evvel.org‘un sıkı takipçilerinden İlker Gören, 47 yaşında -kalp krizi nedeniyle- vefat etti. “Düzyazı şiir” tipindeki özel betikleriyle yalnızlığı, kuytuları, köhneleri, karanlık geceleri ve boş odaların, duvarların işaret ettiği tüm dipsiz uçurumları deneyimlemiştir. Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi döneminden beri neredeyse 20 yıllık tanışıklığım vardı. Vefatına müthiş üzüldüm. Sonunda -hepimize olacağı gibi- hiçliğin sessizliğine karıştı İlker Gören… (Zafer Yalçınpınar)
SESSİZ OLAN odanın içinde üç tane adam var. odanın lambası tavandan aşağıya iyice sarkmış durumda. adamlardan biri bu lambayla konuşuyor ve bu adam ayakta. diğer ikisi oturuyor. oturan adamlardan biri boğazındaki kolyesiyle oynuyor ve sürekli annem nerde öldü diyor. üçüncü adam ise çıplak.
YALAN OLMAYAN odaya iki kişi girdi. biri geldi tam karşıma oturdu. karşıma oturan bu adam sakız çiğniyor. diğer adam ayakta. hava sıcak. pervane havayı yelliyor. sakız çiğneyen adam odadaki radyoyu yerinden alıp koynuna sokunca ben yalnızlık nedir dedim kendime.
GECEYE NERDEYDİN DİYE BAĞIRANLARIN ANLATTIKLARI bir yaz günü ölünen dünyanın ortasında kendine saklı kalan bir köylünün ağlaması beni ilgilendirmezdi. ama hayatın serçe yanı kimseyi affetmedi o fırtınalı gecede. ben susmuştum bir yatırın söylediklerine. ama yalnızlık olabildiğince sessiz olabildiğince korkunç elleriyle bir kere kendini aldatmıştı işte.
aynı susulan gecenin kimse yok mu diye bağırması gibiydi her şey.
UĞULTUNUN GELDİĞİ YERDE sanki hayat basit bir ölüm gibi sessizce ağladı celladın karşısında. sanki ben insanın yeni yetme gençliğini anlatan bir akasya ağacının altında incil okudum. sanki yalan olan her şey gibi saçları kısa olan bir yalnızlık üşüyüverdi kırlangıçların dansında.
Dümensiz taife ilk basılı atraksiyonunu gerçekleştirdi. Koleksiyon öğesi olarak numaralı/sınırlı nüsha şeklinde yayımlanan Dümensiz Seçki‘nin ilk sayısını shopier.com/11141193 adresinden satın alabilirsiniz.
Ukrayna-Rusya savaşının özeti şöyledir: Neo-liberalizm’in 2000-2020 yılları arasında taksonomisini kurarak piyasalandırmaya (ve tutundurmaya) çalıştığı “yeni insanlık” şovu her açıdan çökmüştür.
Bu tip durumlarda tarih başa sarar ve “kandırmacalı/sahte parçaları” yeniden kalb, vicdan ve hakikatle nakşeder. Şu an o nakışa şahit oluyoruz: Yalın gerçeklerle yüzleşilen özel bir “karar verme dönemi” başlamıştır, diyebiliriz.
Bununla birlikte, Rusya’nın ve kurmaylarının -tek başlarına- uluslararası/küresel paradigmada gerçek bir “oyun değiştirici” olduğunu da kabullenmek zorundayız.
Yılmaz Özdil‘in Zeleski‘yi tanıttığı ve savaşın nedenlerini, öncesini-sonrasını basitçe anlattığı köşe yazısına halkımız kızıyor. Fakat, Yılmaz Özdil haklı: “Ukrayna yazık etti Ukrayna’ya”
Böylesi tarihsel geçiş/hamle dönemlerinde yanlış karar veren halklar, kendilerine yazık ederler. Herkesin -özellikle de solculuk oynayan güdümlü liberal tipolojinin- takkesini önüne koyup düşünme zamanı gelmiştir.
Televizyon karşısında dizi seyrederken, haber kanallarında ölüm sayılarını, uluslararası ekonomik yaptırımları, müzakere açıklamalarını, göç koridorlarını, askeri söylemleri ve çift taraflı dezenformasyon hamlelerini takip ederken… ya da sosyal medyada histerikleşip sağa sola bilinçsizce sallarken doğru bir düşünme sürecinin gerçekleşmeyeceği -tarihle sabit olarak- aşikârdır. (Bu hallerin yerine, satranç oynadığınızı, satranç tahtasının başında olduğunuzu filan varsayın, mesela…)
Hezeyanlardan uzaklaşıp iyi düşünmek zorundayız: Karar verme sürecinin gerçek yaşamımızda geleceğimizi ve varoluşumuzu gerçekten belirleyecek şekilde olacağını unutmamalıyız.
“HAP YAP, PARA KAP” YA DA TARKAN’IN İYİLEŞTİRİCİ ŞARKISI: GEÇÇEK
Büyük bir sosyolog ve düşünür olan popçu Tarkan, “geççek” adında yeni bir şarkımsı sürmeseydi piyasaya -veya halkımız olanca süratle onu bir devrim kahramanı olarak görmeseydi- kendimle konuşmalar başlıklı işbu yazılarıma devam edemeyecektim.
İyi oldu, iyi geldi harbiden… Kendime geldim.
Geççek‘in video klibini -sesi kapatarak- izledim ve şarkı sözlerini çeşitli haberlerden okudum. Evet, şarkıyı “dinlemedim” çünkü geçtiğimiz on yıllar sonucunda, Tarkan’dan dinlenecek bir şey çıkmayacağını öğrendim, biliyorum artık. (Enayi değilim sonuçta: Bu benimkisi kulak ve beyin, boru değil yani…) Neyse…
Tarkan hep “dalgalandırıcı” (sansasyonel) bir karakter oldu, gene aynı haller filan…
Konunun/olayın özeti şu: Tarkan kendini yeterince parasız/ünsüz hissetmiş, sağa sola sallayarak kendine yeni para/ün katlamak istemiş. “Herkesler birilerine, bir şeylere sallayıp para kapıyor, ben de sallıycam, benim neyim eksik,” demiş… “Daha önce ‘kuzu kuzu’ ve ‘şıkıdım şıkıdım’ kendi kendime salladım. Şimdi halkım için sallıycam.” demiş. Olay bu kadar: Tarkan sallıyor, ortam yıkılıyor. Kent kültüründen, çalışmaktan filan bunalmış olan halkımız da -tabiî, hazır ve nâzır olarak- konunun özünü yanlış anlıyor.
Sanırsın, Tarkan CHP’den milletvekili olacak, ülkeyi ve dünyayı kurtaracak filan… Bir dakika… Olur mu olur, uyar mı uyar! Tam bir CHP tipi kültür-sanatçı Tarkan! Daha önce türkücüler CHP’den milletvekili oldu, Tarkan niye olmasın, megastar sonuçta…
Salih Bolat‘ı sevmezdim. İki nedenden dolayı sevmezdim:
1/ Herkesi sevmek zorunda değilim. 2/ Salih Bolat’ın son 20 yılda şiirimizde/edebiyatımızda oluşturulan kötücül ödüllendirme sistematiğinde -jüri üyesi olarak, özellikle- payı büyüktür.
Ödüllendirme sistematiğine karşı yoğun mücadele verdiğim ilk zamanlarda -2008 yılının ilk aylarında- Salih Bolat beni TYS’ye (Türkiye Yazarlar Sendikası‘na) şikayet etmiş ve Enver Ercan‘la birlik olup beni TYS disiplin kuruluna sevk ettirmişti. (Şimdi düşünüyorum da, aslında adam bana iyilik yapmış: Bendeniz, TYS’nin disiplin kurulunun verdiği “üyelik askılama” kararı sonrasında TYS’yi terk ederek, ödüllendirme sistematiğinden ve benzeri tipolojiden iyice uzaklaşmış oldum. 2008 yılından beri TYS’yle hiçbir ilişki kurmadım. Ve şimdi geriye dönüp baktığımda, bu “terkediş”in benim edebiyatıma TYS’nin kendisinden ve çevresindekilerden çok daha fazla fayda sağladığını düşünüyorum. Salih Bolat’a ve Enver Ercan’a benim ayağımı TYS’den kestikleri için ne kadar teşekkür etsem azdır.)
Salih Bolat’ı en son 9 Kasım 2017 tarihinde Tüyap İstanbul Kitap Fuarı‘nın vip salonunda görmüştüm. Salonun baş tarafında bacak bacak üstüne atmış, dört kişilik geniş bir koltukta krallar gibi yalnız başına oturuyordu. İçeriye girdiğimizde bizi farketti ve alaycı bir şekilde bize gülümsedi. Bu tavırdan müthiş rahatsız olup vip salonundan çıktık ve konuşmacısı olduğumuz panel saatine kadar başka bir yerlerde beklemek/takılmak zorunda kaldık. (Aslında adam gene bana iyilik yapmış: Bu olaydan sonra, yani 2017’den günümüze Tüyap İstanbul Kitap Fuarı’na ne ziyaretçi, ne de konuşmacı olarak ayağımı atmadım. Çünkü genel olarak baktığımda, Tüyap İstanbul Kitap Fuarı gibi organizasyonlar tamamiyle anlamsız… Bu çıkarıma ulaşmamda bana yardım ettiği için Salih Bolat’a teşekkür etmem gerekir aslında…)
Ece Ayhan vefat ettiğinde Hilmi Yavuz, hızını alamamış ve “ölünün ardından konuşmak” başlıklı kötücül bir yazı yazmıştı. Şimdi, bugün, kimse daha fazlasını beklemesin benden! Ben öyle biri değilim! Daha önce de söyledim: “Onlara benzemezsek, onlar gibi olmazsak bize yeter de artar!” Ayrıca, Ece Ayhan’ın, Onat Kutlar’a ilişkin olarak Enis Batur’a yazdığı bir mektupta ifade ettiği şu sözü de çok önemsiyorum: “Bu dünyanın kavgası bu dünyada kalır!” Ben en fazla şunu söyleyebilirim: “Allah taksiratını affetsin…” Diyeceğim budur!
Önemli Not: Aşağıda, Salih Bolat’ın beni TYS’ye şikayet edişine, Enver Ercan’ın beni TYS disiplin kuruluna sevk edişine ve TYS disiplin kurulunun “üyelik askılama” kararına dair 2008 yılında tarafıma gönderilen resmi yazılar bulunuyor. Resmi yazıların ilk ikisindeki “TYS Yönetim Kurulu” imzası Enver Ercan’a aittir. Kararı içeren resmi yazıdaki imza kime ait bilmiyorum. Allah, taksiratlarını affetsin…
Cemal Soykök’ün resim tekniği klasik portre yaklaşımını revize ediyor ve ifadelerin ağırlık noktasını bularak tipolojinin eskrimlerini öne çıkarıyor. Bu yalınlaşmış görme biçimi, anlam arayışların arasında kaybolan izleyiciye pürüzsüz ve sağlam bir çözümleme sunuyor. (Zafer Yalçınpınar)
Not: “Sıkı şiire öncelik vermek” ve “imgelemin özgürleşmesini sağlamak” amacıyla dijital yayıncılık serüvenine başlayan UPAS Yayın‘ın tüm kitaplarını upas.evvel.org adresinden ücretsiz olarak okuyabilirsiniz.
Bugüne kadar yayımlanmış en özel ve kapsamlı Nâzım Hikmet arşiv çalışması M. Melih Güneş tarafından Ocak 2021’de büyük şairin doğumunun 119. yıldönümüne ithafen gerçekleştirildi. “Nâzım Hikmet’in Ellerinin İzinde” başlıklı 700 sayfalık bu “şölen kitap”, yalnızca 1100 adet basıldı ve hors commerce (ticaret dışı) olarak dağıtımı sağlandı. Şaheserin 278 no’lu nüshasıZafer Yalçınpınar Koleksiyonu’nda yer almaktadır.
EVV3L kapsamında yayımlanan NÂZIM HİKMET İlgileri:
“Yerli müzik aleminde olan bitenden bana kalanı kendime ve meraklısına not düşmek uzundur huy oldu bende. Hemen her yıl bu dökümü çıkartırken net bir durum ortaya çıkıyor, üretim çokluğu. Ancak pandemi etkisi ile canlı sahnenin 1,5 yıl boyunca durma noktasına gelmesi bu yıl önceki yılların çok çok daha üstünde bir üretime neden oldu. Bunu özellikle elektronik müzik ve hip hop gibi evde prodüksiyonunu yapmanın görece daha kolay türlerdeki üretim fazlalığından da anlayabiliriz. Sonuç olarak gelmiş geçmiş en kalabalık, en dolu “yerli” dökümü ortaya çıktı. Hepsini okumak ya da dinlemek gibi bir mesaiye gireceğinizi sanmıyorum açıkçası. Zaten saçmalık benim bu yaptığım. Ama ben başka türlü yapamıyorum. Aşağıdaki listelerde yer alan tüm kayıtları dinledim. İşin saçmalık olan tarafı, burada olmayan, beğenmediğim, seçmediğim kayıtlar. Buradakinin 2-3 misli daha fazla kayıt var. Üretim fazlalığını bir de buradan değerlendirin isterim. Tabii bu üretim fazlalığının büyük bir kısmı karbon kopya şarkılar. Çoğu şarkı en fazla 30 saniyede kendini ele veriyor, gerisini dinlemenize gerek kalmıyor. İtiraf ediyorum, dışarda kalan kayıtların tamamını dinlemedim. Eh, bana da yazık, değil mi?
Pekala, ilk kez yıllık dökümümle karşılaşanlar için son uyarılarımı yapıp sizi listelerle başbaşa bırakayım. Bu dökümdeki (25 Aralık 2020’de yayınlanan Baki Duyarlar albümü hariç) tüm kayıtlar 2021 yılında yayınlanan albüm, EP ve teklilerden benim eleğimin üstünde kalanlardır. Kendi kafama göre seçtiğimden, bir envanter çalışması değil, öznel listelerdir. Bu listelerde yer almayan isimlerin kayıtlarına ya hiç denk gelmemiş ya da beğenmemişim demektir. Ha, bu arada benim dökümlerimde eski kayıtların akustik versiyonları, cover’lar, remix’ler, yeniden sürüme verilen eski şarkılar vs. vs. çok çok nadiren yer alır. Yeni kayıtların izini sürmeyi tercih ediyorum.” (Tayfun Polat)
ŞİİRDE YENİLEŞİM, YENİ NESİL OKUR VE ŞİİRİMİZİN BOZUK TOPRAKLARI!
Yeni nesil üzerine düşünmemizin, derinlemesine araştırmalar gerçekleştirmemizin zamanı geldi. Yeni nesil okuru herhangi bir kavramsal sentezin şekillendirebileceğine ya da buluşlu dahi olsa bir kavramsallığın yeni nesil üzerinde uzun süreli etki yaratacağına inanmıyorum, inanamıyorum pek… Yeni nesil -kısa süreli cazibe odakları ve kısa süreli iştahlar dışında- devamlılık gösteren bir kümelenmeye sahip olmak istemiyor. Bu çok tuhaf bir bilinç yapısı… Şöyle açıklamaya çalışayım: Yeni nesil kendini -herkesten çok- zamanın sonunda hissediyor; yani kronolojik olarak ‘zamanın sonunda bulunmak’ yeni nesil için hem acılı bir yük, hem de bir tür birikimli avantaj veya serbesti… Yeni nesil kendini ‘insanlık tarihinin ve yaşamın biricik kilidi, son çaresi ya da aksine, insanlığın son çaresizliği’ olarak görüyor. Bu noktada tuhaf, tepkisel ve riskli bir kopuş ortaya çıkıyor. Tarihsel açıdan bir tür reddiye hattı oluşuyor: Öyle tuhaf bir şey ki bu, eskisi gibi kuşaklar birbirleriyle çatışmıyorlar bile! Yani bizim ‘kuşak çatışması’ dediğimiz şey değil bu! Yeni bir tepkisellik… Yeni nesil kendinden önceki tüm insanlık tarihini topyekun reddediyor ve kendini ‘İnsanlık 2.0’ şeklinde nitelendiriyor. Bu yük, tabiî yeni neslin zihinselliğini de olumlu-olumsuz birçok noktadan ilkesel veya matematiksel değil de durumcu bir şekilde etkiliyor; yeni neslin zihinselliğinde sürekli anlam kaymaları, zik-zaklar ve çapraşık nedensellikler oluşuyor. Yani, yeni neslin zihnindeki bilişsel harita son derece karmaşık ve hareketli… Yeni nesildeki anlam arayışların ve belki de anlamı bulamayışların haritası da öyle. İmgesel seçeneklerin fazla olması yeni neslin kafasını karıştırıyor ve son derece çapraşık bir mantık işlemeye başlıyor. 1940’lardaki yapay sinir ağları çalışmalarındaki başarısızlıklara benzer bir durum, tuhaf bir kodlama problemi çıkıyor ortaya… Nasıl oluyorsa, ileri beslemeli mantık, benzersiz ve özgün hatalar üretmeye başlıyor. Peki, sıkı şiir bu çapraşık haritanın neresinde? Bir kere, sıkı şiirin oluşturduğu imgesel alan derinliği, kolaylaştırıcı bir unsur veya avadanlık değil. Sıkı şiirde, okurun anlama ulaşması kolay değil. En zoru bu hatta… Sıkı şiir, okurun araştırma icra etmesini gerektiriyor; okur, sıkı şiirin içerdiği tarihsel, sosyolojik ve imgesel arka-planı bulmak, çapraşık zihinselliğiyle ilişkilendirmek ve bir tür şiirsel derinlik oluşturmak zorunda… Yani, dilin sınırlarının genişletilmesi, marjinal imkânların -anlamlandırılarak- içselleştirilmesi gibi bir ön-koşul var. Bu durum yeni neslin çapraşık zihin yapısı için elverişli değil ve anlam arayış sürecinin herhangi bir aşamasında “İnsanlık 1.0” kodları baskın gelirse, zaten, yeni nesil okumayı veya çabalamayı kesinkes bırakıyor. Yapay sinir ağları modelleri, ileri beslemeli ve geriye yayılımlı öğrenme adaptasyonları gibi, bir ‘yapay zeka’ gibi çalışıyor yeni neslin zihni! Analitik yapısı buna benziyor. Ve fakat, sıkı şiir hâlâ güçlü: Şöyle ki analitik açıdan tükenen veya içselleştirilmeyen, vazgeçilen her şey, etkisini o kadim ‘sezgisellik’ noktasında bulmaya çalışıyor. Okur, sonuçta, günün sonunda bir insan… Sezgileri, duyguları, rüyaları olan bir insan… Bence, yeni şiirin bu noktayı iyi kullanması gerek, gerekiyor… Bilgisayar literatüründen bir analoji yaparak anlatmaya çalışayım: Eğer şiir ve teknoloji yenilik getirmek açısından birleşecekse, donanım, alet, makine vb’den önce söz konusu yazılım güncellemesini yapması gerek! Bu noktada Bergsoncu bilgi teorisi üzerinden buluşlar ve alaşımlar oluşturmak elzem…
Diyalektik materyalizm bize şunu söyler: Yanlış sorulara odaklanarak doğru cevaplara ulaşamayız. Şiir aurasına baktığımda, son 10-15 senedir yanlış sorulara odaklanarak ilerlenmeye çalışıldığını düşünüyorum. Yani senin ifade ettiğin panellerin, söyleşilerin, soruşturmaların, dosyaların, mikrofon arkası geyiklerin veya podyumlarda, parlak ışıkların altında sergilenen kırıtışların çoğu nafile uğraşılar, ıskarta atışlar benim gözümde… Sanıyorum, her şeyden önce, coğrafyamızdaki şiir tarihinin ‘iktisadi çeşitlemeler ve küresel yayılmacılık için bir taşıyıcı bileşen olmadığı’ gerçeğini kabul etmeliyiz. Ta ki 2000’lere kadar… Yani 2000’lere kadar şiir dünyasında ‘holdingcilik’, ‘masonik hizipler’, ‘kalkınma retoriği’ veya ‘parayı veren düdüğü çalar’ mantığı hâkim değildi. Fakat, 2000’lerin ortasından itibaren biriken -dahası, ekonomik genişlemesi holding medyasıyla planlanan- yayıncılık hamlelerinin neo-liberal girişimcilik mantığıyla ifrat seviyelerine ulaşması, edebiyat ve özellikle de şiir aurasındaki dengeleri bozmuştur. Bu neo-liberal girişimciliğin yücelttiği parlatılmış ‘ifrat akımı’, bireyciliği de, liyakatsızlığı da, promosyon edebiyatını da, hızlı tüketimsel süpermarketçilik (FMCG) mantığıyla çıkarılan popüler dergileri de körüklemiştir. 90’ların sonundan günümüze doğru ‘şair’ dediğimiz tipoloji egosantrik hezeyanlar içerisinde debelenen tuhaf bir görünüme bürünmüştür. Bu durumun nedeni bir tür ‘arz fazlası’dır. Ayrıca tüm sanat dallarında benzeri bir ‘aşırı endüstrileşme, aşırı sürüm’ desteklenmiştir. Altına boyalı ufak farklarla pazarlanan süpermarket ürünleri gibi… Herkes biraz şair, herkes biraz müzisyen, herkes biraz ressam, herkes biraz oyuncu, herkes biraz editör, herkes biraz dergici, herkes biraz yayıncı… Yani, herkes biraz her şey olmuştur! Hele hele ‘sosyal içerme’ kavramı öyle bir tüketilmiştir ki ‘sosyalleşme’ dediğimiz şeyin kendisi bile sanal bir tabana yayılmıştır. Açık havada veya deniz kıyısındaki bir cafede buluşup aynı masada oturan dört genç arkadaşın veya dört genç şairin sürekli cep telefonlarıyla uğraşarak, birbirleriyle hiç konuşmadan ya da doğayı gözlemeden, ya da şiir üzerine konuşmadan zaman geçirdiğini düşünün! Benzeri tablolarla her yerde karşılaşabilirsiniz bugün… Tabiî ki taşıma suyla çalışan endüstrileşmiş değirmenlerin bir sürdürülebilirliği yoktur, olmamaktadır: Herkes karakter aşınmasına uğrayan egosantrik bireylere evrilmiş ve aslında hiçbir şeye dönüşmüştür! Herkes şöyle bağırmaktadır artık: Hepimiz çokkültürlülüğe inanıyoruz şimdi! Sıçrama sağlayacak bir gelişim veya yenileşim icra edilememiştir, çünkü edebiyat endüstrileşmesinin yöneticileri tarafından pazarlama teorisinin ‘yaygınlaşma ve tutundurma fonksiyonları’ kullanılmıştır. Şiirsel içerik zerre kadar gelişmemiş, aksine gerilemiştir. Pazarlama, tasarım ve markalaşma numaralarının yerine, tarih, bilim, sanat ve felsefeyi anlamak, ilerletmek, zenginleştirmek gerekiyordu aslında! Böylelikle şiir, imgesinden, tözünden ve tarihinden uzaklaştırılmaya, parçalanmaya ve popülerleştikçe kıymet kaybeden pazarlamacı bir iktisadi eksene yerleştirilmeye itilmiştir. Fakat, David Harvey’in de işaret ettiği gibi neo-liberalizmin göz alıcı tarihi dünyanın her yerinde -Şili’de de, Lübnan’da da, Ukrayna’da da ve sonuçta Türkiye’de de- çok kısa sürer. İfrat, ikbal avcılığı ve vurgunculuk dönemi -ya da post-truth kapsamıyla ilerleyen siyasal söylemler- her zaman çölleşmeyle, kısırlaşmayla sonuçlanır. Ülkemizdeki tarım veya tohum politikaları gibi… Sorumsuz üretim ile tüketim, mahsulün kalitesini bozmakla kalmaz, toprağı da bozar. Toprak tuhaf kimyasallarla, kötücül yöntemlerle o kadar bozulmuştur ki artık bir süre sonra o topraktan hiçbir şey yeşermez. Şimdi, bu bağlamda ben, ‘yenileşim’ hamlesinin ‘güdümlü edebiyat’ mantığının terk edilmesiyle başlayacağına inanıyorum. Güdümlü edebiyatın güttüğü, parlattığı tipler şiire ve edebiyata öyle bir zarar vermiştir ki şiirin beşiği olan coğrafyamız “şiir yazılmaz, şiir okunmaz, şiirle ilgilenilmez, şiir sevilmez, şair sevilmez” bir yere dönüşmüştür neredeyse… Şimdi, başından beri anlatmaya çalıştığım tüm bu analojik yaklaşımı bilmeliyiz, görmeliyiz ve fakat bir kenara bırakmalıyız. Aslında meseleyi çok da karmaşıklaştırmaya, yüzlerce kablo çekmeye gerek yok; 10-15 yılın yarattığı göz alıcı podyumlarda sürekli kırıtan bu şairler, çeşitli egosantrik hezeyanlarla debelenen aynı isimler, birbirlerini parlatmak için hizipçi bileşkeler kurmuşlardır. Ece Ayhan buna ‘kötülük dayanışması’ der. E tabiî ki böylesi kermesvari kafalardan ya da neo-liberal hizipleşmeden de ‘yenileşim’ falan bekleyemeyiz. En fazla şu olur; dışarıdan bir yerlerden, yabancı dilde bir eserden yenilik veya özgürlük ithal ederler! 2000’li yıllarla birlikte, birbirine, birbirlerinin kitaplarına, birbirlerinin dizelerine rozetler takmakla meşgul, birbirlerine dergi icat etmekle meşgul, egosantrik zihinsellikten beslenen ve süpermarketlerle çoğalan bir ‘Şiir A.Ş.’ kurulmuştur. Bunu kabul edelim artık! Şimdilerde ‘Şiir A.Ş.’ firması batmaktadır, kredisi bitmiştir, zarar açıklamıştır ve kendisine hizmet eden işçilerini firmadan çıkarmak istemektedir! Charles Bukowski’nin bir sözü vardır: ‘Kapitalizm komünizmi yedi. Şimdi kendi kendini yiyor!’ Maalesef neo-liberal dönemin ön-plana çıkardığı şairlerde de durum aynıdır. Şairler kendi kendilerini yemekle, şiire ve yaşamın şiirselliğine zarar vermekle meşguller şu an… O nedenledir ki şöyle dedim bir keresinde; ‘Şiir öldürülüyor, bu kez şairler marifetiyle!’ İşte, bizim coğrafyamızdaki şiirselliğin azalmasının kök-nedeni böylesine kötücül bir süreçtir.
Not: İşbu yazı Emrah Sönmezışık‘la birlikte gerçekleştirdiğimiz Zor/Konuşma‘daki (Ekim 2019, Upas Yayın) temel beyanlardan derlenmiş ve Üvercinka Dergisi’nin Kasım 2021 tarihli 85. sayısında yayımlanmıştır.
11 Aralık 2021 Cumartesi günü, Kadıköy 6:45 Dükkan‘da buluşup ustamız Oruç Aruoba‘yı saygıyla andık ve Usta Defteri‘ne dair özel bir etkinlik gerçekleştirdik. Katılım sağlayan tüm dostlara teşekkür ederiz. (Zy)
“Sessizliklerin Dokunuşu”, Ali Özgentürk Nâzım Hikmet Üzerine Konuşmalar Ayrıntı Yayınları, 2021, 223 sayfa
“1995 yılında Fransız bir film yapımcısı Nâzım Hikmet ile ilgili bir sinema filmi yapmamı önerdi. İspanyol roman yazarı Jorge Semprun ile senaryo çalışmalarına başladık. Bir ara Moskova’ya gidip, 2 ay kadar Nâzım Hikmet’in eşi Vera Tulyakova ile senaryo için konuşmalar yaptım. Nâzım Hikmet’in Moskova’daki Andrey Voznesenski ve diğer arkadaşlarının tanıklıklarını dinledim. Ayrıca Nâzım Hikmet’i çok yakından tanıyan Müzehher Vâ-nû, Avni Arbaş, Mehmet Ali Aybar ve Nail Çakırhan ile de görüştüm. Bazı nedenlerle bu filmi gerçekleştirmedik… Söylemedikleri, söylediklerinden fazla olan, konuşurken kullandıkları kelimelerin arasında hep sessizlik taşıyan bu 20. yüzyıl kahramanlarının düşünceleri tozlu kasetlerde kalsın istemedim.” (Ali Özgentürk)
TARIK AKAN – MÜZEHHER VÂ-NÛ KONUŞMASINDAN…
(…)
ALİ ÖZGENTÜRK – ANDREY VOZNESENSKİ KONUŞMASINDAN…
ALİ ÖZGENTÜRK – VERA T. HİKMET KONUŞMASINDAN…
Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “Nâzım Hikmet” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/tas-ucak adresinden ulaşabilirsiniz.
Liverpool merkezli tasarım stüdyosu Dorothy‘den Ali Johnson ve Jim Quail; alternatif, saykodelik, elektronik ve post-punk albümlerin büyük boy posta pulları olarak yeniden yorumladıkları müzik tabanlı grafiklerle internetin dikkatini çekmişti. Bu defa ise edebiyat ve tasarım tutkunlarının çok ilgisini çekecek bir başka projeye imza attılar. Yeniden yorumladıkları eserler müzik albümleri değil, edebi eserler oldu: https://bigumigu.com/haber/84-edebi-eser-posta-puluna-donustu/
Kendine kapanan odalardı, kendine kapanan Boşuna çalmayın zili, boşuna çalmayın Kapılara çıkmaz hiçbir hüzün, ele vermez kendini İçeride yalnız bir adam, içeride
İçeride çiviler baş keser, içeride Kendine kapanan odalardı, kendine kapanan Belki evde bir kadın, belki, ihtimal Zaten her kadının kalbinde unutulmuş bir adam
Daha da içeride, daha da içeride Yüzünü duvara asmış bir adam Daha da içeride, daha da içeride Yüzünü duvara, yüzünü duvara
Ayhan Çetin, yapıların kütlesel görüngüsünü, ‘akış-oluş hâli’nin çizgisel dokumalarıyla dengeliyor ve sonra da özel bir “odak-zaman bükülmesi”yle parçalıyor. Boğuk Kent‘te, ‘yapılı yıkım’ın kentsel dokularına müdahale eden odaklanmalara ve parçalanmalara tanık olacaksınız. (Zafer Yalçınpınar)
Not: “Sıkı şiire öncelik vermek” ve “imgelemin özgürleşmesini sağlamak” amacıyla dijital yayıncılık serüvenine başlayan UPAS Yayın‘ın tüm kitaplarını upas.evvel.org adresinden ücretsiz olarak okuyabilirsiniz.
“Karşı Oyulan” -Defter- Doğu Avkapan Upas Şiir, Ekim 2021, 26 Sayfa okumak için: bit.ly/karsioyulan
Doğu Avkapan, şiirselliğin ‘tersine sonsuz’ alanlarını kullanarak özel bir ‘kuyu dili’ oluşturdu: Karşı Oyulan defterin imgelemi, bir kuyunun dibindeki durgun ve karanlık suda, hüzmelerin belirmesi gibi… (Zafer Yalçınpınar)
Not: “Sıkı şiire öncelik vermek” ve “imgelemin özgürleşmesini sağlamak” amacıyla dijital yayıncılık serüvenine başlayan UPAS Yayın‘ın tüm kitaplarını upas.evvel.org adresinden ücretsiz olarak okuyabilirsiniz.