(…) Cemal’in uzak bir akrabası vardı, Deli Ömer derlerdi. Arsayı solunda bırakan yokuşu ceketi omuzunda tırmanırdı. Kandil akşamları sebil suyu dağıtırdı. Onu görür görmez, bütün çocuklar peşine düşerlerdi, o çok kızardı. Sözlerini cevapsız bıraktıkları zaman pek sinirlenirdi. Onlar, “Deli Ömer” diye bağırırlardı. O, kelle şekeri iriliğinde taşlar alır, yuvarlardı arkalarından. (…) Onlar yıkık evlerin bodrumlarına saklanır yahut türbe duvarının girintili yerlerine sokulurlardı. Havada uçuşan beyaz güvercinlerin kakası omuzlarına damlardı. O zaman Ömer, çocukların ayaklarından çıkan pabuçların tekini cebine sokar, geri döner, orada Taş Mektep’in hemen biraz ötesindeki barınağına dalardı. Onlar artık, ayaklarına yeni bir sandal alınana kadar takunya giyerlerdi ve takunyalarını atıp ellerinde balıkçı oltalarıyla balık avlamaya gittikleri zaman, çıplak ayak tabanlarına sivri midye kabukları, parlak deniz taşları batardı. Bazen, sinsi bir çocuk uysallığıyla yanına sokulur:
-Ömer Ağabey, nasılsın? diye hatrını sorarlardı.
O, onlara şöyle derdi:
-Annene söyle, bu gece benim eve gelsin.
Çocuklar bu sözleri annelerine söylerdi.
Anneler de gülerdi.
Ömer, o zamanki İstanbul’un bütün dilencileri gibi şehrin yedi semtini bilir, yedi çarşısında emrederek dilenirdi. Her yerde ayağı uğurlu sayılırdı. Ve bilinirdi ki, o eğer dalına binilmezse, alacakaranlıkta omuzlarına değerek uçan güvercinleri bile ürkütmeyecek kadar iyidir.
İlhami Bekir Tez
“Taşlı Tarladaki Ev”, YKY, 3. Baskı, 2016, s.36