Kharms’ın öykülerini, esas olarak, uzunhikaye.org‘da tartışılmak üzere çevirmiştim. O çalışma bitti, ama öyküler aklımdan çıkmadı. Düşük tempoda düzeltmeler yapmaya devam ettim. Çevirileri İngilizceden yaptığım için içim bir türlü rahat etmiyordu. Zaman buldukça, deyim yerindeyse, didikliyordum. Jankelevich’in çevirisindeki –“Today I Wrote Nothing: The Selected Writing of Daniil Kharms, 2007”- açıklayıcı notlar çevirileri geliştirmemde oldukça yardımcı oldu. Böyle böyle Kharms çevirileri sona yaklaşıyordu… Özgür yazılım üzerine yoğun biçimde düşünmeye başlamam da bu döneme rastlar. Özgür yazılım yabancısı olduğum bir şey değildi. Ama toplumsal etkisinin sandığımdan daha derin olduğunu görüp şaşırdım. Hem merkezindeki özgürlük düşüncesi hem de o düşünce etrafında bir araya gelen toplulukların işleyiş biçimi etkileyiciydi. Böylece iki şey bir araya geldi: Elimde yayımlanmaya hazır bir kitapçık vardı ve özgür yayıncılığın geliştirilmesi gerektiğini düşünüyordum. Bu düşüncelerle kitabı önce Kharms’la ilgileneceğini düşündüğüm, daha önce dijital kitap yayımlamamış bir yayınevine önerdim (ücretsiz dijital kitap olarak yayımlanmak üzere). Onlardan olumlu cevap alamayınca iş başa düştü. Bir lisans seçip kitabı dolaşıma soktum. Fakat, dikkatli gözlerin fark edeceği gibi, seçtiğim lisans -kitabın ücretsiz okunup dağıtılmasına izin veriyorsa da- özgür bir lisans değil. Bu, üzerine düşündüğüm fakat henüz bir sonuca varamadığım bir konu. Böyle bakınca Kendi Yayınları’nın özgürleşmeye çalışan bir yayınevi olduğu söylenebilir sanırım. Bu işe Kharms’la başlaması da hoş bir tesadüf oldu, diye düşünüyorum. Kharms yazdıklarının yayımlanması konusunda pek umutlu değildi. Söz gelimi, Olan Biten’deki öyküler belirli bir bütünlük içinde olsalar da, aslında Kharms’ın bunları yayımlamayı hiç düşünmediğini varsaymak için çok nedenimiz var. Şiirde de benzer bir durumdan söz edilebilir mi? “Kitap projesi” denen şey şiire pek uygun değilmiş gibi geliyor bana. Şiir kitabını sonradan şekil alan bir şey olarak anlıyorum. Ama hep böyle midir?

kendi

Z.Y.: Çok doğru ifade ettin aslında; şiirin projelendirilecek “pro-eject” türden ‘endüstriyel’ bir varoluşu yok. Bir ideolojiyi, büyük bir mücadeleyi çevreleyen şairler, şiirler için hiçbir zaman olmamış zaten… Bu şairlerde -kendileri farkında olmasalar da, ve bu ifadeyi ben pek sevmesem de- iktidar ve gaddarlık karşıtlığı ekseninde tarihsel bir ‘konsept’ oluşuyor. Örneğin, Nâzım Hikmet’in “Kurtuluş Savaşı Destanı” veya “Memleketimden İnsan Manzaraları” bir kitap bütünlüğü olmaksızın yayımlansalardı, okuyucu ve kuşaklar üzerinde böylesi süreğen bir etki bırakamazlardı. İşin kökünde dilsel ve çok önemli bir faktör daha var: Şiir, bir üst-dil -aşkın dil- türüdür. Bunun nedeni de düzyazı gibi bütünüyle “t” ânında ‘semantik’ bir duruşu olmamasıdır. İmge yoğunluğu ya da imgesel alan derinliği düzyazıdan fazladır şiirin… Yani sadece “t” ânındaki “t anlamları”na yaslanmaz. Gerçekte, ‘geleceğin dili’ olarak kendini ve yaşamı yeniler. Ya da şöyle diyelim; “t” ânında “t’nin artı eksi x anlamlarının tümüne” yaslanır. Bu nedenle, bugünden o dilin kimyasını, bir şiir kitabının kimyasını okuyucunun ‘konsept’ olarak kafasında oluşturması “t” anında, eşanlı olarak, pek mümkün değil. Bu söylediğim açının da en güzel örneği Ece Ayhan ve kitaplarıdır: “Kınar Hanım’ın Denizleri” ve “Bakışsız Bir Kedi Kara”. Bir 30 sene kadar Ece Ayhan’ın iktidar ve gaddarlık karşıtlığı üzerine kurduğu imgesel alan derinliklerini okuyucu da eleştirmen de editör de anlamamış. Ece Ayhan poetikası “t+30” anında kendini göstermiş. Şimdilerde Ece’nin ‘konsept’i anlaşıldı ve konuşma dilinde -hatta siyasette bile- yerini aldı. Aslında tüm İkinci Yeni şiirinde bu üssel başarı vardır. Bununla birlikte, söylediklerimi hem doğrulayan hem de geçersiz kılan bir İkinci Yeni şairi var: İlhan Berk. Bazı kitapları gerçekten de “kitap projesi” bütünlüğü taşımıyor. Yani aslında bir kitap projeksiyonu yok o bazı şiirlerin… Ama bazı kitaplarında da tam tersidir: “Mısırkalyoniğne”, “Pera”, “Galata”, “Kül”, “İstanbul”… Bir de sanırım, insanlık üzerinde müthiş bir endüstriyel etki, pragmatik baskı var. Yani biliyorsun, bir tür mühendislik ve matematik baskısı. Bu baskıyla ve strateji hastalığıyla insanlar konuları, olayları, tarihi, diğer insanları, kısacası her şeyi unsurlarına ayırmaya ya da birleştirip ele almaya çalışıyorlar. Bir lego oyuncağı gibi, sök tak, uydu uymadı, oldu olmadı vs… Şiir böyle bir şey değil, olmamalı. Buradaki fabrikasyon tehlike görülmeli. Belki de Kharms bunu görmüştür… Gördü mü gerçekten sence? Ayrıca, cevabının içerisinde “özgür yayıncılık” konusuna ilişkin bir tereddütü dile getirmişsin. Bu tereddütü biraz açar mısın? Nedir o lisansın özellikleri? Sonuçta, bir yazının ya da kitabın kapitalizmin vahşeti içerisinde bir ‘anamal veya meta’ olarak dolaşmaması yeterince büyük, özgür bir adım değil midir?

E.İ.C.: Edebiyatta fabrikasyondan söz edilince benim aklıma ilk olarak “yaratıcı yazarlık” geliyor. Onun yaygınlaşması da esas olarak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonrasına rastlıyor sanırım. Dolayısıyla, Kharms’ın bu tehlikeyi görmüş olduğunu iddia etmek kolay değil. Yine de, her avant-garde yazar gibi Kharms’ın da anaakım sanatın değerlerine ve “tüketim”ine mesafeli durduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Özgür yayıncılık meselesine gelince… Creative Commons’ın özgür kültürel eser tanımı dört temel özgürlükten oluşur. Bunları kısaca açıklamaya çalışayım: 1. Eseri dilediğiniz gibi kullanma özgürlüğü: Özgür bir kültürel eseri istediğiniz amaca uygun olarak -ister kişisel ister ticari olsun- kullanabilirsiniz. Lisans, eserin ticari kullanımını kısıtlamamalıdır. 2. Eserin içerdiği bilgiyi dilediğiniz gibi kullanma özgürlüğü: Özellikle teknik eserlerin -araştırma, teknik dokümantasyon- içeriğini kullanarak yeni araştırmalar yapabilme, teknik bilgileri kullanarak yeni sistemler geliştirebilme özgürlüğü. 3. Eseri dilediğiniz gibi dağıtabilme özgürlüğü: Eseri internette paylaşabilir, yeniden yayımlayabilir, basıp satabilirsiniz. 4. Eserin türevlerini üretme özgürlüğü: Eseri editoryal olarak düzenleyebilir, üzerinde değişiklik yapabilir, ya da eserden hareketle yeni eserler -roman serisinin ardılları gibi- üretebilirsiniz. Kendi Yayınları’nın kullandığı lisans iki yerde bu tanımla çelişiyor. Birincisi ticari kullanıma izin vermemesi, ikincisiyse editoryal düzenlemeyi kısıtlaması. Kişisel olarak ticari kullanımla ilgili bir sorunum yok. Gerçek anlamda özgür bir lisansın metalaşmayı da engelleyeceği düşüncesindeyim. Bu nedenle, yakın gelecekte ticari kullanıma izin veren bir lisans kullanmayı planlıyorum. Öte yandan editoryal düzenlemeye izin verme henüz ikna olabildiğim bir özgürlük değil. Teknik eserler için anlaşılır geliyor, fakat edebiyat alanında uygulamasının nasıl olacağını kestiremiyorum. Üstelik yazılı eserlerin kullanımıyla ilgili oturmuş bir sistem var; alıntı yapma, kaynak gösterme vb. kurallar çoğu zaman eserlerin bilgi birikimine katkıda bulunmaları için yeterli oluyor. -Akademik dergilerin ve yayın dizinlerinin kurduğu tekelin ayrı bir tartışma konusu olduğunu düşünüyorum.- O nedenle, bu özgürlük üzerine düşünmeye devam ediyorum. Kendi Yayınları’nın özgürleşmeye çalıştığını söylerken kastettiğim de buydu. Bu dört temel özgürlük bir ölçüde, hikâyelerin dilden dile değişerek yayıldığı sözlü kültürü anımsatıyor. Yazılı kültür hayatımıza egemen olana dek kültürel birikimimizin oluşabilmesini büyük ölçüde hikâye anlatıcılarının bu özgürlüklerin hepsine sahip olmasına borçlu değil miyiz? Buradan hareketle şunu merak ediyorum: Yazarların, şairlerin sözlü kültürün özgürlüklerini yeniden benimsemeleri mümkün olabilir mi? Bunun önündeki engeller neler olabilir?

Z.Y.: En başta günümüz “piyasa” şairlerinin, yazarlarının yani daha doğrusu etrafta “Ben şairim-yazarım-ünlüyüm!” diye bağıranların, gezinenlerin takındığı tuhaf tavırlar ya da bu zevatların ontolojik-tarihsel çelişkileri, söz ettiğin özgürlüğün önünde çok büyük bir engel… Şiirin ve şairin varoluş ya da yok oluş tanımları -veya tüm bu meselelerin tanımlanamazlığı, tanım tutmayışı- en az iki bin yıldır süren ve felsefi boyutta tartışılan ontolojik bir konu… Dilsel, tarihsel, toplumsal olarak çok büyük, çok önemli bir kapsamı, etkisi var. Ama bugünün, yakın tarihimizin şairleri -ideolojik mücadele verenlerden bazılarını özellikle sözlerimin dışında tutarak ifade ederim ki- konuyu iktisadi bir varoluş biçimi haline getirdiler. Yani, kitapları çok okununca, çok satınca, tanıtım dergilerinde, televizyon programlarında, köşe yazarlarının ağzında çeşitli atıflarla boy gösterince şairliklerinin, şiirlerinin hem toplumsal hem de edebi olarak “tescillendiğini” sanıyorlar. Yani bu zevatlar, betiklerine bir iktisadi tanınırlık yüklediklerinde, edebi anlamda bir tescile, başarıya kavuştuklarını düşünüyorlar. Aynı pragmatik iktisadi tavrı, yazar örgütleri ve yayıncı birlikleri de yükleniyor. Yazar örgütü, kendisine üye olan yazar sayısını arttırdıkça varoluşunu anlamlandırdığını, üye yazarlarını ve şairlerini de edebi olarak tescillediğini sanıyor. Yayıncı birlikleri de -üyelik anlamında- yayın sayısını, yayınevi sayısını ve yayınevlerinin kârlarını arttırdıkça, edebiyatın gelişiminde aynı oranda bir katkı oluşacağını düşünüyorlar filan… 19. yüzyıldan beri bir “iktisadi çerçeve” oluşturmaya çalışıyorlar edebiyat ve şiir için… Bu çerçeveyi, aslında, devlet düzeneği de istiyor: Modellenebilir, kontrol edilebilir, denetlenebilir, ödüllendirilebilir ve tabiî ki cezalandırılabilir bir “edebiyat çerçevesi” istiyorlar… Dilin, kültürün, edebiyatın ve tahayyül gücünün sınırlarını belirlemek istiyorlar. Tüm bu melanet fotoğrafına karşı yeni nesil dijital platformların özgürlük adına kullanılması ve Creative Commons lisansı, senin de bahsettiğin mevcut kısıtlarına rağmen çok önemli bir yolculuk… Kurtuluş patikasına “büyük bir adım” olarak görüyorum bunu ben… Ece Ayhan’ın hayatından biliyorum, sıkı şiirin ve sahici edebiyatın bu topraklarda, bir iktisadı ya da maliyesi yoktur. Mülkiyesi de yoktur! İktisadi kapsamda çok açık söylüyorum ki devletle bir işi de yoktur, olamaz da. Çünkü -dilbilimsel açıdan bakıldığında- yazılı kültürün okuyucusu veya sözlü kültürün dinleyicisi, bir meta tüketicisi türü değildir. Yaşamın tözünü kavramaya ve bu tözün gelecek salınımlarını tahayyül etmeye çalışan insanlardır sadece… Sahici insanlık diyelim buna: İktidarı ve gaddarlığı yok eden bir dilin nasıl örüldüğünü anlamaya, görmeye, zihninde resimlemeye, imlemeye çalışan sahici bir insanlık… Geleceğin dilini, yaşamın tözünü ve hakikati zihninde yerlemlemeye çalışan bir insanlıktır bu… Ben bu noktada hem içerik, hem birliktelik hem de dağıtım anlamında Kendi Yayınları’nı ve katılımcı derlemelerini de çok önemsiyorum. J. D. Salinger’ın öyküleri, Hüseyin Cöntürk’ün mektupları“Ahiku Dünya” ve “Kızlı-Erkekli” bütünsel açıdan önemli çatkılar… Çok önemli bir şeyi ve alt-kırılımlarını öğrenmek istiyorum: Kendi Yayınları’nın vizyonu, uzgörüsü nedir? Benimsediği, savunduğu ve taşıyacağı temel değerler nelerdir? Hem içerik hem de teknik açıdan soruyorum bu soruyu…

E.İ.C.: Şu ifade Kendi Yayınları’nın mevcut durumunu doğru biçimde açıklıyor: “Kendi Yayınları telif sahiplerinin kendi eserlerini yayımlayabilmesi için oluşturulmuş ne idüğü belirsiz bir platformdur.” Bu bir tembelliğin de ifadesi aslında: Yayınevini kurmadan önce vizyon ve değerler üzerinde çalışıp bunları en baştan ilân etmektense, işleri zamana bırakıp bu sorunlarla yeri gelince, gelirse eğer, ilgilenmek gibi pratik bir düşünce yatıyor gerisinde. Değerlerin ilân edilmemiş olmasıyla var olmaması aynı şey değil elbette; Kendi Yayınları her kitabın sorgusuz yayımlanacağı bir yer değil. Ama yayınevinin kimliğinin oluşturulması konusunda kendini belli eden acil bir ihtiyacın varlığından söz etmek de zor. Dolayısıyla, şu aşamada, yayınevinin etkinliği daha çok kişisel yatkınlıklar tarafından belirleniyor (söz gelimi, şiir konusunda girişken olmamasının nedenlerinden biri bu). Bunun değişmesi, Kendi Yayınları’nın yayın kuruluyla, editör kadrosuyla dört başı mamur bir yayıncı olması istenmeyecek şey değil, ama bunun için ortada bir ihtiyaç olduğundan pek emin değilim henüz.

Z.Y.: Ben öyle düşünmüyorum. En basitinden, bendeniz Zafer Yalçınpınar özel bir ihtiyaçla Kendi Yayınları’nın kapısını tıklattı: Basılı, kâğıttan yayıncılık ortamının ihtiva ettiği editöryal kırıtışların, yalancılığın, ticarileşmenin, ödüllendirme düzeneklerinin, eskimiş ve yanlış tanımlanmış süreçlerin ve en hafif deyimiyle “çeteleşmiş” oligarşik mevcudiyetin kötücül statükosunda yer almak istemiyordum ve Çalmayan Şiir‘le birlikte Kendi Yayınları’na geldim. Bugün düğmeye bassak, demin saydığım nedenlerle Kendi Yayınları’na gelecek hatırı sayılır yazar ve şairler olduğunu biliyorum. Son olarak, Ulus Baker’in önemli bir metnini yayımladı Kendi Yayınları… Söyleşimizi, Ulus Baker’in bu metninin yayım süreciyle ilgili sizden bilgi alarak noktalamak istiyorum.

E.İ.C.: Kendi Yayınları’nın dijital yayıncılık içinde özgür bir adacık oluşturması, tartışan, eleştiren, üreten bir kolektife dönüşmesi benim hayal etmeye bile çekindiğim bir şey. Ama ‘Çalmayan Şiir’i yayımlama deneyimi bu konuda umutlu olmak gerektiğini düşündürüyor. Yürekledirici sözleriniz için teşekkürler. Ulus Baker’in kaleme aldığı Siyasal Alanın Oluşumu Üzerine Bir Deneme, bana kendini sık hatırlatan bir eser. Sanırım her şeyden çok o nedenle düzgün bir dijital kopyası olsun istedim. Basılı kopyasını isteyenler Ege Berensel’in İletişim Yayınları için derlediği “Dolaylı Eylem” kitabını edinebilirler. Bir de Ulus Baker’i anmak, onu yeniden hatırlamak için. Dahası, bu küçük kitabın, Ulus Baker’i tanımayanlar için iyi bir tanışma aracı olacağını düşünüyorum. Sosyal medyada şimdiye dek kitaba gösterilen ilgi son derece olumlu… Bitirirken, bu güzel söyleşi boyunca gösterdiğiniz sabır için teşekkür etmek istiyorum.

Z.Y.: Asıl ben teşekkür ederim. Kendi Yayınları’nın yolculuğunun sonsuz olmasını diliyorum.

13.11.2014


Kas
29
2014
0

“Gerçek ozanlar, şiirin yalnızca ozan işi olduğuna hiçbir zaman inanmadılar.” (Paul Éluard)

Gerçek ozanlar, şiirin yalnızca ozan işi olduğuna hiçbir zaman inanmadılar. İnsanın dudaklarında sözün pınarları hiçbir zaman kurumadı; sözcükler, türküler, çığlıklar sürekli birbirini izler, birbiriyle karşılaşır, çarpışır, birbirine karışır. Dil işlevinin etkinliği aşırılığa, taşkınlığa, tutarsızlığa varacak kadar ileri götürüldü. Sözcükler var, insanı; insanın gördüğünü ve hissettiğini, halen varolanı ve önceden varolanı, zamanın ilk dönemlerini, çağın ve anın geçmiş ve geleceğini, istemi, istem dışı olanı, korkuyu ve varolmayana ve varolacak şeylere özlemi dile getirir. Bir zincirin halkaları gibi, ya da birbirinden kopuk, sözcükler yakıp yıkar, sözcükler olacağı önceden bildirirler, hiçbir şey onlara karşı koyamaz. Gerçeğin işlenip oluşturulmasına hepsi de katılırlar. Sözcüklerin tanımladığı nesneler, olaylar, fikirler, canlılıktan yoksun oldukları zaman yok olup gidebilirler ama, kesindir ki, yerlerini yine sözcüklerin devreye sokacağı ve tam evrimlerini yine onların sağlayacağı başka nesneler, başka olaylar, başka fikirler alır.

Özü açıklamak için az sözcük, ama bu özü gerçek kılmak için bütün sözcükler gerekir bize. Çelişkiler ve güçlükler evrenimizin gidişini kolaylaştırır. İnsanlar sözlük yutup dağarcığını doldurdu ve adını koydukları her şey mevcut. Adı konulmayan o her şeyin sonu ise yalnız ve yalnız, kaçınılmaz ölümün sınırlarında başlıyor.
(…)

Paul Éluard
Şiirin Patikaları ve Yolları’ndan…


(…) Gerçek şiir, ölüm yüzlü, korku salan bir iyilik kavramını aşmaya olanak tanıyan her şeyi kapsar. O, Sade’ın, Marx’ın, ya da Picasso’nun yapıtlarında olduğu kadar, Rimbaud’un, Leutréamont’un ya da Freud’un yapıtlarında da mevcuttur. Radyonun keşfindedir, Tcheliouskine’in zaferinde, Asturiex’lerin devriminde, Fransa ve Belçika grevlerindedir. Öğrenmek ya da karnını daha iyi doğurmak gibi sıradan ihtiyaçlarda olduğu kadar olağanüstünün tadında da o vardır. Yüz yıldan fazladır ki ozanlar, üstünde olduklarını sandıkları tepelerden indiler. Sokaklara çıkıp insanlar arasına karıştılar, efendilerine dikildiler, artık tanrıları yok, aşkın ve güzelliğin dudaklarını öpmekten korkmuyorlar, mutsuz topluluğun başkaldırı türkülerini öğrendiler ve bıkıp usanmadan ona, kendi türkülerini de öğretme yollarını arıyorlar.

Alaylara, alaylı gülüşlere pek aldırdıkları yok, bunlara alıştılar, artık herkes adına konuştuklarına güvenle inanıyorlar, artık onlar için bilinçliler.

Paul Éluard
24 Haziran 1936
Londra Konferansı’ndan…


Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “Poetika Çalışmaları” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/poetika-calismalari adresinden ulaşabilirsiniz.

Kas
26
2014
0

SÖYLEŞİ: “Sait Faik Araştırma Atölyesi ve Bilişsel Haritalama Üzerine…” (Ö. Duygu Durgun)

sanatatak.com taifesinden Ö. Duygu Durgun Hanım, Sait Faik Araştırma Atölyesi ve Bilişsel Haritalama çalışmalarımız ile bu çalışmaların yönsediği serim süreci hakkında detaylı sorular sordu, biz de memnuniyetle yanıtladık. “Kültür Sanat’ta Oligarşik Tahakkümü Reddediyoruz” başlığıyla öne çıkan bu söyleşi, 30/10/2014 erişim tarihiyle https://sanatatak.com/view/Kultur-Sanatta-Oligarsik-Tahakkumu-Reddediyoruz/1170 adresinde Duygu Hanım’ın ön-yazısıyla yayımlandı. EVV3L’in sıkı takipçileri için bu önemli söyleşiyi aşağıda alıntılıyoruz ve Duygu Hanım’a gösterdiği ilgi için çok teşekkür ediyoruz.


 

Özgür Duygu Durgun: “Bilişsel haritalama” nedir  bize  anlatır mısınız? Web tabanlı bir proje mi, interaktif özelliği var mı? Kimler nasıl ve ne amaçla kullanabilir?

Zafer Yalçınpınar: “Bilişsel Haritalama” bir analitik serim süreci ve nitel araştırma yöntemidir. Yani, niceliği, sayısal ve çoklu doğrusal hiyerarşiyi, endüstrileşmiş istatistiksel analizi ön-planda tutmayan, araştırılan konunun niteliksel açıdan tüm hatlarını, tüm detaylarını, eğrisel varoluşunu, ihtiva ettiği nedensellikleri, kavramsal ve duygusal arka-planını ortaya çıkartmaya yarayan özel bir yöntem… 80’li yılların ortasından günümüze, dünyada, birçok disiplinde ve özellikle de sosyolojik araştırmalar alanında çokça kullanılıyor. Sosyoloji alanında web tabanlı uygulamaların çok daha fazla olduğunu görüyoruz. Psikoloji alanında ise psikologların kişisel notlarında, bazı klinik çalışmalar ve klinik heyetler seviyesinde yaygındır. Biz, şimdilik, edebiyat alanında bu yöntemi bir odaklanma biçimi olarak kullandığımızdan ve 1000’lere yaklaşan örneklem hacmi ile çalışmadığımızdan endüstrileşmeyerek, çok insani bir şekilde yüz yüze görüşmelerle, odak grubu oturumlarıyla yürütüyoruz projeyi. Proje belli bir seviyeye geldiğinde geniş kitlelerle ağ ve bilgisayar uygulamaları aracılığıyla buluşacağız. Bu merhaleye gelmemize 2-3 sene var en azından… Bilişsel haritalamanın bilinen tanımı şöyledir: Belli bir konuyu odak alan öznel algıların birleşimi ile kavramlar, olgular, unsurlar arasında kurulan nedensellik ilişkilerini, nedenselliğin derecesini ve etkileşim yönünü ortaya çıkarmaya yarayan bir grafik temsil-analiz yöntemi…

Ö.D.D.: İlk defa Sait Faik ile edebiyat alanına yönelen bir bilişsel haritalama üzerine konuşuyoruz… Neden edebiyat ve neden Sait Faik?

Z.Y.: Bilişsel haritalama deneyimleri, Burgaz Adası’nda, Sait Faik Müzesi kapsamında kurduğumuz Sait Faik Araştırma Atölyesi’nin bir alt-başlığıdır. 2014 yılının ilk günlerinde ben, Şükret Gökay, Canan Cürgen ve Tekin Deniz dördümüz birlikte çalışarak kurduk atölyeyi… Ülkemizdeki edebiyatın özgürlüğe ve tahayyül gücüne ihtiyacı olduğunu düşünüyoruz. Biz, edebiyata, edebiyatın özündeki kalb ve vicdan yoluna ulaşmaya çalışan ve dilsel göreliliğe inanan madencileriz. Günümüzde, kültür-sanat alanında, özellikle de edebiyat eleştirisi alanında görülen oligarşik tahakkümü, bağlamsızlığı ve kötücül yönetimi, yani tüm statükocu mekanizmaları reddediyoruz. İmgelemin özgürleşmesi için düşünürüz, şiirler yazarız, okuruz ve özgürlük tahayyülüyle yaşarız. Bilişsel haritalama bu tahayyül için son derece doğru bir yöntemdir. Bu yöntem, analitik süreç üzerinde tahakküm kurmayan özgür, ayrıca da basit bir yöntem; insanı, soruların ve retoriğin tahakkümü altında ezmeyen, algı ve tahayyül seviyesinde tutarlı, bulanık mantıkla çalışan imgesel bir yöntem… Atölye olarak maksadımızı şöyle tanımladık: Yeni yöntemler ile çeşitli bakış açıları geliştirerek Sait Faik’in edebiyatına ve yaşamına değinen “yeni” bulgulara ulaşmak… Sürekli gelişen ve kendini yenileyen projelerin icra edilmesi de uzgörümüzün en önemli bileşeni… Sait Faik ve edebiyatı bu özgür bileşeni, bu özgür yöntemi sonsuz derecede hak ediyor. Bu kapsamdaki her şeyi https://saitfaikmuzesi.org/sait-faik-odakli-bilissel-haritalama adresinden takip edebilirsiniz.

Ö.D.D.: Sait Faik’in hikâyelerini merkez alarak bugüne dek toplam dört atölye çalışması gerçekleştirdiniz. Peki, bu atölyelerde ”yeni” diyebileceğimiz neler keşfedildi Sait Faik’e dair, biraz bahseder misiniz?

Z.Y.: “Analitik serim” sürecinden “çıkarımlar elde etme” sürecine geçişte, binlerce sayfa kaleme alınabilir, alınacak. 1-2 sene içerisinde bu merhaleye de geçeceğiz. Bir sonuç bildirisini ve kitabını derleyeceğiz. Ama size birkaç misal vereyim… Günümüze kadar Sait Faik’in edebiyatındaki gerçeküstü öğeler ve bu öğeler arasındaki nedensellik ilişkileri imgesel düzlemde detaylı olarak incelenmemiştir. Bu alanda çeşitli kavramların kümelendiğini ve Sait Faik’in hayatında merkeziyet oluşturduğunu fark ettik. “Bohem Hayatı”, “Beyoğlu” ve “Flaneur” bu kavramlardan bazıları… Sonra, ada yaşamının belirleyicisi olan bir “Tecrit” faktörü vardır. Bu faktörün “Yazmak” edimiyle ilişkisi son derece ilginç… “Tecrit” ve bu kavramın ilişkide olduğu dolaylı nedensellikler Sait Faik’in yaşamı ya da edebiyatı üzerinde çok büyük bir etkiye, merkeziyete sahip… Diğer kavramlardan açık bir şekilde daha baskın “Ada” ve “Tecrit” kavramı. Örneğin “Aşk” ya da “Azınlıklar” hiç de merkezi değil. Örneğin, “Aşk” ya da “Sevgi” kavramı yıllardır bize sunulduğu gibi çok önemli, çok belirleyici çıkmadı, çıkmıyor araştırmalarımızda… Hatta duygusal açıdan bakıldığında “Sosyal Sürgün” kavramı Sait Faik’in edebiyatındaki diğer kavramlardan çok daha belirleyici görünüyor. Kümelenme açısından “Doğa” ve diğer canlılar -örneğin, balık- “Modern Birey” dediğimiz şeyden çok daha belirleyici etkileşimlere yönelmiş… Bir örnek de şu: “Mahalle ahlâkı”nın, aile ya da hukuk aracılığıyla sunulan klasik etikten daha önemli ve Sait Faik’in edebiyatında daha belirleyici olduğunu görüyoruz. Buradan, Sait Faik’in doğada özgürlüğü arayan biri olduğu, klasik etiği önemsemediği, özüt bir ahlâk ve yeni bir “de jure” yarattığı düşünülebilir. Bu noktalarda bir tür toplumsal “içerme” veya “dışlanma” analizi gerekiyor. Bu çıkarımları elimizdeki bazı metinlerle ve efemeralarla ilişkilendirmeye çalışıyoruz. Çelişkileri ve kesişimleri inceliyoruz. Çalışmalarımız ilerledikçe bazı değişimler de olabilir tabiî… Ama mesela, Sait Faik’in üzerinde edebiyat yayıncılığı veya dergiciliği cihetinden gelen çok büyük bir “editöryal tahakküm” olduğunu da sezinledik son incelemelerimizde… Yaşar Nabi’nin ve Varlık Dergisi çevresinin tahakkümüdür bu…

Ö.D.D.: Atölyelere kimler katılıyor?

Z.Y.: İnsanlar… Edebiyat öğrencileri, akademisyenler, adalar ve İstanbul kültürü hakkında kitap yazan dostlar, şairler, müzeciler, sosyologlar, araştırmacılar… Sanıyorum, bu insanların en önemli ortak özelliği Sait Faik’i ve yaşamını içselleştirmiş olmaları, kendilerine Sait Faik’i yakın hissetmeleri, kendilerini Sait Faik’le özdeşleştirmeleri…

Ö. D. D.: Sait Faik’in Lüzumsuz Adam hikâyesinden yola çıkarak oluşturulan bilişsel haritada dikkatimi çeken bir detay  ”Tutku”, ”Sosyal Sürgün” “Mahalle Ahlâkı” gibi kavramlar ve bu kavramların yanı başındaki numaralar oldu? Bu projenin sistematiğinden biraz bahseder misiniz? Numaralar ve bu tanımlar arasında nasıl bir ilişki var? Tanımlar, kavramlar nasıl oluşuyor veya seçiliyor?

Z.Y.: Odak grubu çalışmalarımızda aşamalı bir biçimde Sait Faik’in hikâyelerini okuyoruz ve ortak akıl yöntemiyle çeşitli kavramlar belirliyoruz. Sonra, katılımcılar belirlenen kavramlarla ya da karma olarak ya da isterlerse özgürce tamamen kendi kavramlarıyla haritalama yapıyorlar. Çizilen haritalar sayısal ve görsel olarak birleştiriliyor, üst üste konuluyor. Bilişsel haritalamanın temel notasyonu şöyle özetlenebilir: Bilişsel haritalarda kavramlar, unsurlar arasında görünen oklar “nedensellik ilişkisi”nin yönünü belirler. Örneğin bir ok, A unsurundan B unsuruna doğru çizilmişse, A unsuru B unsurunun nedeni, başlangıcı olarak, B unsuru da A unsurunun sonucu olarak kabul edilir. Bununla birlikte, çift taraflı olarak, A ile B unsurunun karşılıklı biçimde etkileştiği nedensel ilişkiler de bilişsel haritalarda görülebilir. Okların yanında yer alan sayılar ve pozitif veya negatif işaretler, nedenselliğin, ilişkinin gücünü, etki derecesini ve etki biçimini gösterir. A unsurundan B unsuruna çizilen bir okun “+” işaret taşıması A’nın B’yi “olumlu yönde etkilediğini” ya da “arttırdığını”, çizilen bir okun “-” işaret taşıması ise A’nın B’yi “olumsuz yönde etkilediğini” ya da “azalttığını” ifade eder.

Ö.D.D.: Projenin bundan sonraki süreçlerine dair neler söylemek  istersiniz?

Z.Y.: En önemli hedefimiz, Sait Faik ve edebiyatını incelemek üzere ön-plana çıkmış, akademik çalışmalar ve araştırmalar gerçekleştirmiş bazı yazarlarla, araştırmacılarla ve editörlerle görüşmek, çalışmak… Onlara haritalarımızı gösterip haritalarda onların dikkatini çeken unsurların, ilişkilerin neler olduğunu, haritalarda hangi teyitlerin veya çelişkilerin gerçekleştiğini araştıracağız. Yani bir “yeniden okuma” sürecinin, özeninin peşindeyiz. Ve tabiî onların zihnindeki Sait Faik haritasını da çizmeye çalışacağız. Ve son olarak; edebiyat ortalığında salınan okur ve yazarların, biraz “dilsel görelilik” konusu üzerine eğilmelerini ve biraz da felsefeyle ilgilenmelerini temenni ediyoruz. İnsanlığın gelişmesi ve imgelemin özgürleşmesi adınadır bu temenni…

Kaynak: 30 Ekim 2014, sanatatak.com

 


Hamişler:

1- Türkiye’de, edebiyat alanına yansıyarak Sait Faik odağında gerçekleştirilen ilk “Bilişsel Haritalama” çalışmalarına ilişkin ayrıntılı bilgilere https://saitfaikmuzesi.org/sait-faik-odakli-bilissel-haritalama/ adresinden ulaşabilirsiniz.

2- Sait Faik Araştırma Atölyesi’ne ilişkin ayrıntılı bilgiler ile atölyenin diğer faaliyetleri için https://saitfaikmuzesi.org/sait-faik-arastirma-atolyesi/ adresini ziyaret edebilirsiniz.

3- EVV3L kapsamında yayımlanan “Sait Faik” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/sait-faik adresinden ulaşabilirsiniz.

Kas
23
2014
0

“Tanıdık Dünya” Resimleri (Abidin Dino)

mca

Adam Yayınları, 1984


 

mca1


mca2


mca3


mca4


mca6


Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “Abidin Dino” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/abidin-dino adresinden ulaşabilirsiniz.

Kas
22
2014
0

Poetika Verimleri (2011, 2012, 2013)

Bugün, sağolsun, Hande Edremit hatırlattı: 2011, 2012 ve 2013 yıllarında gerçekleştirdiğimiz anket, uzgörü ve odaklanma çalışmalarının hiç şakası yok; üç yıl boyunca yürüttüğümüz bu araştırma verimleri Poetika’yı geliştiriyor, geliştirdi. Gelecek orda… O alan derinliğinde biçimleniyor…
Bir göz atın, derim. (Zy)


 

50 Yılın Ardında; İkinci Yeni 2011 Anketi
https://zaferyalcinpinar.com/ikinciyeni2011.pdf

POETİKA 2012
Uzgörü Çalışması
https://bit.ly/poetika2012

POETİKA 2013
Odaklanmaları
https://bit.ly/poetika2013

Poetika Çalışmaları’na İlişkin Söyleşi, 2014
https://evvel.org/soylesi-2011-2014-poetika
-calismalari-uzerine-16-subat-2014

*

buyukanket

İKİNCİ YENİ ANKETİ (Yeditepe Dergisi, 1960)
https://zaferyalcinpinar.com/ikinciyenianketi1960.pdf


Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “Poetika Çalışmaları”nın tümüne https://evvel.org/ilgi/poetika-calismalari adresinden ulaşabilirsiniz.

Kas
21
2014
0

“Oktay Rifat’ın Şiir Çizelgesi” (Cemal Süreya, 1969)

oktayrifat1

Cemal Süreya tarafından kaleme alınan ve Papirüs Dergisi’nin 1969 tarihli 39. sayısında yayımlanan “Oktay Rifat’ın Şiir Çizelgesi” adlı yazının tam metnine https://zaferyalcinpinar.com/oktayrifatsiircizelgesi.pdf adresinden ulaşabilirsiniz.

Yazının tam metnine EVV3L’in issuu’daki pdf alanı‘ndan da erişebilirsiniz: https://issuu.com/adabeyi/docs/oktayrifatsiircizelgesi

İyi okumalar dileriz…


Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “Oktay Rifat” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/oktay-rifat adresinden ulaşabilirsiniz.

Eki
24
2014
0

Ernst Bloch ve Umut İlkesi

(…)Bloch’un umut felsefesi, her şeyden önce çeşitli tezahürleriyle Henüz-Varlık-Olmayan’ın kuramıdır. Henüz-Bilincine-Varılmamış insan, Henüz-Gerçekleşmemiş tarih, dünyada Henüz-İfşa Edilmemiş Olan. İnsan ruhunun ileriye yönelik işleyişi üzerine araştırmalarında, gündüz düşlerinden (arzu imgelerinden ilham alan) “ileriye dönük düşlere” her tür düş, önemli bir yer kaplar.

En önemli eseri Umut İlkesi, çeşit çeşit –toplumsal, tıbbi, teknik, felsefi, dinî, coğrafi, müzikal ve sanatsal– ütopya arasına dağılmış arzu imgelerinin ve umut manzaralarının peşinden, geçmişe yapılan muhteşem bir yolculuktur.

Geçmiş ile gelecek arasındaki bu çok özgül ve Romantik diyalektik kipinin vaat ettiği şey geçmişin özlemlerinde gerçekleşmemiş bir vaat olarak geleceğin keşfedilmesidir: “Dolayısıyla, gelecek ile geçmiş arasındaki katı ayrımlar yıkılır; henüz olmamış gelecek geçmişte, öcü alınan ve tevarüs edilen, dolayımlanan ve gerçekleştirilen geçmiş de gelecekte görünür hale gelir” (…)

Michael Löwy
“Ernst Bloch ve Sürrealizm”
Çev: Ayşe Boren
, e-skop.com, 21 Ekim 2014

Makalenin tam metnine https://www.e-skop.com/skopbulten/surrealizm-
1924-2014-ernst-bloch-ve-surrealizm/2164
adresinden ulaşabilirsiniz.

Önemli bkz: https://evvel.org/ernst-blochdan


Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “Gerçeküstücülük” ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/gercekustu adresinden ulaşabilirsiniz.

 

Tem
31
2014
0

“Ece Ayhan’ın Yeşil Mürekkep’le Yazılmış Şiirleri ya da Tetiklenmemiş Başlangıçlar” (Zafer Yalçınpınar)

eceayhantunctayanc


Ece Ayhan’ın Yeşil Mürekkep’le Yazılmış Şiirleri ya da
Tetiklenmemiş Başlangıçlar

Tunç Tayanç’ın hazırladığı “Adım Ece Ayhan Çağlar…” (YKY, Haziran 2014) isimli sıkı araştırma sonucu elde edilen, Ece Ayhan tarafından kaleme alınmış 100’e yakın “yeni” şiirle (ve şiir taslağıyla) karşı karşıyayız bugünlerde… Tayanç’ın araştırmasının en önemli buluntu bileşenini, Ece Ayhan’ın lise çağında (1949-1953) yazdığı şiirleri ve şiir taslaklarını içeren “Yeşil Mürekkep’le Yazılmış Şiirler” başlıklı epizot oluşturuyor.

Yeşil Mürekkep’le Yazılmış Şiirler’in önemsenmediğini ve tuhaf bir “unutuş ya da red -psikolojik- mekanizması”yla bizzat Ece Ayhan tarafından “yok” sayıldığını Eren Barış’ın hazırladığı “Ece Ayhan Çağlar Anlatıyor” (Dipnot Yay., 2012)  adlı kitaptaki Özcan Yalım-Ece Ayhan söyleşisinden biliyoruz. Bu çıkarıma, söz konusu şiirlerin neredeyse tamamını ilk kitabı olan “Kınar Hanım’ın Denizleri”ne almamasından (ilk kitabına içkin görmemesinden) varabiliyoruz zaten. Ancak burada, bir tereddütü ifade etmek gerekiyor: Tunç Tayanç’ın hazırladığı tasnife göre Ece Ayhan’ın 1953-1959 dönemindeki şiirleri için -yani, 2. ve 3. kısım buluntular için- tamı tamına Ece Ayhan tarafından “gözden çıkarılmıştır” diyemeyiz sanırım:- Çünkü, 1953-1959 dönemindeki şiirlerin bazıları Ece Ayhan’ın “Bütün Yort Savul’lar!” (YKY, 1994) adlı toplu şiirleri ile genişletilmiş baskılarında vardır. Bu varlıktan/içermeden de Ece Ayhan’ın haberi olması -içermeyi görmesi, bilmesi, kabul etmesi- gerekir, diye düşünüyorum. (Ki zaten, benzer tereddütü “Adım Ece Ayhan Çağlar…” isimli kitabın 202. ve 203. sayfalarında Tunç Tayanç da -birkaç cihetten birden- ifade etmiş.) Demek ki “Islak” ile “Üç Gencin Kalbi” adlı şiirleri saymazsak Ece Ayhan tarafından “gözden çıkarılmış şiirler” diyebileceğimiz betikler çoğunluğu, “Yeşil Mürekkep’le Yazılmış Şiirler” tasnifinin içerisindedir.

Şimdi bugün, Ece Ayhan’ın poetikasıyla yoğunlaştığımızda, yani Ece Ayhan’ın şiir uzamına 2014’ten baktığımızda, gün ışığına yeni çıkan “Yeşil Mürekkep’le Yazılmış Şiirler” epizotunu, Ece Ayhan’ın diğer şiirlerine göre “zayıf” olarak  değerlendiren bir “şiir okuru kitlesi” de olacaktır. Gerçekten de Ece Ayhan’ın şiir kitaplarına istinaden 1959-1968 yıllarını kapsayan dönemin, “Devlet ve Tabiat”(1973) ve sonrası dönemine göre farklı bir imgesel ritim -çağrışımsal/gönderimsel bir farklılık- taşıdığını söyleyebiliriz. Ben bu farklılığın nedenini Ece Ayhan’ın “tarihsel avadanlık” meselesine bakışında, daha doğrusu bu bakışın bütünlenme ânında (son dönüşümünde) buluyorum: “Devlet ve Tabiat” adlı kitabıyla birlikte Ece Ayhan, ‘şiirinin kurgusunda/şiirinin zihninde’ tarihî gaddarlıkların -imgesel imkânlar açısından- lirik tuşelere göre “daha vazgeçilmez” olduğunu benimsemiştir. Yani, “Devlet ve Tabiat” adlı kitabıyla birlikte tarihî gaddarlıklar -ve gaddarlığın el değiştirmesi, yaygınlaşması, vurgulanması, ifşa edilmesi- onun şiirinin içinde “makro” bir sorgulama hâline gelmiştir; bir hijyen faktör olmuştur. “Devlet ve Tabiat” öncesinde ise tarihî gaddarlıklar, şiirin (şiirin zihninin, imgeselliğin) mihengi için en fazla diğer unsurlar kadar -örneğin, Ece Ayhan’ın hisleri ve dışlanmışlıkları kadar- vazgeçilmezdir.

Şunu demeye çalışıyorum; Ece Ayhan’ın “Devlet ve Tabiat”(1973) öncesi dönemini düşündüğümüzde, Tunç Tayanç’ın hazırladığı kitapta yer alan “Yeşil Mürekkep’le Yazılmış Şiirler” buluntusunda en az ‘Kınar Hanım’ın Denizleri’, ‘Bakışsız Bir Kedi Kara’ ve ‘Ortodoksluklar’daki şiirlerin oluşturduğu kadar sıkı-önemli bir imgelemle karşılaşıyoruz. Zaten, bu kısa ve zoraki değerlendirmeyi kaleme almamı da o şiirsellik sağladı. Ece Ayhan’ın uzamda kurduğu ‘şiir zihni’nin, yani, aradığı “iyi bir güneş” sisteminin yoğrulmamış, tetiklenmemiş başlangıçları olarak gördüğüm şiirler… Şunlar: “Herşey”, “Neden Yarın Patron”, “Hürriyete Gidiş” ve “Çivi Çakan Zenci”.

Peki, Tunç Tayanç’ın Ece Ayhan’a ait şiir buluntularını tasnif ederken kullandığı “Ankara Günleri”(1953-1956)  döneminde (2. kısımda) işbu yazı boyunca önemsediğim türden şiirler yok mu? Var; “C”, “Harpte Ölen Biri İçin”, “Kapıların Kapanışı” ve “Katırtırnakları” adlı şiirleri de Ece Ayhan tarafından “tetiklenmemiş başlangıçlar” olarak içselleştiriyorum.

Görebildiğim kadarıyla…

Sahicilikle
Zafer Yalçınpınar
24 Temmuz 2014


 

NEDEN YARIN PATRON

Hangi kapıyı açsam
ne güzel birdenbire karşımda
başka bir deniz başka bir cadde
açsam hangi kapıyı

Elbet şarkı söyliyen
başka kadınlar da vardır kentte
ve son şarkısını söylüyor biri*
_____-kendimi karıştırıyorum kendimle-

Neden yeni bir kapı açınca
yeni bir cadde ile yeni bir deniz
ve neden karanlıkta binlerce kesik baş
_____-içlerinden biri benimle alay ediyor
_____biliyorum

Patron yarın beni kovacak
patron yarın beni kovacak
binlerce patron yarın beni zevkle kovacak
_____-gece yarısı bakır ay batıyor
_____denizde boğuldum yine birdenbire
_____açarken başka bir kapıyı

Ve seni hâlâ seviyoruz kıskanç arkadaşımla
denizden bir şarkı dokuyoruz
yel eserken
devler uyurken dağlarda.

(tarihsiz)

Ece Ayhan Çağlar
“Adım Ece Ayhan Çağlar…”
Haz: Tunç Tayanç, YKY, 2014, 1.Baskı, s.75

* Ece Ayhan, önce, “Semerkantta biri” şeklinde yazmış, sonra üzerini çizmiş.


 

KAPILARIN KAPANIŞI

İki çizgi birleşti
Verdi kolayca yaşadıklarını
Sayılmayan kaçıncı kişi bu
Yani bütün insanlar
Üzerine kapıların kapanışı

(1954)

Ece Ayhan Çağlar
“Adım Ece Ayhan Çağlar…”
Haz: Tunç Tayanç, YKY, 2014, 1.Baskı, s.118


Hamişler:

1- “Adım Ece Ayhan Çağlar…” için Tebrik ve Teşekkür: https://evvel.org/adim-ece-ayhan-caglar-icin-tebrik-ve-tesekkur

2- Ece Ayhan’ın “Panik” adlı Şiirine İlişkin Önemli Bir Düzelti: https://evvel.org/ece-ayhanin-panik-adli-siirine-iliskin-duzelti

3- EVV3L  kapsamında yayımlanan Ece Ayhan ilgilerinin indeksine https://bit.ly/eceindeks adresinden, “Bakışsız Bir Kedi Kara” adlı Ece Ayhan web sitesine ise https://zaferyalcinpinar.com/bakissiz.html adresinden ulaşabilirsiniz.

Tem
22
2014
0

“Adım Ece Ayhan Çağlar…” için Tebrik ve Teşekkür

Ece Ayhan’ın 1949-1958 yılları arasında yazdığı şiirler ile şiir taslaklarını bulan ve “Adım Ece Ayhan Çağlar…” (YKY, Haziran 2014) isimli kitapta derleyen Tunç Tayanç’ı ne kadar tebrik etsek, bu özel -arkeolojik- çalışmaya değgin ne kadar coşkuyla dolsak azdır, diye düşünüyorum. Tayanç, Ece Ayhan’ın söz konusu dönemini “zanaatkâr bir özen” ve hassasiyetle düşünmüş, karşılaştırmış, araştırmış, bulmuş, anlamlandırmış ve büyük bir kaynak çıkmış gün ışığına…

Bilindiği gibi, Ece Ayhan’a ilişkin her buluntu, onun yaşamını ve poetikasını anlamayı daha da zorlaştırır, daha da karmaşıklaştırır. Ancak, Tayanç’ın çalışması ve elde ettiği bulgular böyle değil. Kitaptaki dipnotlar ve ara-söylemler araştırmanın orjini olan nedensellikleri gölgede bırakmıyor, aksine aydınlatıyor: Bu düzlemden bakıldığında, “Adım Ece Ayhan Çağlar…” isimli kitapla birlikte Ece Ayhan’ın poetikasındaki tarihsel başlangıç ânları, büyük tetiklenmeler “tüm hatlarıyla” belirginleşmiştir. (Şunu da ifade etmeden geçemeyiz: Tayanç’ın dipnotlara baktığımızda Eren Barış’ın hazırladığı  “Ece Ayhan Çağlar Anlatıyor…” (Dipnot Yayınları, 2012) adlı kitabın merkezi olan “Ece Ayhan-Özcan Yalım” söyleşisi, Tayanç’ın araştırma sürecindeki ilişkilendirmeler ile temellendirmeler için sıkı bir mihenk olmuş.)

Sonuçta, elde edilen, gün ışığında çıkan 100’e yakın “yeni” buluntu şiir, taslak ve elyazısı nüshalar son derece heyecan/coşku verici… Bunun yanı sıra bazı şiirlerin elyazısı nüshası ile daktilo edilmiş nüshası (ve yayımlanmış hâlleri) arasındaki dönüşümler bize (yani, diğer Ece Ayhan araştırmacılarına, şairlere, sıkı şiir okuyucusuna) Ece Ayhan’ın -başlangıçtaki, 1949-1958 dönemindeki- imgelemini “nasıl” kurduğuna, Ece Ayhan’ın imgelemindeki adımlarını/sıçramalarını nasıl büyüttüğüne, hareketine değgin çok önemli fikirler veriyor. Tayanç’ın araştırmasıyla sunduğu dönüşümler/karşılaştırmalar bu açıdan birer cevherdir: Ece Ayhan’ın şiirsel alan derinliğinin cevherleşmiş tetik noktalarıdır.

Ece Ayhan’ın şiirine ve poetikasına önem veren herkesin bu kitabı didik didik okumasını öneririm.

Ve tabiî ki, Ece Ayhan poetikasını genişletmek yolunda sağladığı kaynaklar ve “yeni” coşkular için Tunç Tayanç’a -içten bir saygıyla- teşekkür ederim.

Sahicilikle
Zafer Yalçınpınar
22 Temmuz 2014


Hamiş: EVV3L  kapsamında yayımlanan Ece Ayhan ilgilerinin indeksine https://bit.ly/eceindeks adresinden, “Bakışsız Bir Kedi Kara” adlı Ece Ayhan web sitesine ise https://zaferyalcinpinar.com/bakissiz.html adresinden ulaşabilirsiniz.

Tem
09
2014
0

şiirsel alan derinliğini sezmeyin diye bir ters dünyadır; “Poetika Çalışmaları” (pdf)

 

        


İlhan Berk, “Bakmak” (Dergilerdeki Yazıları, 2011)
Tam metin, pdf: https://zaferyalcinpinar.com/ilhanberkbakmak.pdf

50 yılın ardında; “İkinci Yeni” Anketi (2011)
Tam metin, pdf: https://zaferyalcinpinar.com/ikinciyeni2011.pdf

Poetika 2012 Uzgörü Çalışması
Tam metin, pdf: https://bit.ly/poetika2012

Poetika 2013 Odaklanmaları
Tam metin, pdf: https://bit.ly/poetika2013


Ayrıca bkz:
2011-2014 Poetika Çalışmaları Üzerine Söyleşi (Şubat, 2014)
Tam metin: https://evvel.org/soylesi-2011-2014
-poetika-calismalari-uzerine-16-subat-2014


denedk

Poetik Bildiriler 2006-2009:
Tam metin, pdf: https://zaferyalcinpinar.com/poetikbildiriler.pdf


Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “Poetika Çalışmaları” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/poetika-calismalari adresinden ulaşabilirsiniz.

Haz
20
2014
0

Tek Rimbaud, iki çeviri…

Rimbaud’nun “sensations” isimli şiirinin iki farklı çevirisi,
sağolsun bize durumu işaret eden; YABANCI taifesi…

Bkz: https://yaban-ci.blogspot.com.tr/2014/06/
rimbaudun-sensations-isimli-siirinin.html


Haz
17
2014
0

“İmgelemin Özgürleşmesi” sunum ve sohbetlerine devam… (18 Haziran 2014, Don Kişot Sosyal Merkezi)

donkisot

İmgelemin Özgürleşmesi / Zafer Yalçınpınar
18 Haziran Çarşamba, Saat: 20.00
Don Kişot Sosyal Merkezi, YELDEĞİRMENİ

Don Kişot Sosyal Merkezi şurada; https://4sq.com/166pvUp


“Mümkün-Hayata Geçen Ütopyalar” başlığıyla devam eden “Kargaşa 14” yan etkinlikleri kapsamında, 13 Haziran tarihinde ilkini gerçekleştirdiğimiz “İmgelemin Özgürleşmesi” sunum ve sohbetlerine devam ediyoruz: “İmgelemin Özgürleşmesi” sunumunun ikincisi, 18 Haziran Çarşamba, saat 20.00’da Yeldeğirmeni, “Don Kişot Sosyal Merkezi” bünyesinde gerçekleştirilecek…

Sahici dostları bekleriz.


Hamiş: E V V 3 L  kapsamında gerçekleştirilen “Poetika Çalışmaları” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/poetika-calismalari adresinden ulaşabilirsiniz.

Haz
12
2014
0

Kargaşa 14: MÜMKÜN Etkinlik // “İmgelemin Özgürleşmesi” // Zafer Yalçınpınar (13 Haziran 2014 Cuma, KargART)

imgeleminozgurlesmesi

İmgelemin Özgürleşmesi / Zafer Yalçınpınar
13 Haziran Cuma, Saat: 20.30, KargART, Kadıköy

KargART şurada; https://4sq.com/uAzbxz


Facebook Etkinlik bağlantısı:
https://www.facebook.com/events/1430236790574927/


11-30 Haziran 2014 tarihleri arasında “MÜMKÜN-Hayata Geçen Ütopyalar” başlığıyla KargART tarafından gerçekleştirilecek olan “Kargaşa 14” etkinlikleri kapsamında, “İmgelemin Özgürleşmesi” üzerine bir sohbet-sunum icra edeceğiz.

Sahici dostları bekleriz…


Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında gerçekleştirilen “Poetika Çalışmaları” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/poetika-calismalari adresinden ulaşabilirsiniz.

May
02
2014
0

“Daha güzel, daha yepyeni bir dünya da tahayyül etmiyor değilim…” (Sait Faik)

Sait Faik’in “Medarı Maişet Motoru” adlı romanının 1944’ten bugüne uzanan 40. baskısı, Nisan 2014 itibariyle “İş Bankası Kültür Yayınları” tarafından gerçekleşti. Bu baskıda, daha önce sansürlenen bölümler de yer alıyor ve bütünlüklü baskı, bunca zaman sonunda okurla buluşmuş oluyor. Daha önce sansürlü olan bölümlerden biri aşağıdadır. Tabiî burada -özellikle- ilgimizi çeken, özellikle vurgulamak istediğimiz ikili, “tahayyül” ve “şairane” kelimeleridir:

(…)Daha güzel, daha yepyeni bir dünya da tahayyül etmiyor değilim…
-Şu dünyandan da biraz bahsetsene.. Hadi! Ne olur?
-Bahsetmesine ederim. Ederim amma, pek şairane olur kardeşim. Halbuki bu hiç de şairane bir dünya değildir. Gece yatağımda yatarken o dünyayı düşünürsem, elle tutuyormuş gibi oluyorum. Bahsetmeye kalktım mı şairaneleşiyor: Kabahat bende galiba.
-Biraz.
-Biraz değil, pek çok. Mamafi, mademki pek istiyorsun: Benim dünyamda boş laflar bitmiştir. Büyük laflar söylenmez. Kimse kalkıp, “Şöyleyim, böyleyim, şöyleyiz, böyleyiz, böyle yapacağız” demez. Yapar. Hiç kimse şaraplı, av etli, meyveli yemekten sonra çıktığı gezintide ağzının kokusunu burnunun dumanını yüzümüze üflemez. Yahut bizimle aynı kötü elbiseleri giyip, aynı cigaraları içiyor görünerek evine saadetler, ocağını bin sene tüttürecek erzakı, refahı yığmaz. Muhabbetler ne ana, ne baba, ne çocuğa matuftur, insanoğluna.. Böyle bir dünyanın açı yoktur. Su kıyısında serseri değil, şairi gezer. Yozgat’a deniz, İstanbul’a Yozgat gündüzleri karışmıştır. Memleketler şu veya bu avantajından dolayı özlenilmez. Deniz seyretmeye gidilebilir. Çalışmak hesaplıdır. Ekilmeyen yer yoktur. Beyhude ormanlar, beyhude göller yoktur. Mevsimler beyhude gelmez.
-Yahu bunun şairlik neresinde? Bu hepimizin istediği şey.
(…)

Sait Faik
Medarı Maişet Motoru
İş Bankası Yay., 1. Baskı, Nisan 2014, s.111-112

 

1. Hamiş: bkz: https://evvel.org/haber-yeniden-sansursuz-medari-maiset-motoru

2. Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “Sait Faik” ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/sait-faik adresinden ulaşabilirsiniz.

Nis
25
2014
0

Ece Ayhan’ın Şiirlerinde Mitolojik ve Masalsı Ögeler (Dr. Erdoğan Kul)

Mitoloji, hem Batı edebiyatında hem de Türk edebiyatında şairlerin yer yer yöneldikleri bir alandır. Yalnızca klasik şairlerin değil, kimi modern şairlerin de bu alanın verimlerinden yararlanarak şiirsel anlatımlarına bir tür zenginlik kazandırdıkları görülür. Kuşkusuz, mitolojik ögeler gibi masalsı ögeler de şiirsel imgelem için yeni açılım olanakları sunar. Çağdaş Türk şiirinde bu ögeleri şiirlerine taşıyan adlardan biri olan Ece Ayhan, onları kendine özgü bir tarzda işlemesiyle dikkati çeker. (Dr. Erdoğan Kul)

Dr. Erdoğan Kul’un bu sıkı araştırmasının tam metnine https://www.ussuz.com/2014/04/ece-ayhanin-siirlerinde-mitolojik-ve-masalsi-ogeler/ adresinden ulaşabilirsiniz.

Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “Ece Ayhan” başlıklı ilgilerin indeksine https://bit.ly/eceindeks adresinden, “Bakışsız Bir Kedi Kara” adlı Ece Ayhan web sitesine ise https://zaferyalcinpinar.com/bakissiz.html adresinden ulaşabilirsiniz.

Nis
23
2014
0

Özgür Bir İmgelem: “Codex Seraphinianus” (Luigi Serafini, 1976)

codexseraphinianus1

Biliniyor; E V V E L fanzin sularındaki poetika çalışmaları kapsamında “imgelemin özgürleşmesi” kavramı ve bu kavramın alan derinliği üzerine birçok paylaşım, araştırma ve inceleme gerçekleştirdik.  Şimdilerde, özgür imgelemin en sıkı örneklerini paylaşmaktan gurur duyuyoruz. 1976 yılında İtalyan sanatçı Luigi Serafini tarafından hazırlanan “Codex Seraphinianus” adlı eser “özgür imgelem” kapsamındaki büyük ve sıkı salınımlardan biri… Bu albüm-kitap, 2000’lerden beri çeşitli ülkelerde yayımlanıyor ve koleksiyonerlerin kütüphanesindeki en değerli, en popüler parçalardan birini oluşturuyor. Codex Seraphinianus‘un 2013 yılında “Rizolli” tarafından gerçekleştirilen yeni baskısı için Maria Popova’nın kaleme aldığı bir inceleme yazısını -İngilizce olarak- https://www.brainpickings.org/index.php/2013/10/29/codex-seraphinianus-rizzoli/ adresinden okuyabilirsiniz.

*

Codex Seraphinianus‘un 371 sayfa uzunluğundaki
2005 tarihli ABBEVILLE baskısının tamamına aşağıdaki adreslerden ulaşabilirsiniz:

https://issuu.com/eyat/docs/luigi.serafini.-.codex.seraphinianu
https://issuu.com/pauloverano/docs/luigi.serafini.-.codex.seraphinianu
https://issuu.com/webshare/docs/luigi-serafini-codex-seraphinianus
https://issuu.com/dylan_k/docs/luigi.serafini.-.codex.seraphinianus

*

codexseraphinianus7

Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “Poetika Çalışmaları” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/poetika-calismalari adresinden, “gerçeküstü” başlıklı ilgilerin tümüne ise https://evvel.org/ilgi/gercekustu adresinden erişmek mümkün…

Nis
04
2014
0

İlhan Berk’ten Enis Batur’a Mektuplar: “Şairlerin düşünceleri yoktur. Şiirleri vardır!” (İlhan Berk)

İlhan Berk’in Enis Batur’a 1975-2005 yılları arasında yazdığı mektuplar, geçen ay kitaplaştırıldı. Mektuplarda birçok “anlık özel” konu ve olay var, ancak, açık açık görülen şey şu: Sıkı bir şairin hem şiir yazma sürecinde, hem de yayımlama sürecinde yaşadığı zorluklar, iletişimsel sorunlar, kısıtlar, aceleler, gecikmeler, beklentiler, çelişkiler yani içinde bulunduğu, kendini belirleyen, kendiyle kavga eden büyük bir şiirsel titizlik… Bu cehennemvari karmaşanın temel nedeninin “poetikayı düşünmek, poetika üzerinde çalışmak” olduğunu etimizde, kanımızda hissediyoruz. Sonuçta, işbu mektuplar İlhan Berk poetikasının -ve hatta poetikanın- en değerli gizlerini, içsel hesaplaşmalarını içeriyor. Hem şiirsel, hem de editöryal açıdan… İzlenimim böyle. (Zy)

 

Mar
04
2014
0

Tahayyül ve İmgelemin Özgürleşmesi Üzerine…

2013 yılının Şubat ayında, Poetika 2013 Odaklanmaları kapsamında Hande Edremit ile birlikte önemli bir söyleşi gerçekleştirmiştik. Söyleşinin odağını “tahayyül ve imgelemin özgürleşmesi” olarak belirlemiştik. İşbu önemli söyleşiden konuya ilişkin bazı vital bölümleri, 2015’te tamamlamayı düşündüğüm büyük analize dair ipucu vermek açısından aşağıda paylaşıyorum:

Z.Y.: “(…)tahayyül etmeye yöneldiğimiz şeyin yol açacağı meseleler, sanıyorum, önünde sonunda, şairin şiirine olan uzaklığıyla ilişkilenecek gibi geliyor bana… Ama bir şairin poetikasındaki ya da işte poetikadaki ontolojisini nasıl tanımlarız, nasıl başlatırız? Üstelik de tahayyül gücüyle birlikte sürekli genişleyen, yenilenen bir alan derinliğini (ya da Wittgenstein’ın ifadesiyle söylersek—bir “özel dili”) düşündüğümüzde, şair nereye, ne kadar uzaklıktadır? Onun imgelemi, imgebirimlere ayrıldığında hangi imge veya dize nereye, ne kadar uzaktadır? Bu imgebirimler geçişken/geçişli midir? Bir merkez var mıdır, yok mudur? Bu sorular karmaşasına çözüm bulmak için değil de, en azından “imgelemin özgürleşmesi” kavramına “yön” bulmak için, önce, şu biricik soruya bakalım:  İmge uzayı ve şairin şiir(sel) eyleyişi, mevcut dilin “t” anındaki sınırları açısından “içrek” mi, yoksa “aşkın” mı? Habermas, Lavinas, Weber ve tabii ki Kant (Bkz: Saf Aklın Eleştirisi) gibi düşünürler, tahayyülün değişkenliğini ve klasik bilgi teorisinin tersine olarak imgelemin “özel bir aşkınlık” gösteren varlığını (ontolojisini) araştırmışlardır. Etika ile poetika farkının -belki de birinin diğerine tercihinin- sorgulanarak, didiklenerek geçtiği koca bir yüzyıl bile vardır düşünce tarihinde… Bu doğrultuda düşündüğümüzde “görme”nin “içrek” bir bilgi teorisine sabitlendiğini, “bakış”ın ise “aşkın” bir imgelem pratiğiyle devindiğini söyleyebiliriz. “Bakışımıza sahip çıkmalıyız” ifadesini, bunlardan biraz daha farklı olarak, ama gene de doğru noktaya işaret ederek, anti-emperyalist bir eksende söylemiştim. Çünkü poetika kendini sınırsız kılarken, kapitalist ve endüstriyel unsurlar da P. Bourdieu’nun bahsettiği simgesel metalar ekonomisi gibi araçları kullanarak hareket alanını sınırsız kılmaya çalışıyor. Basitçe sorarsak, endüstriyel düşüncenin dağıttığı ya da somutlaştırdığı simgeler veya simgesel metalar ekonomisi (en basitinden bilgi teknolojisinde Facebook, endüstriyel logolar, kurumsal kimlik ve dükkânlar, sinema endüstrisinin hikâyeleri, müzeleşmiş, vitrinleşmiş tarih, galerilerle biçimsizleşmiş plastik sanatlar, yaratıcılığı körelmiş ve ezber dolu bir aktivizm vb) bizim tahayyül gücümüzün özgürlüğünü, aşkınlığını kısıtlıyor ya da olumsuz etkiliyor mu sence?

(…)

Z.Y.: Simge -felsefedeki “logos” bağlamında düşündüğümüzde- aşkın bir özüt-biçim ya da sağaltım-biçim olmalıydı. Husserlci düşünceye yakın bir bilinç fazı olmalıydı. Ama bugün geldiğimiz noktada -bırak öncüllüğünü, simgenin bizatihi kendisi bile- çelişkilerle dondurulmuş şekilde içkin ve kaotik! Nasıl desem, “sınırlı kaos” gibi bir şey bu… İnsanın, ama sahici insanın, kendine ve kendine dair olan her şeye -kendini tahayyül etmeye de- mesafesi sorununu araştırmak isteyen biri, mutlaka, Maurice Blanchot’un “Son İnsan” adlı kitabını okumalı… “Son İnsan”daki yerlem değişimlerinin, sürekli bir “insanlık” imgelemi değişimlerine -formüllerine- de “vesile” ya da ne bileyim, bir “tetik” olduğunu fark edersiniz. Bana göre o kitap, “bakıştaki” değişkenliğin ve arılığın dünyadaki en önemli kılavuzudur. Bir “kim” sonsuzluğu, insanın kendisi ile kendine uzanan sonsuz yollar arasında -ve hiçbirinde- kimsenin ve hiçbir şeyin bulunmaması… Bu arı kutbu “Blanchotvari hümanizm ve hakikat” diye adlandırırsak, diğer uçta da -üzülerek söylüyorum ki- “Facebookvari hakikat ve işler güçler” filan var! Şimdi, bence, karmakarışık ettiğimiz uzamsal bileşenleri bir kenara bırakalım da şu zamansallık içeren soruya cevap arayalım birlikte: Bir imgenin kuruluşu (tahayyül edilişi) zihnimizde nasıl, ne zaman oluyor? Apansız bir şey mi bu imge, yoksa öncesi ve sonrası var mı?

(…)

Z.Y.: İnsanlığın zihnini düzlemsel olarak modellemeye çalışalım: Zihnimizi yatay eksende bir “yaşam” düzlemi -jilet gibi- kesip geçsin. Yaşam düzleminin üzerinde tüm gündelik veriler, bilindik nedensellik ilişkileri olsun -ne bileyim: iş, para, aile, eğitim, hesap, siyasa, şu, bu…  Bir de dikey eksende benim “poetika” ya da “imgelem” dediğim düzlem kessin zihnimizi… Bu dikey eksende de imgeler, kolaylıkla adlandıramayacağımız şeyler olsun, -ne bileyim; ara duygulanımlar(örneğin, sevgi ve öfke arasında bir duygu), nedensizlikler, ikinci yeni şiiri, atonal müzik, gayri resmi dünya tarihi, toplumsuzluk, rüyalar, dinler, mitolojiler… Bu iki düzlemin (poetika ve yaşam) kesiştiği yeri (ki bu yer bir çizgi olacaktır), şimdilik, “dil” olarak kabul edelim. Bu modelde, o dar dil çizgisi üzerinde düşünerek, düzlemler arasında çevirmeye çalıştığımız, anlama kavuşturmaya yöneldiğimiz her nokta herhangi iki düzlemden birinde kayıplara, mesafelere neden olacaktır. Bu durum çevrilemezliğin ilk ve bilindik senaryosu… Oysa kimse ikinci senaryoyu düşünmüyor; ikinci senaryo daha imkânsız bir “zamansallık veya fizik” ihtiva eder: Biz söz ettiğim bu çevirileri herhangi bir “t” anında, donuk ve durağan bir şekilde yaparız. Oysa düzlemler arasındaki muhtemel kesişimler, devinim halindedir (“t1″,”t2″,”t3”,…, “tsonsuz” gibi…). Düzlemler, görüngülerin fiziğine göre değişir ve sürekli hareket ederler. Bu ikinci senaryoda dil dediğimiz şey “sonsuzca” değişen ve eğrisel bir alan derinliği oluşturur, yani üçüncü ve yeni bir düzlem oluşturur. Bu devinimin riyaziyesi de fiziği de kimyası da henüz hesaplanamadı. Çünkü riyaziye de, fizik de, kimya da birer dildir! Şiir, bence nedir biliyor musun, hani ilk senaryoda düzlemlerin çevriminde yaşanan anlam kayıpları, anlam kaymaları vardı ya, o anlam kaymalarının dil çizgisine olan uzaklığından oluşan “hata”ların tümüdür. İşte buna “dördüncü” boyut diyebiliriz: Bu dördüncü boyut imkânı, bize, geleceği doğurur…”

Zafer YALÇINPINAR

Poetika 2013 Odaklanmaları’ndan…
Bkz: https://bit.ly/poetika2013
Şubat 2013

 

Şub
23
2014
0

Söyleşi: “2011-2014 Poetika Çalışmaları Üzerine…” // 16 Şubat 2014

Tekin Deniz: İkinci Yeni çalışmalarınızı yakından takip edenlerdenim. Öncelikle, bu özverili ve güzel çalışmalarınız için teşekkür ederim. 2014 yılında, hâlihazırda tamamlanmış bir çalışmanız var mı? Bizimle ne zaman paylaşacaksınız?

Zafer Yalçınpınar: 2013’teki odaklanma çalışmalarının, yani, farklı katılımcılara yöneltilmiş farklı sorular üzerinden yoğunlaşma gayreti içeren söyleşilerin ardından, 2014 yılında bir anket veya poetika soruşturması düzenlemeyeceğimi, 2013 yılı sonuçlarını paylaştığım dosyadaki sunuş yazısında ifade etmiştim. (Bkz: https://bit.ly/poetika2013) Zaten, geçmiş 2011-2013 poetika çalışmalarında yeterince veri toplamıştım. (Bkz: 2011, https://zaferyalcinpinar.com/ikinciyeni2011.pdf) (Bkz: 2012, https://bit.ly/poetika2012) Bir de, her yıl yeni gelen verilerin, katılımcıların söylemlerinin önceki çalışmalardan üssel olarak bir farklılık göstermemesini, marjinal faydanın ve poetik bulguların azaldığını, yaptığımız araştırmanın “zorlama” diyebileceğimiz bir noktaya yaklaştığını hissetmem kararımda etkili oldu. Çünkü İkinci Yeni ve imgelemin özgürleşmesi meselesi için yöntemsel olarak ters bir durum bu. İkinci Yeni konusu üssel derecede aşkın bir poetika meselesidir. Yani, incelendikçe bulguları, anlamları, imgelemi genişleyen büyük bir meseledir. Tıpkı, Ece Ayhan’ın yaşamını ya da şiirindeki tarihselliği araştırmak gibi… Yani, diğer meseleleri her düzlemde katbekat aşan bir alan derinliği, genişliği vardır. Bu nedenle Şubat 2013 ile Şubat 2014 arasındaki zamanı, 2011-2013 dönemindeki geçmiş anket ve söyleşilerden elde ettiğim verileri incelemeye adadım. Ancak, şu an içinde bulunduğumuz tarihsel ya da çevrimsel dönemde karşılaştığım haysiyet yoksunu birçok kötülük, şeytanlık, vicdansızlık ya da “müsibet” diyebileceğimiz olay, analizi tamamlamama, çalışma hızımı optimize etmeme engel oldu. Şu an kaleme aldığım diğer iki büyük konuyla birlikte, poetika analizi de karınca adımlarıyla ilerliyor. 2015’in Şubat ayında, gelecekte yapacağım diğer poetika çalışmalarına süreksel ve üssel yollar açabilecek analitik çıkarımları ortaya koyarak, toparlayarak, 2011-2014 döneminin poetika analizini tamamlamayı umut ediyorum.

T.D.:Sizi, “50 yılın ardında İkinci Yeni” anketini hazırlamaya iten koşullar nelerdi? Sizce edebiyat ve diğer dallarda bugün bu alanda ne tür boşluklar, ne gibi eksiklikler var?

Z.Y.: Beni 2011 anketine yönelten en önemli neden, her şeyden önce, İkinci Yeni akımının bitmediğini görmem, aksine, İkinci Yeni’nin diğer her şeyden çok daha etkin bir biçimde geleceğin şiirini biçimlendirdiğini sezmemdir. Bilimde de vardır bu. Bir hakikati hissedersiniz, sonra araştırmaya, kanıtlamaya başlarsınız. Düşünsenize, 50 küsur yıldır bu topraklarda dile getirilen tüm şiirlerin, dergilerin, şunun bunun, hepsinin aurası, hâlâ, İkinci Yeni şiirinin imgelemini geçemedi. Bütün o antoloji rezaletleri, ödüllendirme mekanizmaları, jüricilik ya da editörcülük salınışları, mikrofon arkasından sabuklamalar, gerdan kırmalar, şiir seçkileri, şiir dergileri, eleştiri numaraları, kavgalar, icat edilmeye çalışılan püsür, karışık akımlar, kitap olmayan kitaplar, “şiir ve x” başlıklı dosya konuları, kendini büyük şair zanneden küçük şiir heveskârları filan… Tüm bu “yapaylamasına etkin” şiir ortamında yer alan hiçbir unsur İkinci Yeni’den daha güçlü bir şiirsel alan derinliğinin oluşmasını sağlayamadı. Sağlayamaz da. Çünkü hepsi, hepsi, hepsi türev… Hepsi de fos çıktı. Bu dev başarısızlığın yanına “edebiyat körlüğü” veya bir tür “öğrenilmiş çaresizlik” kavramı da eklendi. Yani, okuyucu da şair de neyin şiir olduğunu veya şiirin nerde olduğunu, neyin hangi bağlamda eşsiz değere sahip olduğunu anlayamayacak, dahası sezemeyecek duruma geldi. “Bilmediğini, bilmiyor olduğunu da anlayamaz, yani bilmediğinin de farkına varamaz” türünden bir körlük sarmalına düşüldü. Ece Ayhan bu durumu “derin bir çatlak var” diyerek ifade eder. Dünya kadar büyük bir armuz… Sonuçta, “okumamak” ya da “araştırmamak” gibi şeyler de hasıl oldu. Bu durum 2011 anketini başlatmamdaki birincil neden… Ayrıca, Yeditepe Dergisi kapsamında Fahir Aksoy’un hazırladığı 1960 tarihli büyük anketi (bkz: https://evvel.org/50-yilin-ardinda-ikinci-yeni-anketi) inceledim ve o çalışmadan çok feyz aldım. Orada çok önemli şeyler var. Analize oradaki cevapları da ekleyeceğim. Aslında, bakıyorum şu son 20 yıla, İkinci Yeni hakkında dirsek çürütüp, akımın özünü doğru kavrayıp, doğru yordam ve yöntemlerle hakiki bir araştırma yapılmamış. Bir kümelenme analizi, diskur analizi, dendogram çalışması ya da bir imgesel etkileşim-nedensellik haritası, sezgisel de olsa bir “sınır ağları” çalışması filan koyulmamış ortaya… Denenmemiş bile. Herkes aynı şeyleri ezberden geveleyip durmuş. Çünkü kendine eleştirmen ya da araştırmacı diyen o üleştirmenler, gerçekte, yordam ve yöntem bilmiyorlar. Yordam ve yöntem, İkinci Yeni’nin alan derinliğinin incelenmesi kapsamındaki en önemli isterlerdir. Son 20 yılda kimse İkinci Yeni’nin sezgisel alan derinliğini ve etkileşimlerini doğru yordam ve yöntemlerle inceleyememiş. İsterleri bilmiyorlar. Çok zor tabiî… Emek, rahle, izan, görgü, bilgi ister, aidiyet duygusu ister böyle şeyler… Kısacası, göz ister! Böyle şeyleri, bilginin içerdiği özütü dirsek temaslarıyla, yeni sinsiyet tipolojisiyle, retorik arsızlığıyla ya da saygınlık cukkalama enstrümanlarıyla, ödüllendirme sistematiğiyle, antolojicilikle kısacası damperli, fikir keli bir kafayla elde edemezsiniz.

T.D.: Çağdaşı olan birçok şaire göre Cemal Süreya’nın ölümünden sonra şiirimiz ciddi bir tutukluk dönemi geçiriyor. İkinci Yeni sizce edebiyatımızda büyük bir çıkmaz sokak mı oluşturdu yoksa ortaya koyduğu yeni imgelemler ile yarattığı derinlik henüz anlaşılamadı mı?

Z.Y.: Tutukluğun nedeni, sadece Cemal Süreya’nın vefatı değil, tüm İkinci Yeni’nin aşkın, üssel derecede güçlü bir şiir akımı olarak belirleyici etkisini hâlâ sürdürmesidir. “Çıkmaz sokak” söylemini ağzına dolayan belediye şairleri hiçbir şeyin farkında değiller, kendilerinin bile… Sanki, bir tür ezberle hayatlarını sürdürüyorlar, ezbere yaşıyorlar. Misal, ben bu “çıkmaz sokak” söylemini ilk duyduğumda çok hoşuma gitti: Çünkü bu sözün İkinci Yeni imgelemindeki ve söylemindeki karşılığı bir tür övgüdür aslında. İkinci Yeni şiiri, üzerinde AVM’ler ya da türlü türlü gaddarlıklar, bilinçsiz tüketim, kampanya, görsel taciz, hile, endüstri, itiş kakış ve hatta rezilleşmiş trafik taşıyan işlek bir cadde değil. İkinci Yeni’nin meselesi şu dizede vurgulanır: “Düzayak çivit badanalı bir kent nasıl kurulur abiler?” Yani, İkinci Yeni imgelemi mağazalaşacak, endüstrileşecek, ızgara sistemiyle sokak sokak, cadde cadde şebekesi kurulacak bir şey değil, akışkanlar mekaniğiyle hesaplanacak bir emlak meselesi değil. İnsanlığın ve tüm zamanların tahayyül gücüne hitap eden çok önemli bir poetika meselesidir İkinci Yeni.

T.D.: Anket ve odak çalışmalarının öncesini ve sonrasını düşünürsek, Zafer Yalçınpınar olarak hangi çıkarımlara vardınız?

Z.Y.: Bunları daha sonraki yıllarda dile getireceğim. Ama, 2011 yılında gerçekleştirdiğim anketin sunuş yazısından bir alıntıyla soruna cevap vermeye gayret edeyim: (Bir kâğıttan okumaya başlıyor) “Türk şiirinde İkinci Yeni, imgelemin özgürleşmesine odaklanan tek şiir akımıdır. Dilin yapıtaşının sözcükler olmadığı “hakikati”, İkinci Yeni akımının şiirselliğiyle birlikte edebiyatımıza mıhlanmıştır. İmgelemin özgürleşmesi yönündeki bir tasavvur, sözcüklerin belirli bir ‘t’ anındaki sözlük anlamının ön-kabulüyle ya da sözlü kültürün “zihinsellik taşımayan” dolaşımına odaklanarak gerçekleşemeyecektir. İkinci Yeni şairlerinin -hepsinin- bu durumu fark ettiği aşikârdır. İkinci Yeni’ye göre dilin yapıtaşı “imge”dir.”

T.D.:Sizin imgeleminizi esaret altına alan temel olgular nelerdir? İmgeyi özgürlüğüne kavuşturabilmek için nasıl bir söylem içinde olunmalı? Birey ile toplum ilişkisi göz önüne alındığında İkinci Yeni’nin nefes alıp verdiği dönem ile bugün arasındaki kopukluklar veya bağlar nelerdir?

Z.Y.: Bu konuda da fazla bir şey söylemek istemiyorum. Söyleyeceklerimi 2011-2014 yılları arasındaki poetika çalışmalarımın analizine, geleceğe saklamak istiyorum. Ancak, basitçe şöyle diyelim;“insandan çok eşyaya benzememek”. Bu tümce benim için değişmez bir şiardır. Söz özün giysisidir. Bir de tutup söze giysi giydirmeye çalışırsanız, haysiyetsizliğe ve melanete yol açan retorik arsızlığının esiri ya da kölesi olursunuz. İmgelemin özgürleşmesinin önündeki en büyük engel de retorik arsızlığıdır. Aslında, senin sormak istediğin bağ da kopukluk da bu noktadadır.

16 Şubat 2014

     

*

Hamişler:

1. Söyleşinin tam metnine https://issuu.com/adabeyi/docs/poetikacalismalarisoylesi adresinden de ulaşabilirsiniz.

2. Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “Poetika Çalışmaları” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/poetika-calismalari adresinden ulaşabilirsiniz.

Oca
26
2014
0

İmgelemin Özgürleşmesi’nin Filmi: “Imagine”

imaginefilm

Yıllardır icra ettiğimiz poetika çalışmalarını ve kavramsallığını ortaya koymaya çalıştığımız “imgelemin özgürleşmesi”, “imgesel alan derinliği” gibi ifadelerin sezgisel varoluşunu bize teyit eder nitelikte bir filmle karşılaştım sonunda… Polonyalı yönetmen Andrzej Jakimowski’nin 2012 yapımı “Imagine” adlı şaheserindeki şiirselliği “görmeyenlerin”, şiirden bahsetmek yolunda kifayetsiz kalacağını düşünüyorum. Filme konu olan “geribildirimsel mekânlama/haritalama” (echo-location) yöntemini,  sosyal bilimlerdeki “tahayyül” ya da fizikteki  “işitim ötesi” (ultra-sound) kuramları kapsamında düşünüp “poetika” ile özdeşleştirerek, “Imagine” adlı filmi mutlaka ve ivedilikle izlemenizi/dinlemenizi öneriyorum. (Zy)

imagine_03

Filmin ayrıntılı tanıtımı için bkz: https://www.imaginethefilm.org/files/Presskit.pdf

*

Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “Poetika Çalışmaları” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/poetika-calismalari adresinden ulaşabilirsiniz.

 

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com