Mar
31
2010
0

Farklılığın Sonsuz Oyunu

(…) Bütün holistik kuramların tutkusu, herhangi bir öğenin ya da toplumsal sürecin anlamını kendi dışında, diğer öğelerle birlikte yer aldığı bir ilişkiler sistemi içinde aramak olmuştur. (…) Varılan ilk nokta, anlamı tespit etmenin imkânsızlığına işaret eder. Ama mesele bununla bitmez. Anlamı tespit etmenin imkânsız olduğu bir söylem, olsa olsa psikotiğin söylemidir. Bu yüzden ikinci boyut, nihai olarak imkânsız olan bu tespit işlemini gerçekleştirme çabasıdır. Toplumsal, yalnızca farklılığın sonsuz oyunu değildir; aynı zamanda bu oyunu sınırlamak, sonsuzluğu evcilleştirmek, bir düzenin sınırları içinde kucaklamaktır. Ancak bu düzen -ya da yapı- artık toplumsalın altında yatan bir öz şeklini almaz. Daha çok, toplumsalla baş etmek, onu hegemonya altına almak için girişilen, tanımı gereği istikrarsız ve kararsız bir çabadır. Bizim yaptığımıza benzer biçimde Saussure de göstergenin rastlantısallığı ilkesini, bu rastlantısallığın göreli niteliğini vurgulayarak sınırlamaya çalışmıştır. (…)

Ernesto Laclau
Akıntıya Karşı Dergisi, Çev: Meltem Ahıska, Sayı:1, 1985

Mar
30
2010
0

“Avantacular Press” ve Görsel Şiir Deneyimi

“Avantacular Press” taifesinin Görsel Şiirleri’nden…

Andrew Topel ve taifesinin “Avatacular Press” adlı girişimi, birçok Görsel Şiir deneyimini ve görsel şiir heveslisini bir araya getirdi. “A Flying Stone” adında bir derlemeyle benim de katıldığım projeye ait yapıtlara https://www.scribd.com/andrewtopel adresinden pdf formatında ulaşabilirsiniz. Projede yapıtları yer alan bazı sanatçıların isimleri şöyle; Edward Kulemin, Vernon Frazer, Satu Kaikkonen, Amanda Earl, Mike Cannell, Nicol a.  Kostic, Daniel F. Bradley, Jim Leftwich & Tim Gaze, Derek Beaulieu, John M. Bennett & Nico Vassilakis…

“Avatacular Press” taifesinin facebook grubu ise şu adreste bulunuyor: https://www.facebook.com/group.php?gid=227841054110

Mar
30
2010
0

Eyvallah (Arzu Öztürk)

Öyleyse tamam. Öyleyse durak lambalarının altında ışıyan yalnızlığa çoktan hoş gelmiş, çoktan hoş bulmuşlar kıyametinde sarımsı bir titrekliğe, mecburluğa, eyvallah…
Es geçmiş rüzgarlara inanmamak vakti ki ölen zamanlara ağlamaklığım yüz bulmadı, hatrı(m) bile kalmadı yürek ağrılarında. Ne tez bir bahar vakti oysa kış henüz geçip gitmemişti başımdan. Kar yangını sızılarım henüz dinmemiş, üzerime yağmalanan beyazlıklar henüz erimemişti.  Penceremin tozlu perdesini araladığımda dışarıda kırlar yeşillenmiş, böcekler çiçeklere doğru uçuşa geçmiş, güneş uyku mahmurluğu ile günaydın deyip uyanmıştı çoktan. Dedim ey bahar seninle kucaklaşma vaktimizde bu ne tezat, hey hat geçmiş gün bahar eteklerinde davetkar kokular getirirdi. Ve ben hangi kelebeğin renginde kanatlanacağımı hesap etmez, birkaç günlük ömrümü böylesine başıboş tüketmezdim.
Şimdi ruhum yeni bir doğuma direniyor. Kapılarını kırdığım hasretler söküldükleri yerlerde boşluklarıyla cereyan ediyor. Hiçbir kelam zincir kırmıyor, hiçbir duvar örtbas etmiyor kendini. Kalmıyor dilin kemiksiz yanı, o da kan, o da bir et parçası. Ruha bürünmüş bir beyhudelik değil yaşanan, ötesinde sade bir soluk nefes, bir direnç nehri boylu boyuna uzanan. O yüzden dilsizlik bile daha masum, kederler küstah, kırılan kolları hiçbir alçı tutmuyor. Acı intikamını ürediği yerden alıyor; çoğalıyor, yayılıyor,  büyüyor, kabalaşıyor, inatlaşıyor, başa çıkılmıyor. Her daim kendi bildiğini okuyor okuyor ve yazıyor.. Geçilmiyor sesinin öfkesinden, kulakları sağır eden bir uğuldama vızır vızır vızır bir yere konsa da sussa artık diyorum; kanımı çekmesine razıyım. Baş dönmesi yaratan hırsız zamanın çalıntılarında tekrar ve tekrar birikmişliğim gebe kalmıyor, rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla başladığım günleri dua tutmuyor. Yazma(k)lığım annemin al yazması gibi durmuyor, eğreti tutuyorum başımın üzerinde oyalarında kırık iğne yüzlerce ve yüzlerce kez batıp çıkıyor. Bir desen doğuyor bir cümbüş doğuruyor sonunda ama o cümbüşe ritim tutturamıyorum.
Öyleyse tamam, öyleyse dediğin gibi olsun. Karşılaşmamış cümleler hesabında defterimizde yer kalmamış demek ki, bir anlam aradığımız sözlüklerde tanıdığımız bütün harflerin sıralanışı bildiğimiz gibi olmamış. Bu beklemeler bu beklentiler nöbetini bir bir bir sayarken, ne saat tutmazlığı ne takvim tutmazlığında ödeşilmiş bir şey olmamış. Soyu tükenen aşkların açtığı çıkmaz sokaklarda eril ergin bir ilenme.
Bir başına salaş ve savruk meyhanelerde hiç kelam etmeden oturup dururken açmazları açtığıma, yıkmazları yıktığıma, gitmezleri gittiğime oh olsun! Kaçkınlar, kıranlar, kırgınlar, kızgınlar adına kalemime devşirdiğim bunca zahmetlere oh olsun! Yıkılsın ne varsa ardında kalanlarla, ben bin kez daha yıkar bin kez daha yaparım.  Şafak kızıl saçlarını gökyüzüne dağıtırken, sökerken sema eteklerini dağlardan, güneş ile ay’ın karşılaşmalarına bin kez daha hayretle bakarım. Gocunmam ne aşktan ne ayrılıktan hepsine bir ömürlük şiir daha yazarım.
Yorana yorulana birbirinin sesinden ses yapmış o bildik şarkılara, şahanlara, yılmazlara ve durmazlara selam olsun. Mor bir rengin içinde tünek oluşturduğum, sana da kalmaz diyen dervişlerin dünyasında sırra alem durduğum, hey hak için yine de vardır sebebi diye diye söylene söylene avuttuğum tüm düşlerimi uyanık tutma hakkına nail oldum. Bedenimi taşıdığım kaldırımlarda, gördüğüm köşe başı yalnızlıklarda kendimi bulduğum, kendimden korktuğum, kendimden kovulduğum, kendiliğimi unuttuğum, yıkana yıkana arındığım sularda hala hayat bulduğum sabaha Merhaba…

Öyle olsun…
Öyleyse tamam. Öyleyse geçtik ışıkları…

Arzu Öztürk
25.03. 2010

Mar
29
2010
0

Sözcükler düşünceleri yanlarına almazlar.

Düşüncem ile benim aramda dil engel mi oluşturmakta? Hayır. Dilimle arama giren benim düşüncemdir.
Bu yüzden, dil bayrağını gönderde en yukarı çekmekten ve ona tam özerklik kazandırmaktan başka çıkış yolu yoktur. Büyük şairlerde sözcükler düşünceleri yanlarına almaz; zaten sözcükler düşüncelerdir.

Julio Cortazar
Andres Fava’nın Güncesi, Çev: Ayşe Nihal Akbulut, Defne Yay., s.20

Mar
29
2010
0

Cortázar on The Road to South!

Dauphine’deki genç kız başlangıçta saniyeleri saymak için direndiyse de, Peugeot 404’teki mühendis bunda yarar görmüyordu. Herhangi biri kol saatine bakabilirdi, ama sağ bileğe bağlı bir zamandı sanki bu ya da radyonun bip bipi başka bir zamanı ölçüyordu, diyelim ki bir Pazar akşamı Güney Otoyolu’yla Paris’e geri dönme aptallığında bulunmayanların zamanını. Başka bir deyişle Fontainebleau’yu geçer geçmez adım adım ilerleyen sonra da durmak zorunda kalan iki yönde altı sıra (Pazar günleri otoyolun tümüyle başkente dönenlere ayrıldığı herkesçe bilinir) motoru çalıştıran, üç metre ilerleyip duran sağdaki 2CV’deki rahibe solda Dauphine’deki kızla gevezelik eden bir Caravelle’in direksiyonundaki soluk benizli adama dikiz aynasından bakan, bir yandan peynir yerken küçük kızlarıyla şakalaşan 203’teki mutlu çifti alaycı biçimde kıskanan, ya da Peugeot 404’ün önündeki gençlere öfkelenen; hatta duraklamalarda arabadan inip fazla uzaklaşmaksızın etrafı kolaçan eden (…) böylelikle her an saatine bakan genç kızın Dauphine’nin önünde bir Taunus’un hizasına ulaşan, bu eşibulunmaz ortamda en büyük eğlencesi Taunus’un arka koltukları üzerinde oyuncak arabasını özgürce sürmekten ibaret küçük sarışın çocuğun yanındaki iki adamla alaylı, aynı zamanda umutsuz bir iki cümle alışverişi olan ya da biraz daha ilerleyip sanki içinde iki ihtiyarcığın yüzdüğü mor bir banyo küvetini andıran (…) ID Citroen’i bıkkınlıkla seyreden insanlardan maruz kalmadığı zamanı ölçüyordu.

Julio Cortazar
Güney Otoyolu, Çev. Gülin Dalaman, Gendaş Yayınları, 1998, ss.9-10

Mar
28
2010
0

“Clone” ve “Caz” ve “Cortázar”

Julio Cortázar

Julio Cortázar’ın “Clone” adlı öyküsü aklıma geliyor. “Mırıldandığım Öyküler” adlı kitabındaki bu öyküyü Tomris Uyar çevirmişti. Kitabın “Sunuş” bölümünde Tomris Uyar’ın şu cümlesi dikkatimi çekti:
“…Clone’nin yapısını anlamam için müzik ve edebiyat bilgisiyle yardımıma koşan Evin İlyasoğlu’na teşekkür ederim. “
Bir müzik topluluğunun üyeleri arasındaki olayları, diyalogları ve etkileşimleri anlatan bu öykünün bir caz altyapısı olduğuna inanıyorum. (Ayrıca Julio Cortazar’ın amatör caz sanatçısı olduğunu da biliyoruz.)
Aşağıda Cortazar’ın “Clone” adlı öyküsünden kısa iki bölüm bulunmaktadır. İlk bölümde cümlelerin yapısı, uzunluğu, virgüllerin müzikal ölçü aralarındaki “sus”lar gibi kullanılması, tekrarlamalar, çağrışımlı anlatım, (ki tümcelerin açıklanması, armonik yapının bir yan yola yönlenmesi gibi geliyor kulağıma…) bana caz tümcelerini çağrıştırıyor. Bir de ilk paragrafın son cümlesi; bir caz altyapısından bahsediyor, solo çalan müzisyenin arkasındaki diğer iki enstrümanın karmaşık iletişimi gibi…
İkinci bölümde ise topluluğun müzikal bir tartışması anlatılıyor. Burada da kaotik bir caz partisyonu havası var. Diyaloglar aynı paragrafın içinde başka ağızlardan yürüyor. Ve her çalgı (kişi) başka başka şeyler söylüyorlar. Sözlerin sahibi parantezler içerisinde belirtilmiş. Bu parantezler, bir caz konserinde, insanın kulağına kontrbas’ın takılması ya da fark edilmesi gibi bir duygu uyandırıyor içimde. (Zy)


CLONE

(…)
Topluluktaki tek dengeli çiftin hala Franca-Mario çifti olması olağandışıydı doğrusu. Biralarını içerken bir yandan da bir partisyonu tartışan Sandro ile Mario’ya uzaktan bakarken, böyle düşündü Paola, gelip geçici ilişkiler, kısa süreli tatlı flörtler, baştan beri yaygın olmamıştı toplulukta; Karen ile Lucho’nun birlikte geçirdikleri bir-iki hafta sonu (ya da Karen ile Lily’nin, canım Karen’in ne mene olduğunu biliyoruz da Lily, onun ki ya iyiliğinden ya da merakından, acaba nasıl oluyor, Sandro’yu yüzüstü bırakıp, neyse ki sonunda Karen ile Lily de’ hizaya geldiler). Evet evet, tek dengeli çiftin, bu sıfatı hak eden tek çiftin Franca ile Mario oldukları su götürmez, nişan yüzüğü falan takarak, ne gerekiyorsa tamam. Kendisine gelince, bir seferinde Bergamo’da bir otel odasında, perdeler, danteller arasında, nedemekse, kuğu şeklindeki bir yatakta Roberto’yla dizginleri kapıp koyvermişti, sonu gelmeyecek kısa bir mola, şimdi eskisi gibi çok iyi dostlar, iki konser arasında, hatta iki madrigal arasında diyelim, bu tür şeyler işte. Karen ile Lucho, Karen ile Lily, Sandro ile Lily.Hepsi candan dostlar, aslına bakılırsa nedeni başka, turnenin bitiminde, Buenos Aires’te ya da Montevideo’da asıl çiftler bir araya geliyor nasılsa, kanlar, kocalar, yuvalar, köpekler yol gözlüyor, bir dahaki turneye kadar, bir denizcinin yaşamı, hepsi çağdaş insanlar. Ta ki. Çünkü artık bir şey değişti. Ne diyeceğimi bilmiyorum, diye düşündü Paola, bölük pörçük şeyler geliyor aklıma. Hepimiz çok gerginiz. Allah kahretsin. Derken birdenbire, bir partisyon üzerine tartışan Mario ile Sandro’yu başka bir gözle tartarken, ona sanki alttan alta başka bir tartışmayı yürütüyorlar gibi geliyor. Ama,yok canım, onu konuşmuyorlar, orası apaçık. Neresinden baksan tek uyumlu çift Mario ile Franca, kesinlikle.Yine de Mario ile Sandro’nun bunu konuşmadıkları ortada. Belki de alttan alta, hep alttan alta.
(…)
Lily ıle Robeno, iki viskiden sonra aydın gevezeliğine dalan Sandro ile Lucho’yu dinliyorlar, Britten’den, Webem’den konuşuluyor, sonunda yine Venedikli’den, günümüzde artık ‘O voi, troppo felici’ye ağırlık vermek gerek (Sandro) ya da bırakmalı, ezgi, Gesualdo’nun olanca gizemiyle aksın (Lucho). Evet, yoo hayır, bak şöyle usta, ilgi çekici karşılıklı vuruşlarla bir pinpon maçı, iğneleyici yanıtlar. Provada görürsünüz (Sandro),bakarsın iyi bir sınavolmaz (Lucho), nedenini söyler isin, Lucho’nun da canına tak dedi, Roberto ile Lily’nin dillerinin ucuna gelenleri söylemek üzere ağzını açacak, tam o sırada Roberto’nun araya girmesi, Lucho’yu tatlılıkla susturması iyi ki, birer içki daha içelim mi? Lily, benden evet, öbürleri, sani, bol buzlu olsun.

Julio Cortazar
Mırıldandığım Öyküler, Çev: Tomris Uyar, Can Yayınları,1997, ss.94-95


Julio Cortázar, 1969
Fotoğraflar:  Pierre Boulat


Mar
28
2010
0

Yazarlar ve Caz

Julio Cortázar, trompet çalarken…

*

Nisan Dergisi’nin 1984’te yayımlanan ilk sayısındaki “Yazarlar ve Caz” adlı yazıya https://zaferyalcinpinar.com/yazarlarvecaz.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.

Michel Contat’ın bir önyazıyla derlediği ve Gila Parisian’ın Türkçeleştirdiği sayfalar arasında Paul Morand’ın, Julio Cortazar’ın, G.  Bataille’in, J. Cocteau’nun, James Baldwin’in ve Sartre’ın cazvari metinlerinden çeşitli alıntılar yer alıyor.

Mar
28
2010
0

“Nisan Dergisi” ve Sıkı Dergiler

Sessizlik suikastına ve “sessiz yığınların gölgesi”ne maruz kalan bazı “sımsıkı” dergiler vardır. Hakkında sımsıkı susulan bu sımsıkı dergilerin en güzel örnekleri 80’lerde ve 90’larda yayımlanmıştır. Araştırmalarım sonucunda, Tayfun Pirsemioğlu ile Serdar Işın’ın yayıma hazırladığı “Sokak”, Mehmet Güreli ve -gene- Serdar Işın’ın yayıma hazırladığı “Nisan”, Turgay Özen ile Ahmet Soysal’ın yayıma hazırladığı “Beyaz” adlı bu “sıkı” dergilerin sessizlik suikastına maruz kalan dergiler içerisinde en önemlileri olduğunu söyleyebilirim. Gerek kadro, gerek çeviri ve içerik dengesi, gerek işlediği konular, gerek yayımladığı şiirler, metinler, gerekse de grafik tasarım özellikleri açısından söz konusu dergilerin döneminde yayımlanan diğer dergilerden çok daha üstün ve “sahici” olduğu aşikârdır. (Bu üstünlükle doğru  orantılı olarak sessizlik suikastına maruz kalmışlardır zaten…) İşbu “sıkı” dergiler “haksızlığın sonsuz arsızlığı” olarak kavramlaştırabileceğimiz birçok olguya hâlâ maruz kalmaktadırlar. Örneğin, Mehmet Can Doğan,  1909-2008 yılları arasında yayımlanmış bazı dergileri incelerken Beyaz, Nisan, Sokak adlı dergileri -nedense!- “es” geçmiştir. 80’ler şiiri ya da dergileri üzerine kaleme alınmış, başlıklanmış ve  miktarı nerdeyse 10000’i bulmuş şunca “yazı, yazar, dergi, editör, soruşturma, söyleşi, dosya konusu”na ve bunların oluşturduğu cürufa baktığınızda da söz konusu “sıkı” dergilerin -bile bile- “es” geçildiğini fark edersiniz. 90’ların sonunda ve günümüzde yayımlanan, iktidar ya da gaddarlık karşıtı olduğunu iddia eden özgür neşriyatların da mevcut sessizlik suikastına paydaş olması, Nisan, Beyaz, Sokak gibi dergileri ele almaması, bu dergilerin fanzinler tarafından da “es” geçilmesi ilginçtir. (Bu durum beni, 2009’un sonunda, denizaltı edebiyatı bildirisine götürmüş, bırakmıştır.)
Şimdi, günümüzdeki fotoğraf böylesine amorflaşmış ve “sözde demokratik bir köylü kurnazlığı” çerçevesiyle süslenerek özel bir cehalet tipolojisine dönüşmüşken ve –ne yazık ki- “bir garabet oligarşisi atı alıp Üsküdar’a geçmişken”,  tüm bunlara karşı/rağmen, Nisan, Sokak, Beyaz gibi sıkı dergilerden söz etmek ve Evvel Fanzin kapsamında bu dergileri işaret etmek yerinde olacaktır. Aymazlar ayılsın diyedir, önümüzdeki günlerde (Nisan ayı boyunca) “Nisan Dergisi”nden birçok yazıyı ve çeviriyi Evvel Fanzin’e alıntılamayı doğru buluyorum.

Sahicilikle
Zafer Yalçınpınar

Mar
27
2010
0

Üçüncü Dalga ve İlerleme Prensibi

(…)
Peki, “gelir”, “sosyal yardım”, “yoksulluk”, “işsizlik” gibi kavramlara ne demeli? Pazar sisteminin kısmen içinde ve kısmen dışında yaşadığında, hangi maddi veya manevi ürünler bir insanın geliri arasında sayılabilir? Orta gelirli biri, sahip olduğu şeylerin büyük bir bölümünü kendi tüketimi için üretiyorsa, o toplumda gelirle ilgili istatistikler ne ölçüde anlam taşır?
(…)
Milyarlarca insanı sistematik bir şekilde birleştirerek, pazarlaştırma süreci hiçbir ülkenin, hiçbir kültürün, hiçbir bireyin kendi yazgısı üzerinde söz sahibi olmasına imkan bırakmadı.  Pazar, ona katılmanın ilericilik, kendi kendine yetmenin “gericilik” olduğu inancını beraberinde getirdi. Bayağı seviyede bir maddiyat seviyesi felsefesini yayarak, ekonominin ve ekonomik dürtülerin insan yaşamında en öncelikli güçler olduğu inancını kabul ettirdi.(…) Pazarlaştırma süreci, milyarlarca insanın eylemlerini olduğu gibi, düşünce tarzlarını ve değerlerini de biçimlendirerek, bunlara İkinci Dalga uygarlığının mührünü vurdu.(…) Artık pazarlaştırma süreci sona erdi. (…) Bu açıdan, Üçüncü Dalga, tarihin ilk “pazar ötesi” uygarlığını yaratacak.
(…)
Ellilerdeki “beat” akımı ve altmışlardaki hippiler, insan durumu hakkında iyimserliği değil, kötümserliği yaygın bir kültürel tema haline getirdiler. Bu hareketler, düşüncesizce iyimserliğin yerine düşüncesizce kötümserliği getirdi.
Çok geçmeden, kötümserlik moda haline geldi. Örneğin 1950 ve 1960’lardaki Hollywood filmleri, 1930 ve 1940’lardaki kahramanlığın yerine anti-kahramanları getirdi; amacı olmayan asiler, gösterişli silahşorlar, karizmatik satıcılar, sert motosikletliler ve cahil (ama ruhu güçlü) serseriler. Hayat, kimsenin kazanamadığı bir oyundu artık.
(…)
Bugün dünya çapında hızla yayılan bir görüş, ilerlemenin artık teknoloji veya maddi yaşam standartlarıyla ölçülemeyeceği yönündedir; ahlak, estetik, politika veya çevre açısından çürümüş bir toplum, ne kadar zengin veya teknolojik açıdan ne kadar ilerlemiş olursa olsun, kesinlikle ileri bir toplum olarak kabul edilemez. Kısacası, ilerlemenin çok daha kapsamlı bir kavramına doğru gidiyoruz; ilerleme artık otomatik şekilde gerçekleşmiyor ve artık sadece maddi kriterlerle tanımlanmıyor.

Alvin Toffler
Üçüncü Dalga, Çev: Selim Yeniçeri, Koridor Yay. ss. 356-370

Written by in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) | Etiketler:
Mar
26
2010
0

Mantıksal Uzayın Sınırları

Wittgenstein’ın doğumunun 100. yıldönümü anısına çıkarılan
Avusturya Posta Pulu (1989)

*

(…)Eğer niyetlerin ilişkisi denilen anlık olgular Wittgenstein’ca taşıdığı öne sürülen özerkliği gerçekten taşıyorsa, bir tepkinin yöneldiği nesneyi çözümlemek ve bundan genellemelere gitmeye çalışmak konunun dışında kalacaktır. Eğer felsefe gerçekten sanat gibiyse, dilsel bir örneğin oluşturduğu izlenim, hiçbir genel formüle sığdırılamayacak bir şey olmalıdır. Tikel durum, bu tür bir ele alış açısından hiçbir zaman kavranıp yakalanamayacaktır. Çünkü dizgenin bütünü içinde tuttuğu yer, ona kendine özgü bir nitelik verecektir.
Wittgenstein’ın bu doğrultuda daha ne kadar ilerlemek istemiş olduğu, kesin değildir. Kesin olan dizgesel kuramlar oluşturmaya karşı çıkmış olduğu ve bunun yerine mantıksal uzayın sınırlarını salınım yöntemiyle saptamaya çalışmış olduğudur. (…) Aslında Wittgenstein bundan daha da ileriye gitmiştir. Ancak hangi noktaya dek ilerlediği ya da tikel durumun değerlendirilmesine ilişkin nasıl bir görüş benimsediği belirgin değildir.
Öte yandan, kendisini bu doğrultuda iten güç konusunda hiçbir kuşku yoktur. Tüm felsefesi, modern düşüncenin bilimin boyunduruğu altına alınmaya açık oluşunun ve bunun anlığın kendi kendini değerlendirişinde yol açabileceği sapmaların getirdiği tehlike ve tüm bunlara karşı gösterdiği güçlü duyguyu yansıtır.

David Pears
“Wittgenstein”, Çev: Arda Denkel, Afa Yay., 1985, s.189

Mar
26
2010
0

Sanki yüzünün çirkinlikleriymiş gibi.

15. Filozoflar, çoğunlukla, bir kâğıda kurşunkalemleriyle gelişigüzel çizgiler çiziktirip, yetişkinlere “bu nedir?” diye soran çocuklara benzerler. İş şöyle olur: Yetişkin, sık sık, birşeyler çizip, çocuğa, “bu bir adam”, “bu bir ev” v.b. demiştir. Eh, şimdi de çocuk çizer çizgileri, sorar: “Peki, bu ne?”
(…)
71. Kişi yalan söylemiyorsa, yeterince özgündür.
(…)
87. Kendi üslubunun yanlışlıklarını kabullenmelisin.
Sanki yüzünün çirkinlikleriymiş gibi.

Ludwig Wittgenstein
“Yan Değiniler”, Çev: Oruç Aruoba, 6:45 Yayınları, 1999

Mar
25
2010
0

Motifler ve Mekanizmalar

Francis Picabia’nın “Makine Dönüyor” adlı çalışması…

***

(…) İşte süper sertlik fikri ve cümlesi;  “Geometrik kaldıraç diğer bütün kaldıraçlardan daha serttir. Asla bükülmez.” İşte burada bir mantıklı zorunluluk durumuyla karşı karşıyayız;  “Mantık sonsuz sert malzemelerden yapılmış bir mekanizmadır, asla bükülmez.” (ne yapalım bükülmüyor işte.) İşte bu yolla süper şeylere ulaşıyoruz. Böylece süper latifler ve kullanımları, örneğin “sonsuzluk kavramı” mümkün oluyor.
Bir mekanizmayı keşfederken olayların birbirlerini izledikleri söylenebilir ama bunun böyle olması gerekiyor mu? İpin öbür ucundaki kişiyi bulana dek ipi takip ediyorum.
İpteki bir mekanizmanın bir süper mekanizma anlamına geldiğini farz edelim. Böyle bir mekanizma olsaydı bile, hiçbir işe yaramazdı. Bir mekanizmanın keşfinin, özgün nedensel bir bağlantının keşfedilmesi gibi olduğu düşünülmüyor.
Genel olarak bağlanmış olma düşüncesinden kurtulmak isteniyor. (Açıklama dediğimiz şey, bir bağlantı şeklidir oysa bağlantılardan tamamen kurtulmak istiyoruz. Mekanizma kavramından kurtulmak istiyoruz ve. “Bunların hepsi sadece birlikte ortaya çıkan şeylerdir!” diyoruz.) Hangi durumda böyle konuşulamayacağı konusunda daha kesin bir açıklama yapılması gerekir. “Bir mekanizmanın keşfinde sadece birlikte ortaya çıkan şeyler keşfedilir. Sonuçta her şey buna bağlanabilir.” Belki de,insanların eğer birçok tecrübeyi edinemezlerse asla bir mekanizmayı keşfedemeyecekleri ispat edilebilir. Bunu şöyle ifade edebiliriz: “Her şey olayların sade ilişkisine bağlanabilir.”
Örneğin, “Fizik, birbirini takip eden olaylar dışında hiçbir şeyi açıklamıyor.”
(…)
Mekanizmanın keşfi bir tür sebep bulma biçimidir: Bu durumda buna “sebep” deniliyor ama dişliler çelik gibi göründüğü halde aslında tereyağından yapılmış olsalar ve bu duruma sık sık rastlansa, belki o zaman, “Bu (dişli) aslında tek sebep değil ki; belki sadece bir mekanizma gibi görünüyor” denir. (Her zaman olayları başka olaylara dayandırma eğilimindeyiz. Bir şeyin sadece bir başka şeyle birlikte ortaya çıktığını keşfetmek öyle heyecan verici olmalı ki, neredeyse bunun gerçekte de böyle olduğunu söylemeye niyetleniyoruz.)
(…)
Yapılan bir şeyin sebebinin gösterilebileceği bir durum vardır. (Burada mekanizma bilinciyle kıyaslanabilen bir olay sözkonusu… Cevabın, sebebini gösterdiği mevcut durumlar vardır: Bir çarpım işlemi yazılır ve ben sorarım:) “Neden çizginin altına 6249 yazdın?”
Yapılan çarpım işlemi açıklanır. “bu çarpımdan dolayı bu sonuca vardım” denir. Bu açıklama mekanizmanın ifadesiyle kıyaslanabilir. Rakamların yazılması bu olayın motifi olarak adlandırılabilir. (…) Burada “Bunu neden yaptın?” sorusu, “Bu sonucu nasıl elde ettin?” anlamına gelir. Bir sonucu elde etmenin yolu sebepten geçer.
Biri hangi yolla belli bir sonucu elde ettiğini anlattığı zaman: “Sadece o bu sonuca varan süreci biliyor.” deme eğilimliyiz.
(…)
“Bunu neden yaptın?” diye sorulduğunda, “Düşündüm ki…” diye cevap veririz. Pekçok durumda, bizlere bir şey sorulduğunda motifimizi söyleriz. (Bu yüzden “sebep” her zaman aynı anlama gelmez. Aynı şekilde “motif” de öyle. “Bunu neden yaptın?” diye sorulduğunda, bazen “hasta olduğu için onu ziyaret etmem gerektiğini düşündüm” diye cevap verilir- ve gerçekten de düşündüğümüz şeyleri hatırlarız. Başka birçok durumda bize sorulan gerekçe bir motiften başka bir şey değildir.)

Ludwig Wittgenstein
“Estetik Üzerine Dersler”den…

(Çev: Zeki Algün, İlya Yayınevi, 2001)

Mar
25
2010
0

“yeniŞ” (göseliş’ler)

2009-2010
zafer yalçınpınar
görseliş’leri

*

yeniŞ, https://zaferyalcinpinar.com/yenis.pdf adresinden indirilebiliyor.

Mar
24
2010
0

Açılmak Denizlere (Ingeborg Bachmann)

(…)
Kopkoyu sular, binlerce gözlü,
beyaz köpükten kirpikler aralanmakta,
görmek için seni, öyle büyük ve uzun,
otuz gün boyunca.

Sert vursa bile ayağını gemi,
ve çekingen olsa attığı adım,
sen sakin kal güvertede.

(…)
sonra erkekler diz çökecek
ve ağları onaracaklar.

(…)
Gecenin ilk dalgası varmış bile kıyıya,
hemen ikincisi seni bulacak.
Ama bakarsan dikkatle ötelere,
hâlâ görebilirsin ağacı,
meydan okurcasına kalkan koluyla
-birini koparıp almıştır rüzgâr önceden
-ve sen düşüneceksin: daha ne kadar
direnebilecek bu çıplak gövde fırtınalara?
Kara görünmez olmuş artık.
Kumlara sarılmalıydın bir elinle
ya da saçlarından bağlanmalıydın kayalara

(…)

En iyisi sabah,
daha ilk ışıklarla açmak gözlerini,
bakmak hep yerinde kalan gökyüzüne,
hiç aldırmamak yol vermeyen sulara
ve kaldırıp dalgaların üzerine gemiyi,
dümen kırmak o hep geri dönen
güneşli kıyılara.

Ingeborg Bachmann
Ertelenmiş Zaman’dan…

Mar
24
2010
0

Sessizliğin Dilbilgisi

by Zy

***

by Rad

***

(…)
4.2 Tümcenin anlamı, olgu bağlamlarının varoluş ve varolmayış olanaklarıyla uyuşması, ve uyuşmamasıdır.
4.21 En yalın tümce, temel tümce, bir olgu bağlamının varoluşunu savlar.
(…)
5.552 Mantığı anlamak için gereksediğimiz “deneyim”, birşeyin böyle böyle olduğunun değil, olduğunun deneyimidir: oysa bu, işte, hiç de deneyim değildir.
Mantık, bütün deneyimden öncedir -birşeyin öyle olmasından.
Nasıl’dan öncedir, ne’den önce değil.
6.52 Öyle bir duygumuz vardır ki, bütün olanaklı bilimsel sorular yanıtlandığında bile, yaşam sorunlarımıza daha hiç dokunulmamıştır. Tabii o zaman da hiçbir soru kalmamıştır; yanıt da tam budur.
(…)
6.522 Dilegetirilemeyen vardır gene de. Bu kendisini gösterir, gizemli olandır o.
(…)
6.54 Benim tümcelerim şu yolla açımlayıcıdırlar ki, beni anlayan, sonunda bunların saçma olduklarını görür -onlarla-onlara tırmanarak- onların üstüne çıktığında. (Sanki üstüne tırmandıktan sonra merdiveni devirip yıkması gerekir.)
Bu tümceleri aşması gerekir, o zaman dünyayı doğru görür.
7. Üzerinde konuşulamayan konusunda susmalı.

Ludwig Wittgenstein
Tractatus’dan…
(Çev: Oruç Aruoba)

Ayrıca bkz: https://zaferyalcinpinar.com/blog/?tag=sessizligin-dilbilgisi

Mar
24
2010
0
Mar
23
2010
0

Dispne (Zafer Yalçınpınar)

“Dispne”

Zafer Yalçınpınar-2010

Mar
23
2010
0

Yollarda yolları göremiyorum artık.

Ağaçlarda ağaçları göremiyorum artık.
Dalların rüzgâra tuttukları yaprakları yok.
Yemişler tatlı, ama sevgisiz.
Doyurmuyorlar bile.
Ne olacak şimdi?
Orman kaçmakta gözlerimin önünde.
kulaklarımın dibindeki kuşların ağzı mühürlü,
döşeğim olabilecek çayır da kalmamış.
Doymuşum artık zamana
ve içimde  zamana susamışlık.
Ne olacak şimdi?

Dağlarda ateşler yanacak gece bastığında.
Yine davranıp, yaklaşmalı mı her şeye?

Yollarda yolları göremiyorum artık.

Ingeborg Bachmann
‘Ertelenmiş Zaman’dan…

Mar
23
2010
0

Jazz Düet

“JAZZ DUET”

Andrew Topel ile John M. Bennett‘in görsel işbirliğidir.

*

Bkz:  https://vviissiioonnss.blogspot.com/

Mar
22
2010
0

Stefan Zweig’ın Mektupları’ndan…

Buenos Aires, 30 Ekim 1940

Dün İspanyolca ilk konferansımı epeyce güçlükle verdim. 1500 kişilik salona öyle bir saldırdılar ki, üç bin kişi doldu ve polisin karışması gerekti. Öbür gün aynı konferansı tekrarlayacağım. Salonun hemen hemen bütün yerleri bugünden satıldı. Avrupalı bir yazarın İspanyolca konuşması burada heyecanlı bir olay sayılıyor. Dinleyiciler öylesine kendilerini vermişlerdi ki, çıt çıkmıyordu. Sonunda beni okuma odasına kapattılar dinleyicilerin saldırısından korumak için. Kendimi bir tenor sandım. (…)
S.

New Haven, 3 Mart 1941

Sevgili F.,

Uzun yazamayacağım. Dışarısı buz gibi soğuk ve odam cehennem gibi ısıtılmış. New York’ta önemli işim vardı, ama geri bıraktım. Buranın kitaplığında hem rahatlıyorum, hem de teselli buluyorum. Epeyce hüzünlüyüm. Sersemce iyimser kişilere rastlamamak iyi geliyor. Önümüzdeki haftalarda Avrupa’da neler olacağını müthiş bir açıklıkla görüyorum şimdiden. Bütün tarihin en korkunç yılı olacak. Kendini doğrudan doğruya ilgilendirmeyen şeyleri umursamayanlar da -çoğu insanlar böyleydi- şimdi dehşetli acı çekecek. Neler olacağını biliyorum ve bundan ötürü de, aklım başımdan gidiyor.
Şu sıra ikinci planda ve küçük bir çalışmaya (bilimsel de denebilir- Amerigo Vespuci) kendimi vermiş olmam iyi. Başka bir iş başaramazdım. Bunu seçtiğim iyi oldu. Gelmek isteyenler var ama, ben pek azıyla görüşüyorum. Böyle bir ruh halinde kimselere görünmek istemiyorum.

Sevgiler
S.

Stefan Zweig’ın Mektupları
Çev: Burhan Arpad, Düşün Yayınevi, 1983

Mar
22
2010
0

Kapı

(…)
Git, kapıyı aç.
Belki ortalığı eşeleyen bir köpek.
Belki bir yüz göreceksin,
ya da bir göz,
ya da bir resmi
bir resmin.

Git, kapıyı aç.
Sis varsa,
kalkacak.
(…)

Miroslav Holub
“Sınırsızdır Şiir”, Çev: Güven Turan, İyi Şeyler Yay. 1993

Mar
21
2010
0

Andrew Topel’in Görsel İşleri

“Andrew Topel’in görsel işlerinden örnekler…

*

Andrew Topel’le “Avantacular Press” platformu aracılığıyla tanışmış  ve bağlantı kurmuş olduk. Andrew Topel dünyaya doğru/karşın/rağmen sıkı görsel işler tasarlıyor ve icra ediyor… Topel’in işlerinin çoğunu  şu adresten inceleyebilirsiniz;  https://vviissiioonnss.blogspot.com

Mar
21
2010
0

Eşraf Tekerlemesi (Oktay Rifat)

Oktay Rifat’in “Aşağı Yukarı” adlı şiir kitabının ilk baskısı… (1952)
Kapak: Füreya (Kılıç)

Eşraf Tekerlemesi

(…) Boylu mu boylu/ kürkünü giymiş/ tüylü mü tüylü
Astığı astık/ kestiği kestik /apışıp kalmış /Mustafa Mıstık

Domuzun dölü / deli mi deli / curnal yazıyor /akşam üzeri
Yazdığı yazdık / çizdiği çizdik / bir uzun âdem/ kafası bızdık

Köpeğin piçi / avcı mı avcı / bir tüfek almış / burnumda ucu
Attığı attık / tuttuğu tuttuk / iki mum yaktık / seyrine baktık

Oktay Rifat
“Aşağı Yukarı”, Yeditepe Yayınları, 1952

Mar
20
2010
0

Oturan… (by Rad)

“Oturan” by Rad

Ayrıca bkz:  https://sabrettin.deviantart.com

sabrettin.deviantart.com
Mar
20
2010
0

Liman (Miroslav Holub)

Ama deniz ölçüldü
ve karaya zincirlendi.
Ve kara ölçüldü
ve denize zincirlendi.

Vinçler sundular,
sıska melekler,
hesapladılar
feryatlarını dul denizkızlarının,
öngördüler,
tedirgin kıpır kıpırlığını şamandıraların,
çizdiler
labirent rotalar dünyanın dört yanına.

Minotaurus gemiler
yaptılar.

Beş anakarayı keşfettiler

Kara ölçüldü
ve denize zincirlendi
Ve deniz ölçüldü
ve karaya zincirlendi.

Bir tek şey kaldı geriye,
kanalın üst başında küçük bir ev.
Usul usul konuşan bir adam,
gözleri dolu dolu bir kadın.
Sadece bir fener kaldı,
masanın anakarası,
bir masa örtüsü, uçmayan bir martı benzeri.

Sadece
bir fincan çay kaldı,
en derin okyanusu dünyanın.

Miroslav Holub
“Sınırsızdır Şiir”, Çev: Güven Turan, İyi Şeyler Yay. 1993

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com