Hani Nâzım’ın dizeleri vardır: Bileklerine takılan kelepçeyi altın bilezik sayıp taşımış ya… Bizimki biraz başka… Her şey bir yana, kelepçelerimiz bilezik değil, olsa olsa birer yüzüktü. Değil mi ki Hamdi Bey dostumuz, bize nedense başparmak kelepçesi taktırmayı daha uygun bulmuştu: Ortaçağdan kalma, çapraşık demir taklavatlı bir şey. Kuramsal bir sanat türü ürün sanıp, Hilton müzayede salonunda bugün, bu kelepçe cinsine, heykel niyetine yüksek para yatıracak sanatseverler çıkar mutlaka. Tasavvur buyurun efendim, insanın iki başparmağını sırt sırta sımsıkı bitiştiren, müzelik, acayip, koca vidalı bir makineydi bizim kelepçeler. (…)
Mecitözü küçük ama şirin. Topu topu üç beş dükkân, birkaç ev, karakol, şu bu…Şükrü’nün kahvesinde Mecitözü’nün önde gelenleriyle tanışıyoruz artık. “Geçmiş olsun”a geliyorlar hepsi, sürgünlüğüm, sürgünlüğümün nedeni umurlarında değil. Çabucak farkına varıyorum ki, “ikamete memur” olmam bir çeşit erdem, ressamlıktan “terfi” edip, saygıdeğer sürgün “pâyesine” yükselmişim bilmeden.
Abidin Dino
“Kızılbaş Günlerim”, Sel Yay. Geceyarısı Kitapları, 2001, s.15