“Dispne”
Zafer Yalçınpınar-2010
Ağaçlarda ağaçları göremiyorum artık.
Dalların rüzgâra tuttukları yaprakları yok.
Yemişler tatlı, ama sevgisiz.
Doyurmuyorlar bile.
Ne olacak şimdi?
Orman kaçmakta gözlerimin önünde.
kulaklarımın dibindeki kuşların ağzı mühürlü,
döşeğim olabilecek çayır da kalmamış.
Doymuşum artık zamana
ve içimde zamana susamışlık.
Ne olacak şimdi?
Dağlarda ateşler yanacak gece bastığında.
Yine davranıp, yaklaşmalı mı her şeye?
Yollarda yolları göremiyorum artık.
Ingeborg Bachmann
‘Ertelenmiş Zaman’dan…
Buenos Aires, 30 Ekim 1940
Dün İspanyolca ilk konferansımı epeyce güçlükle verdim. 1500 kişilik salona öyle bir saldırdılar ki, üç bin kişi doldu ve polisin karışması gerekti. Öbür gün aynı konferansı tekrarlayacağım. Salonun hemen hemen bütün yerleri bugünden satıldı. Avrupalı bir yazarın İspanyolca konuşması burada heyecanlı bir olay sayılıyor. Dinleyiciler öylesine kendilerini vermişlerdi ki, çıt çıkmıyordu. Sonunda beni okuma odasına kapattılar dinleyicilerin saldırısından korumak için. Kendimi bir tenor sandım. (…)
S.
New Haven, 3 Mart 1941
Sevgili F.,
Uzun yazamayacağım. Dışarısı buz gibi soğuk ve odam cehennem gibi ısıtılmış. New York’ta önemli işim vardı, ama geri bıraktım. Buranın kitaplığında hem rahatlıyorum, hem de teselli buluyorum. Epeyce hüzünlüyüm. Sersemce iyimser kişilere rastlamamak iyi geliyor. Önümüzdeki haftalarda Avrupa’da neler olacağını müthiş bir açıklıkla görüyorum şimdiden. Bütün tarihin en korkunç yılı olacak. Kendini doğrudan doğruya ilgilendirmeyen şeyleri umursamayanlar da -çoğu insanlar böyleydi- şimdi dehşetli acı çekecek. Neler olacağını biliyorum ve bundan ötürü de, aklım başımdan gidiyor.
Şu sıra ikinci planda ve küçük bir çalışmaya (bilimsel de denebilir- Amerigo Vespuci) kendimi vermiş olmam iyi. Başka bir iş başaramazdım. Bunu seçtiğim iyi oldu. Gelmek isteyenler var ama, ben pek azıyla görüşüyorum. Böyle bir ruh halinde kimselere görünmek istemiyorum.
Sevgiler
S.
Stefan Zweig’ın Mektupları
Çev: Burhan Arpad, Düşün Yayınevi, 1983
(…)
Git, kapıyı aç.
Belki ortalığı eşeleyen bir köpek.
Belki bir yüz göreceksin,
ya da bir göz,
ya da bir resmi
bir resmin.
Git, kapıyı aç.
Sis varsa,
kalkacak.
(…)
Miroslav Holub
“Sınırsızdır Şiir”, Çev: Güven Turan, İyi Şeyler Yay. 1993
“Andrew Topel’in görsel işlerinden örnekler…“
*
Andrew Topel’le “Avantacular Press” platformu aracılığıyla tanışmış ve bağlantı kurmuş olduk. Andrew Topel dünyaya doğru/karşın/rağmen sıkı görsel işler tasarlıyor ve icra ediyor… Topel’in işlerinin çoğunu şu adresten inceleyebilirsiniz; https://vviissiioonnss.blogspot.com
Oktay Rifat’in “Aşağı Yukarı” adlı şiir kitabının ilk baskısı… (1952)
Kapak: Füreya (Kılıç)
Eşraf Tekerlemesi
(…) Boylu mu boylu/ kürkünü giymiş/ tüylü mü tüylü
Astığı astık/ kestiği kestik /apışıp kalmış /Mustafa Mıstık
Domuzun dölü / deli mi deli / curnal yazıyor /akşam üzeri
Yazdığı yazdık / çizdiği çizdik / bir uzun âdem/ kafası bızdık
Köpeğin piçi / avcı mı avcı / bir tüfek almış / burnumda ucu
Attığı attık / tuttuğu tuttuk / iki mum yaktık / seyrine baktık
Oktay Rifat
“Aşağı Yukarı”, Yeditepe Yayınları, 1952
Ama deniz ölçüldü
ve karaya zincirlendi.
Ve kara ölçüldü
ve denize zincirlendi.
Vinçler sundular,
sıska melekler,
hesapladılar
feryatlarını dul denizkızlarının,
öngördüler,
tedirgin kıpır kıpırlığını şamandıraların,
çizdiler
labirent rotalar dünyanın dört yanına.
Minotaurus gemiler
yaptılar.
Beş anakarayı keşfettiler
Kara ölçüldü
ve denize zincirlendi
Ve deniz ölçüldü
ve karaya zincirlendi.
Bir tek şey kaldı geriye,
kanalın üst başında küçük bir ev.
Usul usul konuşan bir adam,
gözleri dolu dolu bir kadın.
Sadece bir fener kaldı,
masanın anakarası,
bir masa örtüsü, uçmayan bir martı benzeri.
Sadece
bir fincan çay kaldı,
en derin okyanusu dünyanın.
Miroslav Holub
“Sınırsızdır Şiir”, Çev: Güven Turan, İyi Şeyler Yay. 1993
Kuzgun Acar’ın ilk yapıtı olan “Palyaço”
(Ertel Ailesi Koleksiyonu’ndan…)
Kuzgun Acar’ın İlk Yapıtı, Bir Yorum, Bir Soru ve İki Not!
Grafik sanatımızın ünlü ismi Mengü Ertel ile Kuzgun Acar’ın yakın dostlukları İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde başlar ve Kuzgun Acar’ın göçüne kadar verimliliğini sürdürür.
Borges Defteri’inde yayınladığımız Kuzgun Acar yapıtı onun yaratıcı ellerinden çıkmış ilk heykelidir (Ertel ailesinin aktardığı bilgiler doğrultusunda).
Yapıt Kuzgun Acar tarafından Mengü Ertel’e hediye edilmiş ve şu an Ertel ailesinin koleksiyonunda özenle korunuyor. Kuzgun Acar’ın ilk yapıtı olarak gördüğümüz heykel üzerine çok şeyler yazılabilir, ilk bakışta bir yanılgıya sebebiyet vererek (ki yapıtın ilk çekim ve kuvvet noktasıdır) sanki Auguste Rodin’in ünlü yapıtı Burjuva Heykelleri’ne başka bir enlemden göndermeler taşıyor ama biraz daha dikkatli odaklandığımızda gitmemiz ve varmamız gereken menzili işaretliyor. Binlerce yıllık bir heykel geleneğinin zemininden yükselen yeni bir yaklaşım, kavrayışın habercisi gibi ona odaklanan gözlerin hafızasına yerleşiyor. Bu yapıtı Kuzgun Acar yapıtlarından ayıran nokta sadece malzeme kullanım farklılığı değil, bir gövdenin bütün olarak tüm antik heykel atölyelerine asimetrik bir vurgu yapmasıdır, söylenecek sözlerin, oluşabilecek anlam katmanlarının henüz sonuna gelinmediğini müjdeleyen çok önemli bir yapıttır. Bütün uygarlık katmanlarının arasından süzülerek modern zamanlardan insan ve varoluş sorununa karşı yanıt değil sorunun merkezi gibi duruyor.
Adeta Anadolu’nun bir başka Zümrüdü Ankası Rumi’nin dizesinden çıkıvermiş bir gövde görüntüsünde:
“Çok uzaklardan yürüyen bir adam gibiyim ben.
Çok uzaklardan geçen bir hayal gibi,
yok da sayılmam.. var olan bir şeyim ben..
şimdi, ben bensiz geleyim
sen ise
sensiz gel..”
Kuzgun Acar’ın bütün dönemleri ve yapıtlarının mihenk taşıdır gördüğümüz heykel. Firarı bir zaman diliminden akrep ve yelkovanın donuk anından, kor ve ateşte özenle kapatılan bir mektubu andırıyor. Başlanıp ama tamamlanmamış ve bir gün mutlaka tamamlanacak öznel ve dokunaklı öykünün ilk işaret taşıdır. Yapıtın kendisi kadar gölgesi ve ne kadar çok yaşlanıp ama hiç yaşamayan insan öyküsünü kendi sessiz bakışına kilitlemiş. Çığlıktan eser yok ve yaşarken hatta göçerken “tek başınayız” gibi bir ses de duymanız olası değil ama galiba o itinalı bakıştan ‘içimizdeki hayvanlara yazık ediyoruz’ gibi bir mana damlası suretimize konuyor..
meğerse “görüş” günümüz,kısmet bugüneymiş diye not düşüyoruz iç sayfalarımıza..
“ sen bizim tıpkımızsın ey can
-amma yaptın, dedi
O da ne demek?
Şu gördüklerin hep ben’im
-Yoksa, dedim, sen o musun?
Sus dedi, Sessiz ol
Benim ne olduğum dedi, dile gelmez.
-Öyleyse, sana dilsiz, dudaksız konuşan biri işte…”- Rumi
Kuzgun Acar’la, yapıtlarıyla dilsiz, dudaksız konuşmak gerek,
Sen ey temaşa sekisinde bekleyen varlık,
durma yine konuş onunla:
hoş geldin sevgili Kuzgun Acar’ımız..hoş geldin. ”
Cavit Mukaddes
18.03.2010-İstanbul
Borges Defteri’nden Önemli Not: Yapıtı hepimizle paylaşan Ertel ailesine ve özellikle Sn. Murat Ertel’e (Babazula Müzik grubundan) teşekkür ediyoruz. Murat beyin verdiği bilgilere göre Kuzgun Acar adına girişilecek bir müze oluşturma çabalarına bu çok önemli yapıtı bağışlayarak katkıda bulunmak istediklerini bildirdiler, bilgiyi sanat ortamımızla paylaşmayı uygun gördük. Son müzayede işleminde 22 Kuzun Acar yapıtını satın alan koleksiyon sahibine(kim-kimler olduğunu henüz bilmiyoruz???- bu da başka bir garabet) buradan duyurulur. Kalcı ve bu ülkenin gelmiş geçmiş en büyük heykel sanatçılarından birine karşı bir kez, sadece bir kez “ahde vefa” diyerek ve yaşadığı sürece uğradığı haksızlıklar ve göğüslediği onca acıyı az biraz kavrayarak ve hatta akla ve de insafa yakışacak biçimde onun adına ve ona yakışacak nihai adımın atılması (Kuzgun Acar Müzesi) sanat tarihimiz, gelecek kuşaklar adına düşünmemiz gereken en yaşamsal alanlardan bir tanesidir. Kuzgun Acar gibi dünya heykel sanatında kendine özgü yeri olan bir sanatçı bu devasa ve meçhul dağınıklığı asla ve asla hak etmiyor.
Herkesi duyarlılığa davet ediyoruz.
Ama en çok 22 Kuzgun Acar yapıtını haraç-mezat akçe uğruna feda edenlere sitem ediyoruz.
Sanki “başka” bir yaklaşım tarzı hiç yoktu, üstelik bunu kime karşı yaptılar? Hiç farkındalar mı?
Evvel Fanzin’den Önemli Not: İşbu yazı Borges Defteri‘nden alıntılanmıştır. Cavit Mukaddes’in işaret ettiklerini etimizde ve kanımızda hissettik! Katılıyoruz! Kuzgun Acar ve sanatı yıllarboyu araştırılacak ve incelenecek derinliktedir, önemdedir. Kuzgun Acar, bir denizaltıdır. Sıkı yontucu Kuzgun Acar’ın devrimci tiyatro için yarattığı masklar, sanat kâhyalarının veya sanat hamilerinin toplu fotoğraflarına hapsedilemez!
Şu sözleri herkes aklına mıhlasın:
“Kuzgun Acar gibi dünya heykel sanatında ‘sıkı’ yeri olan bir sanatçı bu devasa ve meçhul dağınıklığı asla ve asla hak etmiyor!”
“Herkesi -ayağa kalkarak- Kuzgun Acar’ın eserleri konusunda duyarlılığa ve haklılığın inadına davet ediyoruz!”
“22 Kuzgun Acar yapıtını haraç-mezat akçe uğruna feda edenlere ya da bu eserleri sanat kâhyalarının veya sanat hamilerinin toplu fotoğraflarına dahil edenlere sonsuz karşıyız!”
***
Kuzgun Acar’ın eserlerinin satışıyla ilgili olarak şu adreslere de ayrıca bakınız:
https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=2277
https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=2247
*
Gözümüzden kaçtı sanılmasın diyedir:
Edebiyat kabzımalları için yeni bir mamül geliştirilmiş: “Sıcak Nal” adında bir dergi… Artık bu numaraları kimse yemez! Sizin o “sıcak nal” adını dikişlediğiniz derginin gerçek adı “Sıcak Mal”dır.
Dr. Erdoğan Kul’un çağrışımıyla ve ortaklaşa olarak bir kez daha tekrar etmekte fayda var:
“Artık bu numaraları ve çürük malları kimse yemez. Edebiyat kâhyalığı ve kabzımallığı yolundaki enstrümanlarınızın yüzü ve adı eskidi. Meyve sepetindeki bir çürük meyve diğerlerini de çürüttü. Biliyoruz. Şimdi, yeni paçavralarla eski çürükleri satmak, yeni dergi ayaklarıyla “insan yemlemek ya da sessizlik suikasti yapmak” istiyorsunuz. Çürütecek yeni meyve sepetlerinde yeni meyveler arıyorsunuz. Siz, haksızlıkların ve liyakatsizliklerin “sonsuz arsızlık” türevindeki egemenliğisiniz. O cürufsunuz. Biz de size ayar veren “haklılığın inadı”yız. Biz yana yana yazarız ve yaza yaza yanarız. Siz ise yan yana, dizi dizi, halay halay oluşmuş yöntemli gaddarlığınızla iyiliği, saflığı, sahiciliği ve vicdan sahibi olanların vicdanını çürütürsünüz. ”
Bu sıcak nal/mal geyiği üzerine söyleyecek şundan başka bir şeyim yoktur: “Herkese nacizane tavsiyem, bu çürük malları yememeleridir, okumamalarıdır, çürümemeleridir”
Sahicilikle
Zafer Yalçınpınar
Cins / Rad / Lakormis
19 Mart-13 Nisan 2010
6:45 gram
kadife sok. no.10/2
Kadıköy, İstanbul
Facebook Etkinlik Bağlantısı: https://www.facebook.com/event.php?eid=393537916578
Eugene Ionesco’nun notlarından bir bölüme https://zaferyalcinpinar.com/ionescodefter.jpg adresinden ulaşabilirsiniz. Argos Dergisi’nin 17. sayısında yayımlanan işbu fragmanları Yaşar İlksavaş çevirmiş…
(…)
sürdürmek isterim, öteye gitmek, yapamam;
an dağıtır kendini pek çok şeye,
düş görmeyen taşın düşlerini yaşadım
ve yılların düşleri dibindeki taşlar arasında
işittim tutsak kanımın şarkısını,
bir ışık ihtarıyla şarkı söyledi deniz,
ve teker teker yol verdi engeller,
bütün kapılar yıkıldı teker teker,
güneş bir giriş açmıştı alnıma, zorla
açmıştı kapalı gözkapaklarımı sonunda,
çözmüştü kundaklanmış varlığımın giysisini,
beni kendimden sökmüştü, ayırmıştı
hayvan uykumdan yüzyıllarca taş
ve yansımalar büyüsü diriltmişti yeniden
billur bir söğüdü, sudan bir kavağı
rüzgârda eğilen bir fıskiye sütununu,
kökleri sağlam ama danseden ağacı,
kıvrılarak giden ırmağın yolunu değiştiren
ilerleyen ve geri çekilen, çevresini dolanan,
sonunda varan:
Octavio Paz, 1957
“Güneş Taşı”, Çev: Ali Cengizkan, İyi Şeyler, 1993, s.17
Hakikatin Derin Akustiği İçinde Şiirsel Algıya Kalan Uçucu Miras: Walter Benjamin… Suut Kemal Angı’nın kaleme aldığı ve Ussuz‘da yayımlanan “özel” yazıya aşağıdaki adresten ulaşabilirsiniz:
https://www.ussuz.com/2010/03/hakikatin-derin-akustigi-icinde-siirsel-algiya-kalan-ucucu-miras-walter-benjamin
Karga Mecmua‘nın 35. sayısında, şu an popülerleşen çizgiromanlaşmış klasikler meselesi üzerine ufak bir beyanat vermiştik… Bu kısa beyanata https://www.kargamecmua.org/?d=34,30,18 adresinden ulaşabilirsiniz.
Karga Mecmua‘nın Şubat 2010 tarihli ve “3. Dalga” konulu 35. sayısına https://www.kargamecmua.org/assets/pdf/kargamecmua_no35.pdf adresinden ulaşabilirsniz…
Aslında dehanın, zamanın yüzyıl ilerisinde olduğunun söylenmemesi gerekirdi. Bunu duymak insanları öfkelendirdi ve onların dâhiliğine karşı çıkmalarına yol açtı. Ayrıca birtakım delilerin üremesine neden olup, onlara destek verdi. Üstelik, bu söylenmiş olan doğru da değil, en azından bütünü doğru değil; çünkü asıl dâhilerdir ki, zamanlarının ruhunu, istemeseler ve bilincinde olmasalar bile, temsil ederler. Ortalama insanın zamanının yüzyıl gerisinde olduğunu söylemek, belki daha doğru ve daha eğitici olurdu.
Robert Musil
(Argos Dergisi, No:17, Çev: Ahmet Cemal, 1990, s.64 )
Maurice Blanchot’un “Uyku, Gece” adlı deneme yazısına https://zaferyalcinpinar.com/geceblanchot.jpg adresinden ulaşabilirsiniz. Berran Gelgün’ün çevirdiği bu deneme, Argos Dergisi’nin 1989’da yayımlanan 16. sayısında yer almıştır.
Borges Defteri‘nden Sufi, Kuzgun Acar’ın masklarının satışının ardından aşağıdaki yazıyı kaleme almıştır:
ÜZGÜN BİR SESLE: Kuzgun Acar..
Kibele Sanat Galerisi 2004 yılında Türkiye’nin en önemli heykel sanatçısı Kuzgun Acar’ı kapsamlı bir retrospektif sergiyle anmıştı. Sergi birçok özel koleksiyondan toplanan eserlerle gerçekleşmişti. Elim, canhıraş ölümünden sonra kendi yurdunda kapsamlı sunumlardan birisi idi söz konusu sergi. Gönül isterdi ki o yapıtların tümü onun adına ve sanatına yakışır bir müzede sürekli sergilenme, ulaşılma olanağına kavuşabilseydi.
1976 yılında kendi atölyesinde çalıştığı sırada insanın kalbini burkan bir kaza sonucu hayatını kaybeden bu değerli sanatçımızın tüm yapıtlarını izleme, görme olanağımız ne yazık ki pek yok. Bu gidişle asla olmayacak. Çünkü gözünü, kulağını kar, para, müzayedelerde bayrak kaldırma savaşına kaptıran ve konunun sadece kar-ziyan kısmıyla ilgilenen bir kısım sanat simsarının bazı önemli yapıtlar üzerine yine “genelde” kar-zarar dengesi uğruna “sahiplenme-hapsetme” tutkusuyla “çullanmaları” buna engel olmayı sürdürecek. Çünkü piyasa serbesttir ve serbest piyasada tahvilleşmeye nesne olarak ne yazık ki sanat yapıtını da bulaştırmış sermayenin kirli ruhu, bu iç kanama durumu (elbet ki dünya ölçeğinde alışkanlık-bağışıklık kazanılmış bir durumdur sadece bizde değil) nasıl okunmalıdır? Doğru olan bu mudur? Biraz daha “kar” uğruna nasıl haraç-mezat ve ulu orta satışa sunulabilir bu koleksiyon? Yoksa bir şeylerin bir yerlerde yanlış gittiğini mi gösteriyor? 22 Adet Kuzgun Acar yapıtını satın almaları için direkt her hangi bir özel müzeye teklif götürüldü mü? Bu koleksiyon hangi koşullarda oluşmuş ve karşılığında tek kuruş bile talep etmeyen Kuzgun Acar gibi bir sanatçıya ve yapıtların bütünlüğünü koruması açısından indirilmiş büyük darbedir! Bir Kuzgun Acar sevdalısı olarak zihin karışıklığı diyemem ama bir çeşit akıl tutukluğu yaşıyorum(bu durumları görünce). Bu faili malum durumun bana bıraktığı armağan sözcükler ise “gaga”, “makas”, “yırtıcı”, “dalga”, “ağ” oluyor istem dışı. Yapıtlarıyla 1962 yılında Paris Modern Sanatlar Müzesinin davetlisi olarak sergi açan ve terim yerindeyse bu efsane müzenin tozunu ta o yıllarda attıran sanatçının bir yapıtı ve iki deseni Paris Modern Sanatlar müzesi tarafından satın alınır, hala heykel bölümünde itinayla sergileniyorlar. Ama siz şu bulunduğumuz toprakların o yıllardaki sanat anlayışı, kavrayışına bakınız ki kendi yurdunda açlıktan ölmemek için 60’lı yıllarda balıkçılık yaparak yaşama tutunur, direnir Kuzgun Acar.
Geçen yüzyıl dahil, Paris Roden Müzesinde bütün bu coğrafyadan o müzede kişisel heykel sergisi açan tek kişi Kuzgun Acar’dır ikinci bir sanatçı yoktur, olmamıştır(yıl 1966), oysa kendi yurdunda, Anadolu topraklarının çorak olmaması, toprak erozyonu sorununu ta o yıllarda duyarlılıkla gündeme taşıyan devasa bir yapıtı Ankara’nın Emek İş Hanı’nın duvarından parçalanarak indirilir ve depolara kaldırılır, daha sonra hurda olarak satılır. Şimdi neyin günahını çıkarıyoruz? Biçilen müzayede fiyatıyla vicdan mı paklıyoruz yoksa kendi kadim vurdum duymazlığımızı mı örtmeye çalışıyoruz?
Kuzgun Acar’a bu günlerde müzayede kataloglarında biçilen, gösterilen “değerler” onun derin kişiliği, yüksek sanat tutkusunun yanı başında bir sinek vızıltısı bile olamayacağını bilerek bu kabus sahnesini es geçip bir kenarda tutmamız olası değil. Kuzgun Acar yaşadığı sürece sokağın ruhuna seslenen onu sahiplenen, önemseyen bir sanatçıydı. Yaşamın kıyısına itilen, çürümeye yüz tutan ve ya hurdaya çıkartılan nesneler onun sihirli ellerinde, yaratıcı dünyasında sonsuzluğu sınadılar, yeniden ama bu kez görkemli bir “varlık” olarak toprağı, gökyüzünü kucakladılar.
Maskeleri ve tüm heykellerinde yeniliği arayan ve kendine özgü üslubuyla çevresindeki tüm nesneleri, var oluş biçimlerini yorumlayan, değerler katan, düşleyen Kuzgun Acar 1961 yılında Türk heykel sanatına yurt dışında bugüne kadar kazanılmış en büyük ödülü armağan eder ve Paris Uluslararası Sanatçılar Bienali’nde birincilik ödülünü kazanır. Acar heykelin yanı sıra sinema ve tiyatro ile de yakından ilgilendi.
1967-68 yıllarında politik sokak tiyatroları için masklar yapan sanatçı, sokak sanatını-sanatçısını her hangi bir maddi kaygı gütmeden içtenlikle destekledi sanat’ın gür sesini bir bütün olarak sokağa ve halka ulaştırmak için onca çaba harcayan Kuzgun Acar o yapıtların severek çevresine hediye ettiğini biliyoruz ama o muhteşem yapıtların günün birinde pusuya yatmış sanat simsarlarının elinde bir kar-zarar nesnesine dönüşeceğini ve olanaksızlar yüzünden, gerekli güvenlik tedbirlerinden yoksun bir atölyede canı pahasına yarattığı ve canından çok sevdiği yapıtlarının acımasızca ve sokaktan, halkından esirgenerek sermaye çarkına takılacağını bilseydi tavrı ne olurdu acaba? Belki de bu üzücü öykü bütün bir sanat tarihinin öyküsüdür, ama yapıtları, geriye bıraktığı eserlerin sayısı sınırlı olan önemli sanatçılarımız için bir tedbir gerekmez mi?
Özel müzelerimize kendi bünyelerinde her an büyük bir tutkuyla ve yeni bir dekorasyonla genişlettikleri denize nazır restoran alanlarından başka çok önemli görevleri olduğunu kim anımsatacak? Gelecek kuşaklar adına yapabilecekleri hiçbir şey yok mu?
1974 yılında Mehmet Ulusoy’un Paris’te kurduğu “Özgürlük Tiyatrosu”nda sahnelediği Brecht’in ‘Kafkas Tebeşir Dairesi’ oyununda kullanılan maskları orijinal yorumlarla, savaş döneminden kalma eski çelik ve lastik malzemeleri kullanarak hazırlayan Kuzgun Acar’ın malzeme seçimi duyarlılığının sınırsızlığına götürür insanı.
Onun sanat’ı, yapıtları üzerine derinlemesine ve derli toplu bir irdeleme, yorumlama kitabı bildiğim kadarıyla daha yayınlanmadı, yapıtları hakkında bilinenler-bilinmeyenler denkleminde devasa bir alan hala meraklısını bekliyor.
Murat Ural’ın titizlikle yeniden kaleme aldığı biyografik şeması övgüye değerdir, ama bu biyografik irdeleme yapıtlarına karşı amaçlanan analitik yaklaşımlardan çok uzaktır.
Sıra dışı bir hayatın bilinmeyen girdisi, çıktısı, içsel med-cezirleri, başarıları, hayal kırıklıkları, beklentileri ve bir kelebek ömrüne sığdırılan bunca müthiş yapıtlar!
Onun yapıtlarını izlerken gözleriniz değil sanki yüreğinizi “görüyor” her şeyi.
Kuzgun Acar 3000 yıl öncesinden bu kentin her köşe bucağından bizlere seslenen İstanbul Heykel Atölyelerinin yılmaz Ustası gibi demire, çeliğe, bronza, doğaya, boşluğa, yokluğa fısıldayanlarla beraber binlerce yıllık bir tutku masalını sessizce bizlere aktarır. Açıkçası kurulan Kuzgun Acar para-pul-pazar tezgahı yüreğimi sızlatıyor, sızlattığı için yazma ihtiyacı duydum. Yoksa hepimiz biliyoruz J.M’nin deyimiyle “bu piyasada “satıcı” olmak ilk önce onu yaratanı derinden yaralamıştır, tarifsiz acılara boğmuştur.”
(“İnsanlar çoğu kez ellerinde olmayan nedenlerden dolayı hiçbir şey yapamama durumunda kalırlar. Kimbilir hangi korkunç, çok korkunç kafesin içine hapsolmuşlardır. Kurtuluş da var bir yerlerde, biliyorum, geç kalmış bir kurtuluş. Haklı ya da haksız yere yok edilmiş bir iyi ad, yoksulluk, yazgının oyunları, felaketler..İnsanları hapseden şeyler bunlar işte”-Vincent Van Gogh-Mektuplar)..
Evet, işte “ellerini sıkı sıkı sıkarak” kardeşi Theo’ya veda eden Van Gogh gibi yaşamı, zor koşullarını yeryüzünün Anadolu koordinatından selamlayan Kuzgun Acar, caddelerin, sokakların eliyle halkını selamlamaya devam edecek. O, atölyesindeki infilak anında her zerresini bu topraklara serpiştirdi, bunu biliyordu..
Pablo Neruda’nın dediği gibi: “hayranım denizcilerin sevdasına, söz verirler, ama dönmezler bir daha”, balıkçı dost, deniz dostu bir Kuzgun “gel de duyma geceyi”.. şimdi! Ruhunu Gökyüzü, yüzünü uçsuz bucaksız deniz ve yeryüzü tutuyor..rahat uyu!
Sufi.
Demek ki zamanında, devrimci tiyatro adına, Mehmet Ulusoy’un Özgürlük Tiyatrosu’nda sergilenen, Brecht’in ünlü Kafkas Tebeşir Dairesi adlı oyunu kapsamında, mimiklerini kullanmakta zorluk çeken amatör tiyatro oyuncularını desteklemek adına Kuzgun Acar’ın tasarladığı masklar bugün 490000TL ediyormuş!
Böylesi bir çelişkiye ne desem boş!
Sonuçta, Kuzgun Acar’ın maskları satılmış. 16 Mart 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nden satışa ilişkin kupür aşağıdadır:
***
14 Mart 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nden Kuzgun Acar’ın masklarının satışına ilişkin bir kupür;
Bu, yalçınlardan dökülen ıslık,
Bu, çıtırtısı sıkışan buzların,
Bu, yaprağı donduran gecedir,
Bu, düellosu iki bülbülün.
(…)
Tahtalardan daha yassı suda bunaltı.
Çöktü kızılağaç kütleleriyle gökkubbe,
Bu yıldızlara yakışır gülünse kahkahalarla,
Hah, işte sağır bir yer şimdi evren.
Boris Pasternak
“Kızkardeşim Hayat”, Çev: Azer Yaran, İyi Şeyler, 1993, s. 15
Hani Nâzım’ın dizeleri vardır: Bileklerine takılan kelepçeyi altın bilezik sayıp taşımış ya… Bizimki biraz başka… Her şey bir yana, kelepçelerimiz bilezik değil, olsa olsa birer yüzüktü. Değil mi ki Hamdi Bey dostumuz, bize nedense başparmak kelepçesi taktırmayı daha uygun bulmuştu: Ortaçağdan kalma, çapraşık demir taklavatlı bir şey. Kuramsal bir sanat türü ürün sanıp, Hilton müzayede salonunda bugün, bu kelepçe cinsine, heykel niyetine yüksek para yatıracak sanatseverler çıkar mutlaka. Tasavvur buyurun efendim, insanın iki başparmağını sırt sırta sımsıkı bitiştiren, müzelik, acayip, koca vidalı bir makineydi bizim kelepçeler. (…)
Mecitözü küçük ama şirin. Topu topu üç beş dükkân, birkaç ev, karakol, şu bu…Şükrü’nün kahvesinde Mecitözü’nün önde gelenleriyle tanışıyoruz artık. “Geçmiş olsun”a geliyorlar hepsi, sürgünlüğüm, sürgünlüğümün nedeni umurlarında değil. Çabucak farkına varıyorum ki, “ikamete memur” olmam bir çeşit erdem, ressamlıktan “terfi” edip, saygıdeğer sürgün “pâyesine” yükselmişim bilmeden.
Abidin Dino
“Kızılbaş Günlerim”, Sel Yay. Geceyarısı Kitapları, 2001, s.15
Ölümünün üzerinden 40 yıl geçen Jimi Hendrix’in yayınlanmamış parçaları, bir albümde toplanıyor.
8 Mart’ta raflardaki yerini alması beklenen albümde “Valleys Of Neptune”, “Sunshine Of Your Love” ve “Bleeding Heart” gibi parçalar bulunuyor.
Albümde 1968-1970 arasında Londra ve Birleşik Devletler’de çeşitli stüdyolarda kaydedilen parçalar olacak. Jimi Hendrix’in üvey kız kardeşi Janie Hendrix bu albümün “Jimi’nin kayıt sürecindeki ustalığını gösterdiğini ve onun bir gitarist olduğu kadar bir kayıt mucidi” olduğunu göstereceğini söylüyor.
Bkz: https://www.garaj.org/haber/25506/yeni-album-jimi-hendrix-valleys-of-neptune
Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com