Eki
16
2009
0

Sonaltından bu baharda yapılacak işlere dair:

Sonaltından bu baharda yapılacak işlere dair:

Kalbimi çıkardım ve bir zümrüt koydum yerine
Aklımın olduğu yerlerden bulut geçiyor
Mavi türkü, yalnız türkü

Kardeşim benim, az sevgilim
Zeytin yaprağı, rüya bıçağı, kurşun ve kalem
Sana bir kılıç sunuyorum aramıza koyman için

Siyah ve beyaz biraz kırmızıyla örselenmiş
Bayrağı gamsız bir gemi olsam gerek
Ki, sana bir şarkı sunuyorum. Ört üstümüzü

Sonaltından bir bahar, dalları iğdeyle kanayan
Krizantem, manolya, nane, sardunya, bağ talanı
Sana kokular sunuyorum bu bahar
Beraber biriktirdiğimiz kokuyu ben aldım gidiyorum çünkü

Arzu Çur

Eki
16
2009
0

Dünya

DÜNYA

Bayan Sekmeler’in salonunda
sıkıştırılmış çiğ tanelerinden aynalar
konsol bir sarmaşık dalından yapılmıştır
ve halı yitip gider dalgalar gibi
bayan Sekmeler’in salonunda
çobanaldatan kuşunun yumurtalarında sunulur ay çayı
perdeler kendine çeker karların erimesini
ve karanlıkta sedefin içindeki tek bir parçada kaybolan perspektifte piyano
bayan Sekmeler’in salonunda
titrek yaprakların altında duran basık lambalar
pangolin kabukları içinde şömineye takılırlar
bayan Sekmeler’in zili çaldığında
hizmetçi kadınlara yol vermek için yarılır kapılar…

André Breton

Eki
16
2009
0

Bir kadavra…

(Breton’un 1924’te yayımlanan “Bir Kadavra” adlı kitabına ithafen 1930’da çıkardığı dört sayfalık özel baskı jurnaldir. Ya da işte, “Breton’un Gevezelikbilimi”dir… )

Eki
15
2009
0

Anlamsızlığın Anlamı

Anlamsızlık, saçmalık, bireycilik, kapalılık gibi sözcüklerin bu çağın sözcükleri olduğu artık herkesçe bilinen bir gerçektir. Kafka’nın, Faulkner’in, Beckett’in mutsuzluk çanları, bu çağın dışından gelen sesler değildir.(…)
Çoğunluğu yeni şiirin dışında bırakan, çoğunluğun yeni şiirle birlikte gelişmemesidir.(…)Çoğunluğun şiir karşısındaki ilk tepkisi, şiiri hemen anlayıvermek istemesidir.Yani kolay, ilk anda anlaşılıveren şiiri sevmektedir çoğunluk.(…)
Bir şiir azınlığa seslendiği zaman, o şiirin çoğunluk için olmadığını söyleyemeyiz. Yani çoğunluğun ona kapalı olması, o şiirin mutlaka azınlık için olduğunu göstermez.(…) Breton “Şiir usun bir bozgunluğu olmalıdır” diyecektir.  Mallarme’nin şiirine, anahtarı kaybolmuş bir şiir gözüyle bakmak alışılmış bir şeydir.(…) Şiirdeki yalnızlık, bunalım, günümüzün yalnızlığı, bunalımıdır. Bugünün şiiri çoğunluğa saçma, anlamsız, karanlık geliyorsa, yaşadığımız hayattan başka bir yerden gelmiyor bu. Ayrıca bunun için de, belki de en çok bunun için, bugünün şiiri anlamsız, saçma değildir.(…) Bugünün şiiri bireyciyse, bu da bireyin yitikliğinin, ezikliğinin, yıkıklığının sonucudur.(…)
Kierkegaard kendisine , “Bir evin çatı arasında oturan, üstelik evin çökmesinin yakın olduğunu bilen bir insan” demiştir.

İlhan Berk
İnferno’dan…

Eki
14
2009
0

Tavla (Zahir Güvemli)

Zahir Güvemli’nin “Tavla” adlı karikatürü…

Eki
14
2009
0

Kitap: Nâzım Hikmet ve Sömürgecilik Karşıtlığının Poetikası (Öykü Terzioğlu)

Nâzım Hikmet’in Jokond ile Sİ-YA-U, Benerci Kendini Niçin Öldürdü? ve Taranta-Babu’ya Mektuplar adlı kitaplarına, tür, biçim ve içerik ilişkisi temelli yeni bir okuma modeli önermektedir. Kuramsal arka planını Nâzım Hikmet’in çağdaşı Soyvet kuramcı Mikhail Bakhtin’in “roman” ve “romanlaşma” hakkındaki görüşlerinin oluşturduğu bu kitabın temel iddiası, Nâzım Hikmet’in söz konusu kitaplarında şiirin romanlaştığı ve bunun da, kitapların ortak izleği olan sömürgecilik karşıtlığının tarihsel maddeci bir perspektifle sunulmasını sağladığıdır. Öykü Terzioğlu’na göre, Nâzım Hikmet’in bu şiirlerinin romanlaşarak “çok seslileşmesi”, sömürgeci üst sınıflar ile doğal işçi sınıfı addedilen sömürge halkları arasındaki sınıfsal çatışmanın temsilini olanaklı kılmış, yine romanlaşma ile ilintili olan “mizah” da bu çatışmanın sembolik düzlemde bir devrimle sonuçlanmasını beraberinde getirmiştir. (Tanıtım metninden…)

Bkz: https://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=461719

Eki
13
2009
0

ÇOCUK VE ALLAH (F. H. Dağlarca)


Bir nehir geçer evimin kenarından
Alır ışıklarını, lâmbamın, gider.
İçimde devam eder sabırsız
Ölülere ait düşünceler.


Ve olurdu vücudumuzdaki tarif edilmez çocukluk,
Nedense, daha uzun.
Uyanırdı karanlık hücrelerde,
Bütün yadigârlığı, ruhumuzun.

Susar şehri dolaşan,
Bütün sokaklar bana

(s.143)


gündüzlerden geçen uykular;
Denizler içre balık.
Sonsuz yalnızlığı kalbin
Bütün tarlalara aşinalık.

Evlerin gölgeleri evlere;
Akla gelen düşünceler ki garip.
Bilinmeyen güzel sulara dönmek
Gece vakti ağaçları bekleyip.

(s.113)

Yerine midir bu düşünmek,
Ki ölüme dair ve sonsuz.
Ve birleşir gecelerle birbirine
Bizim şahane uykumuz.

(s.147)


Fazıl Hüsnü Dağlarca

“Çocuk ve Allah” adlı kitabından…

(Zafer Yalçınpınar Koleksiyonu’ndan bir Dağlarca imzası…)

Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “DAĞLARCA” ilgilerininin tümüne https://evvel.org/ilgi/daglarca adresinden ulaşabilirsiniz.

 

Eki
12
2009
0

Tanrı’nın Sevgilisi Kim? (Oruç Aruoba)

Nisan Dergisi’nin 1986’da yayımlanan sinema özel sayısında yer alan “Tanrının Sevgilisi Kim?” başlıklı Oruç Aruoba yazısına https://zaferyalcinpinar.com/tanrininsevgilisikim.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.

Eki
11
2009
3

Atatürk’ten sonra, Mark Twain Derneği’ne üye olan ilk Türk’tü.

***
***

Milliyet Sanat Dergisi’nin 1973 yılında yayımlanan 32. sayısında yer alan, Yaşar Kemal’in Sait Faik’le yaptığı söyleşiye https://zaferyalcinpinar.com/ilkturk.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.

Eki
10
2009
1

Buluntu: “İlhan Berk yazdığı şiirleri halkın rüyasına benzetiyor…” (1964)

Milliyet Gazetesi arşivini incelerken Ece Ayhan hakkında önemli belgelere ve efemeralara ulaşmıştım. (Bkz:https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=544) Ardından, arşivde İlhan Berk üzerine de üç gün kadar süren bir tarama ve karşılaştırma çalışması gerçekleştirdim. Böylelikle, birçok efemeranın yanısıra İlhan Berk’in mevcut kitaplarına girmemiş bir söyleşisi günışığına çıkmış oluyor. 28.1.1964 tarihli Milliyet Gazetesi’nde “Yazdığı şiirleri halkın rüyasına benzetiyor…” spotuyla yayımlanan bu söyleşi, İlhan Berk’le yapılan söyleşilerin derlendiği ve Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan “Kanatlı At”  adlı kitapta ve Kültür Bakanlığı tarafından yayımlanan “Kendi Seçtikleriyle İlhan Berk Kitabı” adlı anı-kitapta yer almıyor. İlhan Berk’le Mustafa Ekmekçi konuşmuş… “Mısırkalyoniğne” adlı kitabın ardından oluşan İlhan Berk poetikasına ilişkin birçok “karanlığı” işbu söyleşinin “aydınlatacağını” düşünüyorum. “N. (Nesrin) İlhan Berk” hikâyesinden de çok etkilendiğimi ayrıca söylemeliyim.

Sonuçta, söyleşi aşağıdadır…

Artık ayarsınız ya da aymazsınız, orasını bilemem.

Sahicilikle / Zafer Yalçınpınar

*

—–

28.1.1964, Milliyet Gazetesi, Sayfa 6

(İlhan Berk’le konuşan: Mustafa Ekmekçi)

—-
ALTI AY İÇİN FRANSA’YA GİDEN, TÜRKİYE’DEKİ ANLAMSIZ ŞİİR’İN TEK TEMSİLCİSİ İLHAN BERK, YAZDIĞI ŞİİRLERİ HALKIN RÜYASINA BENZETİYOR…

Anlamsız şiirin Türkiye’de tek temsilcisi olduğunu söyleyen “Mısır-kalyon-iğne” kitabının yazarı İlhan Berk, altı aylığına Fransa’ya gitti. Gitmeden, onunla konuşmak istedim. Berk’in kendine yapılan saldırılara, beğenisizliklere karşı bir savunması olabilirdi belki.
İlhan Berk, ilk şiirlerini anlamlı yazmış, yani mânâlı. Sonra kendini bulmaya başlayınca sıyrılmış, anlamaktan anlaşılmaktan.
İlhan Berk, ilk şiir kitabına “İstanbul” adını koymuş. N. İlhan Berk imzası ile yayımlamış. Bu (N)nin anlamı çok büyük onca. O sıralar Nesrin adında bir kızı seviyormuş, aşkı o kadar büyükmüş ki, kızın adını kendi adının başına almış. O İlhan değil artık. Nesrin İlhan’dır. Bu adla, üç dört kitap yayımlamış. “Onun adını yıllarca yaşadım” dedi İlhan Berk…
İlhan Berk, Fransız hükumetinin “yaratma bursu”yla altı ay Fransa’da kalacak. Sözü uzatmadan yazıya, onun İstanbul şiirinden bir anlamlı parça ile girmek istiyorum:

İşte kurşun kubbeler şehri İstanbuldasın
Havada kaçan bulutların hışırtısı
Karaköy çarşısından geçen tramvayların camlarına yağmur yağıyor
Yenicami Süleymaniye arkalarını kirli kirli bir göğe vermişler
Hiç kımıldamıyorlar
Ayasofya elleriyle yüzünü kapamış
Bütün iştahıyle ağlıyor.

-İlhan Berk’in elinden Abidin Dino tutmuş…

-Kısaca anlatıvereyim, ilkokul öğretmeniydim o zaman. İstanbul’a geldiğimde SES dergisini gördüm. O dergiyi her keresinde okurdum. Nurullah Berk, Dino, yazarlar, çıkarırlardı bu dergiyi. O zaman bu dergiye şiir gönderdim. Benim şiirleri beğenip koyan Abidin Dino’ymuş.Sonra tanıştım onunla. Elimden tutanların arasına Yaşar Nabi’yi de katmak lâzım amma, o zaman bir taklit vardı şiirde. Halbuki, SES’te yayınlananlarda taklidin dışına çıkan, Cahit Sıtkı havasının dışında kalan şiirler vardı. Bunun için Abidin Dino dedim. Sonra Ankara’ya geldim, Gazi Eğitim Enstitüsüne girdim. Fransızca öğretmeni oldum.

-Anlamsız şiirde kaç kişi kaldınız şimdi?

-Yalnız kaldığımı sanıyorum, onun için de vatan değiştiriyorum.Zaten hep yalnız kaldım…

-Anlamsız şiire nasıl başladınız?

-Bizim yaşayışımızdır benim böyle yazmamın sebebi… Bizim yaşayışımızda bir anlamlı neden bulmuyorum ben bir defa. Mesela Çetin Altan’ın bir yazısı vardı. O yazısında, benden bahsederken, şiirimi anlamsız bulmasını doğal görmüştü. Yazısını da şöyle bitiriyordu: Böyle politikası, böyle bir düzeni olan ülkenin şiiri de böyle olur, diyordu. Ben de tıpkı onun gibi düşünüyorum. Toplumumuzla çatışma halinde değilim. En çok çağdaşım…

-Anlamsız şiire geçişin bir anısı vardır herhalde?

-Şiiri ararken, ben kendimi birdenbire burada buldum. Daha önceki okuduklarımda şiirden çok nesirle karşılaşıyordum. Nesirle karşılaşmak bana şiirin başka bir şey olduğunu gösteriyordu ki işte o zaman şiirin böyle bir ucuna gelip durdum. Buna da anlamsız dediler. Oysa halk benim yazdığım şiirin anlamsız olduğuna inanmıyor. Bu adı, daha çok zaten aydınlar veriyor. Çünkü halk şiirden, sözlerden, hikayeden öğrendiklerini aramıyor. Bir boşalma olarak kabulleniyor şiiri. Nedir ki, benim şiirim halkın değil, aydınlerın eline gidiyor. Ben, benim yazdığım şiiri halkın gördüğü düşlere benzetiyorum.

-Dilinizi de kınıyorlar mı?

-Ben şiirimde kelimelerden yararlanmam. Benim şiirim yararlandığım dili bozdum diye suçlandırıldığım kelimelerden, hatta dilden bile gelmez. Ben aslında dili değil, düşünceyi değiştiriyorum. Kelimeler beni ilgilendirmez dediğim zaman bunu demek istiyorum.

-Türk aydınlarından şikayetçi olduğunuz belli…

-Türkiye’de aydın durumu çok yavaş gelişiyor. Bunun da nedeni öyle sanıyorum ki, aydının düşünceden hareket etmesidir. Oysa batıda aydının hareketinden, davranışından bir düşünceye bir düzene bir sisteme gidiliyor. Bizde bunun tersi bir yaşama var. Kısacası biz düşünceleri yaşayarak bir gelişme yolunu seçmişiz. Son yıllarda bu değişir gibi görünüyor. Aydının ilerlemesinden belki o zaman söz edilebilir…

-Eleştiriciler konusunda da diyeceğiniz vardır elbette…

-Bizde eleştiri yazık ki, bir şiir, bir hikaye, bir roman okunarak yazılmıyor. Şiirin, hikayenin, romanın kuralları üzerinde konuşuluyor. şiir şudur, hikaye şudur, roman şudur deniliyor. Bir romanı sevdim, ya da sevmedim diye birisi çıkmıyor. Bir genellemeler yapılıyor hep.

-Fransa’dan ne getireceğinizi umuyorsunuz?

-Herhalde yine kendimi olduğum gibi getireceğim. Fransada da buradakine benzer bir yaşamın dışına çıkacağımı pek sanmıyorum. Bir oda bulup oraya yerleşeceğim. Fransa’da beni en çok Francis Ponge, Rene Char, Michaux ilgilendiriyor. Onları göreceğim. Onun dışında, başka kimse içimi çekmiyor. Yığınla Türk sanatçı arkadaşım var, en başta Abidin Dino. Öyle sanıyorum ki, birini görmeyeceğim.
*

28.1.1964, Milliyet Gazetesi, Sayfa 6

*

Ayrıca bkz: İLHANBERKİĞNE

Eki
09
2009
1

Söyleşi: Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun Kapanışı Üzerine…


*

Senem Korkmaz’la Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun kapanışı üzerine söyleştik… Aşağıdadır;

——-
Senem Korkmaz: Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nu ne zaman ve hangi amaçla hayata geçirdin?

Zafer Yalçınpınar: Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nu 2007’nin ilk aylarında kurdum. 2007’nin başına kadar birçok şiir ve edebiyat e-posta grubuna üyeydim. Bu e-posta gruplarında tartışılan başlıkların “paylaşım” odaklı olmadığını ve edebiyatın, şiirin içtenliğine ya da sahiciliğine uymadığını farkettim. Başka şeyler dönüyordu oralarda… Garip bir dirsek teması vardı ve bu dirsek teması küçük ölçekliyse bir “tarikat”, büyük ölçekliyse de bir “cemaat” oluşturmuştu. Bu grupların hepsinde de irtica faaliyetleri ya da unsurları vardı ve iğrenç bir “retorik arsızlığı” göze çarpıyordu. Akım derken bokum demekteydiler… Sıkı yazılar, şiirler, eleştiriler ve “hakikat” bu gruplarda paylaşılmıyordu. 2004-2007 döneminde basılı dergilere baktığımızda da durum aynıydı. Bir halay takımı, bir mutat zevat ordusu, kısacası bir “muhteris tipolojisi” statüko için elinden geleni ardına koymaz hale gelmişti. Müthiş çelişkiler ve irtica eylemleri söz konusuydu. Antoloji oyunları, sinsi manevralar, ödülcülük, jüricilik, ahbap çavuşluk, liyakatsizlik, temelsiz ya da gerekçesiz yazılar, biad yaklaşımları, yapay bağlamlar, yersiz ithaflar, binlerce yavşaklık, binlerce çelişki, binlerce döneklik… Baktım ki dergilerde de her şey bir “statüko üleştirisi” haline dönmüş ve neredeyse herkes bu “üleştiri mekanizması” etrafında çeteleşmiş… Yani sıkı şiir, sivil şiir, sahici şiir “mecra bulamaz” ya da “vücut bulamaz” hale gelmişti. Her yerde bir “sessizlik suikasti” oluşmuştu ve edebiyat kâhyaları tarafından uygulanan müthiş bir manipülasyon, kurulan bir menfaat şebekesi vardı. Günde üç dört kez “Puşt Ahali!” diyordum tüm bu cürufa… Sonra, bu durumu kendi kendime fısıldamayı bıraktım ve sözkonusu eğretiliklere karşı bir alternatif olsun diye “Puşt Ahali Edebiyat Platformu”nu kurdum. Çünkü “ben sustukça, sıra bana gelecek”ti. Susmamak gerekiyordu. Susa susa haysiyetini kaybeder insan… Başımıza ne geldiyse “susmak” yüzünden gelmiştir. “Sıkı şiir, sivil şiir, sahici yaratılar, araştırmalar, duyurular bu e-posta grubunda paylaşılsın ve edebiyat kâhyaları ya da sanat kabzımalları olmasın!” diye düşündüm. Edebiyat konusunda kimse kimseye “sessizlik suikasti” yapmasın, kimse kimseye susmasın, kimse kimsenin kâhyası ya da kabzımalı olmasın diye düşündüm. Kısacası, Puşt Ahali Edebiyat Platformu, “Ahali puşt olmasın!” demek için varolan bir paylaşım ve tartışma platformuydu. Platform,  mevcut garabet ortamını işaret etmek ve bazı taşları yerinden oynatmak için kuruldu. Büyük ölçüde başarılı oldu da… Kapandığında 2150 konu başlığında 4500’e yakın mesajdan oluşan bir tartışma ve paylaşım arşivi vardı.

S.K.: Puşt Ahali Tarifesi, yani e-dergi fikri nasıl ortaya çıktı? Derginin misyonu neydi?

Z.Y.: Platformun katılımcılarının sayısı ve bendeki edebiyat-sanat efemeraları çok artmıştı. Bunları e-posta yoluyla iletişim kurarak paylaşmak çok zor oluyordu. Arada zayiatlar da gerçekleşiyordu. İstediğim dozda ya da ayarda bir kapsam ve tasarım da e-posta sistematiğiyle oluşmuyordu. Birkaç arkadaşın önerisiyle ve desteğiyle P.A.T!’ı çıkarmaya başladım. E-dergi’nin işlevi ve görevi de platformla aynıydı. Aradaki tek fark, e-derginin önemli yaratıları ve efemeraları daha derli toplu olarak içermesidir. Şunu da söyleyeyim, başlangıçta bana destek olacağını söyleyenler, sonradan yeterince destek olmadılar. Fakat, gene de, “Puşt Ahali Tarifesi” zaman ve mekân içerisinde yayımlanmış en sıkı ve sivil oluşumlardan, dergilerden biriydi. Ortalama 1000 kadar da sürekli okuyucusu ya da takipçisi vardı. Ayrıca, not olarak söyleyeyim, derginin yayımlanmış tüm sayıları şu adresten indirilebilir: https://zaferyalcinpinar.com/pat.rar

S. K.: Puşt Ahali neden kapandı? Seni  buna iten durumları ve nedenleri açıklar mısın?

Z. Y.: Birçok kişisel gerekçem var… Şunu bil ki bu kişisel gerekçelerin hiçbiri de “keyfi” değil. Şimdi burada oturup, yaşama alanıma dair gerekçeleri, sıkıntıları ya da e-posta sistematiğinin teknik eksikliklerini ya da ne bileyim, işyerimdeki geçici sıkıntıların özel ayrıntılarını filan anlatmak istemiyorum. Bunları bir kenara bırakalım… Temel gerekçe şu: “Kişileri sırtıyla, yani sırt çevirişiyle tanımaktan sıkıldım! Buna zamanım yok artık!”

S. K.: Biraz önce senin de söylediğin gibi, Puşt Ahali Edebiyat Platformu kapandığında oldukça geniş bir arşive ulaşmış durumdaydı. Bu arşiv şüphesiz ki son derece değerli ve arşivin titizlikle korunması gerekir diye düşünüyorum. Ayrıca platformun takipçileri arşive ulaşmak isteyebilirler? Bu mümkün olabilecek mi? Bunun için herhangi bir şey düşündün mü?

Z. Y.: Arşiv bende… Fakat takipçiler için özel bir şey düşünmedim… Bu konuda suçluyum. Ama Evvel Fanzin’in ve P.A.T!’ın sayfaları arasında da birçok önemli şey “künk” gibi duruyor hâlâ… İsteyenler bunlara doğrudan ulaşabilir. Bunların dışındaki bir şeyleri merak edenler, kurcalamak ve bilmek isteyenler varsa bana e-posta ile sorabilirler…

S. K.: Platform oldukça geniş bir kitle tarafından takip ediliyordu. Grubun ve e-derginin kapanmasına çok üzülenler olduğu kadar çok sevinenler de olduğuna eminim. Bu minvalde grubun kapanmasının belli  bir kitle tarafından “Yalçınpınar pes etti, yenildi.” şeklinde değerlendirileceği çok açık. Bununla ilgili ne düşünüyorsun?

Z. Y.: Yenildiğim filan yok… Puşt Ahali Edebiyat Platformu yapacağını yaptı. Ayrıca, Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun kapanmasına sevinenler hemen heveslenmesinler… Ölene kadar yazacağım.  Yazdığım sürece de yenilmiş değilim. Beni bilen bilir. Platformun kapanışına üzülenler de aslında üzülmesinler… Bir de bakarsınız başka bir adla başka bir oluşum kuruveririm. Ve o oluşum da yüksek ihtimalle 20. sayısından yayım hayatına başlar. Yani, 19 sayı boyunca yayımlanan Puşt Ahali Tarifesi’nin bıraktığı yerden yeniden başlar. Edebiyat ve şiir bir zamanlama meselesidir… Hep söylerim; “zaman ve vicdan yargıçtır.” Saatlerinizi kontrol ediniz.

S. K.: Puşt Ahali Edebiyat Platformu’yla  -senin kavramlarınla söylersek-  “retorik arsızlığı” ve “yeni sinsiyet”e karşı büyük bir savaş verdin. Şimdi grup kapandığına göre Zafer Yalçınpınar savaş boyalarını silip baltasını toprağa gömdü mü?

Z. Y.: Bu soruna Oruç Aruoba’dan bir alıntı yaparak cevap vereyim:  Yaşamın, seni ulaşman gereken düzeyin altında tutmağa çalışan eğilimlerle (bu arada kendininkilerle de)savaşmakla geçecek. –Bu yüzden de, ulaşman gereken düzeye ulaşamayacaksın; yani, başarılı olacak o eğilimler, sonunda. Zaten, belki, istedikleri de budur: Senin, onlarla savaşmak yüzünden, ulaşman gereken düzeyin altında kalman… Ama savaşacaksın, gene de: sonuç her iki durumda da aynı olmayacak mı zaten – sen, zaten, ulaşman gereken düzeyin altında kalmayacak mısın ki? –Ama, savaşırsan, en azından (nereye gelebilirsen) geldiğin düzeye savaşarak gelmiş olacaksın –bu da boşuna olmayacak.

S. K.: Platform kapanınca grubun takipçileri ve “sivil edebiyat” şiarının destekçileri olarak (kendimi de katarak söylemeliyim) bir anlamda “meydansız” kaldık. Bunu hak etmek için ne yaptık?

Z. Y.:Seni ve birkaç dostumu cevabımın dışında tutarak ve söylediğimin anlaşılacağını ümit ederek tek bir cümleyle cevap vereyim: “Bir şey yapmadılar!”

S. K.: Puşt Ahali’den sonra etkinlik gösterdiğin başka herhangi bir platform var mı? Paylaşımlarını nereden takip edebileceğiz?

Z. Y.: 2003’den beri yayımladığım “Sonrasızlık” adlı bir fanzin var. Önceleri basılı olarak yayımladığım bu fanzini 2006’da “blog” sistematiğiyle internete taşıdım. Sonrasızlık devam ediyor, sadece adı değişti. Fanzinin adını “Evvel” olarak değiştirdim. Fanzine şu adresten ulaşılıyor: https://zaferyalcinpinar.com/blog

S. K.: Yalçınpınar’ın bundan sonraki hedefleri ve projeleri neler?

Z. Y.: Aslında tek bir şiarım var: “İnsandan çok eşyaya benzememek!” Bu yoldaki uğraşılarım arasında, kısa vadede yani 2009’un sonunda ya da 2010’un başında “Denizaltı Edebiyatı” bildirisini yayımlamak var. Orta vadede de bir editöryal çalışmam var… Adını vermeyeceğim bir ustanın kitaplaşmamış bazı yazılarının editörlüğünü de üstlendim. Uzun vadede ise “sahiciliği” yazmak istiyorum: Kerim Çaplı, Ece Ayhan ve Kuzgun Acar arasındaki tipolojik ve yaşamsal benzerlikleri… Ayrıca, “Adabeyi” adlı “novella”mı da yazmaya devam ediyorum, fakat ne zaman tamamlarım ya da tamamlayabilir miyim, bilinmez. Kimse de bilemez…

S. K.: Umarım en kısa zamanda tamamlarsın. Kendi adıma Yalçınpınar’ın yeni çalışmalarını heyecanla beklediğimi söyleyebilirim. Çalışmalarında kolaylıklar ve başarılar, söyleşi için teşekkürler.

Z. Y.: Asıl ben çok teşekkür ederim… Eksik olmayasın…

*

9 Ekim 2009

Diğer söyleşilere https://zaferyalcinpinar.com/dilinkemigi.html adresinden ulaşabilirsiniz.

Ayrıca bkz: https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=503

Eki
08
2009
1

ECE AYHAN HAKKINDA “ÖNEMLİ” BULUNTULAR (Zafer Yalçınpınar)

ECE AYHAN HAKKINDA “ÖNEMLİ” BULUNTULAR

Bilindiği gibi Milliyet Gazetesi 1950-2004 yılları arasındaki arşivini internete taşıdı. İşbu arşivde bir hafta süren araştırmalarım sonucunda Ece Ayhan hakkında birçok buluntuya ve belgeye ulaştım. Örneğin, 1966’da Ece Ayhan’ın  -Üstelik de “Bakışsız Bir Kedi Kara” adlı şaheseriyle katıldığı- Yeditepe Şiir Armağanı’nı “kaybettiğini” kim bilebilirdi?
Ya da, 1975’de, “Ozanın (Ece Ayhan’ın) Yaşaması İçin” adlı bir resim sergisinin düzenlendiğini, o sergiye katılanların tam listesini, hangi eserlerin, ne tip eserlerin sergilendiğini biliyor musunuz? Ya da o serginin gelirinin boyutunu (azlığını-çokluğunu) kim bilebilir, kim tahmin edebilir? 1968’de İçişleri Bakanlığı tarafından “adresi MEÇHUL olan Ece Ayhan” hakkında yayımlanan basın ilanını, yani Ece Ayhan’ın “emekliliğe sevk ediliş” ilanını okumuş muydunuz?
Kısacası, buluntulardan bazılarını -en önemli olanlarını- aşağıda paylaşıyorum. Gerisi size kalmış…

“Artık ayarsınız ya da aymazsınız, orasını bilemem.”

Sahicilikle / Zafer Yalçınpınar

***
ECE AYHAN ŞİİR ARMAĞANINI KAYBEDİYOR (27.01.1966, Milliyet Gazetesi,Sayfa 6):

Tahir Alangu, Asım Bezirci, Hüsamettin Bozok, Edip Cansever, Memet Fuat, Fethi Naci ve Behçet Necatigil’den kurulu Yeditepe seçiciler kurulu, “Yeditepe Şiir Armağanı”nı bu yıl, Ceyhun Atuf Kansu’nun “Bağımsızlık Gülü” kitabına verdi. Kansu’nun kitabı ile birlikte Metin Eloğlu “Türkiyenin adresi”, Ülkü Tamer “Virgülün başından Geçenler”, Ece Ayhan “Bakışsız Bir Kedi Kara” ve Ali Püsküllüoğlu “Sırtımızda Kızgın Güneş” kitaplarıyla yarışmaya katılmışlardı. (27.01.1966, Milliyet Gazetesi, Sayfa 6)

***

İÇİŞLERİ BAKANLIĞINDAN EMEKLİYE SEVK EDİLİŞ (12.07.1968, Milliyet Gazetesi, Sayfa 4):

İÇİŞLERİ BAKANLIĞI’NDAN
Çardak Kaymakamı iken, 2/9 1966 tarihinde Bakanlık emrine alınıp, 6435 sayılı Kanunun 1. maddesi uyarınca, 5/3 1967 tarihinden itibaren emekliye sevkedilen ve daha sonra açmış olduğu dâvâ sonunda emeklilik işlemi iptal edilen Ece Ayhan Çağlar’ın, Bakanlık emirinde geçen 6 aylık sürenin bitimi olan 1/4/1967 tarihinden itibaren 6435 sayılı Kanunun 1. maddesinin 3. bendi gereğince emekliye sevkedildiği, adresi meçhul olduğundan ilanen tebliğ olunur.
(12.07.1968, Milliyet Gazetesi, Sayfa 4)
***
OZANIN YAŞAMASI İÇİN RESİM SERGİSİ (21.03.1975, Milliyet Gazetesi, Sayfa 8):

***

Hamiş: Tüm bu efemeralar Ece Ayhan Web Sitesi‘ne eklenmiştir.

Eki
07
2009
0

Sessizlik

SESSİZLİK

Güller gibi duran eşya
Eşyada yaşayan diyar.

Ortalıkta bir yalnızlık,
Birisi kaybolmuş kadar.

Bir aynadan geçmiş sanki
Rüya gibi esen rüzgâr.

Beyaz bir fanus içinde
Yüzen ve yüzen balıklar!

1936

Fazıl Hüsnü Dağlarca
“Çocuk ve Allah” adlı kitabından…

Eki
07
2009
0

Görsel İş: “Demedi ki”

“Demedi ki” – Zafer Yalçınpınar – 2009

Eki
06
2009
0
Eki
05
2009
0

“Hep Şiir Düşündüm Ben” (Ece Ayhan)

(…)
Filiz Aygündüz: Canınız bunca yanarken şiiri düşünebiliyor musunuz?

Ece Ayhan: Bakın bir örnek vereyim. Vaktiyle ya herru ya merru diyerek Zürih’ten Türkiye’ye döndükten sonra menenjit oldum.Bir arkadaşla Boğaziçi köprüsünde gidiyoruz. Sultantepe’de balkonda otururken şiir ekseninde düşünürdüm, karşıya geçen motorlardaki balonculardan para alıyorlar mı diye. Tam köprüden geçiyoruz bir yandan kusuyorum menenjit yüzünden, bir yandan da baloncuları soruyorum arkadaşa.Yani dün ve bugün, hastalıkta ve sağlıkta hep şiir düşündüm ben.
(…)

5-9-1999 tarihli Milliyet Gazetesi’nden…

Eki
04
2009
0

Manzara Eskir (İlhan Berk)

Bitimsiz bir varoluş biçimi diye adlandırabileceğimiz doğayı yadsımak kimin elinden gelir? Herşeyden önce vardır, sonsuza dek de varolacaktır. Varlığıysa durmadan değişen, çeşitlenen, gelişen zengin bir çizge koyar. Tekdüzeliğe, durukluğa düşmez. Evrimin ta kendisidir. Yalnız bunlar mı? İnsanın, toplumun en doğru yasalarını da o koymaz mı? Bu yüzden olacak kimsenin usundan onu yoksamak, hayırlamak geçmez. Bu böyledir ama, kimi sanatçılar onu onayıp, onunla yine de ilgisiz kalabilmiştir. İlgisizlik belki ağır kaçabilir. Onu görmeyebilmiştir. Ölüdoğayla yani nesneler dünyasıyla uğraşmışlardır, özellikle de manzarayı tanımamışlardır. Mallarme yaşamının en olgun çağında Paris’ten uzaklaşıp bir kır evine çekildiğinde, doğayı görmemezliğe geldiğini, onunla bir alışverişe girmediğini söyler. Manzarayı yoklar ve doğayı ancak kar altında görmeye dayanabilir. Dinginlikle ancak o zaman bakabilir manzaraya. Her türlü dışsal alışverişe gözünü kapayıp, yalnız kendini bulma, kendini koyma. Bir çeşit zırhlanma doğaya karşı. Benim, manzarayla ilişkim de böyledir, ilgisizimdir, ya da çok kısa sürer bu ilgim, manzarayı çabuk yoklayabilirim. Kısaca, manzarayı, bir yaratma aracı olarak görmem. Hele karşıma hiç almam. Varolduğu için değildir bu ilgisizliğim, nice varolan şeylere bir resme, bir yontuya, bir kitaba, bir şiire bağlanmamazlık edebiliyor muyum? Hayır, bunun için değil, salt ilgilendirmediği için. Gerçi bir ağaç, bir yaprak, bir ağacın, bir yaprağın büyüyüşü, dal budak salısı her gün aldığı biçimler; ya da bir suyun, incecik akan bir suyun bu dünya yüzündeki yolculuğu; bir balığın, bir böceğin yapısı, yaşamı, bir ormanın soluk alışı korkunç ilgilendirir beni. İnsanların tarihi gibi suların, ormanların, bitkilerin, hayvanların tarihini de bilmek isterim. Bir yaprağa, bir böceğe, toprağa, göklere bunun için eğilirim. Ama hep bilmek, öğrenmek istememdendir bu. Yeryüzünün bir dökümünü yapmak, kaynakçasını çıkarmak için.(…)

İLHAN BERK

Not: İşbu metin Milliyet Sanat Dergisi’nin 9 Eylül 1977 tarihli 242. sayısından alıntılanmıştır.

Eki
02
2009
0

Meçhul Çocukların El İşi Vazifesi (Dağlarca)

Meçhul Çocukların El İşi Vazifesi

Oturmuştuk büyük masanın etrafına,
Babam gazete okuyordu, biz ders çalışıyorduk.
Hesap vazifesini aceleyle yapıyordum,
Vardı benim içimde başka yolculuk.

Nihayet sıra geldi babamdan çekinerek,
Çıkardım el işi defterimi çantamdan.
Mektepte başladığım bir iş vardı nur gibi
Ki nur kesiliyordum aklıma geldiği an.

Masallar ve rüyaler gibi kalpler kesmiştim,
El işi kâğıtlarının birçok rengiyle.
Renklerin arasındaki sevgiyi anlayarak
Yapacaktım onlardan bir aile.

Birbirlerinden sonra çok güzel oldular,
Ellerim yanıyordu değdikçe onlara.
Kalpler, parlak, güzel ve bin hülyaya doğru,
Kalpler, yaşar gibi, rabbim ne manzara.

Ve nihayet dirseğimle dürttüm,
Çağırdım kardeşimi saadetime kadar.
O baktı ve hepsi baktı hayretle,
Kitapları terkedip hülyama karıştılar.

Artık el işi kâğıtları fazla mı parlıyordu,
Kalplerin zarif şekli daha mı incelmişti ne.
Annem bile çevirmişti başını,
Ilık odamızın bu tuhaf sessizliğine.

Ve babam birdenbire hissetti
Gözlüğünün üstünden süzdü halimizi.
Kızıyor gibiydi kitaplar bırakılmış,
Bana işaret verdi ablamın dizi.

Mavi damarları çıkmış kocaman elini,
Uzattı babam bize doğru gülerek.
Aldı defterimi ve seyretti tatlıca,
Başını sallarken dedi: güzel gerçek.

Fakat düşmüş bir tanesi, diye devam etti,
O zaman biz güldük yaramaz ve çılgın.
Beyaz kalbi görmemişti ne tuhaf,
Hayretimiz ve neşemiz üstündeydi hayatın.

Ve birgün bana baban öldü dediler,
Hissederken renkleriyle nasibim olan yurdu.
O el işini hatırladım, ağlayarak,
Acaba onlar da mı beyaz kalbi görmüyordu!

1938

Fazıl Hüsnü Dağlarca
“Çocuk ve Allah” adlı kitabından…

Ayrıca bkz: Meçhul Öğrenci Anıtı

Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “DAĞLARCA” ilgilerininin tümüne https://evvel.org/ilgi/daglarca adresinden ulaşabilirsiniz.

Written by in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) | Etiketler:

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com