Yeni Sinsiyet Tipolojisi edebiyat alanında başarıdan başarıya koşarken; kalb ve vicdan sahibi olanların aklından “Portakallı Yarim” adında yeni bir film çekmek geçiyor. Misal, şiirimizin şerrrefli, bıyyyıklı ve kuzzzeyli delikanlısını başrole koysak, diğer mutat zevatları ve avaneyi de çeşitli rollere üleştirsek… Böylesi bir filmle ödül alır mıyız la Altın Portakal’da? Alırız la. Jüriyi de filmin yapımcısı olarak bağladık mı, tamamdır la! Bir dakika, sahiden, asıl meseleyi unuttuk, yönetmen kim olacak la? Edebiyatımızın cumhurbaşkanını ya da varlığlı bir editörü yönetmen yaptık mı, tamamdır. Kesin birinciyiz olm… E, ne duruyoruz sayın izleyiciler, sayın büyük şiir okuyucuları, üleştirmenler, çekin la şaheser filminizi!
25
2014
“Portakallı Yarim” ya da Yeni Sinsiyet Tipolojisi edebiyat alanında başarıdan başarıya koşarken…
24
2014
Kızgın Bir Sait Faik Mektubu
Geçenlerde, adalar kültürünü ilgilendiren coşkun ve kızgın bir Sait Faik mektubuyla karşılaştım. Mektup, Sevengül Sönmez tarafından yayıma hazırlanan “Karganı Bağışla” (2003, YKY) adlı kitap ile Sait Faik Müzesi arşivinde yer alıyor. İşbu mektubun tam metnine https://issuu.com/adabeyi/docs/saitfaikkizgin adresinden ulaşabilirsiniz.
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan Sait Faik başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/sait-faik adresinden ulaşabilirsiniz.
09
2014
2011’in başında söylemişiz…
Karga Mecmua, Mart-Nisan 2011′de (47. ve 48. sayılarında) dosya konusu olarak “Yerli” üstbaşlığını işlemişti. Dosya kapsamında edebiyat, sinema, müzik, tiyatro ve çağdaş sanatlardaki “yerli” söylemini analiz etmeye çalışmıştı. Karga Mecmua’nın Mart 2011 tarihli 47. sayısında yayımlanan “Yerli Edebiyat” soruşturmasına verdiğim cevaplar aşağıdadır:
Karga Mecmua: “Yerli” edebiyat denince aklınıza ne geliyor?
Zafer Yalçınpınar: Aklıma “yetiştiği, yeşerdiği dile özgü, yetiştiği dilin zihinselliğiyle ve bileşenleriyle olgunlaşmış, yaşamın imgesel imkânlarını, bütünlüğünü, coşkusunu, umudunu, şiirselliğini, mücadelesini ve insani hakikatini kısacası her şeyi, ama her şeyi yetiştiği dilde -yani yetiştiği yerde- arayan” bir edebiyat geliyor. Sonra da -nedense- tüm bunlar birden aklımdan uçup gidiyor. Hepsi bir yanılsamaymış, geçersizmiş ya da geçersizleşecekmiş gibi bir düşünce eşliğinde karamsarlığa kapılıyorum.
K.M.: Son 10 yılda “yerli” edebiyatta genel eğilimlerden bahsedebilir miyiz?
Z.Y.: Önce fotoğrafın geneline bir baykuş bakışı atalım ve neler var görelim…
Yeni Kapitalizm kültürüne eklemlenmeye ve kendini küresel pazarda alınıp satılan bir tüketim unsuru haline getirmeye çalışan, bu yönde mağazalaşan yerli(!?) edebiyat var; bu bir. Sivilleşmeye, sıkılaşmaya, sürüden çıkmaya, bağımsızlığını güçlendirmeye ve eşyadan çok insana benzemeye çalışan bir yerli edebiyat var; bu iki. Sosyal ve kültürel politikalar yoluyla toplumu (aslında topluluğu) yönlendirenlerin pompaladığı, belediyecilik araç ve gereçleriyle mankenleşen, bütçelenen, naz yapan, gerdan kıran bir yerli edebiyat var; bu üç. Yeni Sinsiyet Tipolojisi’nin “biz” söylemleriyle cehalet alanını kalabalıklaştıran bir yerli edebiyat var; bu da dört. Birinci ve dördüncü tipolojinin niceliksel üstünlüğü ve kalabalığı aşikâr… Niteliksel olarak ise ikinci tipolojinin üstünlüğü, yalnızlığı, biricikliği aşikâr… Genel eğilimi, sanırım, niceliksel üstünlüğü olan birinci ve dördüncü tipoloji belirliyor. “Hileli bir demokrasi” gereği olarak filan… Bununla birlikte, bir “bezdiri” şeklini aldığından beri genel eğilimleri fazlaca umursamıyorum.
K.M.: “Yerli” kitap endüstrisinde bir gelişme var mı? Varsa gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Z.Y.: Sorunun çapı gereği, olsa olsa, endüstriyel gelişmeler vardır. Standartlaşma, azamileştirme, merkezileştirme filan… Bunların kahrediciliğinden “üçüncü dalga” konulu mecmuada bahsetmiştim. Şimdi, bir kez daha yüzleştirme beni bunlarla… Zaten her gün -belirli oranlarda- böylesi bir endüst-realite’ye maruz kalıyorum.
K.M.: “Yerli” edebiyat dışarıda nasıl algılanıyor?
Z.Y.: Başta ortaya koyduğum tipolojiler kapsamında cevap vermeye çalışayım. Birinci ve dördüncü tipoloji batıda “gelişmeye-kullanıma açık” olarak algılanıyor, doğuda nasıl algılanıyordur, bilmiyorum. Üçüncü tipoloji batıda “otantik ve zayıf”, doğuda ise “batıcıl ve zayıf” olarak algılanıyor. İkinci tipolojinin ise dışarıda algılandığını düşünmüyorum.
K.M.: Türkiye’de hem sanatçı hem de okuyucu kitlenin popülerlik anlayışını nasıl buluyorsunuz?
Z.Y.: Bu meseleye “gerçeklik terörü” üzerinden bakmak gerekiyor… Bu bir “gösteri arzı ile seyirci talebi dengesi” meselesi oldu artık… Podyum, mikrofon, alkış, eyyam heveslileri ve böyle şeylere meraklıların sayısı arttı. Birisi -hiç düşünmeden- podyuma çıkar ve beline “Ben dünya güzeliyim” yazan bir kuşak takarak türlü pozlar verir. İzleyenler de -gene hiç düşünmeden- podyumdakini alkışa boğar. Ertesi gün bir komşunuz diğerine şöyle fısıldıyordur: “Dünkü dünya güzelini gördün mü… Ne harika şeydi!” Sonuçta, zihinselliğin zayıfladığı her yerde “popülerlik” güç kazanır. Aslında, popülerliğin spot ışıklarının altında gerçek bir “aydınlanma” yoktur. Koşutluğu devam ettirirsek, “komşu-okuyucu” okuduğundan aydınlanamaz haldedir ve bunun da farkında değildir.
Karga Mecmua, Mart 2011, Sayı:47
01
2014
“Çoğunlukla Sıradanlık” Karşıtı “Farkındalık”
“Çoğunlukla Sıradanlık” kavramına karşı Koltukname taifesi, “farkındalık” çalışmalarıyla ön-plana çıkıyor.
Bkz: https://koltukname.com/2014/01/31/odullerde-goz-ardi-edilen-eserlerin-odulu/
02
2014
Yüzde Otuz Bir: “Damperli Ödül Furyası, Oligarşi, Jüricilik ve 2013 İstatistiği”
Sağolsun, Koltukname taifesi, -bilerek ya da bilmeyerek- aşağıdaki yazıyla dehşet verici bir istatistik ortaya koymuş:
2013 boyunca, 23 edebiyat ödülünde, birden fazla jüri üyeliği yapmış isimlerle karşınızdayız.
Listenin başında 12 kere jüri üyeliği yapmış olan Doğan Hızlan yer alıyor. Hızlan’ı, 5 kere jüri üyeliği yapan Hilmi Yavuz ile 4 kere jüri üyeliği yapan Cevat Çapan, Egemen Berköz, Metin Celâl ve Refik Durbaş izliyor. 3 kere jüri üyeliği yapanlar Cemil Kavukçu, Enver Ercan, Eray Canberk, Faruk Şüyün, Nursel Duruel, Selim İleri, Semih Gümüş, Turgay Fişekçi, Turhan Günay ve Ülkü Tamer’den oluşuyor. 2 kere jüri üyeliği yapanların listesi ise şöyle: Adnan Binyazar, Ali Cengizkan, Emin Özdemir, Erendiz Atasü, Feyza Hepçilingirler, Güven Turan, Handan İnci, İhsan Yılmaz, İlknur Özdemir, İnci Aral, Leyla Şahin, Mehmet Zaman Saçlıoğlu, Murat Gülsoy, Müge İplikçi, Müslüm Çelik, Osman Şahin, Prof. Dr. Abdullah Uçman, Sennur Sezer, Sevin Okyay ve Tahsin Yücel.
23 ödülde toplam 115 jüri üyesi bulunuyor. Yukarıda adı anılan isimler ise bu toplamın yaklaşık %31′ine tekabül ediyor.
Ödüllerin tam listesi şöyle:
Altın Portakal Şiir Ödülü, Behçet Aysan Şiir Ödülü, Behçet Necatigil Şiir Ödülü, Cemal Süreya Şiir Ödülleri, Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü, Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü, Duygu Asena Roman Ödülü, Dünya Kitap Yılın En İyileri, Erdal Öz Edebiyat Ödülü, Everest İlk Roman Yarışması, GİO Ödülleri, Haldun Taner Öykü Ödülü, Melih Cevdet Anday Şiir Ödülü, Metin Altıok Şiir Ödülü, Orhan Kemal Roman Armağanı, Orhan Şaik Gökyay Şiir Ödülü, Ömer Seyfettin Hikâye Yarışması, Sait Faik Hikâye Armağanı, Sedat Simavi Ödülleri, Selçuk Baran Öykü Ödülü, Tanpınar Edebiyat Ödülü, Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri, Yunus Nadi Ödülleri
Bkz: https://koltukname.com/2014/01/01/2013un-one-cikan-juri-uyeleri/
Geçmiş yıllarda, edebiyat ödüllerini (damperli ödül furyasını) ve edebiyat ödüllerinin çevresinde dönen statüko oyunlarını bin türlü eleştirmiştik:
bakınız:
Ödüller İnsansızdır! (2011)
Yeni Sinsiyet ve Bazı Enstrümanları (2010)
Damperli Ödül Furyası ve Saygınlık Cukkalamak (2008)
Nisan 2011’de, Hande Edremit ile gerçekleştirdiğimiz bir söyleşide “jüricilik” mesleği hakkında şunları dile getirmişiz:
Hande Edremit: “Denizaltı Edebiyatı” adlı bildirinizde “Ödüller insansızdır.” diyorsunuz. Ece Ayhan da “Şairlere ödüller verileceğini duyunca, şunları düşündüm: Demek yasalar da yetmemiş, ölüm şairlerle toplu fotoğraf çektirmek istiyor.” demişti. Günlük hayatta da biraz bu şekilde var olmaya çalışıyoruz sanki. Fotoğraflarla önceden belirlenmiş bir sahneyi yaratmaya daha kötüsü yaşamaya çalışarak…
Zafer Yalçınpınar: Ödül konusu son derece karışık bir konu… Şimdi, her şeyi bir kenara bırakalım ve meseleye dil açısından bakalım: Bugün, “Ödül” dediğimiz anda imgesel olarak ödülü alan kişiyi ya da eseri değil “ödül sistematiği”nin kendisini ya da ödülün metasını işaret ediyoruz, yüceltiyoruz, ayrıcalıklandırıyoruz. Eskiden böyle değildi. Şimdilerde, rekabet, kazanmak, yarışmak, hırs, farklılık, üstünlük filan gibi şeyler doğrudan aklımıza geliyor. Ödüllendirme denen şey, Yeni Kapitalizm’in yönetim süreçlerinin içerisinde düşünüldüğünde bir “isteklendirme” türüdür ve iktidar heveslileriyle iktidar sahiplerinin buluştuğu bir podyumdur. Ödül, iktidarın, kendi iktidarını kuvvetlendirdiği bir araçtır. Ödüller sahici değildir. “Ödül Sistematiği” denen şeyden podyumu, ışıkları, jüriyi, ödülü takdim edeni, alkış seslerini, o kırıtışları, gazetelerdeki haberleri, duyuruları filan kaldırın, geriye ne kalır? Şiltler, plaketler filan kalır. Zaten, bu şiltler, plaketler filan birer “simge” değil midir? İmgelemi kuvvetli bir şair için “ödül” denen şeyin karşılığı böylesi bir “sıradan simge” olamaz. Çünkü ödül sistematiğinin demin saydığım bileşenlerinin hiçbiri de imgelemin özgürleşmesiyle bağlantılı değildir. Şairin ödülü sıkı şiir yazmak, yazabilmektir. Şairin ödülü; tüm baskılara rağmen özgür bakışını, imgeselliğinin biricikliğini kaybetmemektir. Derdi şudur şairin; töze nüfuz edebilmek, tözü imlemek… Şair, şiirinin sıkılığını, dizelerinin gücünü yarışmalarla, ödüllerle filan teyit ettiremez. Bakın, bugünün edebiyat ortalığını birazcık araştırdığınızda “ödülsüz” bir şair bulmakta zorlanırsınız. Herkesin bir yığın ödülü var yahu… Nerede kaldı bu adamların ayrıcalığı filan? Ama benim dediğim anlamda, yani imgelemin özgürleşmesi ve töze nüfuz edebilmek yönünde ödüllendirilmiş şair sayısı bir elimin parmaklarının sayısını geçmez. Bu nedenle “Ödüller insansızdır” dedim.
“İstatistikler(statistics)” dediğimiz şey “statüko”nun hem göstergesidir hem de yaratıcısıdır. Bir tür “çift taraflı/karşılıklı nedensellik”ten imtiyaz alır. İstatistik veriler ve “ödüllendirme mekanizması” birlikte düşünüldüğünde katmerli bir statükonun dehşet verici görüntüsüne ulaşırsınız. 2013 kapsamında bakıldığında, Koltukname taifesinin ortaya koyduğu istatistik, jüri oligarşisini ve bunun edebiyat ortamına verdiği/verebileceği zararı, bu topraklarda yazılan edebiyatın özünün nasıl ve kimler tarafından manüple edildiğini/edilebileceğini bir kez daha -hem de açık açık, sayılarla- görmemizi sağlıyor.
Sonuçta, içimden “Yuh!” demek ve şunu eklemek geliyor; “Binlerce okur ve binlerce edebiyat heveskârı bir oligarşi tarafından -sürekli, yıllardır- salak yerine koyuluyor…”
Sahicilikle
Zafer Yalçınpınar
09
2013
Söyleşi: “Gezi’ci Bir Şairle Hasbihâl”
Yaz aylarının sonunda Gezi’ci ve sağlam şair Tekin Deniz‘le dertleşmiştik. Dertleştikçe, baktık, ortaya iyi bir şeyler çıkmış ve hakikate fazlaca temas ediyoruz. Böylelikle, işbu dertleşmemizi, “Edebiyat ve İktidar” dosya konusuyla birlikte yayın hayatına yeni başlayacak olan “Monograf” adlı dergiye -nedense, itibar ederek- gönderdik. Bu gönderimizin üzerinden yaklaşık 2 ay sonra Monograf Dergisi Yayın Kurulu’ndan bir mektup geldi. Mektupta, yayın kurulunun söyleşimizin yayımlanması konusunda “fikir birliği” sağlayamadığı (sayılayamadığı) falan belirtilmiş. Üzülmedik; zaten üç aşağı beş yukarı, durumu tahmin ediyorduk, bekliyorduk. Sonuçta, Tekin Deniz’le gerçekleştirdiğimiz dertleşmemizi EVVEL sularında takipçisine sunuyoruz.
Zafer Yalçınpınar: Şiirin “ne olduğu”, bugünlerde, bence, devâsa yanlış bir soru olarak -maveraünnehir nereye dökülür, yanlış sorusunun tarihsel negatifi gibi- sürekli karşımıza çıkıyor… Sorulması gereken yegâne soru “Şiir nerdedir?” meselesi -bulutsu bir mesele- olmalıydı. Ama olmadı. Her neyse… Şimdi, garip bir tipoloji ile karşı karşıyayız: Yeni sinsiyet, samimiyetsizliğinin zulümünü gizlemek için şiirle temizlenmeye, yarattığı mezalim ortamını imgesel olarak “çiçekli, hoşgörülü bir huzur bahçesi”ymiş gibi imgelemeye çalışıyor. Oysaki genel olarak baktığımızda, bir tür “söylemler çöplüğü”nün içerisinde yüzdüğümüzü fark ediyoruz; “hakikat” ve “sahi”den çok uzakta, menfi gaddarlığın örümlü yalanlarıyla kuşatılmış gibiyiz. Geçenlerdeki bir konuşmamızda “şiirde ya da şiirle sergilenen şirinlikten nefret ediyorum!” demiştin. Şiirin yüceliğini oyuncaklaştırıyorlar sanki, ne dersin? Anlat biraz…
Tekin Deniz: Bundan 7 yıl kadar önce, Beyoğlu’nun meşhur sahaf dükkânlarından Narteks’in sahibi Sıtkı abi ile bu konuyu konuşmuştuk. Daha o günlerde çeviriler olsun, şiirlerdeki, öykülerdeki, romanlardaki işgaliye ortamı olsun, nasıl bir yağma ile karşı karşıya olduğumuzu anlatmıştı. Gelen bu büyük karanlık, kendisinden önce kadrolu bir düşüncesizlik ve kolaycılık ortamı hazırladı. Yani o günlerde de böyle görünüyordu. Senin sürekli dillendirdiğin gibi; yavaş yavaş, sessizce, tam bir “sinsiyetçilikle” odalarımıza, evlerimize, kafalarımızın içine kadar sızdılar. Kendi kavramlarını, kendi imgelerini, kendi sözcüklerini, türlü vaatler ile yanlarında tuttukları kalemşörlerin ve okuyucuların ağızlarına tıkadılar. İşte böyle böyle şiirin kaynak sularına zehirli atıklarını döktüler. Kendilerine; memur apoletli şairler? ve aydınlar? tuttular. Şiirin, salt şirinlik gösterisi olduğu düşüncesi bile mide bulandırıcı bir şey. Benim için onun yüceliği -hiçkimsesizliğindedir-. O, bir yere veya bir şeye ait değildir. Şayet onu bir güce zimmetler, karanlığın üzerine perde vazifesi olsun diye eşyalaştırırsak, yaşamın öz değerlerine ihanet etmiş oluruz. Bana göre şiirin kendisi alkışlanmayı hak etmiyor. Zaten onun vazifesi bu değildir. Aksine, tam karşıda durmalı, çoğulculuğu ve gerçek anlamda bireyin sesini duyurabilmek için en dibe dalıp boğulmakta ve boğazlanmakta olan öz fikirleri kurtarmalıdır. Velhasıl kelam, şiir nerededir? diye soracak olursak; bence tam karşıdadır, en karşıdadır… Benim şairim, işte tam olarak bu karşıtlığın içinden çıkan özgün kişidir. Ben ondan elbette gerçek anlamda dilin yapısını zorlayacak yeni fikirler, yeni biçimler okumak istiyorum. Milyarlarca farklı kombinasyondan oluşan koca bir evrene sadece tek bir pencereden bakamayız, bakmamalıyız. Sen nasıl düşünüyorsun bilmiyorum ama bence söz konusu tipolijnin ortadan kalkabilmesi için bu işe gönül verenlerin vahşi bir şekilde manipüle edilen toplum zihnine soluk aldıracak taze eserler ortaya koyması gerekiyor.
Z.Y.: Benim kafama göre, yaşamın öz değerlerinde -o ‘taze’ dediğin ‘om’ noktasında- ya da sahici insanların fikirlerinin özünde, “tek hamlede, sade ve apansız” olarak şiir vardır, diyebiliriz. Arı-duru niteliksel bir varoluş biçimini -tabiî, ya da, ‘yokoluş biçimi’ni- yaygınlaştırmamız gerekiyor sanki. Burada bahsettiğim ‘duruluk’, renksizlik ya da ‘tek renk’ yan-anlamlarını taşımamalı; yani, bir tür “endüstri dışı” konumu imlemeye çalışıyorum ‘duruluk’ derken… Bahsettiğin olumsuzlukların kökeninde rekabetçi ve endüstriyel kafayı buluruz her seferinde; ‘satışa sunulacak endüstriyel bir çıktı’ için her şeyi istismar eden, yıkmaya, kırmaya ve eritmeye hazır, karıştıran, kesen biçen, hesaplayan, harcayan, atıklarla ve cürufla dolu ve hararetli bir haddehane gibi… Örneğin, bazı sosyolojik kavramların birer istismar unsuru olarak nasıl kullanıldığını veya ergitildiğini gördük, 2000’lerin başından bu yana… Tıpkı, sosyolojinin ‘toplum mühendisliği’ salvolarına dönüşmesi/ergitilmesi gibi, şiirin de bir ‘söz-söylem mühendisliği’ uygulama alanına dönüşmesi/harcanması riski var. “Töz ya da içerik yitimi” diyebiliriz buna, bir tür yalan sanki… Yani, şiir öyle olmalı ki daha önce dile getirilemeyen bir imgesel alanı okuyucusuna sezdirebilmeli… Evet, şiir en karşıdadır, hiçkimsesizliktedir, bence de öyle, ama ne bileyim, hiçbir zaman “ithaka”yı -ufukta bir karaltı olarak bile- göremeyecek miyiz? Umut yok mu hiç? Ya da işte, umut, nerdedir?
T.D.: Aklıma hep aynı soru geliyor… “Doğruluk, eğilip bükülebilecek bir şey midir?” Bu mesele aslında Türkiye’nin genel sorunu… Halk ve onu yöneten sistem arasında çok ama çok uzunca bir zamandır büyük ve tek yönlü bir algı savaşı var. En basit örnekleri herhalde marketlerde karşımıza çıkıyor; “bir paket sana yağı verir misiniz?” diyor hanım teyze oysa onun adı “margarin”. Bizlere hergün yüzü boyalı kargalar satıyorlar.Yavaş yavaş zihinler istila edilmiş, kitleler papağanlaştırılmış, düşünceler dizayn edilmiş. Ve ne acıdır ki bu yeni sistemin temel araçları olarak bizim şu “büyük?!” kalem erbapları kullanılıyor. Maalesef bizde düşünür tayfaları denen sözde “aydın” gruplar,bir zaman sonra karşıtları oldukları şeyin ta kendisi olmaya başlıyorlar. Velhasıl kelâm, elimizde mutlak bir karşıtlık olmadığı için şu aşamada sadece onun fikrinden söz edebiliriz. Söylemek istediğim şey aslında; -karşıtlığın diyalektiğidir- Bu yapı,sürekli sarmal bir döngü halinde ilerliyor. Bizim yapmamız gereken bu dönüşümler esnasında farklı ve doğru açıları yakalayıp kelimenin içeriğine yeni ve sağlam tuğlalar taşımaktır. Elbette bu tuğlalardan evvelâ bir duvar örülecek ama bu duvarlar: sınırları ayıran,ülkeleri bölen faşizan duvarlar olmayacak. Aksine, tıpkı içinde yaşadığımız odalar gibi, odaları var eden, oluşturan “ev kuran” bir çeşit duvarlar bütünü olmalı. Bu duvarlara şimdilik “gri” birer fikir değil de “genel geçer doğrular” olarak bakmalıyız. Sosyolojiyi, edebiyatı, mimari’yi bazı kalıplara döküp kendilerine -mutlak ve değişmez yasalar icat edenler- bir zaman sonra eski itibarlarını korumak için elbette o mevkilerin ağaları, derebeyleri, paşaları, lordları olurlar. Bence kötülük sürekli açı değiştiriyor Kendine yeni mevziler kazıyor. Belki de işte tam da bu yüzden daha fazla soru sormalıyız? “-Şiiri ve sanat üretimini bir çeşit gıda olarak düşüneceksek eğer onun da diğer bütün doğal besinler gibi görevini tamamladıktan sonra tabiatta çözünüp yok olması gerekmez mi?” Bazı kelimelerin ve fikirlerin daha dayanıklı ve daha uzun ömürlü olmaları için kimyalarına karıştırılan yapay müdahaleler onları daha fazla ayakta tutsa da özlerini yitirmelerine neden olmaz mı?
Bence hiçbir sanat eseri yok olmaktan korkmamalıdır.Yine aynı şekilde senin de bahsettiğin gibi sadece “metalaşmak için” endüstriel bir çıktıya da dönüşmemelidir. Şiir yazmaya yeltenen kişi bana göre kendinde tanrılık iddiası güder: O tanrı öyle bir tanrıdır ki; derinlerde hissettiği sonsuz hazzı,sonsuz acıyı,sonsuz empatiyi ötekiyle bölüşmezse bir zaman sonra yok olur. İşte bana göre adına; “umut” dediğimiz şey de -bu düşünen, hisseden, yeni ve eşsiz- insanın kendi öz değerlerini anlayıp varlığını evrenle bölüştüğü noktada açığa çıkacak.Z.Y.: Söylediklerine nazaran şöyle düşünüyorum: senin zihnindeki şiir, “art brut” yaklaşımına yakınsayan, bir tür “kültür kompradorloğu karşıtlığı” diyebileceğim özel bir “duruş”la, böylesi bir “mücadele arayış”la -bunu diyalektiğe verdiğin değere istinaden söyledim- biçimleniyor. Peki ya mezarlaşmış dergilerin editörleri? Edebiyat kâhyaları? Ya da ne bileyim, şu cüruflaşmış yazı-çizi ortalığı, ortalaması hakkında ne düşüyorsun? Artık, “mevhumlaşmış” diyebileceğim “şiir kitabı, yarışması” piyasası hakkında neler diyeceksin? Şiirin iktisadını yaratmaya çalışan muhterisler, bu işi neden beceremediler, beceremiyorlar? Neden ve nasıl sıkı şiir hep bu tipolojinin dışında kalarak –üstelik tüm zamanlarda, geçmişte, gelecekte- kendi imgelemini oluşturur?
T.D.: Maalesef bizim ülkemizde sanat hâlâ bir tür salon eğlencesi… Her yıl düzenli olarak düğün salonları tutuluyor, halaylar çekiliyor, yerel nobeller dağıtılıyor, ödüller veriliyor ve hep aynı birileri “bestseller” oluyor. İktisadi gücü elinde bulunduranlar üretim ve tüketim ilişkilerini kafalarına göre tasarlarken, kurdukları yeni düzenin anlamsal ve kavramsal alt yapısını sağlamlaştırmak için kültürel değerlerin yanında; edebiyata, mimariye, müziğe, velhasıl insan zihnini manipüle edecek her alana el atıyorlar. İşte tam da bu noktada düzen kurucuların ellerinin hemen altında gezen,onların ağzının içine bakan bazı büyük fikir adamları? görüyoruz. Bu tipler aslında edebiyat kâhyalığından çok bir tür morg masası vazifesi görüyorlar.Editörlüklerini yaptıkları sistem ağzı konuşan yayın organları ise işte bu söz konusu cesedin çoktan iflas etmiş, kokuşmuş uzuvlarından başka bir şey değil. Şairin özel olmasından anladığım şey; -kendine has hatalarının olmasıdır! Ben bunu bir türlü anlayamıyorum; bozukluklardan, boşluklardan, eğriliklerden, sakarlıklardan, unutkanlıklardan neden çıldırasıya korkuyoruz? Sürüklendiğimiz bu büyük koşturmaca bizi öldürüp, insanlığımızdan hızla uzaklaştırıyor. Yaşlanan insanlar göremiyoruz artık. Utanç yitirilmiş. Duvarlar kalınlaşmış. Şiir ve insan birer yarış atı değildir ki! Onların varlıkları üzerine bahislere girip, genel veya gündelik çıkarlar uğruna yarıştıramazsınız.Bazı büyük gazetelerde köşeniz olabilir,canlı yayınların müdavimlerinden de olabilirsiniz ama bu size ücretli birer papağan olma hakkını vermez. Sıkı şiir, öz şiirdir. Aptallar bunu yalnızca ucuz bir şekilde taklit edebilirler. Dayınız bakan olabilir, milletvekili olabilir, filanca şirketin patronu olabilir ama bir Rembrant tablosu, bir İlhan Koman heykeli, bir Sait Faik öyküsü yazabilmek için torpilden daha fazlasına ihtiyacınız var. İnsan ruhu dediğimiz preslenmiş duyu bütünlüğü henüz fabrikalarda üretilemediği,plastikleştirilemediği için onlar hep yeniliyorlar. Çünkü atladıkları çok büyük bir olgu var! – İnsan! Onu doymazlıkları ile çiğnedikleri ve yakut yüklü fildişi kulelerinden aşağılara kibirle baktıkları sürece hep aynı hezimeti yaşayacaklar ve doğa tarafından asla gerçek bir saygı göremeyecekler… İşte onlar tam da bu yüzden öz olarak her zaman yenilecekler.
Z.Y.: Şimdi ben, son beş yıldır edebiyat iktidarında, edebiyattan ya da edebiyatın isterlerinden çok daha yaygın bir oranda “retorik arsızlığı” ve “yeni sinsiyet” tipolojisi görüyorum. İktidar, enstrümanlarını çok basit yemlerle tasarlıyor… Hemen hemen tüm yemler, saygınlık cukkalamak üzerine kurulu: Editör olmayan editörleri çeşitli “menfi ve müstahkem mevkilere” oturtmak, turşu kurar gibi şiir antolojisi kurmak, içsiz söyleşiler ve turizmleşmiş, belediyeleşmiş edebiyat etkinlikleri, yarışma jüriciliği, istismarcı fason yayınevleri, şiir günleri filan… Sence, ne olacak bu “organize işler”in ve “oligarşik yaklaşımlar”ın sonu? Açıkça soruyorum… Bu istismar ve kandırmaca nereye kadar sürecek… Bu işleri “sürdürülebilir” kılmak için ne yapacaklar?
T.D.: Bizim ülkemizdeki edebiyat iktidarlıkları, kâhyalıkları, ağalıkları, beylikleri; küresel düzen kurucuların son derece yalakalaşmış eğri büğrü gölgelerinden başka bir şeye benzemiyor. Edebiyat dediğimiz bu ağrı her ne hikmetse çoğunlukla iktisadi bir olay halinde ilerliyor. Arz talep dengeleri sürekli değişiyor. Sağ olsun, fırsat buldukça devletimiz müdahale ediyor. 1980’den bu yana olduğu gibi aşırı orantısız resesyonlara giriyor,devalüasyona uğruyor, ucuzluyor, ayağa düşüyor, perişan oluyor, tekme üstüne tekme yiyor… Oyun kurucular; sinemayı, mimariyi, okulları, aileleri, iş yerlerini, gazeteleri kendi beyin yıkayıcı medyaları olarak kullandıkları gibi şiiri de öyküyü de romanı da bu basın yayın ortaklığı içerisine çekiyorlar. Chomsky buna; “rızanın imalatı” diyordu. Duyusal, görsel, imgesel alandaki bütün “şeyleri” yeniden kurgulayıp istedikleri ağızları istedikleri açılarda oynatıyorlar ve bütün bir toplumun gözlerine perde çekiyorlar. “Üst tabaka” aydınlarımızı? da kendi biçimlendirdikleri “Bienal” ler ile Bienalus’lar ile güdüyorlar.Senin “yeni sinsiyet” dediğin karanlık, benim için; güvercin biçimli kötülüğün ta kendisidir! Tıpkı bir halay takımı gibi işte! İçlerinden en yaşlısının, en güngörmüşünün eline bir mendil sıkıştırdın mı oldu sana söylevcik imparatorluğu, retorik arsızlığı. Sal bunları meydanlara, alanlara, televizyonlara, dergilere, gazetelere senin ulu orta söyleyemediğin bütün o şeylerin zihinsel alt yapısını kurgulasınlar,iktidarın baskın dilini yaysınlar.Sormadan edemiyor ki insan; “kadrolu bir bilgelik anlayışı olabilir mi acaba? Memuriyete dayalı bir ululuk, yücelik vs? Acaba bu basın – yayın organlarının ve kültürel dilin yönlendiricisi konumundaki yerlerin müstahkem mevkilerine kimler? Ne şekilde? Kimlerin aracılığı ile? Ne vasıfla getirilmişlerdir? Sadece kuru kuruya “anıcılık” oynamak edebiyat otoritesi yapar mı kişiyi? Kurulu düzenle yatağa giren bir “kelime dizici” sabah uyandığında dolaptan hangi harfi çıkartıp, hangi “satılık” tabelasının üzerine asar acaba o çöpten bedenini?” İşte durum maalesef böyle. Birileri bir şekilde bir yerlere getirtilip kuklalaştırılmış. Bazı yeni yetme ahmaklar da onların bu kötücül gölgelerini yazık -gün ışığı zannediyorlar- Oysa bu “organize işlere” – “oligarşik yaklaşımlara” bel bağlayıp kendilerine makam mevki biçenler, oturdukları zeminin ne kadar hassas olduğunu bilmiyorlar. Ya da içine düştükleri açlık ve ruhsuzluk gözlerini o kadar kör etmiş ki; belediye yazarlığı yapmaya devam edip kişisel ilişkileri aracılığı ile poz kesmeye devam ediyorlar. Oysa bu üst yapı, yani, onları oralara getirenler değiştiğinde bu oyuncak düzenin oyuncak kadroları da giderler. En nihayetinde çok sayın kalem erbaplarımız bundan böyle gittikleri her yerde (daha önce takındıkları dile ve duruşa göre);vatan haini, yobaz, şeriatçı, komünist ağızlarıyla kovalanırlar.Şayet bizler bugün gerçekten yeni bir şeyler yapacaksak eğer,böyle bir iddiamız varsa:bu tipleri iyi tanımalı,kapımızın önünü süpürmeli ve elimizden geldiğince insan onurunu el üstünde tutacak işler ortaya koymalıyız.
Z.Y.: Edebiyat geçmişin ve işbu geçmişinin -şu an yaşadıklarının da- öyle ya da böyle etkileyeceği edebiyat geleceğin üzerine neler düşünüyorsun, neler yaşadın, neler bekliyorsun, anlatsana biraz… Açık söyleyeyim; “sivil ve cevherli” bir şair olarak görüyorum seni; bir şiir kitabı bütünlemek ya da türevi hevesler içinde değilsin gibi geliyor bana…
T.D.: Benim edebiyat geçmişim, tanıdığım ilk kitap okuyan kişiye gider; -abime! Ucuz iş gücü olsun diye şehrin bir kenarına atılmış gecekondu mahallelerinden birinde yaşıyorduk. Abim de galiba o zamanlar mahallede üniversite okuyan tek kişiydi ve o üç odalı küçük gecekonduyu kitaplarla doldurmuştu. Elime geçen her şeyi okuyordum. Pekçok dergi ve ansiklopedi vardı elimin altında. Akranlarıma göre bu konuda oldukça şanslıydım yani. Belki anlıyordum o zamanlar belki de anlamıyordum okuduklarımı ama sanırım bütün bunlar içimdeki merakı ve hevesi tetiklemiş olmalıydı. Hiç şüphesiz Özal’lı yıllar hepimizin üzerinde derin ve onarılmaz izler bıraktı. Bende nasıl, ne şekilde bir iz bıraktı bütün bunlar, şu anda tam olarak ifade edemem ama hepsini içimde bir yerlere yüksek sesle not tuttuğumu söyleyebilirim. Edebiyat benim için; devletin elime tutuşturduğu o komik nüfus cüzdanındaki çeşitli hanelerin “gerçek” yerlerini bulmama,kim olduğumu, ne olduğumu, öğrenmeme yardım ediyordu. Bu yolculuk sırasında maalesef benimle aynı veya benzeri arayışlar içinde olan pek kimseye rastlamadım. Mesele zaten şiirden evvel doğru insanı bulmaktı. Hem kendinde, hem de yaşadığın dış dünyada. Amacım birilerini yargılamak değil ama bir şekilde çoğu başaramamıştı işte. Herkesi aynı şartlarla ve koşullarla yaşıyormuş gibi düşünüp yargılar gibi konuşmanın da karşısındayım. Onların zorlandıkları şeyin adı sanırım “birey” olabilmekti. (Bir insan, birey olmadan çağını duyumsayabilir mi?) Maalesef onlar; -sirkteki bir cambazın üzerinde durmaya çalıştığı o ince ipi şiir zannediyorlardı- Oysa bana göre şiir, cambazın ta kendisiydi. Onu o ince yolda ayakta tutan şey ise elinde tuttuğu o saçma, uzun sırık değil, en başından beri yine kendisiydi-kişiliğiydi. Edebiyat bir dil ve bir ses uğraşıdır bana göre. Onunla evrene seslenirsin. Çağını, kendini, yaşadığın “şeyleri” biçimlemek, anlaşılabilir, anlatılabilir kılmak istersin. Hem de bunu sen olarak; kendi öğrendiğin ve bildiğin haliyle yapmak istersin. -Şiirde aradığım şey bu işte! Görmek istediğim şey bu. Şu ana kadar herhangi bir dergiye yazı vs göndermedim. Kitap çalışmam da olmadı. Bunun çeşitli nedenleri var… Piyasadaki dergilerin ve yayın evlerinin çoğu tıpkı yukarıda anlattığım gibi birey olmayı bilmiyorlar. Eski bir alışkanlıkla, mevki kapmaca veyahut da kâhyalık gütme yarışındalar. Şu küçücük, kıç kadar yazın ortamımızda bile büyük bir at yarışı izliyoruz. Benim henüz kitap çıkarmamamın veya dergilere yazı göndermemenin belki de en önemli nedenlerinden biridir bu cevap; -Ben bir at değilim ağalar! Üzerime bahse girmeyin! Saçma bir şey yani, çok saçma. Üzerine pastel ve sulu boyalarla bazı anlamlar resmedip mahalle pazarında seni o görüntülerle satmaya, pazarlamaya çalışıyorlar. Kötü şiir yazabilirsin, kötü edebiyat da yapabilirsin. Kim bilir, belki de kötü şarkılar söyleyip, kötü küfürler de edebilirsin. Bunların hepsi bir şekilde halledilir. Bütün bu arızalara rağmen yeterince samimi ve dürüst olduğumuzda, elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalıştığımızda, insani değerlerimizle birlikte bir şekilde birgün hep beraber daha güzel şeyler üretebileceğimize inanıyorum… Fakat kendimizi kötülüğün avuçlarına bırakıp eşyalaştırırsak ve onun sağladığı o büyük konfora alışırsak – bununla başa çıkamayız. Artık özümüze dönmeliyiz, yani ilk defa insan olduğumuz yere -kendi öz hatalarımıza!
Z.Y.: Son olarak, ikinci yeni ve o taifenin yarattığı şiirsel alan derinliği hakkında sormak istiyorum. Sence ikinci yeni akımı bitti mi? İmgelemin Özgürleşmesi dediğimde aklına neler geliyor?
T.D.: Tek tipleştirilmiş insan yüzleri, insan sesleri ve insan kokuları içinde yaşıyoruz ama baktığımız hiçbir yerde o özgün-güzel insanı göremiyoruz. Daha doğduğumuz andan itibaren bize dümdüz bir dünya öğretmişler. Tarih kitapları, televizyonlar, gazeteler, basmakalıp fikirler, türlü dogmalar, mutlak tanımlamalar içinde yüzüyoruz. Bana göre ikinci yeni bize tam da burada okkalı bir yumruk attı. Annemizin her sabah özene bezene düzenlediği o odaya girip ortalığı altüst etti. (Bizim gibi erkekler çok iyi bilirler o dağınıklığı) Atonal bir sistematiği vardır o kargaşanın. Her şey ortalığa saçılmıştır. Yabancı birine göre burada aradığın şeyi bulmak çok zordur hatta odanın bu durumu saçma ve pistir. Gelgelelim o oda ve o yaşayış biçimi “sadece sana ait olduğu için” aranılan o nesneyi, o imgeyi, o duyguyu; “ellerinle fırlatmış gibi” kolaylıkla bulursun. Çünkü senindir orası. En başından beri senindir. Senin yaşayış biçimin ve senin oyun alanındır. Olumlu veya olumsuz; bireyliğin vurgulanması vardır burada. Benim için İkinci Yeni şiirinde başı ve sonu kapalı kutulardan ziyade “şeyler” vardır. Hani tanrının beden giydirmeyi unuttuğu ruhlar gibi işte. Onun şiirsel derinliği bana göre; -şiiri düğün salonlarından ve akraba ziyaretlerinden uzaklaştırmıştır. El âlem ne der, konu komşu nasıl karşılar bunu, gibi kaygıları yoktur. “Sen nasıl biliyorsan öyle yap, biz daima senin yanındayız dostum” diyen bir iç sestir o. Kendi bildiği doğrular uğrunda ter döken ve öz yolculuğunu başkalarının ağız cambazlıklarına aldırmadan sürdürme cesareti gösterecek insanlar olduğu sürece ikinci Yeni’nin temel seslerini bir şekilde duymaya devam edeceğiz. Tabii bütün bunlardan önce; yukarıda bahsettiğimiz “insana” karşı olmamak lazım. Daha doğrusu duyduğumuz her sese linç etme kültürüyle yaklaşmamamız lazım. Şiir sadece alkışlanır bir şey midir ki? Bir şeyler okuduğunda, bir imgeye daldığında seni rahatsız kere rahatsız eden yanları da olmamalı mıdır? En sevdiğiniz dostlarınız size sadece methiyeler düzenler mi?… Cilalamalar ve kelime diziciliği bu kadar önemli mi? Benim için; duyularımız ve şeylere bakışımız, kendi gözlerimize ve kendi dilimize gerçekten yaklaşma olanağı bulduğumuz anlarda derinleşir. Elbette ötekinin de diline mutlak bir yargıyla yaklaşmadığımız sürece… İmge diye bir şey yok aslında. Hepsi, her şey bizim uydurmamız. Biçimlere ve nesnelere işaretler koyarak ilerliyor, hislerimizle onları evrenin bir yerlerinde kodluyoruz. Şayet ortada bütün bunları kavrama özgürlüğüne sahip bir bilinç yoksa; dilde de,seste de,özde de bir yere ulaşamayız. Sıkı şiir; kendi bilinç dünyasında duyumsadığı evreni, kendi kodlarıyla içine işaretleyen,not tutan bireyin şiiridir. Bence biz İkinci Yeni’nin bıraktığı o güzel mirasa buradan devam edelim…
Eylül 2013
06
2013
Anne ben hıyar mıyım? (Ali Artun)
Ali Artun’un sımsıkı Bienal eleştirisinin tam metnine https://www.e-skop.com/skopbulten/anne-ben-hiyar-miyim/1510 adresinden ulaşabilirsiniz.
14
2013
Önemli Duyuru: “Evvel Fanzin ve taifesi Bienal’e -ve Bienal’le ilgili carta curta filan- açık açık karşıdır/kapalıdır.”
BirGün Gazetesi’nden… (2007)
*
ÖNEMLİ DUYURUDUR!
Son bir-iki gündür “Evvel Fanzin taifesi İstanbul Bienali’yle neden ilgilenmiyor?” şeklinde abuk subuk, cart curt sorular geliyor. Kimse kusura bakmasın: 2007’den bu yana Bienal’e ve böylesi organizasyonlara “açık açık karşıyız/kapalıyız!”
Karşıtlığımızın nedenleri aşağıdaki bağlantılardan okunabilir:
2013:
1-https://haber.sol.org.tr/kultur-sanat/13-uluslararasi-istanbul-bienali-protestolari-gezi-direnisi-ve-sinik-metinler-devrim-bi
2-https://evvel.org/sahte-katarsis2011‘le hiç ilgilenmemişiz zaten :)
2009:
–https://evvel.org/brecht-ayna-bahcesinden-neyi-kurtarabilir-cavit-mukaddes2007:
1-https://evvel.org/iyimserlik-kurbanligi
2-https://evvel.org/kitap-bir-bienal-bir-bilanco
*
“Bir Bienal Bir Bilanço”
Hazırlayan: Cavit Mukaddes
Çekirdek Sanat Yayınları, 2007
Yazarlar; Rafet Arslan, Nazan Azeri, Erkan Doğanay, Müfit İşler, Ekrem Kahraman, Cavit Mukaddes, Özcan Türkmen, Zafer Yalçınpınar, Feyyaz Yaman
02
2013
14
2013
DEVE Dergisi, filan…
Daha önce OT Dergisi’nin ilk iki sayısı hakkındaki olumsuz görüşlerimi açıkça ifade etmiştim. Şimdilerde, OT Dergisi kafasıyla (benzer baskı çözümleriyle ve sağdan soldan iskambillenmiş ünlülerden oluşan bir kadroyla) bir başka dergi daha yayımlanmış: DEVE Dergisi…
OT Dergisi’ne haksızlık olmasın diyedir, Deve’nin “kötülüğü”nden de bahsetmek gerekiyor. OT Dergisi için “sıfıra sıfır, elde var sıfır” dedik. DEVE Dergisi için ise -rahatlıkla- “fasülyenin faydaları” diyebiliriz.
Gerçekten anlamıyorum; gazetelerde ya da edebiyat ortalığında ünlenmiş iskambillerden bir “kültür dergisi yamamak” ve “fasülyenin faydalarından” bahsetmek, kötü şiirler yayımlamak fikri neden ve nasıl bu kadar popüler oldu?
Okuyucudan olsa gerek…
28
2013
Haydi Roni, öp babanın elini. (Can Soyer)
“Şair geçinenlerden Roni” için, bir yazı…
soL taifesinden Can Soyer güzel tokatlamış:
Bkz: https://haber.sol.org.tr/yazarlar/can-soyer/
sen-o-hareketi-basbakana-cekebilir-misin-roni-68948
16
2013
“OT” Dergisi filan…
Metin Üstündağ’ın yürüttüğü “Öküz” ve “Hayvan” adlı dergilerin devamı olarak lanse edilen ya da piyasalandırılan “OT” dergisinin ilk sayısı yayımlandı. Dergiyi aldım, okudum ve büyük bir hayal kırıklığına uğradım.
Üzülerek söylüyorum ki OT, Öküz’den 100 kat, Hayvan’dan da 50 kat daha zayıf bir “duruş” sergiliyor… (Belki de böyle bir “duruş”u kabullenerek, bile isteye yola çıkmışlardır.) “Dönemlerin Retoriği” başlığında olumsuzlanarak ve karşılaştırmalı bir biçimde incelenebilecek son derece zayıf, geçmişiyle çelişkili bir dergi olmuş. İhsan Oktay Anar romanlarında yer alan karakterlerin ünlü çizerlerin kaleminde vücut bulmasını saymazsak, dergide hiçbir “içeriksel” kıymet göremedim. Metin Üstündağ’a -özellikle Ece Ayhan için yaptığı iyilikler kapsamında- saygı duyuyorum. Ancak, bu dergi (OT) böyle devam ederse malesef “otlak” olur. Yani, okunmaz olur.
Özel Hamiş: Dergide “İçimizden Biri” diye bir köşe var: OT taifesi ilk sayıda “Ali Enver Ercan“ı, “İçlerinden Biri” olarak işlemiş. Bence, böyle köşelere itibar da tenezzül de etmemek lazım -Çıracıyan, sana diyorum-. Çünkü biz Enver Ercan’ın -orada yazılanların tersine, gerçekte- ne menem biri olduğunu, neler yaptığını, Türk Edebiyatı’na “olumsuz” etkisini, amacını, görevini filan yıllardır biliyoruz. (Bkz: https://evvel.org/ilgi/enver-ercan)
18
2013
Ödül ya da ceza… İşte bütün sorun bu! (Halit Payza)
John Le Carre, kendi istemi dışında Man Booker Jurisi’nin Onur Ödülü Verilecekler Listesi’ne alınması üzerine, bir açıklama gönderdi. Carre listeden adının silinmesini istiyordu. “Bir ödüle aday gösterilmek kuşkusuz her yazar için büyük gurur kaynağı. Ben bunu reddederek ödülü ya da veren kurumu küçümsüyor değilim. İyi niyetli olduklarını biliyorum ama bu benim yaşam biçimim.” Çok basit, ödüllere karşıydı. Hepsi o kadar. Carre bu açıklamayı The Guardian’a yapma gereksinimini duyumsamıştı.
Jean-Paul Sartre, 1964’te Nobel Edebiyat Ödülü’nü geri çevirdi. Onun da gerekçesi çok basit ve anlaşılabilirdi; Sartre de yaşamı boyunca tüm resmi ödüllere karşıydı.
Yazınsal ödüller dışında diğer ödülleri de geri çevirenler vardı. Le Duc Tho bunlardan biri. 1973’te Vietnam Başbakanı olan Le Duc Tho, ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger ile birlikte barışa yaptıkları katkılardan dolayı Nobel Barış Ödülü’nü kazandıkları açıklandığında, savaşın taraflarından ve sürdürümcülerinden ABD Dışişleri Bakanı ile birlikte aynı ödülü almayı içine sindiremedi ve ödülü geri çevirdi. Le Duc ödülü geri çevirmesinin gerekçesi olarak Vietnam’ın düşürüldüğü durumu gösteriyordu.
Ödüllerin tanrısı olan Nobel için Alfred Nobel’in o farkı yaratan “bir idealist eğilimi en farklı şekilde ifade eden yazara” sözü çok tartışmalıdır. Nesnel hiçbir gerekçesi yoktur. Tanrı buyruğu ya da kral sözü gibidir, ucu açık ve her anlama gelebilir. Salt bu kavram kargaşası nedeniyle Lev Tolstoy, Henrik İbsen “idealist eğilimli” bulunmamış ve asla ödüllendirilmemişlerdir. Ödül kazanamayan yazarlar arasında; Jorge Luis Borges, Bertolt Brecht, Paul Celan, René Char, Anton Çehov, Joseph Conrad, Julio Cortázar, Graham Greene, Aldous Huxley, James Joyce, Nikos Kazancakis, Arthur Koestler, D.H. Lawrence, Arthur Miller, Robert Musil, Vladimir Nabokov, George Orwell, Ezra Pound, Marcel Proust, J.D. Salinger, Tennessee Williams, Virginia Woolf, John Fowles, Lawrence Durrell gibiler vardı. Ödülleri veren siyasal el, yazarları seçen siyasal göz onları “idealist eğilimi en farklı şekilde ifade eden yazarlar” olarak görmemiştir.
Şimdi ödüle geri çeviren yazarlara bir yenisini daha ekleyebiliriz; Javier Marias.
Javier Marias Los enamoramientos (“Âşıklar”) romanıyla Narrativa Ödülü’ne layık görülmüştü.
Marias, İspanyol yazınının en önemli ödülleri arasında olan Narrativa Ulusal Ödülü’nü almayı reddetti. Narrativa Ulusal Ödülü İspanya Kültür Bakanlığı tarafından veriliyordu.
Salt bu bile ödülün geri çevirilişinin gerekçesi olarak kabul edilebilir. İspanya sağ görüşlü, muhafazakâr yapısıyla bilinen Halk Partisi tarafından yönetiliyor. Javier Marias’ın iktidardaki Halk Partisi’nin Kültür Bakanlığı’nca verilen Narrativa Ulusal Ödülü’nü almaması siyasal bir tepki, onurlu bir başkaldırı olarak nitelendirilebilir.
Javier Marias’ın ödülü geri çevirmesinde, Jean-Paul Sartre’nin, John Le Carre’in aynı soylu tutumu da söz konusu olabilir. Marias, “Kurumsal ödüllere her zaman olumsuz yanıt veren biri olarak biliniyorum. Kabul etmiyorum, çünkü babam -Julian Marias- dâhil benim hayran olduğum birçok yazar asla resmi bir ödül almadılar” gerekçesini göstermek gereksinimini duyumsadı.
Ödüllerin veriliş gerekçeleri bütünüyle saçmadır. Hiçbir ödül gerçekten de ödül alanın ne anlattığı algılanarak verilmez. Soyut bir yazınsal etkinlik, somut bir ödülle ne kadar bilinçle ödüllendirilebilir? Her ne kadar soyut yazınsal etkinliğin ürünü olarak yapıt somut bir nesne olarak, hatta giderek kapitalizmin evrensel yasası gereği metalaştırılsa da…
Jorge Luis Borges, Bertolt Brecht, Paul Celan, René Char, Anton Çehov, Joseph Conrad, Julio Cortázar, Graham Greene, Aldous Huxley ya da Arthur Koestler, D.H. Lawrence, Arthur Miller, Robert Musil, Vladimir Nabokov, George Orwell, Ezra Pound, Marcel Proust, J.D. Salinger, Tennessee Williams, Virginia Woolf, John Fowles, Lawrence Durrell anlaşılamadığı, siyasal gerekçelerle aslında anlaşıldıkları gerekçesi ile mi Nobel’ce ödüllendirilmedi?
Başka bir söylemle, Javier Marias’ın da gerekçesinde ileri sürdüğü gibi, oğul Marias’a bu ödülü uygun bulanlar, neden baba Marias’a ödül vermeyi uygun bulmamışlardı?
Javier Marias’ın şu sözü yeterince açıklayıcıdır; “Bu veya başka bir hükümet tarafından kayrılmış bir yazar olarak görülmek istemiyorum”.
Kurumsal ödüller nedir? Neden bir kurum, özellikle de siyasal yapısıyla bilinen, gündelik politikaları iktidardaki bir parti tarafından belirlenen kurumlar, kendi adlarına kurumsal ödüller verir?
Kurumsal ödülü, iktidardaki partinin kahvaltı vermesine indirgemek, ödül verdiğini ya da kahvaltıya çağırdığını ideolojik yapısına bağlamak, en başta o ödülü alana, o kahvaltıya katılana verilmiş ödül değil, ceza olabileceği neden düşünülmez?
Ödül ya da ceza…
İşte bütün sorun bu!
Halit Payza
13. 01. 2013, Aydınlık Gazetesi
02
2013
Necip Fazıl Kısakürek’in Adnan Menderes’e yazdığı gizli mektuplar ve mektuplarda yer alan maddi talepler…
Necip Fazıl Kısakürek’in Adnan Menderes’e yazdığı gizli mektuplar ve Menderes’ten talep ettiği maddi destekler gün ışığına çıktı… Artık kimse, kolay kolay, “yazarlık onuru”ndan filan bahsedemez, diye düşünüyorum. Bu mektuplardan ve mektuplarda yer alan dilden çok utanıyorum. Nasıl desem bilmiyorum, neredeyse yüzüm kızarıyor!
Habertürk Gazetesi’nden Abdullah Kılıç’ın gündeme sunduğu ve 50’li yıllarda Necip Fazıl Kısakürek tarafından Adnan Menderes’e ithafen yazılmış gizli mektuplardan bazı bölümler aşağıdadır:
21 Ocak 1954, “Muhterem efendim”
“Muhterem efendim” diye başlayan mektupta Emniyet Genel Müdürü’ne kovuşturmalarla ilgili gerekli talimatın verilmesini, huzura kabul edilmesini ve kendisine yardım yapılmasını talep ediyor.26 Aralık 1956, “Her şeyi uğrunuza risk ettim”
“Müsteşar Bey’den 2500 lira ve ‘Mecmuanı çıkar da görelim ve sonra yardım edelim’ cevabı aldım. İlk defa bir itimatsızlık sezer gibiyim. Ben parayı alır da mecmuayı mı çıkarmam veya çıkarırım da uygunsuz bir istikamet mi tutarım? Ben ki her şeyi uğrunuza riske etmiş, her defa mükemmel eseri vermiş ve bu kadar tecrübe ve çileden geçmiş bir adamım. Şahsım, kalbim ve kalemim her türlü teminatın üzerindedir.“Sürünmekteyim”
Benim yaptığımı yapanlara hükümetler ve rejimler servetlerini ve nimetlerini yağdırır. Bütün bunlara karşı 15 bin lira zarar çarpıtılmış ve daha nice kasıt ve sabotaja karşı yalnız bırakılmış olarak sürünmekteyim. Haftalardır Ankara’nın bu hücra ve münzevi otelinde cinnet buhranları içinde çırpınmaktayım. Bütün istediğim zarara birkaç bin zamla 20 bin lira temininden ibarettir. Bunca muvaffakiyetten sonra uğratıldığım bu hal ve düştüğüm şeref kırıklığı hayatıma mal olabilir. (…) Artık Necip hakkında olmak mı olmamak mı kararı sizi de üzüntüden kurtaracak şekilde verilmeli ve bu iş bitirilmelidir. Ben kararlıyım ve her şeye razıyım.”14 Ocak 1958, “Hesabı nasıl vereceksiniz”
“Ben hastayım. Şekerliyim. Ayrıca çıldırmak üzereyim. Bütün hastane halime acıyor. Bu vaziyette emrin uzaması benim ölüme ve cinnete terk edilmem demektir. Başıma bir hal gelecek olursa Allah’a, Türk Milletine ve “Allah bir” diyenlere karşı hesap nasıl verecektir. Kadiri mutlakın üzerine yemin ederim ki yalan söylemiyorum, mübelağa etmiyorum, rol oynamıyorum, edebiyat yapmıyorum.”14 Haziran 1958, “10 bin lira lütfedilirse”
Reklam ve sair ihtiyaçlarım için 10 bin lira lütfedilirse… Ayda 6 bin lire tahsis olunursa… Akis, Kim, Form gibi mecmuacıklarla bütün muhalefet matbuatını saf fikirle çürütücü, muazzam bir içtimai ve edebi, ideoloji, bina edici kaalara ve yüreklere nüfuz edici bir mecmua kuracağıma emin olunabilir. Bu da olmazsa tam altı aydır bir tek yardım görmeyen beni vazife günüme kadar her ay muayyen ve mukarrer bir mikyas altında kurmaktan ve göz yaşları içende yalnız ibadet ve mücerret eserler kaleme almaya terk etmekten başka iş kalmaz.”
02
2013
İki “sansür” rezaleti…
Dünyaca ünlü edebiyatçıların eserlerini sansürün bilinçli körlüğüne/karanlığına maruz bırakma olaylarını/girişimlerini esefle kınıyoruz ve ayıplıyoruz:
“Şeker Portakalı” müstehcen oldu!
Bkz: https://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=389916Steinbeck’in “Fareler ve İnsanlar” adlı eserine “sansür” talebi!
Bkz: https://haber.sol.org.tr/kultur-sanat/steinbeckin-klasik-eseri-akpnin-gozunden-kacmadi-fareler-ve-insanlara-sansur-talebi
29
2012
soL haber: “Edebiyatçılardan Sadık Albayrak’a destek için imza kampanyası”
Orhan Pamuk’un savaş kışkırtıcılığına tepki gösteren yazar Sadık Albayrak’a yapılann saldırıya karşı bir imza kampanyası başlatıldı.
Sedat Simavi ödül töreninde, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’a gönderdiği mektupta kullandığı ifadeler nedeniyle Orhan Pamuk’a tepki gösteren yazar Sadık Albayrak’ın saldırıya uğramasına ve savaş kışkırtıcısı Orhan Pamuk’un yapıtının belgeseline ödül verilmesine karşı bir imza kampanyası başlatıldı.
“Savaş Kışkırtıcısı Orhan Pamuk’u ve ‘Sahibinin Sesi’ Olanları Kınıyoruz” başlıklı imza metni şu şekilde:
Edebiyat, yaşamı savunur; doğayı ve insanı tahrip eden, yaşama hakkını yok sayan her yaklaşımı reddeder. Oysa Orhan Pamuk, edebiyatın bu temel niteliğini hiçe sayarak bir süre önce beş kişiyle birlikte Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’a gönderdiği mektupta “ İstifa dışında sizi, aileniz için üzücü olan tek bir yol bekliyor: Saddam Hüseyin ya da Kaddafi gibi ölmek ya da Lahey’de dezenfekte edilmiş bir hücrede ömür boyu hapis…” ifadesiyle yazarlık onurunu ayaklar altına alan bir tehditte bulunmuştur. Bilim, sanat ve siyaset çevrelerinde büyük tepkiye yol açan bu ifadelerden sonra, mektuba imza atanlardan Alman gazeteci, sosyolog ve siyaset bilimci Alfred Grosser, imzasını geri çektiğini açıklamıştır.
Ülkemiz adına üzücü bu tablo ortadayken, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin düzenlediği Sedat Simavi ödülleri töreninde televizyon dalında Demet Haselçin’e “Masumiyet Müzesi” adlı belgeseli nedeniyle ödül verilirken, Haselçin’in Orhan Pamuk’a teşekkür etmesi, haklı olarak tepkilere yol açtı. Tören sırasında tepki gösteren edebiyat eleştirmeni ve yazar B.Sadık Albayrak, Orhan Pamuk için “masum ama savaş kışkırtıcısı” diyerek Pamuk’un bazı yazarlarla birlikte Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’a yazdığı mektubu hatırlattı. “Ödülün, savaş kışkırtıcısı Orhan Pamuk’un eserine istinaden verilmesi kabul edilemez,” diyen B. Sadık Albayrak’ın tepkisi, salon içerisinden de destek görmesine karşın, bir izleyici Albayrak’a saldırmış ve yazar bunun üzerine salonu terk etmişti.
Bir aydın sorumluluğu ve edebiyatçı duyarlığıyla tepkisini demokratik biçimde ortaya koyan B. Sadık Albayrak’a yapılan bu saldırıyı kınıyoruz. Emperyalist güçlere, Suriye’yi işgal çağrısı yapan utanç verici mektubun düzenleyicisi Orhan Pamuk’u, barış ve yaşamı savunan sanatçı ve edebiyatçılar olarak lanetlerken, onun yapıtından yola çıkılarak hazırlanan belgesele ödül verenleri de vicdan muhasebesi yapmaya davet ediyoruz. Çünkü, güzelim ülkemizin hapishanelerini dolduran yüzü aşkın gazeteci, televizyoncu, yazar varken, onların içinden bu süreci değerlendiren belgesellere imza atanlar söz konusuyken, “sahibinin sesi” bir yazarın yapıtının belgeseline ödül verilmesini, ülkemiz aydınına ve sanatçısına haksızlık olarak görüyoruz.
Kazanan, yaşamı savunanlar olacaktır.
(soL – Haber Merkezi)
28
2012
Sadık Albayrak’a destek için imza kampanyası…
“İnsan Okur” adlı web sitesi, Sedat Simavi Ödül töreninde eleştiri hakkını kullanmak isteyen Sadık Albayrak’a karşı gerçekleşen faşizan saldırıyı kınamak amacıyla bir imza kampanyası başlattı. “İnsan Okur” adlı web sitesinde yayımlanan bildiriye ve imza kampanyasına şu adresten ulaşabilirsiniz: https://www.insanokur.org/?p=44109
27
2012
Nâzım Hikmet Kültür Merkezi: ‘Savaş kışkırtıcısının fedailerini kınıyoruz’
Nâzım Hikmet Kültür Merkezi (NHKM) önceki gün The Marmara Taksim Oteli’nde Türkiye Gazeteciler Cemiyeti tarafından düzenlenen Sedat Simavi ödül töreninde yaşananlar hakkında bir açıklama yaptı. Törende, televizyon dalında Demet Haselçin’e “Masumiyet Müzesi” adlı programı nedeniyle ödül verilmesine tepki gösteren edebiyat eleştirmeni ve yazar Sadık Albayrak, Orhan Pamuk için “masum ama savaş kışkırtıcısı” diyerek Pamuk’un bazı yazarlarla birlikte Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’a yazdığı mektubu hatırlatmıştı.
Albayrak’ın tepkisi salon içerisinden de destek görmesine karşın, bir izleyici Albayrak’a saldırmış ve yazar bunun üzerine salonu terk etmişti.
NHKM konuyla ilgili yaptığı açıklamada “Savaş kışkırtıcısı ‘yazar’ı protesto eden B. Sadık Albayrak’a yapılan saldırıyı kınıyoruz” dedi.
Açıklamada şunlar söylendi:
“11 Aralık tarihinde ‘İşgalin öncü kuvveti’ komutanlığına soyunan Nobelli yazar Türkiye aydınlarını temsil etmemektedir başlığıyla bir açıklama yaparak, yanına beş yazarı daha alarak emperyalistlere Suriye’yi işgal çağrısı yapan kişiye ilişkin görüşlerimizi paylaşmıştık. Dünyanın dört bir yanında aydınların protestosuna neden olan ve kimi imzacıların imzalarını çekmeleriyle sonuçlanan tehdit bildirgesi, insanlık adına utanç vesilesi olarak tarihe geçti.”
“Dün (25 Aralık) Türkiye Gazeteciler Cemiyeti tarafından düzenlenen Sedat Simavi ödül töreninde televizyon dalında savaş kışkırtıcısı yazarın kitabına atfen çekilen ve TRT Türk’te yayınlanan Masumiyet Müzesi adlı belgesel ödül verildi. Yazar Sadık Albayrak bu fiyaskoya karşı durduğu için ‘yazar’ın fedailerinin saldırısına uğramıştır.”
“Bir aydın sorumluluğuyla ve olgunlukla tepkisini dile getirmesine rağmen saldırıya uğrayan Sadık Albayrak yalnız değildir. Ne mutlu ki, savaşlara ve işgallere karşı olan aydınlar, gençler, emekçiler ülkemizde çoğunluktadır.”
“Türkiye; işgalcileri, Patriotçuları, NATO’cuları ve onların fedailerini yalnız bırakacak bir birikime sahiptir.”
“Savaş kışkırtıcısının yaptıkları dünyanın dört bir yanında ve ülkemizde tepkilere neden olurken, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin bu kişiye sahip olmadığı bir itibar kazandırmak anlamına gelen bu ödülünü kınıyoruz.”
“Savaş heveslilerine ve işgalcilere karşı cesurca haykıran ‘Bizim’ Sadık Albayrak’a yapılan saldırıyı kınıyoruz.”
(soL-Haber Merkezi)
Ayrıca Bkz: SADIK ALBAYRAK’IN YANINDAYIZ ve HAKLI TAVRINI DESTEKLİYORUZ!
26
2012
SADIK ALBAYRAK’IN YANINDAYIZ ve HAKLI TAVRINI DESTEKLİYORUZ!
The Marmara Oteli’nde düzenlenen Sedat Semavi Ödülleri töreninde, TRT Türk’te yayınlanan “Masumiyet Müzesi“ adlı belgeseli ile ödüle layık görülen ve konuşma yapmak için kürsüye gelen Demet Haselçin, edebiyat eleştirmeni Sadık Albayrak’ın “haklı” tepkisiyle ve eleştirileriyle karşılaştı. Orhan Pamuk’a ve Orhan Pamuk’un son zamanlardaki söylemlerine ilişkin bariz çelişkileri işaret eden bir protesto konuşmasıyla eleştiri hakkını kullanan Sadık Albayrak’a, salondan birinin “Sen de kimsin, çık dışarı!” diyerek fiziksel müdahalede bulunduğu ve saldırdığı görüldü. Albayrak, Orhan Pamuk için, “masum ama savaş kışkırtıcısı” değerlendirmesinde bulunmuştu.
Bugüne kadar dünyadaki “demokrasi yanılsamasından, sahte demokrasiden ve demokrasi keşmekeşinden” en kıyak avantajları elde eden Orhan Pamuk-severleri, “hakiki demokratik eleştiri” hakkını kullanmak isteyen Sadık Albayrak’a saldırarak Sadık Albayrak’ı salondan çıkarmaya çalıştılar.
E V V E L fanzin ve çevresi olarak Sadık Albayrak’ın yanındayız ve Sadık Albayrak’ı destekliyoruz. Tüm ödüllere, ödüllerin veriliş biçimlerine, ödül gecelerine ve kapitalizmin yönetsel kesiminin “al gülüm, ver gülüm” şeklinde yürüttüğü “ödüllendirme sistematiği”ne karşıyız. Biz, Nobel dahil olmak üzere kapitalizmin ödül sistematiğini bir “insansızlık” biçimi olarak görüyoruz. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’ni, özelinde de Sedat Simavi Ödülü organizasyonunu ve o salonda Sadık Albayrak’a sergilenen haksız tavrı onaylarcasına sessiz kalan herkesi esefle kınıyoruz, ayıplıyoruz!
Ayrıca, biz, asıl şunu merak ediyoruz ve ısrarla soruyoruz: “Orhan Pamuk kimdir?”
***
Sadık Albayrak’ın açıklamalarını içeren haber metni aşağıdadır:
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ödül töreninde Orhan Pamuk protestosu yapan ve saldırıya uğrayan yazar Sadık Albayrak, yaşananları değerlendirdi. Albayrak, saldırganı tanımadığını belirtirken, linç tehditleri savuran Pamuk’a ödül verilmesine de tepki gösterdi.
TRT Türk’te yayınlanan “Masumiyet Müzesi” adlı belgesele verilen ödüle tepki gösterdiği için saldırıya uğrayan Sadık Albayrak, saldırıyı ve verilen ödülü değerlendirdi.
NATO sözcüsü gibi davranarak Esad’a ölüm tehdidi savuran bir yazara ilişkin esere ödül verilmesine doğal bir tepki gösterdiğini belirten Albayrak, verilen ödülü kınadığını ifade etti.
Masumiyet kelimesi ve Orhan Pamuk’un isimlerinin yan yana gelmesine karşı gösterdiği tepkiye “çık dışarı” sesleri ve “saldırı” ile yanıt verildiğini belirten Albayrak, bunun AKP iktidarının tavrını yansıttığını söyledi.
AKP’nin kendisini protesto edenlere saldırı ve susturma şeklinde yanıt verdiğini vurgulayan Albayrak, bu saldırının da liberallerin içindeki faşizmi gösterdiğini dile getirdi.
Cezaevlerinde yüzün üzerinde gazeteci bulunurken ödülün böyle bir esere verilmesinin kabul edilemez olduğun belirten Albayrak, daha önce de elinde sahte belgelerle gezen Mehmet Baransu’ya ödül verildiğini hatırlattı.
(soL – Haber Merkezi)
06
2012
Zorunlu Hatırlatma: “Ödüller insansızdır!”
Bkz: https://evvel.org/bir-tekrar-daha-oduller-insansizdir (16 Nisan 2011)
11
2012
Yeni Sinsiyet’in İkbal Ezberi (11 Kasım 2012)
Yeni sinsiyet tipolojisi[1] tarafından kurgulanan tüm enstrümanların birer saat gibi tıkır tıkır işlemesine, cehalet alanının genişleyerek devasa bir cehalet ortamına dönüşmesine, işbu havzadaki dipsizlik duygusunun gün be gün artmasına, tüm yanıltıcı salvoların veya retorik arsızlıklarının[2] “mutlak bilgi”ye bağlanmasına, ortamdaki yandaş-paydaş etkileşimlerinin endüstrileşmiş bir menfaat-sömürü çizelgesinde üssel olarak hızlanmasına ve nihayetinde yeni sinsiyet tipolojisinin oligarşik bir yönetsel katmanda(kulede) müstahkem mevki kazanmasına[3], kısacası, bu kör keşmekeşinin tümüne şahit bulunmanın ya da kalmanın biriktirdiği “susku” korkunçluğunu, “susku” gerginliğini ve “susku” öfkesini nasıl anlatabiliriz?
Bugün, yeni sinsiyet oligarşisinin, cehalet ortamından melanet ortamına uzatmayı bir “performans kritiği” olarak gördüğü kötücül yolculuğunda çok önemli bir ara-döneme geçtiğini bilişsel olarak farketmiş bulunuyoruz. Bu ara-dönemi ve kuruluş aşamasındaki havzayı bir “mezalim ortamı” olarak tanımlayabiliriz. Mezalim ortamı, cehalet ortamının yürütücüsü olan yeni sinsiyet tipolojisinin seçkinlik arayışını -ve buluşunu- tamamladığında (yani, yaygın bir tipolojiden, “kendince niteliksel” sınırları olan bir müstahkem mevkiyle örülmüş, kulevari bir oligarşiye dönüştüğünde) geride bıraktığı alandaki -aşağıdaki- yıkıntının genel görünümüdür. Bu yıkıntıyı yürütmek, cehalet ortamını yürütmekten daha zordur: -ki zaten “kule”nin inşasında da bu yönetsel zorluk belirleyici olmuştur.
Yeni sinsiyet oligarşisinin ikbal günlerini ritimleyen ve ritimleyecek olan cehalet ezberinin, “mezalim” ortamına da hâkim kılınması için -aşağıda iş görecek, retorik arsızlığını ve pirusvari kazanımları sürdürecek- yapay (belki de ithal) bir “karşıtlığı” da “işler” hâle getirmesi, birincil adım olarak tasarlanmıştır. “Yapay karşıtlığın” enstrümanları ve işbirliği sistematiği, yeni sinsiyet tipolojisinin kullandıklarının azamileştirilmiş çeşitlemeleridir. Ancak, varılan ve varılacak sonuçlar (pragmalar) yeni sinsiyetin ulaştığı menfi hedeflerden çok da farklı değildir, olamaz. Çünkü yeni sinsiyet buna izin veya icazet vermez. Önünde sonunda, yeni sinsiyet oligarşisinin havzaladığı mezalim ortamı, özel bir “sürdürülebilirlik” projesidir: Menfi gaddarlığın şiraze olduğu bir ticarileştirilmiş gelecek projesi…
Mezalim ortamının en belirgin enstrümanı, bireyler üzerinde yarattığı “panoptik gözetlenme” duygusudur. Bu duygu, “hakikat”in üzerinin örtülmesinin insan evlâdında yarattığı ve özüne ters gelen “baskı” parafazıyla benzerdir. Her türlü “özgürleşme” duygusunun üzerine yeni sinsiyet kulesinin korkutucu gölgesi vurmakta ve henüz doğuş anında -o eşsiz anın kutsallığında- “özgürleşme” duygusu karartılmaktadır. Hakikat ile hakaretin yer değiştirmesi, yalanın “sahi” yerine kullanılması, ışığın karanlığa terkedilmesi, görüşsüzlük, sisleme, cehalet ortalamasına hizmet eden her türlü aldatmaca ve hilebazlık, yandaş-paydaş etkileşimlerindeki haysiyetsizlik, liyakatsizlik ve tözsüzlük yeni sinsiyetin kendi geleceği için tasarladığı “emniyet müşirleri”dir. Mezalim ortamındaki çelişkin içeriksizlik sürdükçe, yeni sinsiyet oligarşisi, “insandan çok eşyaya benzeyen”lerden oluşan bir “melanet ortamı” yaratmanın “sürdürülebilirliği” için ikbal ezberine ve bu doğrultudaki riyaziyeyi işletmeye devam edecektir.
Mahkûm olduğumuz mezalim ortamının fetbazlarına karşı, insanlığımıza, kalb ve vicdan yolundaki hakikat arayışımıza sahip çıkmaktan başka çaremiz yoktur. Çünkü karakterimizi çevreleyen hak dirayeti (haklılığın inadı) öyle bir gayrettir ki riyaziyesi hâlâ bulunamamıştır. Zaten, ikbal ezberlerinin riyaziyede bir karşılığı da yoktur. Üstelik, coğrafya da tarih de ilim de şiir de bize bunu göstermiştir.
Ve gösterecektir.
Zafer Yalçınpınar
11 Kasım 2012, İstanbul
[1] Bkz: “Yeni Sinsiyet ve Bazı Enstrümanları”, https://zaferyalcinpinar.com/i21.html
[2] Bkz: “Yeni Sinsiyet Tipolojisi’nin ‘Biz’ Söylemi ve Retorik Arsızlığı”, https://zaferyalcinpinar.com/i22.html
[3] Bkz: “Yeni Sinsiyet’in Seçkinlik Arayışı”, https://zaferyalcinpinar.com/i23.html
Hamişler:
1. İşbu yazının pdf dokümanı biçemine https://zaferyalcinpinar.com/yenisinsiyetikbalezberi.pdf adresinden ulaşabilirsiniz.
2. Yeni Sinsiyet Tipolojisi’ne karşı kaleme alınan yazıların ve sergilenen tavırların tüm envanterine https://yenisinsiyet.evvel.org adresinden ulaşabilirsiniz.
3. Ayrıca bkz: https://evvel.org/ilgi/davali
01
2012
Açlık Grevlerine İlişkin Açıklama
Açlık grevlerine ilişkin olarak P.E.N. Türkiye Merkezi Başkanı Tarık Günersel’in 1 Kasım 2012 tarihindeki açıklaması aşağıdadır:
19
2012
Karşıyız!
E V V E L, hakikati “hakaret” olarak göstermeye çalışan yeni sinsiyetin muhterislerine karşıdır!
Edebiyat ve Sanat Oligarşisine Karşıyız!
Bkz: https://evvel.org/evvel-fanzin-tum-edebiyat-kahyalarina-karsidir
26
2012
Yalınayak Yazıdır (Kanat Atkaya)
Kanat Atkaya, 26 Temmuz 2012 tarihli köşe yazısında orta şiddetli bir tepki koymuş:
https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/21068993.asp?yazarid=25&hid=21070149
10
2012
55 Yıldır Yeniden Ölen Adam: “Sait Faik”
S.H. Dergisi: Sait Faik sağ olsaydı, kendi adına kurulan bu armağanı üç yıldan beri kazananlar için ne derdi?
Ece Ayhan: Sait Faik sağ olsaydı, herhalde; “Yahu teselli mükafatı mı bu?” derdi.Mart-Nisan 1957 tarihli “Seçilmiş Hikâyeler” dergisinde yer alan “Sait Faik: Her Yıl Yeniden Ölen Adam” başlıklı dosyayı tekrardan yayımlıyoruz. Dosyanın tam metnine https://zaferyalcinpinar.com/olenadamsaitfaik.pdf (18 Mb.) adresinden ulaşabilirsiniz.
Salim Şengil’in yönettiği “Seçilmiş Hikâyeler” adlı derginin Mart-Nisan 1957 tarihli 62. sayısı çok önemlidir. Önemlidir çünkü modern edebiyat tarihimizde ilk kez kayda değer şekilde -dimdik durarak, topluca ve ayağa kalkarak- bir edebiyat yarışmasının(armağanının) sonucuna ve dağıtımındaki haksızlığa karşı çıkılmıştır. Salim Şengil ve “Seçilmiş Hikâyeler” dergisi çevresinde yer alan yazarlar, 1957 yılının “Sait Faik Hikâye Armağanı”nın adil bir şekilde dağıtılmadığına işaret etmişlerdir; derginin 62. sayısı “Sait Faik: Her Yıl Yeniden Ölen Adam” adında oylumlu bir dosyaya ayrılmıştır. Salim Şengil ve arkadaşlarının iddiası; 1954-57 yılları arasında Sait Faik Hikâye Armağanı’nın Varlık Dergisi çevresindeki yazarlara haksız bir şekilde dağıtıldığı yönünde eleştirel bir bakış içeriyor. Dosyanın başında Salim Şengil’in açıklaması ve Seçilmiş Hikâyeler dergisi çevresinin “Sait Faik Hikâye Armağanı”ndan çekilişinin, ayrılışının öyküsü ile açık/sert bir mektup yer alıyor. Ardından konuya ilişkin olarak Attila İlhan‘ın “İş İştir”, Burhan Arpad‘ın “Sait Faik Adına Saygı Gerekir”, Tevfik Çavdar‘ın “Varlık Sanat Tekeli” ve Orhan Duru‘nun “Maskeli Balo” adlı ağır eleştiri yazıları yer almaktadır. Ciddi haksızlıklara karşı yayımlanan bu dosyada kısa bir soruşturma da gerçekleştirilmiş… Soruşturmaya Fikret Otyam, Ece Ayhan, Çetin Altan, Suat Taşer, Tarık Buğra, Mehmed Kemal, Sabahattin Batur, Vüs’at O. Bener, Baki Kurtuluş, Nezihe Meriç, Muzaffer Erdost, Güner Sümer, Tarık Dursun K., Orhan Duru, Tevfik Çavdar, Celâl Vardar, Sevgi Batur, Şükran Özkutlu, Can Yücel, M. S. Arısoy, Mahmut Makal ve Tektaş Ağaoğlu cevap vermiş. Soruşturma cevaplarının çoğu Sait Faik Hikâye Armağanı’nda yaşanan haksızlığı işaret ediyor…
Seçilmiş Hikâyeler dergisinin 1957’de sergilediği “karşı duruş ve haklı tepki” bize şunu göstermektedir: “Günümüzdeki hakkaniyetsiz edebiyat yarışmaları, edebiyat oligarşisi, edebiyat kâhyaları, üleştirmenler ve ödüllendirme sistematiği arasındaki habis birliktelik “yeni” bir şey değil… Yeni olan şey, söz konusu habis birlikteliğe tepkisiz kalışımız…”
Sonuçta, Evvel fanzin kapsamında (sözkonusu edebi ayaklanmadan tam 55 sene sonra, yani 2012 yılında) herkese ibret olsun diyedir, “Seçilmiş Hikâyeler” dergisinin “Sait Faik: Her Yıl Yeniden Ölen Adam” başlıklı dosyasını tekrardan yayımlıyoruz. Dosyanın tam metnine https://zaferyalcinpinar.com/olenadamsaitfaik.pdf (18 Mb.) adresinden ulaşabilirsiniz.
Sahicilikle
Zafer Yalçınpınar
Hamiş: 55 yıl sonra, günümüzde, hâlâ aynı yerde saydığımızı görmek beni üzüyor. Hâlâ aynı kifayetsiz muhterisler, üleştirmenler ve edebiyat kâhyaları, benzer edebiyat armağanlarını ya ele geçirmiş durumdalar ya da manüple etmekteler… “Varlık” sebepleri bu olsa gerek!