5 Haziran 1971’de vefat eden Cahit Irgat’ı saygıyla anıyoruz…
Bkz: https://evvel.org/?s=Cahit+Irgat
Orhan Veli için…
(…) Ama söz konusu şiir olunca, dil olunca, biraz da fikir olunca tıkır tıkır dizerdi konuşmasını, o kısık çatlak sesiyle usul usul. Güzel konuşmazdı, daha çok güzel susardı. Gençliğimden bu güne, gözlerim kadar dost bildiklerim vardı. Açlık yalnızlık gibi bir şeymiş bırakılmak. Şu meyhaneler de olmasa, nerede yazacaktım yazdıklarımı?.. Yalnızdım tüm ilgilerle. Kutsal şeffaf yalnızlık. Tüm çıkmazları aydınlığa vardırmak için. Anılar, kül rengi akşamlarda duman… Pırıl pırıl, parlak, zaman zaman… Ve gitmişlerin peşinden yazılmış yazılar ve söylenmiş şarkılar. Hepsi o kadar. O kadar.
Dostluk öylesine dostluktu ki bende, türkülerim türküleriyle iç içeydi sanırdım. Hepimizin hepimizde ter muhabbeti, ömür hakkı, ölüm hakkı, dostluk canı vardı sanırdım. Dostsuz yaşanılmaz bu şehirde sanırdım. (…) Ve bir gün dost sandığım dostlar gölgemi süpürmeyi düşündüler şehrin caddelerinden… Gölgemi çamur gibi fırlattılar peşimden. Sanmıştım ki bana öyle geliyor. Sanmıştım ki sen gidersen, ben gidersem, o giderse şehrin başı döner hasretten.
Her gidenin ardından üç beş anı, üç beş yazı. Ve sonra bir laf, “Ölenle ölünmez, başın sağ olsun”; ne kaba laf.
Şaşırır kalırım arada bir, apışır kalırım arada bir. Ölüm zaten “eşiğim” derim. Seni ararım, onu ararım, gidenleri ararım. Cesedimi ararım eşiklerimde. Vururum kendimi içkiye, şiire. Tüm çocuklar gülmeli derim, tüm insanlar gülmeli derim, tüm ocaklar tütmeli derim. Bütün acılar doymalı derim…. Tüm gözler aydınlıkta olsun isterim. Ve seni düşünürüm. Sait’i düşünürüm, adaşım Cahit Sıtkı’yı düşünürüm.(…)
11.7.1968
Cahit Irgat
“Çok Yaşasın Ölüler”
Haz: Turgut Çeviker, Notos Kitap,2011, ss.32-33
Tiyatro ile şiiri, hayatının anlamı kılan Cahit Irgat, 1930’lardan 1960’lara uzanan sanat yaşamında tanıdığı sanhe, sanat, edebiyat ve meyhane dostlarını, 1968’de Akşam gazetesinden bir yazı dizisiyle anlatmıştı: “Çok Yaşasın Ölüler”.
Cahit Irgat, hep eşitlikçi ve barıştan yana bir dünya özlemiyle sahneye çıktı, şiirler yazdı. 1940 karanlığında kalemiyle acı acı konuşmaktan çekinmedi. Devlet Konservatuvarı’ndan İstanbul Şehir Tiyatroları’na, Küçük Sahne’den Dormen Tiyatrosu’na uzanan sahne yaşamından insanlar ve çağdaş Türk edebiyatının en seçkin ve en önemli kişilikleriyle geçirdiği yıllar…
Hayatın acılarına, tiyatro ile şiirin derin ve sonsuz gücüyle dayanan Irgat, bir bakıma bu sahne ve edebiyat adamları üzerinden kendi hayatını da anlatıyor.
Çok Yaşasın Ölüler ilk kez kitap olarak yayımlanıyor.
Bu karnavalda kimler yok ki: Neyzen Tevfik, Orhan Veli, Hâzım Körmükçü, Sabahattin Ali, Sait Faik, Reşat Nuri Güntekin, Mahmut Yesari, Nurullah Ataç, Raşit Rıza, Vâlâ Nurettin, Ercüment Ekrem Talu, Peyami Safa, Halide Edip Adıvar, Naşit Özcan, Suavi Tedü, Ferdi Tayfur, Orhan Boran, Cahit Sıtkı Tarancı, Asaf Halet Çelebi, Ahmet Kutsi Tecer, Rüştü Onur, Muzaffer Tayyip, Hasan-Âli Yücel ve daha pek çok kişi…
Tanıtım Metninden…
Daha önce Mehmed Kemal’in “Acılı Kuşak” adlı anı kitabında gördüğüm (Bkz: https://evvel.org/satiyorum), Sait Faik’e ilişkin bir hikâyenin -daha ayrıntılı- bir aktarımına Cahit Irgat’ın anıları arasında -tekrardan-rastladım. Her iki anı metninden çıkardığım yegâne sonuç şu; Sait Faik, “Yorgan” adlı piyes fikrinin gerçekleşmesini çok istiyormuş… Aşağıda ayrıntılarını paylaştığım tek cümlelik bu piyes sahnelense, sahnelenebilse keşke… Öyle ya, günümüzde tüm sanat dallarında “deneysellik” üzerine atıp tutan, racon kesen çok… Hadi bakalım sinemacılar ve tiyatrocular; bu piyesi kim, nasıl sahneleyecek, görelim.
Zy
(…)Tiyatronun bir tatil günüydü, pazartesi. “Sait Faik seni aradı,” dediler. Sait’i bulmak kolaydı Beyoğlu’nda ya Çiçek Pasajı’ndadır veya sinema girişlerinin birinde. Nitekim pasajda bulmuştum o gün. Kulplu kalın bardakla birasını içiyordu.
-Hayrola, dedim, beni aramışsın?
-Otur, dedi, bir piyes yazdım, onu anlatacağım sana.
-Piyes anlatılmaz okunur, dedim.
-Dinle hele sen, dedi, anlattı: Dekor bitpazarı veya bir eskici pazarı. Bir adam var işsiz güçsüz. Evde çoluk çocuk aç. Satacak bir şeyi kalmamış adamın. Bir yorganı kalmış sadece. Yorgan omuzunda pazara gelir adam. Önce fiyat veren çıkmaz yorgana. Sonra biri acır haline, bir fiyat biçer.
Adam,
-Satıyorum haraç mezat satıyorum, sattım! der, parasını alır omuzları düşük avucuna baka baka pazardan uzaklaşırken perde iner. Piyesin adı “Yorgan”.(…)
10.7.1968
Cahit Irgat
“Çok Yaşasın Ölüler”
Haz: Turgut Çeviker, Notos Kitap,2011, ss.45-46
(…)
Orhan Veli aktarıyor:
«— Sait (Faik)’in piyesinde hareket var, lâf yok. Bir kelimelik konuşmayla da bitiyor. Böyle yağmurlu bir günde kalabalık bir caddede insanlar koşuşuyor. Beyoğlu olacak… Taksiler, hususiler, bağıran, çığıran, kadınlar, kızlar… deme gitsin… büyük bir kalabalık… İşte bu kalabalık arasından bir adam çıkıyor. Omuzunda bir tek yorganı… Ondan başka göze batar bir şeyi yok. Vitrinlere baka baka, sahnenin önüne doğru geliyor, sırtındaki yorganı indirip seyircilere doğru uzatıyor, hüzünlü bir sesle:
—Satıyorum… diyor.
Piyes de bitiyor.»Mehmed Kemal
Acılı Kuşak, Toplum Yayınevi, 1967, s.26
Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan Sait Faik ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/sait-faik adresinden ulaşabilirsiniz.
Metin Eloğlu‘na ait bazı kapak çalışmaları…
Cahit Irgat, “Ortalık”, 1952, Yeditepe Yayınevi, Şiir Kitabı
*
Muzaffer Buyrukçu’nun 1956’da yayımlanan “Katran” adlı ilk kitabı…
(Öykü, Yeditepe Yayınevi)
Evet, gerçekten ve sahiden de Sait Faik bir ‘cins şair’dir! Gerçeği, maalesef, daha irdelenmeden ve kurcalanmadan yazılamamış ya da yazdırılmamış Türkiye edebiyat tarihinde, ‘cins şair’ Sait Faik’in, çok uzaktan bile olsa, bir benzeri ya da bir benzeyeni yoktur!
Adeta Sait Faik’in hemen hiç akrabası yok gibidir!
Ve, temmuz 1992’de, önceki I. incelememde belirttiğim gibi, bir ardıl’ı da gözükmemiştir hikâye ya da anlatı ufkunda.
Demek ki diyorum; böylesi bir açıklığı ve özdenliği kimse, hiçbir Türk göze alamamıştır!
Elbet bizim ‘cins şair’ Sait Faik’i, gerek sağ kolunda olsun, gerekse giyilmiş (üzerinde) olsun; kışları buruşuk ve kirli pardesülü olarak betimlemeye çalışıyorum.
((Gariptir, Orhan Veli de öyleydi. Ama onunki parasızlıktan ve olanaksızlıktandı.)) İşte burada, zaten Sait Faik, içinde doğmak ve de yaşamak zorunda bırakıldığı ya da bulunduğu bu topluluk’ta ((…))gibi davranır ve düşünür hep.
Sait Faik’in, hemen hemen bütün hikâyelerinde, hele son yetkin ve güzel hikâyelerinde iyice belirir bu. Su yüzüne çıkmıştır!
Adını filan koymaya gerek duymamış olabilir, ama yazılarında, mektuplarında, röportajlarında, notlarında, hikâyelerinde, anlatılarında ve özellikle de şiirlerindeki verilere bakarsak; sözcüğün tam ve açık anlamıyla bir ‘kötülük toplumu’ ortamında ve de koşullarında devindiğini algılarız. Aşk’a bile izin yoktur! İzin vermezler Aşk’ın oluşmasına!
(…)
Bugün dahi ‘cins şair’ Sait Faik’in, yaşarken edebiyatçılarca, romancılarca ve eleştiricilerce nasıl düpedüz taramaya ve alaya alındığını, horlandığını, küçümsendiğini ve kendisine bıyık altından gülündüğünü ben biliyorum.
((Özellikle Beyoğlu’nda arada sırada uğradığı Nisuaz Pastanesi (şimdi Garanti Bankası’dır) ile Ankara Caddesi’nin Ebussuut Caddesi’yle kesiştiği yerdeki ünlü Meserret Kahvesinde.))
Bereket ki Sait Faik’in ailesinin mal mülk varlığı onu biraz koruyordu. Acımasız ve gaddar edebiyat çevresinden ya da arestasından aylarca uzak durabiliyordu.
Sonra, şu da ilginçtir ‘cins şair’ Sait Faik’, edebiyat ve duyarlık dünyasında bir oğul, bir halife yani bir ardıl bırakmamıştır nedense. Öncülü ve ardılı olmayan bir yazar!
Hele yeni kuşaklarda, gençlerde, ((Attila İlhan’ın sıkı deyimiyle “sabun köpüğü çocuklarıdır bunlar!”)) ‘cins şair’e Sait Faik’in düşünce ve ‘idrak’ dünyasında da bu ‘sabun köpüğü kuşağa’ en ufak bir yer yoktur. Bizim meramımız başka, onların meramları çok başkadır! Zaten Sait Faik yaşarken, onların, babaları kendisini ‘kavun acısı yalnızlığı’yla yapayalnız bırakabilmişlerdir. Hem de göz göre bırakabilmişlerdir. Sait Faik’in meramı da, insanları ve insan ilişkilerini ele alışı da gerçekten şimdiki gençlerden çok başkaydı. Şimdi, 1992’de, sözde ona sahip çıkar gibi gözüküyorlar ama ne gezer! İçten ve özden değiller. Bir sahtekârlık taşıyorlar. Sait Faik, belki moda olduğu için böyle bir kurnazlığı seçmiş olabilirler. Gerçekte kendi yaşadıkları hayatta hiç ve hiçbir zaman bir Sait Faik yoktur! Uzaktan Sait Faik’in benzerlerine bile yüz vermiyorlar.
Sait Faik’in, gizli ya da açık kış mekânlarını yazmayı sürdürüyorum:
Tabii öncelikle ünlü LAMBO meyhanesi. Nevizade Sokağı’nda bir köşede. Şimdi biraz büyültülmüş ve içki satılıyor yalnızca.
Orhan Veli’yle Nihat Hanım’ın (Fıratlı) zaman zaman buluştukları bir koltuk meyhanesi. Yalnız pencerenin yanında iki kişinin şöyle biraz oturacak iki yeri var, o kadar. Herkes ayakta. Oraya Sait Faik, Peyami Safa, Mina Urgan, Oktay Rifat, Melih Cevdet, Cahit Irgat, Naim Tiralı, Mücap Ofluoğlu, Cavit Yamaç., geliyor. Sonraları, Edip Cansever, Muzaffer Buyrukçu filan da gelmiş.
Mösyö Lambo, tezgâhın arkasında, vakit buldukça; Gogol, Dostoyevski, Puşkin, Tolstoy okuyor Ruscasından. Ama borçları deftere yazmayı da savsaklamıyor.
Bana yıllar sonra, naiv ve gerçekten ilginç ressam Fahir Aksoy; Sait Faik’in orada Lambo’da bir büyük kavgasını anlatmıştı. O zamanlar hemen hemen bütün tartışmalar soyut ve olmayacak şeyler olurdu genellikle.
İşte Sait Faik’in aslan gibi kükreyerek bağırması ve susmaması orada geçmiştir. Bir gece Peyami Safa da vardır. Yine soyut bir konu tartışması sürdürülüyor içkiler içilirken. Sözgelimi, Paris’te Louvre Müzesi (ya da Sarayı) yanıyor. “Ünlü resim Mona Lisa’yı mı kurtarırsınız: yoksa orada bulunan küçük bir çocuğu mu?”
(…) Peyami Safa, “ben olsam bu durumda Mona Lisa’yı kurtarırdım!” diyor.
Sait Faik ise Peyami Safa’nın bu sözüne karşılık olarak, aslanlar gibi kükreyerek ve bas bas, yüksek sesle, bağırarak ve hatta biraz da Peyami Safa’nın üzerine yürüyerek: “Hayır, ben o çocuğu kurtarırdım!” diyormuş. Büyük bir ağız dalaşı! Sait Faik ayağa kalkmıştır. Mösyö Lambo tezgâhından çıkarak onları ayırıyor, yani daha doğrusu araya giriyor: “Yapmayın, etmeyin çocuklar!” diyerek…
Yıllar sonra, nedense, Mösyö Lambo bu koltuk meyhanesinde bir ortakla birlikte bir kadın ayakkabısı dükkânı açtı. Ve iflas etti. Ve kendini tavana asarak intihar etti. Bunun şiirini Oktay Rifat yazmıştı, hangi kitabında var bu şiir şimdi bilmiyorum. Ve Lambo’nun karşısında Lefter’in Meyhanesi. Kambur Panayot laterna çalardı. 1964’de bando mızıkayla Yunanistan’a gönderilmişti Lefter. Bizim kuşağın çok gittiği bir meyhaneydi ve ucuzdu.
Büyük Ziba ile Küçük Ziba (…). Ucuz. İlk kez Cihat Burak’ı oraya Sait Faik götürmüştür 1946’da. Bir kapıya tekmeler filan atmış Sait Faik.
Bursa Sokağındaki İşkembeci. Şimdi Ahududu Sokağı oldu.
Diamandi meyhanesi. Hammalbaşı caddesinde. İngiliz Konsolosluğu karşısı.
Panayot meyhanesi. Şimdi yine çalışıyor. Ondan ucuzu yoktur. Müşterilerinin hemen hemen hepsi hep hapishaneye girip çıkmıştır.
Anadolu Geçidi. Kuyumcu Franguli ile Fuat Uzkınay Sokağı arasında. Sait Faik Fikret Ürgüp’le oradaki birahanede buluşurmuş.
Rumeli Hanı’nın içersinde bir kahve, gizli. Ama İstiklâl caddesine ve Alkazar, Saray, Şark, Ar, Melek, İpek, Yıldız, Lale, Atlas, Aynalı, Şık ve Elhamra sinemalarına yakın.
Ve Cumhuriyet meyhanesi. Sahne sokağı ile Kalyoncukulluğu Caddesi’nin kesiştiği köşededir. 1933’den beri Cihat Burak’ın, Sait Faik’in, Orhan Veli’nin.. Edip Cansever’in.. vs.nin mekânıdır. Şimdi biz de (…) Cihat Burak’la, Sezer Tansuğ’la, Gülsün Karamustafa’yla, Özay Erkılıç’la, Turgay Özen’le, Ufuk Üsterman’la, Mithat Şen’le, Mustafa Irgat’la, Feryal Çeviköz’le, Yaşar Çubuklu’yla zaman zaman akşamları Cumhuriyet meyhanesine gidiyoruz.
Sait Faik’in daha bir dolu kış mekânları vardı tabii: Eftalikos, Degüstasyon, Çiçek Pasajı, Maya Sanat Galerisi.. filan gibi. Ama şimdilik bu kadar yeter.
Ece Ayhan
Arkitekt Dergisi, 1992, Sayı:3, s. 94- 99
Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com