Foto: Zy
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “3. Dalga” ilgilerine https://zaferyalcinpinar.com/blog/?tag=3-dalga adresinden ulaşabilirsiniz.
Foto: Zy
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “3. Dalga” ilgilerine https://zaferyalcinpinar.com/blog/?tag=3-dalga adresinden ulaşabilirsiniz.
(…)ve belki hepsinden önemlisi, tüketici değil, üretici olacaktır. Ünlü “Batılılaşma” yenilgimizde belki en ağır yanılma, kültürü bir “şey”, bir “mal”, bir “ürün” sanmamız olmuştur. Böyle olunca sırtlanıp götürülebilirdi kültür. Ya da hazıra konabilirdik. Getirirdik, satın alırdık, rafa korduk, tepe tepe kullanırdık.(…) Oysa ki ismi üstünde, kültür bir üretimdir. Kültür sürekli bir eylem, bir çalışma, bir çabadır, bir “iş”tir. Batı’nın da Doğu’nun da yöntemleri, deneyleri, uygulamaları bizim için önemli, yine de hiçbiri kendi kültür eylemimizin yerini tutamaz; değil mi ki kültür organik bir olgudur…
(…)Doğruyu yanlıştan ayırma, süzme eylemi, diyalektiği kullanmasını bilmemize bağlı. Bunu yapabildiğimiz, becerdiğimiz ölçüde kültüre ve bilime bir “katkı” söz konusudur.
Şu halde kültürde emperyalizm nerde başlıyor, nerde bitiyor? Emperyalizm, yabancı kültürün toptan, hazmedilmeden, süzülmeden zorlanma siyasetindedir. Ulusal kimliğimizi ezmeye çalıştığı ölçüde her kültür emperyalisttir. Bu alanda saldırı dışarıdan gelebileceği gibi, içerden de gelebilir.(…)Bu iç yardakçılara “kültür komprodorları” diyebiliriz. Emperyalist tutuma karşı en iyi savunma, yönteme yöntemle, kitaba kitapla, olumsuz sanat eserine karşı olumlu sanat eseriyle karşı çıkmamızdır. Hazıra konuculara, kültür komprodorlarına karşı koymalıyız. (…)
Abidin Dino
“Kültür Emperyalizmi”, Ataç Yayınevi Toplumbilim Dizisi, 1967, s.40-41
Godard’ın ilginç söylemi; “Artık herkes auteur…”
Bkz: https://www.ntvmsnbc.com/id/25232509/
Nâzım Hikmet: (…)”Kafatası” adlı eserimde ele aldığım birinci tez şu: Kapitalizm, ekonominin gelişmesinde öyle bir aşamaya varır ki, bu son aşamasında yalnız cansız eşya değil, fakat aşk, sanat, ilim ve benzeri gibi şeyler de tıpkı kundura, diş macunu, kumaş ve traktör gibi piyasaya bağlı, üzerinde ticari işlemler yapılan birer meta, mal haline gelirler. Bu aşama ekonominin, tröstler, hava ve deniz yollarının, borsaların uluslararası olmaya başladığı bir merhaledir.(…) Bu piyeste yer alan kahramanlarım, ulusal özellikleri soyutlanmış, bireysel psikolojilerinin ayrıntıları üçüncü plana alınmış, tarihin gelişimindeki belirli bir uluslararası dönemin, aşağı yukarı bugün her kapitalist memlekette yaşayan tiplerdir. Bunlar arasındaki ilişkiler de böyledir.(…)
Ahmet Rıdvan’ın Nâzım Hikmet’le gerçekleştirdiği söyleşiden…
Darülbedayi Dergisi, Mart 1932
Komşu binada ferah pencereler
Akşamları, akşamları
Gıcırtıyla açılıyor dalgın sürgüler,
Kalabalık süzülüyor kapılardan.
Ve kapılar boğulasıya kilitli
Duvar üzerinden, duvar üzerinden
Hareketsiz biri, simsiyah biri
İnsanları sayıyor sessizlikte.
(…)
Aleksandr Blok
Çev: A. Yaran
(…) Bir zorbayı koruyanlar, atlılar, piyadeler, ordular değildir; onları koruyanlar(inanılması zor bir gerçek ama) daima onları destekleyen ve bütün ülkenin ona itaat etmesini sağlayan dört ya da beş kişidir. Her zaman böyle olmuştur; beş ya da altı kişi, zorbanın kulağıdır ve kendileri yaklaşırlar ona veya vahşetlerinin suç ortakları, zevklerinin yoldaşlar ve vurgunlarının ortakları olarak zorba tarafından davet edilirler. Bunlar efendilerini öyle bir eğitirler ki bu zorba, topluma karşı sadece kendi kötülüğünü değil onların kötülüklerini de yapar. Bu beş altı kişinin elinde beş yüz, altı yüz kişi vardır ve bunlar zorbayı yozlaştırdıkları kadar bu insanları da yozlaştırır. Bu beş altı yüz kişi, beş altı bin kişiyi kendilerine bağlar. (…)
Hekimlerin söylediklerine göre, bedenimizde hiçbir değişiklik gözükmemesine rağmen tek bir yerimizde tümör çıktığında, bedendeki her şey bu kötü bölgeye doğru yönelirmiş. Aynı şekilde, bir kral zorbalığını ilan eder etmez krallığın bütün kötü unsurları, bütün döküntüleri, yani toplumda iyilik de kötülük de yapamayacak olan düzenbazlar, yüzsüzler değil, hırslarının ve açgözlülüklerinin kurbanı olanlar ganimetten pay almak ve büyük zorbanın emrinde küçük zorbalar olmak amacıyla bu kralın çevresinde toplanır. (…) Böylece zorba, uyruklarını bir bir köleleştirir.(…) Zorbanın emirlerini yerine getirmek yetmez onun ne istediğini de düşünmek gerekir ve hatta çoğu zaman onu tatmin edebilmek için çevresindekilerin kendi zevklerinden vazgeçmeleri gerekir. Ona itaat etmekle bitmez iş, eğlendirmek de gerekir zorbayı; zorbanın işlerini görürken kırılmaları, düşmeleri, sıkılmaları, üzülmeleri gerekir ve madem ki bütün zevkleri zorbanın zevkinden ibarettir, kendi zevklerini onunkine feda etmeleri gerekir, karakterlerini zorlamaları, kendi doğal durumlarından kurtulmaları gerekir. Zorbanın konuşmalarına, sesine, bakışlarına, hareketlerine dikkat etmeleri gerekir. Mutlu yaşamak bu mu? Hatta yaşamak mıdır bu? (…)
ÉTIENNE DE LA BOÉTIE
Gönüllü Kölelik Üzerine Söylev’den.. (1836)
Çev: İsmail Yerguz, “Yeni” Dergisi, Sayı:3, Bahar 2011
“RE-DEJENERASYON”
Sanatorium
4-7 Mayıs 2011
Rejenerasyon… Bir canlıda gerçekleşen doku kaybı sonrasında, aynı cinsten ve aynı değerden hücrelerin çoğalarak eksilen hücrelerin yerini doldurması. Elbette bu tanımlama şunu da işaret etmekte: Rejeneratif bir süreç, dejeneratif bir sürecin sonucudur. Tıptan bilgisayar yazılımlarına, kentsel dönüşümden ekolojiye ve bilimden teolojiye çok geniş bir yelpazede ele alınan bu konu dahilinde olay şu şekilde gelişir: Önce yapı, bir bozulma ve yıpranma dönemine girer, fakat tam bu anda içindeki bazı negatif unsurları bünyesinden atmaya başlar. Eğer bu süreç başarılı olursa “yeni” oluşum dejenere dokunun içerisine yerleşir ve dejenerasyon–rejenerasyon döngüsü sağlanmış olur.
Rejeneratif süreç bu bağlamda sanatta çoklu okumalara açıktır: Sanat tarihi “sınırları ihlal etmenin” tarihiyse eğer; o zaman sürekli ele alınan bir tema ekseninde üretilen çalışmaların, aslında tam da konuyu dejenere ettikleri, bozdukları iddia edilebilir mi? Sanat, bazı imgeleri yozlaştırır mı? Bunun sonucunda o yapı bozulur/yozlaşır, fakat bunun aksine dejenere bir süreç dahilinde sisteme yeni bir önermeyle enjekte edilerek rejenerasyon sürecine girer mi? Peki eğer sisteme referans verilmeyen bir ironik kayıtsızlık hali sürdürülürse, yapı asla kendisini yenileyememe durumuna girerek “kendi yıkımının” bir parçasını da kendi içinde taşımaz mı?
Bu sorgulamalar ekseninde Yeni Anıt, Elif Çelebi, Orhan Cem Çetin, İnsel İnal, Ferhat Özgür Çağrı Saray ve Rıfat Şahiner ; Fırat Arapoğlu küratörlüğünde “Re/DeJenerasyon” sergisinde 4-17 Mayıs 2011 tarihleri arasında Sanatorium’da sanatseverlerle buluşacak. Etkinlik dahilinde 10 Mayıs saat 17:00’de moderatörlüğünü Can Ertaş’ın yapacağı, bir proje olarak Yeni Anıt ekseninde Ferhat Satıcı’nın “Doppler Etkisi: 2010 Offspace Odyssey” başlıklı konuşması ve 14 Mayıs saat 17:00’de moderatörlüğünü Guido Casaretto’nun üstleneceği sanatçı Orhan Cem Çetin’in “Konuşma, İş Yapıyorum” adlı performans ve konuşması gerçekleştirilecek. (Basın bülteninden…)
Sanatorium Sivil Sanat İnisiyatifi
İstiklal Cad. Postacılar Sok.
No:6/A Beyoğlu / İstanbul
(…)Basit özerk otorite imgeleri farklı bir biçimde yeniden üretilir.
Basit özerkliğin anlamı, uzman bir kişinin yalnızca, gene uzman meslektaşları tarafından anlaşılması demektir. Astlarından hiçbiri onu sorgulamayı bilemez. Uzman otoritelerin emirleri zincirin halkaları boyunca ilerlerken, “onlar” -yani otoriteler- en iyi kararı vermiştir, denir. (…)
Modern kuruluşlarda otorite imgelerinin gerisinde yatan denetim genellikle maskelenmiş durumdadır. Çıplak iktidar dikkati üzerine çeker, etkileme yoluyla gerçekleştirilen denetim ise dikkati çekmez.
En abyme, yeniden ürettikleri imgeleri değiştiren yansımaları nitelemektedir.
(…)Özerkliği olan kişiler kendi kendilerini duvarla çevirmiş görünürler; önerdikleri bir şey olmadığı için aldatmaları da söz konusu değildir; ancak konu bu da değildir. Özerk kişinin nüfuzu bürokratik bir tarzda psikolojik manipülasyon biçimlerine dönüştürülebilir. Bir örnek olarak, özerk kişi, özgürlüğün ne olduğuna ilişkin yanıltıcı bir görünüm sunar. O, başkalarına bağımlı olmaktan kurtulmamıştır; yalnızca, başkalarıyla karşılıklılık temelinde ilişki kurmaktan kurtulmuştur. (…)
Bir tertip olmaksızın gerçekleşen aldatma ya da aldanmaya “yanılsama” demek daha doğrudur. Yanılsamalar, davranış ve tutum biçiminde sistemli olarak yayılır; efendiler ve uşakların ortak yanılsamaları olabilir. (…)
Otorite konusunu işleyen modern edebiyat yapıtlarının çoğu -Orwell’in 1984’ünden Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sına kadar- özgürlüğün, otoritenin büyüsünden kurtulmak olduğu inancını ortaya koymaktadır.(…)
Gözle görülür ve anlaşılır otoriteye duyulan inanç, kamu dünyasının pratik bir yansıması değildir; bu dünyaya yöneltilen, hayal gücüne dayalı bir taleptir. İktidarın hem insanların bakımını üstlenmesini hem de kendisini kısıtlamasını istemek gerçekdışıdır ya da en azından, efendilerimizin bize aşıladığı fikir budur. Bununla birlikte, otoritenin kendisi de yapısı gereği hayal gücünün bir ürünüdür. Otorite somut bir şey değildir; başkalarının gücünde, somut gibi görünen bir sağlamlık ve güvenlik arayışıdır.
Richard Sennett
“Otorite”, Çev: Kamil Durand, Ayrıntı Yay. 2. Baskı, ss.202-210
Mete Sancaktaroğlu’nun “Gördüğüne İnanma!” başlıklı sergisini dün ziyaret ettim. Sancaktaroğlu, kitle medyasının bilindik fenomenlerini defter sayfalarında redakte ediyor. Sıkı bir “görüngü eleştirisi” olarak içselleştirdiğim bu sergiden çok etkilendiğimi de özellikle söylemeliyim. Sergide, kitle medyasından alınmış kupürler ve söylemler, “gerçek” düzlemine getirilmek adına defter sayfalarına mıhlanmış. Sancaktaroğlu, kitle medyasına hâkim görüngülerin emeğe, adalete, gerçeğe, sanatsal imgeye, şiirselliğe ve ideolojik bilgiye olan uzaklığını eserleriyle eleştirel bir biçimde düzeltiyor. Ben, Sancaktaroğlu’nun defterlerini, 2000’lerde öne çıkarılan ve kitlelere tüketim unsuru olarak sunulan çeşitli bileşenlerin hem tipolojik hem de sosyolojik bir “söylem analizi” olarak okuyorum ve bu kapsamda sergiyi ziyaret etmenizi öneriyorum. Sergi, 9 Mart’a kadar Kadıköy – KargART’ta devam edecek… (Zy)
Nazım Hikmet Richard Dikbaş
“Yeni Eğlenme ve Dinlenme Biçimleri”
GALERİ NON /28 Ocak – 12 Mart 2011
Dikbaş’ın “Yeni Eğlenme ve Dinlenme Biçimleri” adlı sergisi dış çevre algısının muhtemel çöküşünü duyuruyor ve içsel algıda yeni bir aydınlanma döneminin başlangıcını müjdeliyor.
Sergide yer alan bazı eserlerin görüntülerine ve ayrıntılı bilgiye https://galerinon.com/tr/nazim-hikmet-richard-dikbas-2 adresinden ulaşabilirsiniz.
Otorite’ye inanmama özgürlüğüne sahibiz. (…) Bu redde neden olan, egemen otorite imgeleridir. Bir kutupta, apaçık yanlış olan şu görüşe dayalı paternalist otorite imgesi vardır: Otorite, efendinin kendisine bağımlı olanlara, ona minnet duyup boyun eğmeleri karşılığında, çıkarlarına uygun düştüğünde ve kendi koşullarında ilgi göstermesidir. Diğer kutuptaki otorite imgesi “Senin bakımını üstleneyim” tarzındaki her türlü iddiadan uzaktır. Bu, kendi kendisinin bakımını üstlenen bir kişi imgesidir. Bu kişi, kendine hâkim oluşunu, diğer insanlara kayıtsızlığıyla ya da kendini onlardan uzak tutuşuyla gösterir; bağımlı olanlar açısından en şiddetli kişisel redlerin duygularına yol açmasına karşın bu süreç yanlış olarak “gayrişahsi davranış” diye adlandırılır. Otoriteler, iktidarı elinde tutan ve herkesin gördüğü kişiler olmak yerine etkiyi biçimlendiren kişilere dönüştükçe, bu reddedişlerin kaynağı olan kişiler, yani başkalarına karşı sorumluluğu olan ve onlarla yüz yüze iş yapması gereken somut kişiler, modern bürokrasi içinde gitgide daha gizli bir nitelik kazanmaktadır. Bu durumda otorite, başkalarına karşı sorumlulukları olmayan otoriter bir varlık, yüz yüze iş yapmayan bir etki tüccarı olmaktadır. Hükümleri hem katı hem keyfi olan bir hâkimdir: “Bakış meselesi”. Onu özgür kılan şeylerden biri de budur.(…)
Richard Sennett
“Otorite”, Çev: Kamil Durand, Ayrıntı Yay. 2. Baskı, ss.130-131
Karga Mecmua‘nın “Nesil” konulu 43. sayısında yayımlanan “Nesillerin Geleceği” adlı yazıya https://zaferyalcinpinar.com/k21.html adresinden ulaşabilirsiniz.
(…)
Tüketici-seyirci-yurttaşın nasıl ilerici siyasetten uzaklaşıp daha edilgen duruma yöneldiğini ele alacağım. (…)Bu liste hiç de geniş kapsamlı değil; ama her unsurun kaynağı, doğrudan doğruya,yeni kapitalizm kültüründe yatıyor.
Tüketici-seyirci-yurttaşa ürün platformlarına benzer siyaset platformları ve altınla kaplanmış farklar sunulur; ondan “insanın eğri büğrü bir odundan yapılmış olduğunu” hesaba katmaması ve daha kullanıcı dostu politikalara itibar etmesi istenir.
(…)
İş dünyasında olduğu gibi siyasette de bürokrasiler bir yandan yurttaşlarının sorumluluğunu almayı reddederken bir yandan da iktidarı artan bir şekilde merkezileştiriyor. İktidar ile otorite arasındaki bir ayrılma diyasi açıdan hiçbir suretle ilerici değil. (…) Yeni kurumsal düzen, kendi aldırmazlığını çevredeki bireyler ya da grupların özgürlüğü olarak etiketleyerek, sorumluluktan sıyrılıyor; yeni kapitalizmden türeyen siyasetin kusuru aldırmazlık.
(…)
En basit siyasi altın kaplama biçimi, simge enflasyonudur. Britanya’da, köpeklerle tilki avı yapılmasına izin verilip verilmeyeceği konusunda siyasi partiler karşıt fikirleri tutkuyla savunuyorlardı; Birleşik Krallık Yüksek Mahkemesi’nin kurulması konusunda on sekiz saat tartışılmışken, kısa süre önce bu av meselesine yaklaşık yedi yüz saat parlemento mesaisi harcandı. Simgesel ıvır zıvır enflasyonunun yeni bir tarafı yok; yeni olan, ürün reklemı ile siyasi davranış arasındaki uyum. Siyasi kişiliklerin pazarlanması gittikçe sabun pazarlamaya benzer hale geliyor; reklamcılar küçük farkların üzerine kaplanan altının halkın dikkatini çekmesini bekliyor. (…) Siyasetçi, niyetleri, arzuları, değerleri, inançları, beğenileri kendinde cisimleştiriyor -bu, yine, iktidarı sorumluluktan ayırma etkisine sahip.
(…)
Mevcut gerçekliği askıya alma şekli, yetenek arayışında, sınavvı hazırlayanın dikkati fiili başarıdan farazi kapasiteye kaydırdığında meydana geliyor. Tüketimde de aynı şey geçerli…
(…)
Yurttaşlar modern tüketiciler gibi davrandığında zanaatçı gibi düşünmeyi bırakırlar. Bu endişe politika saptayıcıların dikkatsizliğini tamamlar; fakat daha inceden inceye; tüketici olarak yurttaş, siyasi meseleler anlaşılması güç ya da anlaşılmaz hale geldiğinde, ilgisini kesebilir. (…) Kullanıcı dostu kavramı demokrasiyi keşmekeşe çevirir. Demokrasi, yurttaşların etraflarındaki dünyanın nasıl işlediğini anlamak için bir miktar çaba harcamaya istekli olmasını gerektirir. (…) Demokrasi, tüketimi örnek aldığında, kullanıcı dostu hale geldiğinde, bilme isteği yok olur. (…) Enformasyonun boğucu miktarda olması “masum” bir sorun değildir. Büyük miktarlarda ham veri siyasi bir gerçek yaratır: Hacim arttıkça denetim merkezileşir. (…) Bu enformasyonun hacmi arttıkça alıcı enformasyona daha az tepki verebilir, hatta enformasyonu yorumlamayı bırakabilir.
(…)
Yeni kapitalizmin kültürü tek tek olaylara, bir seferlik işlemlere, müdehalelere ayarlıdır; oysa ilerlemek için, bir politikanın süregiden ilişkileri geliştirmesi ve deneyim biriktirmesi gerekir. Kısacası, yeni kültürün ilerici olmayan sürüklenişinin nedeni, yeni kültürün zamanı şekillendiriş biçimidir.
Richard Sennett
“Yeni Kapitalizmin Kültürü”, Çev. Aylin Onacak, Ayrıntı Yay., 2009, s. 111-124
Ulus Atayurt’un sıkı yazısına https://birdirbir.org/blog/2010/09/11/yapisal-bir-sorun-bono/ adresinden ulaşabilirsiniz. Ulus’un yazısı yeni kapitalizmin hileli tipolojisi hakkında çok önemli bilgiler de içeriyor…
Ardiye’den…
By Zy
Ayrıca bkz: https://zaferyalcinpinar.com/kendinianlatan/kendinianlatan.html
Potansiyel kabiliyetle ilgili yargılar, başarıyla ilgili yargılardan daha kişisel bir niteliğe sahiptir. Bir başarı, toplumsal ve ekonomik koşulları, şansı, benlikle birleştirir. “Sende potansiyel yok” demek, “beceremedin” demekten çok daha kahredicidir. Kim olduğunuzla ilgili çok temel bir iddiada bulunur. Daha derin bir işe yaramazlık anlamı taşır.
(…)Young’ın anladığı şekliyle meritokrasi hem bir fikir, hem de bir sistemdir; bu sistem kurumun, bir kez yargılanmış bir insana aldırmazlığı üzerine kuruludur. (…)
Esnek bir şirketin gerektirdiği sosyal beceri, kısa ömürlü ekipler içinde başkalarıyla, tanıma fırsatına sahip olmayacağımız başkalarıyla, iyi çalışma kabiliyetidir. Ekip dağıldığında ve siz başka bir gruba girdiğinizde, bu yeni ekip arkadaşlarıyla mümkün olduğunca hızlı bir şekilde işe koyulmanın bir yolunu bulmanız gerekir, çözmeniz gereken problem budur. Potansiyel kabiliyetin sosyal ifadesi, “herkesle çalışabilirim”dir. (…)
Bu ideal benlik nitelikleri bir kaygı kaynağıdır çünkü işçi kitlesini güçsüzleştirir. Bu nitelikler işyerinde sadakat ve enformal güven açısından sosyal eksiklikler üretir, birikmiş deneyimin değerini aşındırır. Şimdi, bunlara, kabiliyetin içinin boşaltılmasını eklememiz gerekiyor.(…)
Geçmişteki başarıya bakmaktansa büyüme potansiyelinin peşine düşen yetenek arayışı, esnek şirketlerin tuhaf koşulları için biçilmiş bir kaftandı. Bu şirketler aynı araçları daha büyük bir amaç için, hem bireyleri elemek, hem de teşvik etmek için kullandı: İnsanlar arasında yapılan bu haksız kıyaslama son derece kişisel hale geldi.
Richard Sennett
“Yeni Kapitalizmin Kültürü”, Çev. Aylin Onacak, Ayrıntı Yay., 2009, s. 83-93
(…)Zanaatçılık çoğunlukla el işçiliği için kullanılan ve bir keman, saat ya da çömlek yapılırken kalitenin amaçlandığını gösteren bir terimdir. Ama bu fazlasıyla dar bir bakış açısı. Zihinsel zanaatçılık diye bir şey de var, anlaşılır bir şekilde yazma çabası buna ötnek gösterilebilir; sürdürülebilir bir evlilik yapmak toplumsal zanaatçılık olarak görülebilir. O halde zanaatçılığın kapsamlı bir tanımı şöyle yapılabilir: Bir şeyi o şeyin kendisi için yapmak. Öz-disiplin ve öz-eleştiri tüm zanaatçılık alanlarına sıkı sıkıya bağlıdır. (…) Nesneleştirme bu anlama gelir: Kendi içinde anlamlı bir şey yapmak. (…)
Ne var ki, kısa vadeli işlemler ve sürekli değişen görevler üzerine kurulu olan kurumlar bu derinliği üretmez. Hatta şirket bundan korkabilir; buradaki yönetim şifresi içe doğru büyümedir. Sırf bir etkinliği doğru yapmak için o etkinliğin derinlerine inen kişi, diğerleri tarafından, tek bir şeye saplanmış, yani içe doğru büyümüş kabul edilir; ve zanaatçı için saplantı aslında gereklidir. Bu kişi, kaşla göz arasında konup kalkan ve asla yuva yapmayan modern danışmanın tam tersidir. Dahası, kişinin herhangi bir uğraş için becerilerini derinleştirmesi zaman alır. Üniversiteden yeni mezun olmuş genç bir meslek sahibinin incelediği deneklerden aldığı bilgilerin hangilerinin gerçekten işe yarar olduğunu anlaması genellikle üç, dört yıl alır. Kabiliyeti pratikle derinleştirmek, insanların pekçok farklı şeyi kısa sürede yapmasını isteyen kurumların amacına ters düşer. Esnek şirket akıllı insanlardan faydalanır; ama eğer bu insanlar kendini zanaatçılığa verirse sorun yaşar. (…) Şimdi, yetenek yeni bir toplumsal eşitsizlik doğurmuştu: Yaratıcı ve zeki olmak, başkalarından üstün, daha değerli bir insan olmak anlamına geliyordu. Zanaatçılıktan meritokrasiye giden geçit işte burada saklı. Kurumların kendilerini bu eşitsizlik türü üzerine yapılandırmaya başlamasıyla modern meritokrasi şekillendi. (…)
Başarısızlığın nesnelleştirilmesi, yeteneğin keşfedilmesinden, bir bakıma daha önemli hale geldi. Bürokratik bir prosedür artık bireyin derinliklerindeki bir şeyi ölçüyor, kabiliyetsizliğinden dolayı onu cezalandırıyordu. Yetersizliğin mutlak ölçüleri, başarılı olanların “liyakat”ını güçlendirmekten başka bir şey yapmadı; kişisel değeri, kişisel olmayan bir değerlendirme belirledi. (…) Bu bürokratik meritokrasi makinesi kabiliyet için bir demir kafes yarattı; fakat bu demir kafes tek kişilik bir hapishane hücresi. (…)
Modern toplumlarda, özellikle dinamik kurumlarda, yetenek arayışı gerçekten de bir toplumsal içerme çerçevesinde işliyor. Fakat en iyiyi ödüllendiren o testler, değerlendirmeler ve kariyer yolundaki kilometre taşları, bu seçkin düzeyin altında olan diğerlerinden kurtulmak için bir dayanak vazifesi görüyor. (…)
Sosyolog Pierre Bourdieu bu iki yüzlü ilişkiye “temayüz” adını verir.(…)
Richard Sennett
“Yeni Kapitalizmin Kültürü”, Çev. Aylin Onacak, Ayrıntı Yay., 2009, s. 75-83
(…) Meşru olan ile meşru olmayan iktidar arasındaki temel liberal ayrımı bir kenara bırakan Foucault, modern iktidarın “yerel, süreğen, verimli, kılcal ve dışadönük” karakterini gün ışığına çıkarır. İktidarın “maddi zorlamalarla sıkıca örülmüş ağı” -uysal bütünlüklerin ve kendi kendini gözeten öznelerin üretilmesinde kullanılan değişik mikroteknikleri-, öyle uzun bir süre boyunca görünmez kalırlar ki, biz buna bir “bağımsızlık” gibi muamele ederiz. Yine de bu, anlaşma üstüne kurulu ve liberal kuramın, meşruluk sorunsalına empoze ederek tekrar tekrar ileri sürdüğü hakların korunmasını amaçlayan klasik iktidarın bir tarihi hata olan modelidir. Liberal paradigma, böyle yaparak, modern disiplinin ve hükümranlığın giderek gelişen sinsi biçimlerini gözden ırak tutmaktadır. (…)
Dana R. Villa
“Postmodernlik ve Kamusal Alan”, Çev: Bahar Öcal Düzgören,Cogito Dergisi, Yaz, 1996, s.264
Bu yeni yapı bir MP3 çalar gibi işler. MP3 makinesi, repertuarından yalnızca birkaç parça çalmaya programlanabilir; keza, esnek şirket de, herhangi belli bir zamanda pek çok olası işlevinden yalnız birkaçını seçip yerine getirebilir. (…) Doğrusal gelişmenin yerini, oradan oraya sıçramaya istekli bir mizaç alır. (…)
Kurumların üç yapıtaşı -geçicileştirme, katmansızlaştırma ve doğrusal olmayan sıralama- bir arada ele alındığında, şirketin zaman çerçevesini daraltır; acil ve ufak görevler odak noktası haline gelir.(…) Yeni analitik teknolojiler, firmaların Michel Foucault’nun “panoptik gözetleme” dediği şeyle meşgul olmasını olanaklı kıldı; bu teknolojiler kaynakların ve performansın gerçek zamanlı haritalarını bilgisayar ekranına taşıdı. (…)
Yeni, esnek düşünüşte önemli olan, en iyi sonucu mümkün olan en kısa sürede üretmektir. Bu daha modern bir verimlilik ölçütüdür. Bu tür bir şirket içi rekabet, iktisatçı Robert Frank’in “kazanan her şeyi alır” dediği türden ödüllere yol açar: Büyük ödüller sadece kazanan takıma verilir, teselli ödülü ya birkaç tanedir ya da hiç yoktur.(…)
Danışmanlık işi, toplumsal mesafenin gerçek hayatta nasıl işlediğini anlamak için mükemmel bir örnek. Danışmanlar, modern bürokratik hayatın temel bir malzemesi; onun makinelerini yağlıyorlar. İlkede, danışmanların amacı nesnel tavsiyeler vermek ve stratejiler geliştirmek; oysa uygulamada, şirketin çevresindekilerin etkinliklerini örgütlemek -zorunlu emekliler, departmanların kaldırılması, hayatta kalmayı başaranlara yeni görevler vermek- gibi acı verici bir iş yapıyorlar. (…)
Yöneticiler firmalarının “kağıt üzerinde üstünkörü örgütlenmiş” olduğunun farkına vardılar. Sonuç, kolaylıkla parçalanabilen ağlardır.
Düşük toplumsal sermayeli kurumlarda, bir firmada toplumsal sermayeyi kimin inşa ettiği konusundaki farkındalık da genellikle eksiktir; toplumsal sermaye aşağıdan yukarı doğru inşa edilir. Bir firmanın kültürü, bütün kültürler gibi, sıradan insanların o kurumdan çıkardığı anlama bağlıdır, tepeden gelen açıklamaya değil. Kapitalizmde başı çeken tuhaf firmalarda buyruk üstüne buyruk verilir, hızla ve durmadan; yorumlama olanağı, sıradan işçiler arasında, düşer ve yorumlama süreci -bu bukalemun şirketlerden anlam çıkarmak- giderek daha fazla güçleşir.
Kurumların denetimini elinde tutmayanlar açısından en büyük sorun, bir toplumsal içerme duygusu oluşturmadaki güçlüktür ve kökeni mesleki kimlik meselesinde yatmaktadır.(…)
Kimlik ne yaptığınızdan çok nereye ait olduğunuzla ilgilidir; bu genel bir kuraldır. 1970’lerde görüşme yaptığım erkek işçiler için çalışmanın ailevi ve toplumsal bir onur kaynağı olarak derin bir öneme sahip olduğundan ve bu önemin işin kendi içinde getirdiği her türlü tatminden tamamen ayrı olduğundan emindim. Yani mesleki kimliklerini oluşturan, emeklerinin toplumsal sonuçlarıydı. (…) O günden bu güne zaman pek çok şeyi değiştirdi.
(…) Toplumsal kapitalizmin erozyonu yeni bir eşitsizlik formülasyonu yarattı. Yeni sayfa tezi, değişimin insanları demir kafesten (piramid örgütlenme ve bürokrasiden) kurtaracağını iddia etmişti. Eski kurumsal yapı, esnek örgütler alanında gerçekten de yıkıldı. Onun yerine yeni bir iktidar coğrafyası geldi: Bürokrasinin ara katmanlarının durmadan azaldığı kurumlarda iktidarın merkezi, çevreyi kontrol ediyor. Bu yeni iktidar biçimi kurumsal otoriteden sakınıyor, toplumsal sermayesi düşük. Başı çeken örgütler, sadakat, enformel güven ve kurumsal bilgi konularında eksiklikler yaratıyor. Bireyler söz konusu olduğunda, çalışmanın değeri yüksek kalabilse bile, işin kendisinin manevi prestiji dönüşüyor; başı çeken şirketlerdeki işler, çalışma etiğinin iki kilit unsurunu yerinden çıkarıyor: sonraya bırakılmış doyum ve uzun vadeli stratejik düşünme.
Toplumsal olan her şey böyle böyle küçülürken kapitalizm yerinde duruyor. Eşitsizlik giderek artan bir şekilde yalıtıma bağlanıyor. Siyasetçiler ise bu tuhaf dönüşümü kamu alanındaki “reformlar” için bir model olarak kullanıyorlar.
Richard Sennett
“Yeni Kapitalizmin Kültürü”, Çev. Aylin Onacak, Ayrıntı Yay., 2009, s. 15-61
(…)İstikrarsız, parçalara ayrılmış toplumsal koşullarda ancak belli türden bir insan başarıya ulaşabilir. Bu ideal kadın ya da erkeğin başa çıkması gereken üç güçlük vardır.
Birincisi zamanla ilgili: Görevden göreve, işten işe, bir yerden başka bir yere göç ederken insan kısa süreli ilişkileri ve kendini nasıl yönetir? Kurumlar artık uzun süreli bir çerçeve sağlamaz olduğunda, birey kendi yaşam anlatısını doğaçlamak, hatta süregiden bir benlik duygusundan yoksun yaşamak zorunda kalabilir.
İkinci güçlük yetenekle ilgili: Gerçekliğin talepleri değişirken yeni beceriler nasıl geliştirilir, potansiyel kabiliyetler nasıl günışığına çıkarılır? Pratikte, modern ekonomide pekçok becerinin raf ömrü kısa; teknolojide ve bilimlerde, tıpkı ileri imalat biçiminde olduğu gibi, işçilerin ortalama olarak her sekiz, on iki yılda bir yeniden eğitilmeleri gerekiyor artık. Yetenek de bir kültür meselesi. Ortaya çıkmakta olan toplumsal düzen, zanaatçılık idealini, yani tek bir şeyi gerçekten iyi yapmayı öğrenme idealini köstekliyor; bu tür bağlılık ekonomik açıdan çoğu zaman yıkıcı olabiliyor. Modern kültür, zanaatçılığın yerine, geçmiş başarıyı değil potansiyel kabiliyeti öven bir meritokrasi fikri geliştiriyor.
Üçüncü güçlük bunun devamı olarak ortaya çıkıyor ve feragatle, yani geçmişi geçmişte bırakmakla ilgili. Dinamik bir şirketin başkanı geçenlerde, onun şirketinde çalışan hiçkimsenin oturduğu koltuğun sahibi olmadığını, geçmişteki hizmetlerin hiçbir çalışanın koltuğunu garanti altına almadığını ileri sürdü. İnsan böyle bir iddiaya nasıl olumlu tepki verebilir ki? Bunu yapmak için, halihazırda sahip olunan deneyimleri hesaba katmayan ilginç bir kişilik özelliği gerekiyor. Bu, halihazırda sahip olduğu şeyleri kıskançlıkla koruyan mal sahibinden çok, mükemmel şekilde iş görür de olsa eskiyi elden çıkaran, hep yeni şeylere heves eden tüketicide bulunabilecek bir kişilik özelliğine benziyor. (s.11)
(…)Karakter Aşınması adlı kitabımın konusuydu bu. Böylelikle, yeni kapitalizmin kültürel idealini en gürbüz haliyle görme şansım oldu. Bu yeni insana, kısa vadeli düşünerek, potansiyelini geliştirerek ve hiçbir şeyden pişmanlık duymayarak zengin olacağı fikrini aşılayan bir patlama söz konusuydu sanki. Oysa ben, akıntıya kapılmış sürüklendiğini hisseden koca bir orta sınıf bireyler grubu buldum karşımda.(s.13)
(…)Yeni kapitalizmin havarileri, bu üç konuyu -iş, yetenek, tüketim- kendi ele alış biçimlerinin, modern topluma daha fazla özgürlük, akıcı bir özgürlük, düşünür Zygmunt Bauman’ın yerinde deyişiyle “akışkan modernlik” kattığını iddia ediyor. Bu insanlarla aramdaki çekişme onların “yeni” yorumunun doğru olup olmadığı konusunda değil; kurumlar, beceriler ve tüketim kalıpları gerçekten değişti. Benim iddiam, bu değişimlerin insanları özgürlüğe kavuşturmadığı.(s.17)
Richard Sennett
“Yeni Kapitalizmin Kültürü”, Çev. Aylin Onacak, Ayrıntı Yay.,2009
32.
Toplumdaki gösteri, somut bir yabancılaşma imalatına tekabül eder. İktisadi yayılma, esas olarak bu özgül endüstriyel üretimin yayılmasıdır. Kendisi için hareket eden ekonomiyle birlikte gelişen şey, bu ekonominin başlangıçtaki çekirdeğinde bulunan yabancılaşmadır.
33.
Ürettiği şeyden ayrılmış olan insan, kendi dünyasının bütün ayrıntılarını daha güçlü bir şekilde üretir ve böylece kendini dünyasından giderek daha fazla ayrılmış hisseder. Yaşamı kendi ürünü olduğu ölçüde yaşamından ayrı düşmektedir.
34.
Gösteri, öyle bir aşamasındaki sermayedir ki imaj haline gelir.
(…)
44.
Gösteri, sürekli bir afyon savaşıdır; malları metalar ile, kendi yasalarına göre giderek büyüyen ayakta kalma mücadelesini tatmin ile özdeşleştirmeyi insanlara kabul ettirmeyi hedefler. Fakat eğer tüketilebilir ayakta kalma mücadelesi sürekli büyüyen bir şey ise bunun nedeni ayakta kalmanın mahrumiyeti daima kapsıyor olmasıdır. Eğer giderek büyüyen ayakta kalma mücadelesinin ötesinde hiçbir şey yoksa, eğer bu büyümenin durabileceği hiçbir nokta yoksa, bunun nedeni bu büyümenin mahrumiyetin ötesinde olması değil, tam tersine zenginleşmiş mahrumiyet olmasıdır.
Guy Debord
Gösteri Toplumu, Çev: Ayşen Ekmekçi-Okşan Taşkent, Ayrıntı Yay., 2. Baskı, 2006
“Pancar” ya da “Endüstri Devrimi Bitti” by Zy
(Esat Başak‘ı içtenlik dolu bir saygıyla selamlayarak…)
Ayrıca Bkz:
https://zaferyalcinpinar.com/kendinianlatan/kendinianlatan.html
Karga Mecmua’nın Mayıs 2010 tarihli 38. sayısında yayımlanan “Endüstri devrimi bitti, Esat Başak kazandı” adlı yazıya https://zaferyalcinpinar.com/esatbasak.jpg adresinden ulaşabilirsiniz. Yazıyı Tayfun Polat kaleme aldı…
Ayrıca bkz: https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=2664
Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com