Ağu
12
2014
0

Yeni Bir Kötülük Enstrümanı ve Başlangıcı: “Edebiyat’ta Fon Yönetimi”

Taylan Kara tarafından kaleme alınan ve edebiyat oligarşisinin -bile bile- uyguladığı haksızlıkları sayısal verilerle ifşa eden  “Türkiye’de Edebiyat Ödülleri Nasıl Verilir?” başlıklı önemli eleştirel analizin -Gün Zileli’nin web sitesinde yer alan- hararetli yorumlarını okurken, edebiyat ortamında (ortalığında) eskisinden çok daha büyük ve yeni bir kötülük mertebesine geçildiğini fark ettim.

Yorumların birinde, yazarlara devlet tarafından verilecek parasal bir desteğe ilişkin gazete haberinden bahsediliyordu. (Bkz: https://www.sabah.com.tr/kultur_sanat/2014/08/06/kultur-bakanligindan-50-yazara-destek) Bu haberden anladığıma göre Kültür Bakanlığı, seçtiği 50 yazara, bir yıl boyunca, kişi-eser başına yaklaşık olarak 21.000 TL düşecek şekilde parasal destek vermeye başlamış. İşbu parasal desteğin kimlere dağıtılacağına ilişkin jürinin çoğunluğunu Taylan Kara’nın analizinde de yer alan mutat ve malum isimler oluşturuyor.

Şimdi, edebiyat oligarşisinin eline aldığı, öncekilerden daha etkili ve “yeni” bir enstrümanla karşı karşıyayız: 600.000 TL‘ye yakın bir parasal fon. (Muhtemelen bu yekûn önümüzdeki yıllarda artacaktır.) Ayrıca unutmayalım, bu fon ve dağıtım sistemi, müstahkem bir konumda, yani devlet erkinin koruması, kurumsallığı, logosu altında gerçekleştiriliyor.

Bu sistemde işaret edilecek çok büyük riskler ve kötülükler var. Fakat her şeyden önce, bu meselenin -kök- fotoğrafını ortaya koyalım: 1990’ların ortasından bugüne kadar Yeni Sinsiyet, edebiyat ortamındaki (ortalığındaki) manipülasyonunu “İtibar Yönetimi” enstrümanlarını kullanarak yürütüyordu: Yeni Kapitalizm’in bilindik ödüllendirme mekanizmasıyla; plaketlerle, ödül törenleriyle, alkışlarla, “A kişisi şu ödülü kazandı” şeklindeki gazete kupürleriyle veya kitap arka kapaklarına, afişlere yazılacak “A ödüllü şair-romancı” gibi ibarelerle… Yeni Sinsiyet, tüm bunların oluşturduğu yapay saygınlığı, cukkalanmış bir statükoyu dağıtarak,  insanları  “hakiki olmayan bir mertebeyle” yemleyerek manipülasyonunu başarıyla sonuçlandırıyordu. Edebiyat ödüllerinde doğrudan dağıtılan para birincil amaç değildi, gene “İtibar Yönetimi”ne destek olacak şekilde daha az ve simgeseldi. Eski yem temelde şu söylemle kurulmuştu: “Bu ödülü aldın ya, her yayıncı senin kitabını basar, her editör dergisinde sana yer verir, her okuyucu kitabını satın alır, sende ışık var, senin önün açık, yürü koçum!”

Tabiî, 2014’e gelince, bu toprakların kara gerçeğinde, sıkı, sımsıkı olmayan bir edebiyat heveskârının “Yürü koçum!” söylemleriyle karnının doymayacağı aşikârdır. Bununla birlikte, memlekette “ödülsüz yazar-şair” filan da kalmadı neredeyse… Yani, Yeni Sinsiyet’in kurduğu statükocu yemlerin simgeselliği, itibar değeri, “biricik” oluşlarından kaynaklanan piyasa değeri, ödüllü yazar-şair sayısı arttıkça sürekli azalıyor, azalıyordu. (Zaten, edebiyat ödüllerinin en büyük kazananları yarışmalara başvurarak dereceye giren ya da kendisine ödül verilen şairler-yazarlar değildir. Türkiye’deki edebiyat ödüllerinin asıl kazananları; edebiyat yarışmalarında jürilik yaparak kendilerini “edebiyatçı ve saygın”mış gibi gösteren, eleştirmen olmadıkları, hatta edebiyattan zerre kadar anlamadıkları halde kendilerini “eleştirmen-yazar” olarak piyasalandıran Yeni Sinsiyet ve lobisidir.)

Sonuçta, Yeni Sinsiyet’in yeni enstrümanı olarak tanımladığımız “Fon Yönetimi”, edebiyat heveskârlarını yemlemek açısından “İtibar Yönetimi”nden çok daha etkin ve doğrudandır: Devlet erki eliyle verilecek, gelecekte yekûnu artacak, başlangıç olarak 600.000 TL tutarında belirlenmiş bir parasal fon ile Yeni Sinsiyet oligarşisinin çevresinde militanlaşacak, kötülüğü yaygınlaştıracak, sıkı şiiri-edebiyatı kötüleyecek ve gelecekte de sayısı sürekli artacak “özellikle seçilmiş” 50 isim… Yeni Sinsiyet, “İtibar Yönetimi” enstrümanının yanına eklenen “Fon Yönetimi” fonsiyonuyla maddi ve manevi açıdan üssel olarak güçlenmiştir.

Üzülerek söylüyorum; haklılığın inadıyla haysiyetlerini savunan, hakikat yolunda kalb ve vicdan arayışını sürdüren sahici insanlar, Yeni Sinsiyet’e karşı verdikleri mücadelede “bir büyük adım” kadar gerilemiştir.

 

Haz
22
2014
0

Yeni Sinsiyet’in Haksızlık Yordamı (1 Haziran 2014)

 

Yaşadığımız bunca olaydan sonra yeni sinsiyet tipolojisinin emin adımlarla, tıkır tıkır ilerlediğini, tüm yeni sinsiyet enstrümanlarının [i] eşgüdümle çalıştığını söyleyebilir miyiz?

“Melanet” ortamına değin genişletilmesi bir “performans” olarak görülen, yandaş-paydaş etkileşimleri doğrultusunda, “muazzam kötücül” bir “biz” söylemiyle [ii] kalkınan cehalet ortamının muhterisleri, her alanda belirgin bir nicel üstünlüğü -hileli de olsa mizanı- ileri sürmenin kendilerine muktedir ya da müstahkem [iii] bir varoluş hediye edeceğini sanıyorlarsa, yanılıyorlar. Bu sanrının konforlu gözbağında ısrar eden herkesin telafisiz (ölümcül) “mezalim” merhalesinde “haksızlık zevatları” olarak türevleştiğini, hizmetkârlaştığını anlamadılar mı? Zulmün her yerde hâkim olduğunu, her şeye, herkese bulaştığını…

Bugünlerde, Yeni Sinsiyet tipolojisinin hile ve yalanla çeşitlendirerek yeni bir nitelik olarak sunmaya uğraştığı her farikada(logoda) görülen sahtelik, tözsüzlük, liyakatsizlik, retorik arsızlığı, “boğucu karanlık ve kin” gibi kötücül doğrultuda çoğalan etkileşimlerin hiçbir uzamda -özellikle de tarih ile şiirde- yücelmeyeceğini, ölümden başka bir şey getirmeyeceğini fark eden “haysiyet, kalb ve vicdan sahibi” (sahici) insanlar, yeni sinsiyetin gaddarlığını icra ettiği “mezalim ortamı”na karşı direnmektedirler. Ve hâlâ; yeni sinsiyet tipolojisinin -körül- muhterisleri, mezalim ortamına karşı direnen sahici insanları ezilecek, üzerine basılacak birer minik ucube/yaratık gibi görmektedir, mimlemektedir; icabında öldürmektedir de.

Ama artık, biliniyor; yeni sinsiyetin ikbal ezberi bozulmuştur.[iv] Yeni sinsiyetin cehalet ortamını yönetmek için kullandığı enstrümanların eskisi kadar hızlı ve pragmatik başarılar elde edemediği açıktır. Yeni kapitalizmin ödüllendirme sistemi, işbirliği yöntemleri ve kültürel sermayenin küresel etkileşim biçimi (vizyon arayışı) çürümektedir. Kullanılan enstrümanların sonuçları, hedeflenen çıkarlarla -istendiği ânda, eskisi kadar- kavuşmamakta, beklenen ve kurgulanan tüm sahte bağlamlarda beklenmedik/istenmedik çürükler oluşmaktadır. Şimdi mecburen, yeni sinsiyet tipolojisine, her pragmayı “muazzam kötücül” bir noktada lehimleyen, kolaylaştırıcı, yaygınlaştırıcı, kavuşturucu, ütüleyici, her şeyden her şeye hızlıca bulaşabilecek, dokunduğu her şeyin “töz”ünü “anlamsız” bırakacak şeytansı bir el yordamı gerekmektedir: “Haksızlık”.

El, kılık ve tabela değiştiren; haksızlık… Kendi ağzıyla değil, başkalarının ağzıyla konuşan; haysiyetsizlik… Her alanda, her yerde, tek çarenin nifak olması…

Yeni sinsiyet, “haksızlık yordamı”nı kültürel sermaye alanındaki birikimsel gerilimden başlayarak ticarileştirdiğinde -taşınabilir ya da taşınamaz eşyaya dönüştürdüğünde- kendini koruyan mezalim ortamını “sürdürülebilir” kılabileceğini düşünmektedir. Günahlarına yeni günahlar katarak, yani günahlarını haksızlık yordamıyla büyüterek; şirketleştirerek, plazalaştırarak, gökdelenleştirerek, kurumsallaştırarak ve endüstrileştirerek mezalim ortamının görünmez hale bürüneceğini sanmaktadır. “Devasa” -melanet gibi- bir yanılgıdır bu! Zahir anlaşılmıştır! Yeni sinsiyet, yüzyıllar sonrasından ve milyonlarca kilometre öteden dahi açıkça görülebilecek bir “baskı” yangınından geriye kalan susku molozlarını, yani, zihinsel ve yaşamsal olmayan “zahiri” bir şeyi “hakikat” diye göstererek sayısal mizanlar oluşturmaktadır: Yaşamdan yeşeren tüm hakikati ütüleyerek karartmak için yaşamı susturmakta (yani, nifakta -hırslardan hırslara coşmakta, bürünmekte-) ısrarcıdır.

Fakat biliyoruz ki yeni sinsiyet tipolojisinin haksızlık yordamını uygulamaya koyması ve mezalim ortamını genişletmeye çalışması “kendi sonunun başlangıcı” olmuştur. Mezalim ortamına işlerliğini kazandıran şeyin “eşyanın suskusu” olduğunu fark eden kalb ve vicdan sahibi (sahici) insanlar, haklılığın inadıyla, haysiyetle, yeni sinsiyetin yaygınlaştırmaya çalıştığı haksızlığın her türlü hamlesine üstün gelecektir. Gözlerimizin vicdanı bize bunu açık açık, pırıl pırıl göstermektedir.

Yüzyıllar öncesinden…

 

Zafer Yalçınpınar
1 Haziran 2014


[i]  Bkz: “Yeni Sinsiyet ve Bazı Enstrümanları”, 2010
https://zaferyalcinpinar.com/i21.html

[ii] Bkz:“Yeni Sinsiyet Tipolojisi’nin ‘Biz’ Söylemi ve Retorik Arsızlığı”, 2010
https://zaferyalcinpinar.com/i22.html

[iii]Bkz: “Yeni Sinsiyet’in Seçkinlik Arayışı”, 2011
https://zaferyalcinpinar.com/i23.html

[iv]Bkz: “Yeni Sinsiyet’in İkbal Ezberi”, 2012
https://zaferyalcinpinar.com/i29.html


Hamiş:

-Yeni Sinsiyet Tipolojisi’ne karşı kaleme alınan yazıların ve sergilenen tavırların tüm envanterine https://yenisinsiyet.evvel.org adresinden ulaşabilirsiniz.

-Yazıya https://bit.ly/haksizlik adresinden pdf biçeminde ulaşabilirsiniz.

-Ayrıca bkz: https://evvel.org/ilgi/davali

 

Kas
11
2012
0

Yeni Sinsiyet’in İkbal Ezberi (11 Kasım 2012)

Yeni sinsiyet tipolojisi[1] tarafından kurgulanan tüm enstrümanların birer saat gibi tıkır tıkır işlemesine, cehalet alanının genişleyerek devasa bir cehalet ortamına dönüşmesine, işbu havzadaki dipsizlik duygusunun gün be gün artmasına, tüm yanıltıcı salvoların veya retorik arsızlıklarının[2] “mutlak bilgi”ye bağlanmasına, ortamdaki yandaş-paydaş etkileşimlerinin endüstrileşmiş bir menfaat-sömürü çizelgesinde üssel olarak hızlanmasına ve nihayetinde yeni sinsiyet tipolojisinin oligarşik bir yönetsel katmanda(kulede) müstahkem mevki kazanmasına[3], kısacası, bu kör keşmekeşinin tümüne şahit bulunmanın ya da kalmanın biriktirdiği “susku” korkunçluğunu, “susku” gerginliğini ve “susku” öfkesini nasıl anlatabiliriz?

Bugün, yeni sinsiyet oligarşisinin, cehalet ortamından melanet ortamına uzatmayı bir “performans kritiği” olarak gördüğü kötücül yolculuğunda çok önemli bir ara-döneme geçtiğini bilişsel olarak farketmiş bulunuyoruz. Bu ara-dönemi ve kuruluş aşamasındaki havzayı bir “mezalim ortamı” olarak tanımlayabiliriz. Mezalim ortamı, cehalet ortamının yürütücüsü olan yeni sinsiyet tipolojisinin seçkinlik arayışını -ve buluşunu- tamamladığında (yani, yaygın bir tipolojiden, “kendince niteliksel” sınırları olan bir müstahkem mevkiyle örülmüş, kulevari bir oligarşiye dönüştüğünde) geride bıraktığı alandaki -aşağıdaki- yıkıntının genel görünümüdür. Bu yıkıntıyı yürütmek, cehalet ortamını yürütmekten daha zordur: -ki zaten “kule”nin inşasında da bu yönetsel zorluk belirleyici olmuştur.

Yeni sinsiyet oligarşisinin ikbal günlerini ritimleyen ve ritimleyecek olan cehalet ezberinin, “mezalim” ortamına da hâkim kılınması için -aşağıda iş görecek, retorik arsızlığını ve pirusvari kazanımları sürdürecek- yapay (belki de ithal) bir “karşıtlığı” da “işler” hâle getirmesi, birincil adım olarak tasarlanmıştır. “Yapay karşıtlığın” enstrümanları ve işbirliği sistematiği, yeni sinsiyet tipolojisinin kullandıklarının azamileştirilmiş çeşitlemeleridir. Ancak, varılan ve varılacak sonuçlar (pragmalar) yeni sinsiyetin ulaştığı menfi hedeflerden çok da farklı değildir, olamaz. Çünkü yeni sinsiyet buna izin veya icazet vermez. Önünde sonunda, yeni sinsiyet oligarşisinin havzaladığı mezalim ortamı, özel bir “sürdürülebilirlik” projesidir: Menfi gaddarlığın şiraze olduğu bir ticarileştirilmiş gelecek projesi…

Mezalim ortamının en belirgin enstrümanı, bireyler üzerinde yarattığı “panoptik gözetlenme” duygusudur. Bu duygu, “hakikat”in üzerinin örtülmesinin insan evlâdında yarattığı ve özüne ters gelen “baskı” parafazıyla benzerdir. Her türlü “özgürleşme” duygusunun üzerine yeni sinsiyet kulesinin korkutucu gölgesi vurmakta ve henüz doğuş anında -o eşsiz anın kutsallığında- “özgürleşme” duygusu karartılmaktadır. Hakikat ile hakaretin yer değiştirmesi, yalanın “sahi” yerine kullanılması, ışığın karanlığa terkedilmesi, görüşsüzlük, sisleme, cehalet ortalamasına hizmet eden her türlü aldatmaca ve hilebazlık, yandaş-paydaş etkileşimlerindeki haysiyetsizlik, liyakatsizlik ve tözsüzlük  yeni sinsiyetin kendi geleceği için tasarladığı “emniyet müşirleri”dir. Mezalim ortamındaki çelişkin içeriksizlik sürdükçe, yeni sinsiyet oligarşisi, “insandan çok eşyaya benzeyen”lerden oluşan bir “melanet ortamı” yaratmanın “sürdürülebilirliği” için ikbal ezberine ve bu doğrultudaki riyaziyeyi işletmeye devam edecektir.

Mahkûm olduğumuz mezalim ortamının fetbazlarına karşı, insanlığımıza, kalb ve vicdan yolundaki hakikat arayışımıza sahip çıkmaktan başka çaremiz yoktur. Çünkü karakterimizi çevreleyen hak dirayeti (haklılığın inadı) öyle bir gayrettir ki riyaziyesi hâlâ bulunamamıştır. Zaten, ikbal ezberlerinin riyaziyede bir karşılığı da yoktur. Üstelik, coğrafya da tarih de ilim de şiir de bize bunu göstermiştir.

Ve gösterecektir.

 

Zafer Yalçınpınar
11 Kasım 2012, İstanbul



[1] Bkz: “Yeni Sinsiyet ve Bazı Enstrümanları”, https://zaferyalcinpinar.com/i21.html

[2] Bkz: “Yeni Sinsiyet Tipolojisi’nin ‘Biz’ Söylemi ve Retorik Arsızlığı”, https://zaferyalcinpinar.com/i22.html

[3] Bkz: “Yeni Sinsiyet’in Seçkinlik Arayışı”, https://zaferyalcinpinar.com/i23.html

Hamişler:

1. İşbu yazının pdf dokümanı biçemine https://zaferyalcinpinar.com/yenisinsiyetikbalezberi.pdf adresinden ulaşabilirsiniz.

2. Yeni Sinsiyet Tipolojisi’ne karşı kaleme alınan yazıların ve sergilenen tavırların tüm envanterine https://yenisinsiyet.evvel.org adresinden ulaşabilirsiniz.

3. Ayrıca bkz: https://evvel.org/ilgi/davali

Kas
12
2011
0

Yeni Sinsiyet yemcidir; ödüllendirir ve kafalar!

1/ “Yeni Sinsiyet ve Bazı Enstrümanları”
12 Nisan 2010, BirGün Gazetesi
Bkz: https://zaferyalcinpinar.com/i21.html

2/ “Yeni Sinsiyet Tipolojisi’nin ‘Biz’ Söylemi ve Retorik Arsızlığı”
26 Eylül 2010, BirGün Gazetesi
Bkz: https://zaferyalcinpinar.com/i22.html

3/ “Yeni Sinsiyet’in Seçkinlik Arayışı”
Ocak 2011, Bkz: https://zaferyalcinpinar.com/i23.html

4/ “Yeni Sinsiyet’in İkbal Ezberi”
11 Kasım 2012, Bkz: https://zaferyalcinpinar.com/i29.html

5/ “Yeni Sinsiyet’in Haksızlık Yordamı”
1 Haziran 2014, Bkz: https://bit.ly/haksizlik

6/ “Yeni Sinsiyet’in Kokmuş Tuz Çeşitlemesi”
11 Mayıs 2015, Bkz: https://bit.ly/kokmustuzcesitlemesi

*

hazirlik


“DAVALI”
https://yenisinsiyet.evvel.org
https://evvel.org/ilgi/davali


Kas
09
2011
0

Kötülük Dayanışması üzerine… (Schopenhauer)

(…) Mevcut edebiyatımızın tümünün neredeyse yüzde doksanı halkın cebinden birkaç kuruş aşırmaktan başka bir hedef gözetmez ve bunu başarmak için yazar, yayımcı ve eleştirmen elbirliği edip güçlerini birleştirmişlerdir.

Arthur Schopenhauer 
Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine; Çev: Ahmet Aydoğan, Say Yay., s. 65

Hamişler:

Evvel Fanzin, Edebiyat ve Sanat Oligarşisi’ne Karşıdır!:
https://evvel.org/evvel-fanzin-tum-edebiyat-kahyalarina-karsidir

Yeni Sinsiyet’e Karşı Davamız Var!:
https://evvel.org/ilgi/davali

Ağu
01
2011
0

Bir kez daha, yüksek sesle, ayağa kalkarak, insanlık adına bağırıyorum: “ÖDÜLLER İNSANSIZDIR!”

“(…)Şairlere ödüller verileceğini duyunca, şunları düşündüm: Demek yasalar da yetmemiş, ölüm şairlerle toplu fotoğraf çektirmek istiyor. ” Ece Ayhan

Toplu Fotoğraftakiler;

Mikrofoncu/Yemleyen: Enver Ercan (sağdan birinci)
Plaketçi/Yemlenen: Taner Cindoruk (sağdan beşinci)
Yardımcı Oyuncu/Pozcu: Feridun Andaç (sağdan ikinci)

Ayrıca bkz: https://oguzcanonver.blogspot.com/2011/07/sairlere-oduller-verilecegini-duyunca.html

Şiir-edebiyat ödüllerine, jüriciliğe, üleştirmenliğe ve genel olarak da “ödüllendirme sistematiği”ne karşı olarak  binbir türlü yazı yazdık, sıkı duruş sergiledik. Gerek Evvel Fanzin’de gerekse de diğer platformlarda yıllardır dile getirdiğimiz bu hakikatler, yeni sinsiyetin nemalanıcıları tarafından özel bir haysiyetsizlikle ve yüzsüzlükle anlamazlıktan geliniyor her defasında… Bu nedenle -aşağıda yazılanlarda olduğu gibi- bazı şeyleri sürekli tekrar etmek zorunda kalıyorum. Ve ne yazıktır ki tüm edebiyat kâhyalarına, kifayetsiz muhterislere, üleştirmenlere, haysiyetsizlere ve üçkâğıtçılara aşağıdaki sözleri tekrar etmek, hatırlatmak gibi bir haysiyete/göreve sahibim… Böylesi bir yükü yüklendim, istemeden:

Hande Edremit:“Denizaltı Edebiyatı” adlı bildirinizde “Ödüller insansızdır.” diyorsunuz. Ece Ayhan da “Şairlere ödüller verileceğini duyunca, şunları düşündüm: Demek yasalar da yetmemiş, ölüm şairlerle toplu fotoğraf çektirmek istiyor.” demişti. Günlük hayatta da biraz bu şekilde var olmaya çalışıyoruz sanki. Fotoğraflarla önceden belirlenmiş bir sahneyi yaratmaya daha kötüsü yaşamaya çalışarak…

Zafer Yalçınpınar: Ödül konusu son derece karışık bir konu… Şimdi, her şeyi bir kenara bırakalım ve meseleye dil açısından bakalım: Bugün, “Ödül” dediğimiz anda imgesel olarak ödülü alan kişiyi ya da eseri değil “ödül sistematiği”nin kendisini ya da ödülün metasını işaret ediyoruz, yüceltiyoruz, ayrıcalıklandırıyoruz. Eskiden böyle değildi. Şimdilerde, rekabet, kazanmak, yarışmak, hırs, farklılık, üstünlük filan gibi şeyler doğrudan aklımıza geliyor. Ödüllendirme denen şey, Yeni Kapitalizm’in yönetim süreçlerinin içerisinde düşünüldüğünde bir “isteklendirme” türüdür ve iktidar heveslileriyle iktidar sahiplerinin buluştuğu bir podyumdur. Ödül, iktidarın, kendi iktidarını kuvvetlendirdiği bir araçtır. Ödüller sahici değildir. “Ödül Sistematiği” denen şeyden podyumu, ışıkları, jüriyi, ödülü takdim edeni, alkış seslerini, o kırıtışları, gazetelerdeki haberleri, duyuruları filan kaldırın, geriye ne kalır? Şiltler, plaketler filan kalır. Zaten, bu şiltler, plaketler filan birer “simge” değil midir? İmgelemi kuvvetli bir şair için “ödül” denen şeyin karşılığı böylesi bir “sıradan simge” olamaz. Çünkü ödül sistematiğinin demin saydığım bileşenlerinin hiçbiri de imgelemin özgürleşmesiyle bağlantılı değildir. Şairin ödülü sıkı şiir yazmak, yazabilmektir. Şairin ödülü; tüm baskılara rağmen özgür bakışını, imgeselliğinin biricikliğini kaybetmemektir. Derdi şudur şairin; töze nüfuz edebilmek, tözü imlemek… Şair, şiirinin sıkılığını, dizelerinin gücünü yarışmalarla, ödüllerle filan teyit ettiremez. Bakın, bugünün edebiyat ortalığını birazcık araştırdığınızda “ödülsüz” bir şair bulmakta zorlanırsınız. Herkesin bir yığın ödülü var yahu… Nerede kaldı bu adamların ayrıcalığı filan? Ama benim dediğim anlamda, yani imgelemin özgürleşmesi ve töze nüfuz edebilmek yönünde ödüllendirilmiş şair sayısı bir elimin parmaklarının sayısını geçmez. Bu nedenle “Ödüller insansızdır” dedim.

Ayrıca bkz: Damperli Ödül Furyası ve Saygınlık Cukkalamak

Evvel Fanzin, edebiyat ve sanat oligarşisine karşıdır:
https://zaferyalcinpinar.com/blog/?page_id=2683

May
30
2011
0

TYS Genel Kurulu ve Beylik Geyikleri

Bu haftasonu (28-29 Mayıs’ta) Türkiye Yazarlar Sendikası’nın genel kurulu varmış. Duyumlarıma göre, Hz. Müptezel(Enver Ercan) TYS başkanlığından çekiliyormuş. Bu habere “çok şükür!” diyemiyorum gene de… Çünkü Hz. Müptezel’in yerine, uzun zamandır ikinci başkanlık oynayan Mustafa Köz geçiyormuş. Yani TYS’de başkanlık hikâyesi “aynı tas aynı hamam” olarak devam ediyor. Fakat bu yeni listede birkaç “iyi insan” var. Bu “insan”lar belki de TYS’de bir zihniyet değişikliğine vesile olabilir. Bakalım, onu da “zaman ve vicdan” belirleyecek. Hep söylerim; “zaman ve vicdan” yargıçtır. Saatlerinizi kontrol ediniz.

Ben mi? Hayır… Asla… Genel kurula katılmayacağım. Zaten benim mevcut TYS üyeliğim filan da 2008’den beri askıda… Bir işkence türü olarak, mevcut üyeliğimi askıda tutuyorlar. 2009’daki genel kurul öncesinde önemli bir çağrıda bulunmuştum. (Bkz: https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=463)
Bu genel kurulda da -mecburen- çağrımı yineliyorum. Bazı şeylerin anlaşılması için defalarca tekrar etmek veya 2-4 sene kadar bir süre geçmesini beklemek gerekiyor. Çünkü, anlayana sivrisinek sazdır, anlamayana davul zurna azdır. O misal…

Zy

30 Mayıs 2011  itibariyle;

Beklenildiği gibi, 28-29 Mayıs 2011’deki genel kurulda Ali Enver Ercan (Hz. Müptezel) başkanlıktan çekilmiş. Türkiye Yazarlar Sendikası’nın yeni yönetim kurulu ise şu kişilerden oluşuyor:

Genel Başkan: Mustafa Köz
2. Başkan: Kamil Tekin Sürek
Genel Sekreter: Müslim Çelik
Genel Sayman: Ertan Mısırlı
Üye: Mehrizat Poyraz
Üye: Nurullah Can
Üye: Nur Saka
Üye: Cihan Oğuz
Üye: C. Hakkı Zariç

Written by in: Duyurular, Tartışmalar | Etiketler: ,
Oca
15
2011
0

Yeni Sinsiyet’in Seçkinlik Arayışı (14 Ocak 2011)

Seçkinlik, saygınlık ve bu ikisi doğrultusunda oluşan statüko arayışı, Yeni Sinsiyet Tipolojisi’nin (1) kendini, arzularını ve hilebaz stratejilerini sisleyemediği, bu yönde dezenformasyon uygulayamadığı en belirgin konulardan biridir. Yeni Sinsiyet’in seçkinlik arayışı çoğulcu yaklaşımlarla tersleşen oligarşik bir düzeneğin kurulumunu içerdiği için Yeni Sinsiyet’in projelendirdiği hedef kitlesinde gecikmeli bir huzursuzluk yaratmaktadır. Yeni Sinsiyet’in niceliksel olarak hedeflediği “biz” söylemine ve retorik arsızlığına (2) uymayan niteliksel bir arayış, huzursuzluğun kök nedenidir. Bu his cehalet alanında -henüz- bütünlüklü bir “farkındalık” boyutuna gelemediği için çoğunlukla gecikmeli olarak duyulmakta, geçiştirilmekte ve büyük bir tepkisellik içermemektedir.

Önünde sonunda, hangi enstrümanları hangi amaçlarla kullanırlarsa kullansınlar, Yeni Sinsiyet tipolojisi ve nemalanıcıları kendilerini sağlama bağlayacakları bir ayrıcalık katmanını arzu etmektedir, bu durum gün gibi ortadadır. Arzu edilen kalıcılık ve müstahkem mevki bizzat statükonun tanımında vücut bulmaktadır. Ancak, bir amaç olarak düşündüğümüzde seçkinlik, Yeni Sinsiyet’in diğer stratejik amaçlarıyla karşılaştırıldığında gerçekleşmesi ve projelendirmesi en zor olanıdır. Bu kapsamda aklıma hemen şu sorular geliyor: Kalıcılığı ve sürdürülebilirliği açısından Yeni Sinsiyet’in yeni bir seçkinlik katmanını oluşturabilmesi ya da bu yöndeki enstrümanları kullanabilmesi için yeterli zamanı ve liyakatı var mıdır? Konu “seçkinlik” olduğunda bir taşla iki kuş -eşanlı olarak- kolayca vurulabilmekte midir? Seçkinler kültürel dezenformasyon hilelerine -cehalet alanında olduğu gibi, hemencecik- kanmakta mıdır? Seçkinlik, kendi tanımı gereği ayrıcalıklı ve farklı odaklar, biricik uğraşılar sonucunda oluşmaz mı? Yeni Sinsiyet’in nemalanıcıları bu odak uğraşıların içinde bulunarak ayrıcalık arayışında göründüğünde, cehalet alanındaki huzursuzluk artmayacak mıdır? Ayrıcalıklı uğraşılardaki “eşsiz” ve “paha biçilemez” öğeler yani kültürel sermaye, diğer her şeyle eşanlı olarak nasıl el değiştirilebilir?

Cehalet alanında niceliksel hedeflere kolayca ulaşılabilir; Yeni Sinsiyet’in birtakım hesapları, kalemleri, sayıları ortalama bir kararlılık sergileyerek çarpıtabildiği, hileli oranlar icat edebildiği, her konuda dezenformasyon ya da gerçeklik terörü uygulayabildiği biliniyor. Zaten, garabet ortamının cehalet alanına dönüşmesinin ardından bu hilebaz uygulamalar birer beceri olarak tanımlanmaktadır. Günümüzde, Yeni Sinsiyet’in “biz” şeklinde ifade ettiği niceliksel üstünlüğe orta şiddette bir sermaye değişimi hareketiyle ya da cehalet alanındaki yandaş-paydaş etkileşimlerinin hızlandırılmasıyla ulaşılabilir, ulaşılmıştır da. Ancak seçkinlik gibi niteliksel bir amaç ortaya koymak, böylesi bir katmanı yeniden tasarlamak için mevcut seçkin tipolojisinin, Yeni Sinsiyet tipolojisini kabul etmesi gerekmektedir. Bu kabulün önündeki temel engel seçkinler tarafından açıkça ortaya konmuştur; seçkinler kendi “biricik” tipolojilerinin kimyasını Yeni Sinsiyet gibi “bizzat tipoloji tanımıyla çelişen” bir keşmekeşle yıpratmak istememektedir. Tıpkı Yeni Sinsiyet’in tipoloji tanımında yer alan çelişkide görüldüğü gibi böylesi bir içerme söz konusu olduğunda seçkin tipolojisi de kendi tanımıyla çelişecektir. Çünkü seçkini seçkin kılan temel davranış biçimi, bazı unsurları kendisinden ve itibar odağı olan uğraşılarından uzak tutmaktır. Bu kapsamda düşünüldüğünde seçkinlik, bir kayıtsızlık türüdür.

Yeni Sinsiyet, seçkinlik arayışını yönetsel stratejileriyle ve yönetsel enstrümanlarıyla biçimlendirmeye çalışıyordu önceleri… Tarihin salınımına bakıldığında modernizmin ilkelerini bilmek ve bu doğrultuyu iktisadi alana belirgin faaliyet adımlarıyla taşımak, yatırım planları yapmak, kilometre taşları dikmek seçkinlerin öncülüğünde icra edilen şeylerdir. Yeni Sinsiyet nemalanıcılarının bu role kanalize olabilmesi için öncelikle ticari konularda seçkinler ile arasında yönetsel bir dil birliğinin oluşması gerekir. Bu dil birliğini sağlayacak yönetsel ortaklık ise Yeni Kapitalizm’in ve türev uygulamalarının ta kendisiydi. Yeni Sinsiyet, seçkinlere yakınsama çabalarına yeni kapitalizmin kültürünü önceleyen bir karektere bürünerek başlamıştır. Ancak yeni kapitalizmin değerler sisteminin güç kaybetmesiyle ve özellikle de ilerleme prensibinin tutarsızlaşmasıyla birlikte Yeni Sinsiyet’in ortak olmak istediği payda yıpranmış, yeni kapitalizmin dili ve tutumları ayrıcalıklı özelliğini yitirmiştir. Bu noktada seçkinler, uzun soluklu ve yeni bir vizyon arayışıyla birlikte ayrıcalık unsurlarını yeniden akort etmeye girişmişlerdir. Yeni Sinsiyet ise bu hesapsız arayışa ortak olamamıştır. Çünkü Yeni Sinsiyet tipolojisi, cehalet alanında niceliksel hedeflere ulaşmak için verdiği pragmatik kararlar sırasında vizyonerliğin gerektirdiği zihinselliğin neredeyse tümünü kaybetmiş, bir anlamda 40-50 yıllık birikimini hesapsızca harcamıştır. Ortalama akıl, yeni bir vizyon belirlemek konusunda işlevsizleşmiş, seçkinler ise bu durumu Yeni Sinsiyet’i dışlamak için bir fırsat olarak görmüşler ve böylece Yeni Sinsiyet, seçkinlere özgü vizyon arayışlarına dahil olamamıştır.

Diğer taraftan, koleksiyonerlik, sanat ve sanatçı hamiliği, müzecilik, vakıfçılık, eğitim, spor, teknoloji ve bilim gibi konular yıllar boyunca seçkinlerin yatırım yaptığı, öncülük etmeye çalıştığı “biricik” uğraşı alanlarıdır. Bu alanlar seçkinlerin “değerlediği” bir kültürel sermayeyi belirlemektedir. Kültürel sermayesini arttırmak için doğu ve batı kültürel değerlerinin her ikisine birden itibar eden seçkinlerin bu konulardaki otoritesi, erişebilirliği, uzmanlığı, kanaat önderliği ve sahiplenme gücü Yeni Sinsiyet tipolojisinden çok daha kapsamlıdır. Böylelikle seçkinler, bazı “eşsiz” kültürel değerlerin hamiliğini seçkinliklerinin geleceğe uzanan bir güvencesi olarak sürekli ellerinde bulundurmaktadır.

Peki, seçkinlerin iktisadi vizyon arayışlarının yanı sıra elinde tuttuğu kültürel sermayeye ya da bu konulardaki kanaat önderliğine müdahil olamayan, hatta bu konulardaki arayışlarının başarısızlıkla sonuçlandığını söyleyebileceğimiz Yeni Sinsiyet, durumu değiştirmek için ne yapacaktır, nasıl bir taktiği benimseyecektir?

Bu önemli sorunun cevabı -aynı zamanda- yazımızın da son tümcesi olsun:
Seçkinlerin kültürel sermayesini işlevsiz kılacak “Kültür Endüstrileri”ni olabildiğince hızlı bir şekilde yüceltmeye ve yaygınlaştırmaya çalışmak…

Zafer Yalçınpınar
14 Ocak 2011

____________

(1) Bkz: “Yeni Sinsiyet ve Bazı Enstrümanları”, https://zaferyalcinpinar.com/i21.html
(2) Bkz: “Yeni Sinsiyet’in ‘Biz’ Söylemi ve Retorik Arsızlığı”, https://zaferyalcinpinar.com/i22.html

İşbu yazının pdf biçemine https://zaferyalcinpinar.com/seckinlikarayisi.pdf adresinden ulaşabilirsiniz.

Eyl
25
2010
0

Yeni Sinsiyet Tipolojisi’nin “Biz” Söylemi ve Retorik Arsızlığı (22 Eylül 2010)

Yeni Sinsiyet olarak kavramlaşan tavrın projelendirdiği birliktelik görüngüsü, hayret verici bir biçimde “tipoloji” tanımıyla çelişmektedir. “Yeni Sinsiyet ve Bazı Enstrümanları” adlı yazımda bu durumdan kısaca bahsetmiştim. Şu an okumakta olduğunuz yazıda ise söz konusu “kök çelişki”nin ya da “kök yanılsama”nın salınımlarından, Yeni Sinsiyet’in sentetik yüzlerinden ve haysiyetsizlikle çoğalan, yaygınlaşan “biz” söyleminden bahsetmeye çalışacağım.

Yeni Sinsiyet’in çeşitli enstrümanlarını kullanarak “cehalet alanı”nda icra ettiği girişimler ve bu enstrümanların işlediği çürük değer yargılarıyla ateşlenen yandaş-paydaş etkileşimleri, söz konusu alanın bir ortama dönüşüm sürecini tamamlamıştır. “Cehalet ortamı” şeklinde ifade ettiğimiz bu oluşumun tamamlanmasının hemen ardından -kendi tanımıyla çelişen- yeni bir tipolojinin çerçevelenmesi de kaçınılmazdı.

Yeni Sinsiyet’in oluşturduğu -şimdilerde belirgin bir şekilde niceliksel geçerlik kazanmaya başlayan- tipolojiyi incelediğimizde söz konusu birliktelik biçiminin zihinsellik boyutunun olmadığını görürüz. Ortamdaki tüm etkileşimler cehalet ve türevi tözsüz söylemlerle yapay bir şekilde hızlandırılmıştır.  Bu nedenle Yeni Sinsiyet’in uygulayıcılarının ağzına dolanan “biz” söyleminin niteliksel bir derinliğinin olmadığı aşikârdır.  Yeni Sinsiyet tipolojisinin “biz” söylemi -her şeyden önce- liyakata dayalı değildir. “Kifayetsiz bir muhteris” olmak, Yeni Sinsiyet’in aradığı, cehalet ortamına katabileceği en elverişli ve yaygın karakter olumsuzluğudur, kullanım potansiyelidir. Kifayetsiz muhteris, yıllar öncesinden başlayan bir deneyim aktarımı  ya da analitik çıkarım, süreç, emek, odaklanma, zanaat,  haysiyet ya da uzgörü  gibi değerleri umursamaz. Ancak tüm bu değerlere -üstelik de eşanlı olarak- sahipmiş gibi bir aşırı özgüven telkiniyle kendini sürekli besler. (Bkz: Dunning-Kruger Etkisi) Kifayetsiz muhteris  tipolojisinin özgüveninin temel dayanakları cehalet ortamının niceliksel büyüklüğü ve özdeğerlendirme yeteneksizliğidir.

Cehalet ortamında -ortamın kuruluşu gereği- “liyakat” söylemlerine güven yoktur. Çünkü Yeni Sinsiyet’in uygulayıcıları için kullanım değeri olmayan bir şeydir liyakat; cehalet ortamında şüphe uyandıran, kişilerin kafasını karıştıran bir temayüz ya da ayrımcılık gibi tanıtılmış ve önemsizleştirilmiştir. Cehalet ortamının “biz” söylemlerinin hiçbirinde liyakat olgusuna yönelik atıflar bulamazsınız;  Yeni Sinsiyet’in temel yaklaşımı bir konunun tözünü gizlemekle ya da geçiştirmekle ilgili olduğundan cehalet ortamındaki çeşitlemelerde, bir konunun tözüne ulaşmaya çalışan liyakat söylemleri geçersiz ve işlevsiz sayılmaktadır. Yeni Sinsiyet’in retoriği ve dolaşımı -tam da kifayetsiz muhterislerin arzu ettiği gibi- cehalet ortamında yer alanların birbirini ve birbirinin yetkelerini “değer” ya da “kazanım” olarak görmemesi yönünde bir imkân da verir. Bu imkân, cehalet ortamındaki özdeğerlendirme eksikliğini kümülatif olarak arttırmakta ve yanılgıları sürekli kılmaktadır. Yeni Sinsiyet’e göre liyakat, boşunadır ve bulandırıcıdır; cehalet ortamındaki ütüyü bozar.

Yeni Kapitalizm’in meritokrasi anlayışı da böyledir. Tıpkı “tipoloji” tanımındaki çelişkide olduğu gibi, modern meritokrasi kapsamında da tuhaf bir şekilde “liyakat” yoktur. Modern meritokrasinin ilgilendiği tek şey, farklı nedenlerle, farklı zamanlarda, farklı disiplinlerden farklı söylemleri yapay bağlamlar aracılığıyla birleştiren arsız bir retoriği oluşturabilme becerisidir. Bu retorik sarmaşığı, arkaplanında şu tümceyi imler; “Bizimle işbirliği yapın… İşbirliği yapın ki biz niceliksel olarak daha da güçlenelim. Bizi, beraberce büyütelim.” Yeni Sinsiyet’in fetbazlarının “biz” söylemindeki arkaplanı bir katman kadar daha tercüme edip boyayı kazımaya devam edersek; “Yeni garabet alanlarının oluşması ve ardından yeni cehalet alanlarının mevcut cehalet ortamına eklenlenmesi” ezberiyle karşılaşırız.  Günümüzün meritokrasisi “işbirliği yapabilmek potansiyeli” ve “ikna edilebilirlik” üzerine kuruludur.

Tekrarlamamız gerekiyor: Yeni Sinsiyet’in “biz” dediği şey, ön-kabulleri açısından niteliksel değildir; öyle olsaydı, tarihte, tüm tarihimizde “cehalet” denen şeyi bir liyakat olarak kabul etmek zorunda kalırdık ki Yeni Sinsiyet’in fetbazlarının arzu ettiği, dayatmaya çalıştığı tipolojik çelişkilerden biri de budur. Yeni Sinsiyet’in “biz” dediği şey niceliksel bir söylemdir: Nemalanıcılarının zihninde, cehalet ortamını yüksek bir “biz” niceliğine ulaştırmayı amaçlar. Bu nedenledir ki yapısal incelemeler de, araştırmalar da, yüksek sesli mücadeleler de, kitaplar da, yazılar da, kuramlar da, tarihsel gerçekler de Yeni Sinsiyet’in cehalet ortamının “olmayan” niteliğini yıpratamaz.

Yeni Sinsiyet’in  değişken söylem yapısı çelişkileri arttırarak  sentetik bir ön-kabul çeşitliliğine, parçalanmasına yol açmaktadır. Bilgiler, rakamlar, olaylar, aktarımlar ya da alıntılar yapay bağlamlarla -ve bağlaçlarla- kullanıldığında sürekli olarak gerçek öncül önermelerinden, nedensellik ilkesinden, tarihsel arkaplanından, mantık silsilesinden kopmaktadır. Kuramların semantik ve kavramsal bütünlüğü de sürekli olarak parçalanmaktadır; sessiz yığınlara aktarılan ve dolaşıma sokulan bilgiler sürekli konum değiştiren birer lego parçasına, farklı bağlamlarda kullanılan birer enstrümana dönüşmüştür. Bu noktada gerçeklik de legolaştırılmıştır. Söz konusu deformasyon, bilginin ve tarihin göreceli olmayan taraflarını, nedensellik silsilesini, bir bilgiyi öncülleri ve ardıllarıyla birlikte doğru kavramanın, “anlam” denen şeye ulaşmanın önemini -yani bilgiyi bilgi yapan öğeleri- de yıpratır. Legolaşmış ve fragmanlanmış bilgiler farklı formlarda aynı “retorik arsızlığı”na hizmet eder. Yeni Sinsiyet’in fetbazlarının o önlenemez retorik arsızlığına…

Retorik arsızlığının bünyesinde pragmatik itkiler, muhteris tipolojisinin niceliksel yaygınlığı, kolaycılık, hilebazlık, özdeğerlendirme eksikliği, liyakatsizlik ve kifayetsizlik perçinlenmektedir. Yeni Sinsiyet’in “biz” söylemi; tözün gizlenmesi, bulanıklaştırılması ve gerçek öncüllerinden koparak legolaşmış söylemlerin yarattığı bir “çelişkiler trafiği” üzerine kurulmuştur. Bu trafik, Yeni Sinsiyet’in nemalanıcıları açısından çok önemlidir: Cehalet ortamında geçerli olan retorik arsızlığı ile çelişkilerin akışkanlaşması, kabul görmesi, yargıya dönüşmesi, fark edilmemesi, çelişkilere “sessiz” kalınması devasa bir toplumsal unutkanlığı bir etkileşim olarak tekrar tekrar pekiştirir. Unutkanlık, unutkanlık doğurur ve tözden uzaklaşma yolunda devam eder: Fetbazlığın işlerliği güç kazanmaktadır.

Sonuçta, Yeni Sinsiyet’in fetbazları tarafından “biz” diye ifade edilen şey, cehalet ortamının unutkanlıktan, tözsüzlükten, çelişkilerden oluşan, akışkanlaşan ve salınan görünmez bir tel örgüyle -retorik arsızlığıyla- çevrilmiş halidir. Tüm yazı boyunca işaret etmeye çalıştığım bu tel örgünün içinde yer almamak -tarihsel açıdan düşünüldüğünde- bir insanlık onuru meselesidir.

İnsanlığınıza sahip çıkın!

22 Eylül 2010
Zafer Yalçınpınar
Zy

İşbu yazının pdf biçemine https://zaferyalcinpinar.com/yenisinsiyetretorigi.pdf adresinden ulaşabilirsiniz.

 

May
07
2010
0

Duyuru-Haber: “TYS KONGRESİ İPTAL EDİLDİ!”

Türkiye Yazarlar Sendikası’nın 19-20 Mayıs 2007’de yapılan ve mahkemeye verilen kongresi iptal edildi.

TYS’nin üç yıl önceki Genel Kurul’u, yetersayı olmadığı halde, Sadık Albayrak, Yetkin Aröz ve Seyyit Nezir’in “otuz kırk üyeyle Genel Kurul’u açmanın hukukdışı olduğu” yönündeki uyarılarına rağmen, Başkan Enver Ercan tarafından başlatılmıştı. “CHP taktikleri burada sökmez” diyen TYS yöneticileri daha sonra Genel Kurul’a gelmeyen ikiyüze yakın yazarın yerine imza atarak tutanaklarda yetersayı sağlanmış gibi göstermişlerdi. Bunun üzerine Yetkin Aröz ve Seyyit Nezir mahkemeye başvurarak Kongre’nin iptalini istemişlerdi.

İstanbul 3. İş Mahkemesi’nin 2008 / 335 Esas ve 06.05.2010 tarihli 7. celsesinde Yargıç M. Zeki Ayhan, “Genel Kurul’un sonuçlarının iptaline” karar vermiştir.

Sadık Albayrak, Yetkin Aröz ve Seyyit Nezir, konuyla ilgili açıklamalarında, “Türk hukukunun siyasallaşarak yarılmasında TYS yönetiminin de öncü payı olduğunu” belirterek, “sonunda yazar örgütüne yakışan bir Genel Kurul’un önündeki engellerin kalktığını” belirtmişlerdir. Seyyit Nezir, daha sonra, “Ülkemizde hukuka saygının en çok gereksinildiği bir dönemde, TYS yönetimi yazar örgütüne yakışmayan tersine bir örnek oluşturmuş, hukuku çiğneyenleri cesaretlendirmiştir.” diyerek şunları söylemiştir: “TYS yönetiminin hukuk dışı uygulamaları, Türkiye’de 3 yıldır olan biten karşısında, kurucusu Aziz Nesin’in kemiklerini sızlatırcasına, yazar örgütünün saf dışı bırakılması sonucunu doğurmuş, yazarlar susmak zorunda kalmıştır. Ancak her türlü hukuksuz girişim ve uygulama gibi, bu da cezasız kalmayacaktır. Türkiye’de yargıçlar var.”

İLETİŞİM İÇİN:

Sadık Albayrak: 0537 240 55 54
Yetkin Aröz: 0532 435 55 32
Seyyit Nezir: 0536 962 12 58

*

İptal Edilen TYS Kongresi’nin Gerekçeli Kararı Açıklandı…
Bkz: https://edebiyatodasi.net/news_detail.php?id=3747

*

TYS Genel Kurulu’nun iptal edilişine ilişkin çeşitli/karşılıklı açıklamalara https://www.edebiyatodasi.com/news_detail.php?id=3702 adresinden ulaşabilirsiniz.

*

Written by in: Duyurular, Tartışmalar | Etiketler: ,
Nis
26
2010
0

“Biz tuhaf bir ulusuz; şair sever, şiir sevmeyiz.”

24 Temmuz 1983

Biz tuhaf bir ulusuz; şair sever, şiir sevmeyiz.
Yazdıkları şiir mi, değil mi bakmadan, nüfus kütüğünde ne kadar erkek varsa -kadınlar değil- topunu alıp başımıza şair-i mahir diye oturturuz.(…)Fransızlar bu konuda çok taş yüreklidir. (…) Bu yüzden sözlüklerini kötü şair, mıymırık yazar anlamına gelen sözcüklerle doldurmuşlardır.
Onlara göre kaşığın sapını ortalayamamış sanatçının adı râté‘dir. Bunun karşılığını bizim sözlüklerde ararsanız bulamazsınız. (…)
Fransız, kelkenez şairlere rimailleur demeyi sever. Edmond Pilon -ki bir sürü yazarın fotografisini çekmiştir- Roy adındaki taşlamacıyı rimailleur‘e örnek olarak gösterir. Fontenelle de onun bu yargısına yakın durur. Ona göre Fransa’nın en kelek adamı Roy’dur. Çünkü arkasını saraya dayadıktan, ceketinin yakasına da kordon taktıktan sonra da her aklına düşeni yapabileceğini sanmıştır. Rimailleur uyak anlamına gelen rime sözcüğünden türetilmiştir. (Bizim dilimizdeki karşılıkları, manzumeci, kafiyeci, uyakçıdır.) Fransızlar, kadın ozanlara da poetesse derler. Bu da küçümseyici bir anlam taşır. Bopçu ve viranelik ısırganı yazarlara gelince, onların adı da başkadır. Ya écrivassier‘dirler, ya écrivailleur‘dürler, ya da plumitif. Yani yazıcı ya da kalemci adlarıyla anılır. Kadınlar da bas-bleau (mavi-çorap) diye ünlenir.

30 Kasım 1983

(…)
Çokları iyi şiirleri enselerinden topa tutarken, kaknemlerini de, yüzlerini secdeye koyarak pohpohlarlar.
Bu yalnız bizde değil, başka memleketlerde de üç aşağı, beş yukarı böyledir. (…) Balzac çağında da Figaro gazetesi başyazarı Nestor’un çevresinde kümelenen kişiler; Jules Janin, Maliturne, Briffaut, Béquet gibi yelyepelek yazarlardır.
Crapoullot dergisi de 1900’lerde Fransa’da en çok okunan yazarların bourget, Bataille, Hervieu, Paul Adam ve Porto-Riche olduğunu yazacaktır. Hemen hemen topu, piyasası durduğu yerde fırlayan yazarlardandır. Buna karşılık Valéry, Claudel ve André Gide mayışık ve sahteci sayılıyordur.
(…)
Voltaire’in bir aforizması:
-Budalalar kimi zaman işi pek azıtır. Özellikle de bağnazlık yeteneksizlikle, yeteneksizlik de öcalma hırsıyla elele verdiği vakit.

Salâh Birsel
“Yaşlılık Günlüğü”, Ada Yay., 1986

Nis
18
2010
0

Kafa Tembelliği

28 Temmuz 1981

Çokları kendi kafalarıyla değil, başkalarının kafalarıyla düşünür.
Nedense kendi yargılarını ayağa kaldırmak, kendi yargılarını geçerli kılmak insanları ürkütüyor.
Kendi düşüncelerini ortaya atıp eleştirileri üzerlerine çekeceklerine, başkalarının hüzzamlarına katılıp kimseyle dalaşmadan yaşamayı yeğ tutuyorlar.
Bu biraz da yargıya varmak için birtakım incelemeler, araştırmalar yapmak, birtakım bilgi alanlarından geçmek gereğinden doğuyor. Çokları bunu göze alamıyor, yorgunluğuna katlanamıyor.
Takım tutmanın, elebaşılara bağlanmanın nedeninde de bu yatıyor: Kafa Tembelliği.

Salâh Birsel
“Yaşlılık Günlüğü”, Ada Yay., 1986, s.39

Nis
15
2010
2

Yeni Sinsiyet Tipolojisi’nin “Sıcak Nal/Mal”larına ve edebiyat kabzımallığına karşı! (Borges Defteri)

Edebiyat Kâhyaları’nın ve Yeni Sinsiyet Tipolojisi’nin en sıcak mamüllerinden biri olan “Sıcak Nal” adlı kabzımal kahvehanesine ilk lobut Borges Defteri Moderasyon Grubu’ndan geldi… Yazıyı aşağıda -0lduğu gibi- alıntılıyorum (Zy):

Ali Teoman’ın ve Cem Akaş’ın iki yazısına yer vererek yayın hayatına “vira” diyen “Sıcak Nal” dergisi (Süreyya Evren’in editörlüğü ve Enver Ercan’ın imtiyaz sahipliğiyle) daha ilk sayısının son satırlarını inanılmaz bir gaf ve kin kusma ayiniyle kapamış.
Enis Batur’a çamur atmak, kin kusmak, had-hudut bildirmek bu kez Süreyya Evren’nin üzerine mi bırakıldı? Çürümenin virtüel algı boyutu farklı aygıtlarla ama aynı hücre yapısıyla durmadan karşımıza çıkıyor, hep beraber okuyoruz, bu durum karşısında yapabileceğimiz tek şey kalıyor: aktüel algı zenginliğiyle gidişatın ve ortamı saran ahlaksızlığın, vicdansızlığın, rezaletin üzerine kusmak.
Oyun, iki farklı dünyanın iki farklı kişiliğin algısı üzerine kurulan bir suni denge gibi görünse de mesele asla öyle değil.. Farklılıktan fakr(yoksunluk) değil “gena”(düşünce zenginliği) doğduğunu biliyorduk, oysa burada düşünce sefaleti kendini paçavra bir kırıntıya bürünerek gösteriyor.
Dergi editörü Süreyya Evren; Enis Batur’un haftalık Cumhuriyet Kitap dergisine yazdığı bir yazsından tek bir (tek 1 cümle) cümleyi : “ister şiirimde(kendi öznel dünyası) ister (düz yazılarımda)-(yine Enis Batur’un kendi kurgusuyla oluşturduğu, kullandığı dil ve dünya) yeni bir dil kurdum” gibi bir cümleyi alarak var gücüyle terim yerindeyse Enis Batur üzerine, “kültür adamlığı” tanımına “çullanması” pek hoş ve ahlaki bir tavır olmamakla birlikte bir dergi editörünün (idam mangasının önünde bile olsa)baş vuracağı bir yöntem olmamalı(ydı) diye düşünmekten de alı koyamıyoruz kendimizi. Yazımızın başında Ali Teoman ve Cem Akaş’ın adını neden verdik? Bir taraftan sırtını bu iki Enis Batur “diline”,”dünyasına”(uzun zaman) yakın isimlere vereceksin öte yandan Enis Batur’a karşı içinde ne kadar tarif edilmiş-edilmemiş “kin” oku varsa hicap duymadan fırlatacaksınız. Bu kadar basit, yüzeysel, içeriksiz ve kolay vuruşlara şu edebiyat ortamı ne zamandan beri alıştı? Terry Eagleton’un üzerine titrediği “pratik eleştiri” kavramı ve ruhsal kurtuluşa giden yolu müjdeleyen yöntem de derdimiz, hatta tasamız, hiç değil, çünkü karşımızda böyle bir kapasite ve ufuk genişliği yok. Kaldı ki, ister eleştiride olsun ister teorik yaklaşımlarda “ teorik şiddet unsurunu” ilk savunanlardan, gündeme taşıyanlardanız, ama burada pratik ve kabulleneceğimiz bir teorik karşı duruş, kuramsal yaklaşım yok. Kişisel iç kargaşa-hesaplarla varılan noktanın da menzili bu kadar olurdu.
Siz bu edepsizliği Oruç Aruoba, Turgut Uyar, Ece Ayhan (hayatta olan veya olmayan) ve aklınıza gelebilecek hangi şair, yazara karşı gerçekleştirseniz tepkimiz aynı olur, aynı olacak.
Edebiyat ortamını saran boğucu sessizlikler, tepkisizlikler işleri bu aşamalara sürükledi. Sanat’ın kalp atışları kokuşmuş bir sistem ve onun baskıcı aygıtına karşı çıkışlarda hızlanmalıdır, yoksa kendi dokusunu, öz suyunu “aşağı dünya-yukarı güç” diyerek ulu orta harcamanın bir anlamı yoktur.
Sorsak ki madem her minimal gösterge anlıksal imgesini canlandırdığı bir öteki uyarana bağlı bir uyarandır o zaman bugüne kadar biz neden tek bir yapısal analizinizi (Enis Batur ve pek çok isimle ilintili olarak) görmedik, okumadık? Yoksa altınıza serdiğiniz o suni güç, iktidar kilimi mürekkep gücüyle değil de ıslandıkça mı koyulaşıyor?
Bir dergi editörü “eleştiri” unsurunu böyle seyreltilmiş küf çekirdeği gibi kullanırsa, o yörede tuz depolarının da koktuğunu açıkça deklare edebiliriz galiba.
Anlaşılan o ki bu güne kadar ne Enis Batur şiirini ne de onun en azından düz yazılarını ve söyleşilerinin hiç birisini elzem olan gerçekçi mercekten okumamış sayın editörümüz.
O Enis Batur ki bunca çabası ve kültür dünyamıza kattıklarıyla hala ve olabildiğince açık bir dil ve ifadeyle ve inanılmaz bir tevazuuyla “ henüz dilime yeni bir sözcük katmış değilim” gibi gerçekten samimiyet içeren bir iç görüyü ortaya koymuştur. Gelin görün pek muhterem baş muharrir’e göre Enis Batur bir gazetenin kitap ekinde “yeni bir dil” den nasıl söz edermiş(dem vurarmış? Ve aslında “sen kimsin ki bize bu yeni dili dayatıyorsun?”ibaresini Sıcak Nal dergi okurunun anlına tuhaf cümleler ve anlamlarla yapıştırır.
Dil sorunsalını, şiiri, poetikayı, anlam ve anlam kaymalarını, anlam bilimi, anlamın evrimini, yapısal sorunları 35 seneden beri kendine dert edinmiş bir yazar-şairi böyle ucuz ve hakikaten mide bulandıran na-veciz cümlelerle “vurmak” (eleştiri değil) fiilini bizler ne nedenlilik ne de nedensizleşme terimleriyle de açıklayamayız.
Sayın Enver Ercan derginin orta sayfasından yarım boy fotoğrafla poz vererek şiirini kendi editörünü yayınlatırken önce vicdanını iki avucuna alarak bu soruyu kendine soracaktı sonra o sayfaya “onay” verecekti: “Enis Batur kimdir? Bu güne kadar nelere imza attı, neleri, kimleri, hangi değerleri ortamımıza kazandırdı?”. Herhalde vicdani bilançosunun parmağı ağrımazdı, üstelik yazarlar sendikası başkanı olarak kurduğu dergicilik taç-saltanat koltuğunda bir ülkenin saygın ve de bugünlerde bir ekvator bitkisi gibi kendi sessiz dünyasına kapanan bir değerli yazara bu biçimde yakışıksız kalkan-kılıç gösterilmezdi. Ama galiba bir “hakikati” unutuyorsunuz, geçti artık sizlerin o “şaşı bak şaşır” numaralarınızın dönemi. Yeni kuşak okur, edebiyat kulvarının siyanur yudumlamış kuşağı yemez artık bu numaraları. Bu seslenişimiz ise son ve nihai sözcüklerimizdir, bundan önce olduğu gibi bundan sonra da muhatabımız değilsiniz.
Bunca iç kanamadan sonra, yanıtınız ne olursa olsun, bizim açımızdan zerrece bir önemi yoktur, ama en azından işlerin hangi samimiyet ölçeğinde yürüdüğünü görmemiz açısından şansınızın hala soluk alıyor olması sıva tutmayan hecelerinize derman olur belki.
Her şairin, her şiirinin bir coğrafyası vardır, kara yelleri, geceleri, uykuları, kuyuları vardır, dili vardır, sözcükleri vardır. Her şiir, her dize bütün şairler için yeni bir deneyim, yeni bir dil sürçmesi, yeni bir dil zenginliği, dil serencamı vardır. Enis Batur ya da şu an bildiğimiz, severek okuduğumuz şairlerden hangisi yazdıklarında “yeni oluşturulmuş bir felsefi- edebi kuram”dan, “yeni bir anlam biliminden” söz etmiştir? Onun yirmi beş yıllık sadık okurları olarak, böyle bir iddiayı hiç görmedik hiç okumadığımızı bildiriyoruz.
Ayağınızı denk alın ve yayınlarınızın ister ilk ister son sayfalarında son “vuracağınız” kişi ve ya kişileri seçerken çok ama çok dikkatli davranmanızı öneririz. Bu sizleri ciddiye aldığımız için değil, üstünü, başını pislettiğiniz edebiyat gömleği ve o kalemlere duyduğumuz hürmetten dolayı bizler için önemlidir.
Zeka bu kadar evrensel bir töz olan süreyi, tıpkı psişik sürede olduğu gibi durağanlaştırıp kristalleştirebilir sayın baş muharrir! Bunu ilk önce senin bilmen gerekiyor(du).
Ya da yine Enis Batur’un dediği gibi:
“kıllar ters dönüyorsa, içinden sakal bırakacaksın”!
Olmadı mı?
“Zamanın bilinci: zamana suikast..(E.M.CIORAN)” diyerek kara ütopyalara yelken açacaksın..

Zulüm ve karanlık perdelerle eş tutulan bir devranın ardından çiçeklenecek düşler-bir yerlerde- mutlaka vardır..

Ne mutlu ki Ruh Cerrahi değiliz.
Vesselam.

BORGES DEFTERİ MODERASYON GRUBU

(https://borgesdefteri.blogspot.com)

—————————

ÖNEMLİ EK NOT:
SORU: Sıcak Nal dergi yayın kurulu üyesi olan Sn.Cem Akaş’ın görüşünü bilmek, öğrenmek en doğal hakkımızdır dedik! Bu “sonra karanlık, sessizlik, perde-(E.B)” oyununa yorumunu, görüşünü sorduk.
Cem Akaş’tan beklediğimiz sahici-samimi ses dün ulaştı elimize ve
CEM AKAŞ dedi ki(sadece bir kısmını yayınlıyoruz, devamını muhtemelen baş muharrire kendisi aktaracak, çünkü takipçisi olacağını bildirdiler-duyarlılığı için Cem beye çok teşekkür ediyoruz):

“Size tamamen katılıyorum ve derginin yayın kurulu listesinde adımın geçmesinden hicap duyuyorum.
2500 kitap yayımlamış (ve siz eklememişsiniz ama, 100’ün üstünde kitap yazmış) birinin kişiliği de, görüşleri de, yapıtları da, yaptıkları da eleştiriden muaftır.
1500 kitap yayımlamış birinin kişiliği ve görüşleri eleştiriden muaftır.
1000 kitap yayımlamış birinin kişiliği eleştiriden muaftır.
500 kitap yayımlamış birinin herşeyi eleştirilebilir ama ağır konuşmamak kaydıyla.
Diğerleri için herşey mübahtır.-CEM AKAŞ”

Nis
03
2010
0

Yeni Sinsiyet ve Bazı Enstrümanları (2 Nisan 2010)

Haklılığın inadıyla -onca yükle- ayağa kalkmak ve ardından yüksek  sesle “Kahrolsun yeni sinsiyet!” diye ölümüne bağırmak, böylesine “sahici” bir tümcenin gene aynı oranda sahici olan bir öfke duygusuyla ağızdan kaçışı, daha doğrusu ağızda duramayışı, bu çeşit kontrolsüz çıkışlar kolayca tırnak içine alınabilir, başkaları tarafından mimlenip dikkat çekebilir. Ancak, “Yeni Sinsiyet” dediğim ve çevrimsel olarak hayatın her alanında maruz kaldığımız, etimizde kanımızda hissettiğimiz kitlesel sömürü kurnazlığı ve bunun sonucunda oluşan, kendimizi çaresizce içerisinde bulduğumuz  şu “cehalet ortamı”nı yapısal yöntemlerle incelemeye çalıştığımızda, işimizin kolay olmadığını fark ederiz. Zaten,  yeni sinsiyetin uygulayıcıları ve nemalanıcıları da böylesi yöntemli bir çalışmayı yapacak sabırda, inatta ve cesarette insanlar bulunmadığını verili bir değer(!) olarak kabul edip yeni sinsiyeti ve enstrümanlarını uygulamaya dört bin -evet, en az dört bin- koldan sarılırlar, devam ederler. Çünkü yaşam yeni sinsiyetin gözünde kimsenin çözemeyeceği karmaşık bir oyundur, herkes her şeyden haberdar olamaz, bir şeylerden az çok, üç aşağı beş yukarı haberdar olanlar ise sonradan dolaşıma sürülecek dezenformasyon uygulamaları nedeniyle şüphe ve çelişki içinde bırakılmışlardır, her yerde bilgi kirliliği, bulanıklık, bağlamsızlık vardır ve zaten bizim coğrafyamızda da “kim kime dum duma” görüşü hakimdir. Dün, toplum denen “virtüel”  şey, “A” diyerek, çoğunlukla kabul ettiği bir olguyu bugün, birden bire ve yine çoğunlukla “Z” diyerek reddedebilir. Çünkü toplumsal belleğimizin, ilişkilendirmelerimizin, nedensellik eşiğimizin ve çelişkisiz davranış sınırımızın zaman serisi ortalaması -bu konudaki sosyal araştırmalara göre- en fazla 25 gündür. (Toplasan bölsen çarpsan, işte bu kadardır.) Tüm bu toplumsal unutkanlık, “yeni sinsiyet”in önündeki alanın genişlemesine ve bu yazıdaki hikâyenin de uzamasına yol açmıştır.

Finali “melanet ortamı”na uzanabilecek kadar tehlikeli ve uzun olan hikâyemiz, öncelikle bir “garabet ortamı”nın oluşmasıyla ya da oluşmuş bir garabet ortamının “yeni sinsiyet” aktörleri tarafından tespit edilmesiyle başlar. Garabet ortamı, yeni sinsiyetin nemalanıcılarını “Boşver sen… biz dalgamıza, numaramıza, tezgâhımıza, cukkamıza  bakalım!” diyen aymazlığın ve hilebazlığın geniş konfor alanına teslim eder, bırakır. Bu süreçte yeni sinsiyet aktörleri, endüstriyel girişim uygarlığının ve kapitalizmin daha zararsız gördüğü -hatta meşrulaştırdığı- “fırsatçılık” maskesini takınmışlardır. Ancak, yeni sinsiyetin yayılmacılık potansiyeli, kısa sürede bulunduğu konfor alanından taşar ve bir üst seviyede daha da kalabalıklaşan, kitlelerle buluşan ya da kitlelere bulaşan çok büyük bir  kaplayıcı alana dönüşür. “Sessiz yığınlar”ın oluşturduğu bu kaplayıcı alanı “liyakatsizlik veya cehalet alanı” olarak adlandırabiliriz.

Zaman içerisinde “liyakatsizlik ve cehalet” alanının kapsamı, hem projelendirme hem de uygulama olarak genişler, böylece alandaki unsurlar arasında oluşan etkileşimler de eşanlı olarak artmıştır. Yeni sinsiyet aktörleri kendileri gibi kifayetsiz muhterisleri yanlarına katarak (hem yandaşlaştırarak, hem de paydaşlaştırarak) cehalet alanının dehlizlerini -o sessizliği- sabah akşam dolaşmaktadır. Etkileşimler bu alanın içindeki geçişkenliğin hızla ve basitçe artmasını ve alanda birer makine gibi işleyen sinsiyet enstrümanlarının çeşitlenmesini sağlamış, sonunda, alanın bir “ortam” haline dönüşmesine neden olmuştur.  Cehalet alanının yerini cehalet ortamına bırakmasıyla birlikte sözkonusu ortamın içinde bulunan tüm unsurlar geçerli sayılabilecek derecede bir eşgüdümle davranmaya, birbirleriyle iletişmeye, paydaşlaşmaya, çeşitli konuları, gündemleri tartışmaya, bu tartışmalar sonucunda çürük çarık, tözsüz değer yargıları oluşturmaya başlarlar.  Çürük çarık değerler üzerinden kararlar alınmaktadır. Bu türden etkinlikler ve sembolik kararlılıklar sayesinde de zamanla, o sessiz yığınlar, bazı benzerlikleri içselleştirirler. Artık, yeni sinsiyetin nemalanıcıları, açıkça, kendilerine “biz” demeye başlamıştır. Yani başlangıçta küçük bir kıvılcım olan “yöntemli kötülük”, şimdi, sessiz yığınların sessizliğini kullanarak çürük çarık ve tözsüz değer yargılarından oluşmuş ilkesiz bir “cehalet tipolojisi”ni oluşturmuş ve cehalet ortamının sınırsızlaşması yolunda çok  önemli roller, kararlar üstlenmiştir. Sonuçta, garabet ortamından faydalanan “kötücül”ler önce sessiz yığınların cehalet alanını keşfetmişler, sonra da “cehalet ortamı”nı ve “cehalet tipolojisi”ni yaratabilmişlerdir.

Cehalet ortamında oluşan tipoloji çok önemlidir. Çünkü, hayret verici bir biçimde, “tipoloji” tanımıyla çelişen “karakter aşınması, ilkesizlik ve döneklik” gibi olumsuzluklar, kişilik bozuklukları ya da işte sistematik hatalar, birden bire, kalabalıkların eklemlendiği bir “görüngü” haline gelmiştir ve tipolojik olarak geçerlik kazanmıştır. Cehalet tipolojisinin oluşmasında kullanılan bazı yöntemler ve cehalet alanının ortama dönüşüm aşamasındaki çeşitlemeler, cehalet ve liyakatsizlik ortamının geribesleme mekanizmasında da son derece etkindir. Örneğin, cehalet alanı  kendi dilsel benzeşimlerini yaratmıştır ve bu benzeşimlerin ürettiği bir “sinsiyet retoriği”ni, cehalet ortamında ve ortamın genişlemesinde yöntemli bir şekilde kullanmaktadır. Bu sinsiyet retoriği, yeni sinsiyetin nemalanıcıları tarafından dilsel bir üstünlük, hayatı kavramak veya gerçekleri işaret etmek yolunda kullanılan bir beceriymiş gibi sunulmaktadır. Sinsiyetin dilsel açıdan birincil aracı olan retorik, “sahici bir töz” sunmayarak insanların duygu ve düşüncelerini ele geçirmenin biçimsel hilesidir. Çoğunlukla, ezbere, ezber müfredatıyla birlikte ve mekanik şemalar yönergesinde kullanılır. Organik değildir.

Yeni sinsiyet ihtiva eden söylemlerde baskın bir “retorik arsızlığı”yla ve karakter aşınmasıyla karşılaşırsınız. Retorik arsızlığı,  liyakatsizliğin ve cehalet tipolojisinin herhangi bir konuyu işlerken konunun ağırlık merkezine, mihenk taşına veya tözüne nüfuz etmeyerek ya da benzeri bir aydınlanmadan özellikle kaçınarak oluşturduğu “aşırı” biçimsel süslemelerdir. Konunun tözü, kök nedeni her zaman “retorik arsızlığı” tarafından çerçevelenir, kuşatılır ve yeni sinsiyetin bekası için “töz” her zaman örtülü kalmalıdır; konu, kendi tözünden, orjininden kaydırılmalı ve kök nedenler kitlelerden retorik süsleri aracılığıyla uzaklaştırılmalıdır. Yeni sinsiyet uygulayıcılarına göre, tözün tarih içerisinde izlediği  nedensellik silsilesi ve bu nedenselliğe ilişkin temellendirmeler de gizlenmelidir. Yeni sinsiyetin retorik arsızlığı, yapay bağlamları ve yapay bağlaçları kullanarak tözü, sahici ve tarihsel nedensellik ilişkilerinden kaçırmaya çalışmaktadır. Kavramların yanlış bağlamlarla ve istatistiklerle kullanımı, yanlış sorunun doğru cevabının olmayışı, ezbere salınımlar ve tüm bu “yapaylık”lar tözün üstünü örtmektedir. Bu durum yanlış bir hayatın doğru yaşanamaması demektir. Retorik arsızlığının temel uğraşı, tözün bin kat eğreti sözle giydirilmesidir. Böylelikle hem tözün sahiciliği belirsizleştirilir hem de anlam kaymalarıyla sessiz yığınlar kandırılır: Töz, retorik arsızlığıyla birlikte hileli bir rastlantısallığa, görüngüye ve örtüye teslim edilir.

Yeni sinsiyetin arsızlığına ve aymazlığına yakışır derecede yaygın olarak kullanılan bir başka enstrüman da “Sessizlik Suikasti” ya da “Sessizlik Baskısı”dır. Marx’ın dile getirdiği bu kavramın işlevleri, sinsiyet zihniyetini  eskisinden çok daha yüksek nemalara ulaştırmaktadır. Statüko karşıtı olduğunu iddia eden  -aslında statüko karşıtlığını da bir enstrüman olarak kullanan- yeni sinsiyet, tüm sessizlik biçimlerini cehalet alanının genişlemesi yolunda kullanmaktadır. (Aynı yöntemin çeşitlemelerinden kapitalist satış tekniklerinde de sıkça söz edilir.)

Liyakat sahibi birinin yarattığı, üzerinde çabaladığı ve emek verdiği nihai çıkarımlar, analizler ya da yapıtlar, sessizlik yoluyla hasıraltı edilmekte, sahiciliğin ve tözün üzeri bir kez daha örtülmeye, örtbas edilmeye çalışılmaktadır. Bu yöntemle töz ile tözsüzlüğün kıyaslanması da engellenir. Herkes bilir ki bir şey hakkında susmak, bilgisizliği ve liyakatsizliği örtmenin en risksiz yoludur. Ayrıca, günümüzde, sessizlik suikastinin “sessiz yığınlar”la iletişmenin bir biçimi gibi kullanıldığında fayda sağladığını iddia eden aydınlar(!) bile yaratılmıştır. Fakat gerçekte, sessizlik suikasti denen şey yaygın bir pusuculuk biçimidir ve yeni sinsiyetin en etkili “adam harcama” silahlarından biridir.

Sessizlik suikastinin tersi ya da diğer ucu sayabileceğimiz “İnsan Yemleme” enstrümanı ise  kapitalizmin ödüllendirme sistematiğiyle birlikte çalışır. Buradaki ölçüsüzlük ve örtüşmezlik, sessizlik suikastındaki yok sayma stratejisinin tersidir. Liyakat sahibi olmayan birinin ödüllendirilmesi -aslında statükoyla, ödülle yemlenmesi- yersiz bir biçimde yüceltilmeye çalışılması, cehalet alanının genişletilmesi ya da cehalet ortamındaki etkinlik ile cehalet türevlerinin yaygınlaştırılması söz konusudur. Bu yöntem de tözün örtbas edilmesine, kitlelerin düşüncelerinin tözsüz ve bağlamsız bırakılmasına neden olur. Kitleler cehalet kökenli bir “İkbal Avcılığı”na bürünecek ve tözün değil de yemlerin peşinde koşacaktır. Ayrıca aşırı ödüllendirme ya da insan yemleme yöntemi  ödül verilen mevcut “liyakat alanı”nın geçerliğinin ve itibarının aşınmasına da yol açar. Bu da yeni sinsiyetin başka bir numarasıdır, arzusudur; liyakat alanının yerini cehalet alanına bırakması…

Sonuç olarak,  yeni sinsiyet ve türev enstrümanları binbir koldan çeşitlenmektedir ve hikâyemiz “liyakatin, sahiciliğin ve tözün örtbas edilmesi” bağlamında uzayıp gider… Yeni sinsiyetin amaçladığı “melanet ortamı”na ulaşmaması için, “kötülüğe karşı haklılığın inadı”nı yüklenmek gerekiyor. Her seferinde “Kahrolsun yeni sinsiyet!” diye çıkışarak, varoluşumuzdaki sahiciliği ve tözü, gözümüz gibi korumamız gerekiyor. Çünkü tözümüzü ve onun sahiciliğini korumak, “insancıl” olmak demektir ve yeni sinsiyetin beslendiği tüm haysiyetsizliklere karşı çıkmanın da en doğal yolu budur.

Sahicilikle
Zafer Yalçınpınar (Zy)
2 Nisan 2010

1. Hamiş: İşbu yazının pdf dosyasına https://zaferyalcinpinar.com/yenisinsiyet.pdf adresinden ulaşılabilir.

2. Hamiş: İşbu yazının devamı niteliğindeki “Yeni Sinsiyet Tipolojisi’nin “Biz” Söylemi ve Retorik Arsızlığı” başlıklı yazıya ise https://zaferyalcinpinar.com/i22.html adresinden ulaşılabilir.

Mar
19
2010
0

“Sıcak Nal” değil o, Sıcak Mal!

Gözümüzden kaçtı sanılmasın diyedir:

Edebiyat kabzımalları için yeni bir mamül geliştirilmiş:  “Sıcak Nal” adında bir dergi… Artık bu numaraları kimse yemez! Sizin o “sıcak nal” adını dikişlediğiniz derginin gerçek adı “Sıcak Mal”dır.

Dr. Erdoğan Kul’un çağrışımıyla ve ortaklaşa olarak bir kez daha tekrar etmekte fayda var:

“Artık bu numaraları ve çürük malları kimse yemez. Edebiyat kâhyalığı ve kabzımallığı yolundaki enstrümanlarınızın yüzü ve adı eskidi. Meyve sepetindeki bir çürük meyve diğerlerini de çürüttü. Biliyoruz.  Şimdi, yeni paçavralarla eski çürükleri satmak, yeni dergi ayaklarıyla “insan yemlemek ya da sessizlik suikasti yapmak” istiyorsunuz. Çürütecek yeni meyve sepetlerinde yeni meyveler arıyorsunuz. Siz,  haksızlıkların ve liyakatsizliklerin “sonsuz arsızlık” türevindeki egemenliğisiniz. O cürufsunuz. Biz de size ayar veren “haklılığın inadı”yız. Biz yana yana yazarız ve yaza yaza yanarız. Siz ise yan yana, dizi dizi, halay halay oluşmuş yöntemli gaddarlığınızla iyiliği, saflığı, sahiciliği ve vicdan sahibi olanların vicdanını çürütürsünüz. ”

Bu sıcak nal/mal geyiği üzerine söyleyecek şundan başka bir şeyim yoktur: “Herkese nacizane tavsiyem, bu çürük malları yememeleridir, okumamalarıdır, çürümemeleridir”

Sahicilikle
Zafer Yalçınpınar

Şub
17
2010
0

Gözümüzden Kaçtı Sanılmasın-IV

Bugün, “edebiyat ortamı” dediğimiz “garabet ortamı”nda yaşanan olaylardan ve sergilenen tavırlardan biri daha kulağıma geldi. Artık bu tavırların sergilenmesi ve olayların yaşanması, olayların taraflarına karşı “esef” duymama neden oluyor. Anlatayım;

Edebiyat “camia”sından olmayan eski bir arkadaşım üç sene boyunca yazdığı şiirleri toparlayıp Sel Yayınları’na gitmiş… Görüşme sırasında Sel Yayınları’ndaki zevat, sıklıkla şiir kitabı basmadıklarını, sadece -en son- Ah Muhsin Ünlü’nün kitabını bastıklarını ve 1-2 sene boyunca da başka şiir kitabı basmayacaklarını söylemiş. Fakat ardından, yan tarafta, Varlığ Yayınları’nın bürosunun olduğunu ve orada “bu şiir işleri”yle ilgilenen Enver Ercan adında biri bulunduğunu eklemiş. (Kısacası, tıpkı esnafların bir müşteriyi başka bir esnafa yönlendirmesi gibi arkadaşımı Enver Ercan’a yönlendirmiş, paslamış.)  Bizim arkadaş da -başına geleceklerden habersiz- tutmuş Enver Ercan’a gitmiş ve “Beni yandan gönderdiler. Şiir kitabımı yayımlamak istiyorum…” demiş saflıkla. Buna karşılık Hz. Müptezel  (Enver Ercan) günümüzde şiir kitaplarının satmadığından yakınmış ve eğer şiir dosyasının sahibi aynı zamanda ödül sahibi değilse, edebiyat etkinliklerinde, söyleşilerde, anma toplantılarında endam göstermiyorsa, büyük dergilerde şiirleri yayımlanmamışsa, tanınmamışsa ya da kendi tanıdıklarından, şebekesinden değilse, herhangi bir şiir kitabını yayımlayamayacağını söylemiş… Yani tezgâhını döndürmeye devam etmiş…

Ne diyeyim; Allah herkese akıl fikir versin… Yazara da okura da esnafa da…

Hamiş: Edebiyat oligarşisine ilişkin bu tip olaylar ve bu tip oligarşik söylemler bende “esef” duygusu yaratıyor artık…

Ayrıca bkz:
https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=1045
https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=1823

Written by in: Duyurular, Tartışmalar | Etiketler:
Şub
07
2010
0

Gözümüzden Kaçtı Sanılmasın-III

Gözümüzden kaçtı sanılmasın diyedir;

Hz. Müptezel (Ali Enver Ercan), Varlığ Dergisi’ndeki “Yeni İmzalar” adlı “suni yem”leme mekânından dezenformasyon icra etmeye devam ediyor.  Duyduğuma göre, son olarak, saçma sapan bir “suni bağlam” aracılığıyla Hilmi Yavuz’u ve Ece Ayhan’ı aynı cümle içinde kullanmaya, sanki birbirlerine benzer birileriymiş gibi göstermeye çalışmış… Yemezler.

Hilmi Yavuz, patetik bir belediye şairidir ve kötülük toplumu denen “cüruf”a eklemlenmiş sıradan biridir.  Ece Ayhan ise “haklılığın inadı”dır ve “sıradan, halay takımından” değildir. İkisinin bu hayatta kesiştikleri tek yer de Ece Ayhan’ın Hilmi Yavuz’a “Belediye Şairi” lakabını takmasıdır. Durum budur.

Ayrıca, köylü kurnazlığının doruklarında gezen Ali Enver Ercan, F.H. Dağlarca üzerine de kerametlerde bulunmuş… Madem öyle, Hz. Müptezel’e şu gerçek hikâyeyi hatırlatmak gerekiyor:

“Birgün Dağlarca’nın evindeki kombi ya da termosifon bozuluyor. Dağlarca, hemen bizim Ali Enver Ercan’ı arıyor ve evine çağırıyor. Kaynakçılık, termosifon ya da kombi tamiri işlerinden iyi anlayan Ali Enver Ercan, Dağlarca’nın evindeki bu tesisat bozukluğunu tamir ediyor. Dağlarca, Enver Ercan’ın bu konudaki becerisini gördüğünde şöyle diyor:

– Yahu Ali Enver Ercan, sen şair değil de tesisatçı olmalıymışsın…”

Şimdi, sonuçta,  Dağlarca doğru söylemiş. Çünkü Enver Ercan’ın Varlığ Dergisi üzerinden yapıp ettikleri de bir tür tesisatçılıktır, şebekeciliktir, halaycılıktır. Yani tüm bu “Genç/Yeni İmzalar” ayakları, şairlik filan değildir, düpedüz esnaflıktır.

Ara
05
2009
1

Gözümüzden Kaçtı Sanılmasın-II

Son zamanlarda bizim Hz. Müptezel’e (Ali Enver Ercan’a) “tutundurma” desteği verenlerin sayısı artıyor… 3 Aralık 2009 tarihli Cumhuriyet Kitap’ta Selçuk Altun,  bizim Hz. Müptezel’e koltuk çıkmış… İlgili kupür aşağıdadır:

Bu garabet parçasını okuduktan sonra, güleyim mi ağlayayım mı bilemedim. İçimden şöyle demek geldi: “Enver ve Selçuk, ben dün akşam, ikinizi birden düşündüm.”

Hamiş: Hz. Müptezel’in kim olduğuna, neler yaptığına ve aramızdaki husumetin ayrıntılarına şu adresten ulaşılabiliyor: https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=463

Eyl
27
2009
0

Gözümüzden kaçtı sanılmasın…

Gözümüzden kaçtı sanılmasın diyedir:

Gelen haberlere göre bizim Hz. Müptezel (Ali Enver Ercan) Eylül ayı itibariyle edebiyat kâhyalığına hız vermiş görünüyor. “Varlığ” dergisinde gençlerin şiirlerini “değerlendirme numarası”na geri dönmüş. Varlığ’daki sözkonusu çağrı metnini okumadım. (Zaten, ilkece 2006 yılından beri Varlığ Dergisi’ni okumuyorum.) Fakat, söylenenlere göre bizim Hz. Müptezel gene yapaylıklarla, kerametlerle ve belirgin çelişkilerle dolu bir metin yazmış. Metnin sonunda demiş ki “Kendisine değil de metnine önem verenler bize eser göndersin!”. Bu söylemden altı-yedi paragraf öncesinde de şöyle demiş: “Bize eser gönderenler mutlaka kısa yaşam öykülerini ve bir fotoğraflarını da göndersinler…”
Bu ne perhiz bu ne lahana! Yuh!
Herneyse, sonuçta, Hz. Müptezel, avanesi ya da halay takımı “Varlığ” dergisi üzerinden “yola devam” diyor… Gözümüzden kaçtı sanılmasın.

Hamiş: Hz. Müptezel’in kim olduğuna, neler yaptığına ve aramızdaki husumetin ayrıntılarına şu adresten ulaşılabiliyor: https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=463

May
26
2009
0

Şiir: KÂHYALARDANDIR ÖNE ÇIKAR

KÂHYALARDANDIR ÖNE ÇIKAR

(Frankfurt Turizmi için…)

lastik ayakkabıların dışına benzeyen bir surat
çocuk mezarı gibi
bu kuyunun sinsiliği
işte iki celep
el ele vermişler
listelere isimleri
isimlere listeleri
bölmüşler
bir yavaş ölüm fotoğrafının içinde yerleşik ve toplu pozlar
“üç” dediğimizde gülümsediler
“ölüm” dediğimizde çıktılar
bu adamlara “gel” dersen eğer
öne çıkarlar
kurnazlığın krallığı için
tahtadan yapılmış bir tahtın
hemen arkasından
öne çıkarlar

sonuç gibi bir merdiven
yaşam gibi bir ağaca gülümsüyor:

“inmek çıkmak yok
ya da olmaz beleşe” diyor
tersine
kestirip
atıyor

25 Ekim 2008
Zafer Yalçınpınar

May
26
2009
3

TYS ASKISI, GENEL KURUL ve Ali Enver Ercan (Hz. Müptezel) Üzerine…

Hz. Müptezel’in (Ali Enver Ercan’ın) ve avanesinin yönetiminde olan Türkiye Yazarlar Sendikası, 30-31 Mayıs 2009’da Genel Kurul’a gidiyor… TYS’nin bu genel kurul toplantısının benim için farklı bir önemi var:

Bilindiği üzre, Ali Enver Ercan’ın kendi “dandik” gerçeğini onun kendisine hatırlatmamın hemen ardından, 18 Şubat 2008’de TYS üyeliğim “askı”ya alınmıştı. 30-31 Mayıs 2009’da gerçekleşecek bu genel kurulda ise üyeliğimin durumu karara bağlanacak. Ben, Ali Enver Ercan ve avanesinin yönetimde olduğu (vasatlığın ve liyakatsizliğin bekası amacında birleşmiş) bir TYS’nin üyesi olarak kalmak istemiyorum. TYS üyesi olan herkesten, 30-31 Mayıs 2009 tarihindeki Genel Kurul’da, Zafer Yalçınpınar’ın (bendenizin) “üyelikten çıkarılması” yönünde irade göstermesini rica ederim. (Ayrıca, Ali Enver Ercan’ın işbu konuyu rafa kaldırmak ve süregelen “askı”yı -belki de işkenceyi- devam ettirmek yolunda bir arzusu olduğunu düşünüyorum. Fakat, konudan haberdar olan -diğer- TYS üyelerinin bu “işkence”yi sürdürmeyeceğine eminim.)

Konuya ilişkin olayların dökümüne, TYS’den gönderilen kâğıtlara ve açıklamalara -kronolojik sırasıyla- şu adreslerden ulaşabilirsiniz:

Ali Enver Ercan Kimdir?;
https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=191
Hz. Müptezel ile ikinci karşılaşma;
https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=261
TYS, bir halay takımının çalgısı olmamalıdır;
https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=264
Ali Enver Ercan dersini almamış;
https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=280
TYS Askısı;
https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=284

Sahicilikle
Zafer Yalçınpınar

Haz
05
2008
0

Yeni Bir Kötülük Dayanışması…

“Ahmet Korhan” mahlasını kullanan birileri ahmet.korhan@yahoo.com adresinden Tübitak Başkan Yardımcıları’nın sekreterlerine “hakkımda pislik, hakaret ve tehdit dolu söylemler içeren, doğrudan işten atılmamı ya da uzmanlık görevimden uzaklaştırılmamı sağlamaya yönelik” mektuplar göndermektedirler… Bu mektupların kopyalarını da bilgilendirme amacıyla Baki Ayhan T, Hakan Arslanbenzer, Metin Celal, Mehmet Öztek, Salih Bolat, Osman Olmuş, Cihan Oğuz, Enver Ercan, Onur Caymaz, Şeref Bilsel ve Ömer Şişman’a da göndermişlerdir.

(Üzülerek söylüyorum ki bilgilendirme mektuplarını alan kişilerin de bu işin içinde, bir köşesinde olduğunu düşünmeye eğilimliyim.)

Bu tehditi yapanların, bu mektupları yazanların kim olduklarından emin değilim ama işime, evime ve hayatıma yönelik bir eyleme ve tecavüz konumuna geçtikleri açıktır. Birçok düşmanım var. Fakat bu mektupları yazan, bu işi planlayanların eski “kötülük dayanışması” takımının başını çeken Reha Yünlüel, Ömer Şişman ve Emrah Altınok olduğundan şüphelenmekteyim.

Fakat şunun bilinmesi gerekir ki kim ne yaparsa yapsın, kime hangi mektubu gönderirse göndersin, hangi gizli elleri ve mekanizmaları çalıştırırsa çalıştırsın, ne olursa olsun, artık benim “ölene kadar yazacağım” ve bir tipolojiyi “sıçtığı yere kadar kovalayacağım” kesindir.

Bunların dışında söyleyecek özel/yeni bir şey yok.

Hiç boşuna “heves” etmesinler…

Zafer Yalçınpınar

May
03
2008
0

“TYS ASKISI”

Hz. Müptezel(Ali Enver Ercan) ve avanesinden bizim eve yeni bir “kâğıt” daha geldi. Bu üçüncü kâğıtta yazanlara göre, TYS yönetim kurulu, TYS üyeliğimi “askı”ya almış. Üyeliğimin geleceği, Genel Kongre’de karara bağlanacakmış.

Bağlasınlar.

Şimdi, Ali Enver Ercan ve bir halay takımının çalgısı(enstrumanı) olarak şekil değiştiren TYS hakkında söyleyecek fazla bir şeyim kalmadı; hemen hemen her şeyi daha önce söyledim. İşbu halay takımının kavrayamadığı biricik şey ise şudur; Zaten ben, 2005 senesinden beri kendi üyeliğimi kendim askıya almış durumdaydım ve son 3 senedir Ali Enver Ercan ile avanesinin yönetimindeki TYS’ye zerre kadar saygım kalmamıştır. Tıpkı Varlık Dergisi’ne -o mezarlığa- saygım kalmadığı gibi… Bunun nedeni de -basitçe- Ali Enver Ercan’ın müptezelliğidir, köylü kurnazlıklarıdır ve retorik arsızlığıdır. Bu söylediklerim de “nal gibi” ortadadır.

Hamiş: Aşağıda TYS’den gelen son yazı var. Önümüzdeki genel kongre’den sonra – ihtimal, TYS’den ihraç edildikten sonra- bugüne kadar TYS’den gelen tüm dokümanların ve işbu dandik yazıların herbirini GittiGidiyor adlı web sitesi üzerinden 1YTL fiyatla satışa sunacağım.

——-

Tarih: 18 Şubat 2008 / Sayı:3

Konu: Onur Kurulu’nun Kararı Hk.

Bay Zafer Yalçınpınar

Yazar kimliğine yakışmayan söz ve davranışlarınız nedeniyle sizi Onur Kurulu’muza vermiş, kararı 13 Şubat tarihli mektubumuzla bildirmiştik. Konuyla ilgili internet ortamında yaptığınız açıklamadan, seviyesiz tutum ve davranışlar sergilemeyi sürdürdüğünüz anlaşılmaktadır. Söz ve davranışlarınız, TYS gibi saygın bir kurumla bağdaşmadığı için üyeliğiniz, genel kongrede karara bağlanmak üzere askıya alınmıştır.

Bilgilerinizi rica ederiz.

TYS Yönetim Kurulu

——

SON NOT: TYS ve Hz. Müptezel (Ali Enver Ercan) ile ilgili diğer yazılara aşağıdaki adreslerden ulaşabilirsiniz:

Ali Enver Ercan dersini almamış; https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=280
TYS, bir halay takımının çalgısı olmamalıdır; https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=264
Hz. Müptezel ile ikinci karşılaşma; https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=261

Ali Enver Ercan Kimdir?;

https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=191

——–

Mar
29
2008
0

TYS Halay Takımı, F.H. Dağlarca’yı ziyaret etmiş.

Bildiğiniz gibi, Enver Topaloğlu’nun yayıma hazırladığı” Cumartesi Şiir Dergisi” internette dağıtılan hoş ve nahif şiir dergilerinden biridir. Fakat, daha önceden dağıtıldığı halde 36. sayısıyla beraber “Puşt Ahali Edebiyat Platformu”na bu derginin dağıtılmaması, yollanmaması bana çok ilginç geldi. Ben de oturdum, dergiyi inceledim. Meğer işin içinde gene bizim Hz. Müptezel(Ali Enver Ercan) varmış: Cumartesi Şiir’in 36. sayısının giriş yazısında TYS’nin 21 Mart 2008 Dünya Şiir Günü’nde yaptığı aktivitelerden, TYS Halay Takımı’nın Şair F.H. Dağlarca’nın evini ziyaret etmesinden uzun uzun bahsediliyor… O günkü etkinlik tüm ayrıntılarıyla anlatılıyor.  Eh, işin içinde TYS ve Ali Enver Ercan olduğu için de Enver Topaloğlu’nun” Cumartesi Şiir Dergisi”ni “Puşt Ahali” üzerinden dağıtması, eskiden yaptığı gibi “Puşt Ahali”ye yollaması pek akıllıca olmazdı.

Şimdi, Tys’nin (Ali Enver Ercan ve halay takımı’nın) 21 Mart’taki “F.H. Dağlarca” ziyareti beni zerre kadar ilgilendirmiyor. Beni asıl ilgilendiren bundan uzun zaman önce Enver Ercan’ın Dağlarca’yı başka bir iş için ziyaret edişidir. Bu konuyla ilgili yaygın olarak bilinen hikâye şöyledir;

Birgün Dağlarca’nın evindeki kombi ya da termosifon bozuluyor. Dağlarca, hemen bizim Ali Enver Ercan’ı arıyor ve evine çağırıyor. Kaynakçılık, termosifon ya da kombi tamiri işlerinden iyi anlayan Ali Enver Ercan, Dağlarca’nın evindeki bu tesisat bozukluğunu tamir ediyor. Dağlarca, Enver Ercan’ın bu konudaki becerisini gördüğünde şöyle diyor:

– Yahu Ali Enver Ercan, sen şair değil de tesisatçı olmalıymışsın…

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com