Nis
05
2010
0

“Mirror’ı Eksen Alarak Tarkovski İçin” (Semih Kaplanoğlu)

Miror’dan Bir Görüntü…

Semih Kaplanoğlu, 1988’de, Nisan Dergisi’nin 8. sayısında, Tarkovski üzerine bir metin kaleme almış… “Mirror’ı Eksen Alarak Tarkovski İçin” adlı işbu poetik metne  https://zaferyalcinpinar.com/tarkovski.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.

*

Nis
04
2010
0

Evrensel Müzisyen Charles Mingus (Max Harrison)

Charles Mingus (1964)

Fotoğraf: Guy Le Querrec

Nisan Dergisi’nin 1988’de yayımlanan 8. sayısında yer alan “Evrensel Müzisyen Charles Mingus” adlı yazıya https://zaferyalcinpinar.com/cmingus.jpg adresinden ulaşabilirsiniz. Yazıyı Max Harrison kaleme almış…

Nis
04
2010
0

Mingus’tan Mingus Üzerine…

“Başka bir deyişle, ben üç kişiyim. Biri ortada ilgisiz, devinimsiz, diğer ikisinin ne yaptığını ifade edebilmek için izliyor, bekliyor. İkinci kışi saldırılma korkusuyla, saldırandan korkmuş bir hayvan gibi. Sonra sevgidolu, ince biri var, insanları kendi varlığının en kutsal tapınağına çağıran, hakaretler ve güven alacak olan, okumadan sözleşme imzalayacak olan, ucuza ya da hiçbirşeye çalıştırılmak üzere susturulacak olan ve kendisine ne yapıldığının ayırdına vardığında, böylesine aptalca davrandığı için kendisi de içinde olmak üzere çevresindeki herşeyi öldürüp yokedecek olan. Ama yapamaz –geriye kendi içine döner.”

Charles Mingus
(Beneath  The Underdog’dan…)
Nisan Dergisi, 1988, Sayı:8

Nis
03
2010
0

Yeni Sinsiyet ve Bazı Enstrümanları (2 Nisan 2010)

Haklılığın inadıyla -onca yükle- ayağa kalkmak ve ardından yüksek  sesle “Kahrolsun yeni sinsiyet!” diye ölümüne bağırmak, böylesine “sahici” bir tümcenin gene aynı oranda sahici olan bir öfke duygusuyla ağızdan kaçışı, daha doğrusu ağızda duramayışı, bu çeşit kontrolsüz çıkışlar kolayca tırnak içine alınabilir, başkaları tarafından mimlenip dikkat çekebilir. Ancak, “Yeni Sinsiyet” dediğim ve çevrimsel olarak hayatın her alanında maruz kaldığımız, etimizde kanımızda hissettiğimiz kitlesel sömürü kurnazlığı ve bunun sonucunda oluşan, kendimizi çaresizce içerisinde bulduğumuz  şu “cehalet ortamı”nı yapısal yöntemlerle incelemeye çalıştığımızda, işimizin kolay olmadığını fark ederiz. Zaten,  yeni sinsiyetin uygulayıcıları ve nemalanıcıları da böylesi yöntemli bir çalışmayı yapacak sabırda, inatta ve cesarette insanlar bulunmadığını verili bir değer(!) olarak kabul edip yeni sinsiyeti ve enstrümanlarını uygulamaya dört bin -evet, en az dört bin- koldan sarılırlar, devam ederler. Çünkü yaşam yeni sinsiyetin gözünde kimsenin çözemeyeceği karmaşık bir oyundur, herkes her şeyden haberdar olamaz, bir şeylerden az çok, üç aşağı beş yukarı haberdar olanlar ise sonradan dolaşıma sürülecek dezenformasyon uygulamaları nedeniyle şüphe ve çelişki içinde bırakılmışlardır, her yerde bilgi kirliliği, bulanıklık, bağlamsızlık vardır ve zaten bizim coğrafyamızda da “kim kime dum duma” görüşü hakimdir. Dün, toplum denen “virtüel”  şey, “A” diyerek, çoğunlukla kabul ettiği bir olguyu bugün, birden bire ve yine çoğunlukla “Z” diyerek reddedebilir. Çünkü toplumsal belleğimizin, ilişkilendirmelerimizin, nedensellik eşiğimizin ve çelişkisiz davranış sınırımızın zaman serisi ortalaması -bu konudaki sosyal araştırmalara göre- en fazla 25 gündür. (Toplasan bölsen çarpsan, işte bu kadardır.) Tüm bu toplumsal unutkanlık, “yeni sinsiyet”in önündeki alanın genişlemesine ve bu yazıdaki hikâyenin de uzamasına yol açmıştır.

Finali “melanet ortamı”na uzanabilecek kadar tehlikeli ve uzun olan hikâyemiz, öncelikle bir “garabet ortamı”nın oluşmasıyla ya da oluşmuş bir garabet ortamının “yeni sinsiyet” aktörleri tarafından tespit edilmesiyle başlar. Garabet ortamı, yeni sinsiyetin nemalanıcılarını “Boşver sen… biz dalgamıza, numaramıza, tezgâhımıza, cukkamıza  bakalım!” diyen aymazlığın ve hilebazlığın geniş konfor alanına teslim eder, bırakır. Bu süreçte yeni sinsiyet aktörleri, endüstriyel girişim uygarlığının ve kapitalizmin daha zararsız gördüğü -hatta meşrulaştırdığı- “fırsatçılık” maskesini takınmışlardır. Ancak, yeni sinsiyetin yayılmacılık potansiyeli, kısa sürede bulunduğu konfor alanından taşar ve bir üst seviyede daha da kalabalıklaşan, kitlelerle buluşan ya da kitlelere bulaşan çok büyük bir  kaplayıcı alana dönüşür. “Sessiz yığınlar”ın oluşturduğu bu kaplayıcı alanı “liyakatsizlik veya cehalet alanı” olarak adlandırabiliriz.

Zaman içerisinde “liyakatsizlik ve cehalet” alanının kapsamı, hem projelendirme hem de uygulama olarak genişler, böylece alandaki unsurlar arasında oluşan etkileşimler de eşanlı olarak artmıştır. Yeni sinsiyet aktörleri kendileri gibi kifayetsiz muhterisleri yanlarına katarak (hem yandaşlaştırarak, hem de paydaşlaştırarak) cehalet alanının dehlizlerini -o sessizliği- sabah akşam dolaşmaktadır. Etkileşimler bu alanın içindeki geçişkenliğin hızla ve basitçe artmasını ve alanda birer makine gibi işleyen sinsiyet enstrümanlarının çeşitlenmesini sağlamış, sonunda, alanın bir “ortam” haline dönüşmesine neden olmuştur.  Cehalet alanının yerini cehalet ortamına bırakmasıyla birlikte sözkonusu ortamın içinde bulunan tüm unsurlar geçerli sayılabilecek derecede bir eşgüdümle davranmaya, birbirleriyle iletişmeye, paydaşlaşmaya, çeşitli konuları, gündemleri tartışmaya, bu tartışmalar sonucunda çürük çarık, tözsüz değer yargıları oluşturmaya başlarlar.  Çürük çarık değerler üzerinden kararlar alınmaktadır. Bu türden etkinlikler ve sembolik kararlılıklar sayesinde de zamanla, o sessiz yığınlar, bazı benzerlikleri içselleştirirler. Artık, yeni sinsiyetin nemalanıcıları, açıkça, kendilerine “biz” demeye başlamıştır. Yani başlangıçta küçük bir kıvılcım olan “yöntemli kötülük”, şimdi, sessiz yığınların sessizliğini kullanarak çürük çarık ve tözsüz değer yargılarından oluşmuş ilkesiz bir “cehalet tipolojisi”ni oluşturmuş ve cehalet ortamının sınırsızlaşması yolunda çok  önemli roller, kararlar üstlenmiştir. Sonuçta, garabet ortamından faydalanan “kötücül”ler önce sessiz yığınların cehalet alanını keşfetmişler, sonra da “cehalet ortamı”nı ve “cehalet tipolojisi”ni yaratabilmişlerdir.

Cehalet ortamında oluşan tipoloji çok önemlidir. Çünkü, hayret verici bir biçimde, “tipoloji” tanımıyla çelişen “karakter aşınması, ilkesizlik ve döneklik” gibi olumsuzluklar, kişilik bozuklukları ya da işte sistematik hatalar, birden bire, kalabalıkların eklemlendiği bir “görüngü” haline gelmiştir ve tipolojik olarak geçerlik kazanmıştır. Cehalet tipolojisinin oluşmasında kullanılan bazı yöntemler ve cehalet alanının ortama dönüşüm aşamasındaki çeşitlemeler, cehalet ve liyakatsizlik ortamının geribesleme mekanizmasında da son derece etkindir. Örneğin, cehalet alanı  kendi dilsel benzeşimlerini yaratmıştır ve bu benzeşimlerin ürettiği bir “sinsiyet retoriği”ni, cehalet ortamında ve ortamın genişlemesinde yöntemli bir şekilde kullanmaktadır. Bu sinsiyet retoriği, yeni sinsiyetin nemalanıcıları tarafından dilsel bir üstünlük, hayatı kavramak veya gerçekleri işaret etmek yolunda kullanılan bir beceriymiş gibi sunulmaktadır. Sinsiyetin dilsel açıdan birincil aracı olan retorik, “sahici bir töz” sunmayarak insanların duygu ve düşüncelerini ele geçirmenin biçimsel hilesidir. Çoğunlukla, ezbere, ezber müfredatıyla birlikte ve mekanik şemalar yönergesinde kullanılır. Organik değildir.

Yeni sinsiyet ihtiva eden söylemlerde baskın bir “retorik arsızlığı”yla ve karakter aşınmasıyla karşılaşırsınız. Retorik arsızlığı,  liyakatsizliğin ve cehalet tipolojisinin herhangi bir konuyu işlerken konunun ağırlık merkezine, mihenk taşına veya tözüne nüfuz etmeyerek ya da benzeri bir aydınlanmadan özellikle kaçınarak oluşturduğu “aşırı” biçimsel süslemelerdir. Konunun tözü, kök nedeni her zaman “retorik arsızlığı” tarafından çerçevelenir, kuşatılır ve yeni sinsiyetin bekası için “töz” her zaman örtülü kalmalıdır; konu, kendi tözünden, orjininden kaydırılmalı ve kök nedenler kitlelerden retorik süsleri aracılığıyla uzaklaştırılmalıdır. Yeni sinsiyet uygulayıcılarına göre, tözün tarih içerisinde izlediği  nedensellik silsilesi ve bu nedenselliğe ilişkin temellendirmeler de gizlenmelidir. Yeni sinsiyetin retorik arsızlığı, yapay bağlamları ve yapay bağlaçları kullanarak tözü, sahici ve tarihsel nedensellik ilişkilerinden kaçırmaya çalışmaktadır. Kavramların yanlış bağlamlarla ve istatistiklerle kullanımı, yanlış sorunun doğru cevabının olmayışı, ezbere salınımlar ve tüm bu “yapaylık”lar tözün üstünü örtmektedir. Bu durum yanlış bir hayatın doğru yaşanamaması demektir. Retorik arsızlığının temel uğraşı, tözün bin kat eğreti sözle giydirilmesidir. Böylelikle hem tözün sahiciliği belirsizleştirilir hem de anlam kaymalarıyla sessiz yığınlar kandırılır: Töz, retorik arsızlığıyla birlikte hileli bir rastlantısallığa, görüngüye ve örtüye teslim edilir.

Yeni sinsiyetin arsızlığına ve aymazlığına yakışır derecede yaygın olarak kullanılan bir başka enstrüman da “Sessizlik Suikasti” ya da “Sessizlik Baskısı”dır. Marx’ın dile getirdiği bu kavramın işlevleri, sinsiyet zihniyetini  eskisinden çok daha yüksek nemalara ulaştırmaktadır. Statüko karşıtı olduğunu iddia eden  -aslında statüko karşıtlığını da bir enstrüman olarak kullanan- yeni sinsiyet, tüm sessizlik biçimlerini cehalet alanının genişlemesi yolunda kullanmaktadır. (Aynı yöntemin çeşitlemelerinden kapitalist satış tekniklerinde de sıkça söz edilir.)

Liyakat sahibi birinin yarattığı, üzerinde çabaladığı ve emek verdiği nihai çıkarımlar, analizler ya da yapıtlar, sessizlik yoluyla hasıraltı edilmekte, sahiciliğin ve tözün üzeri bir kez daha örtülmeye, örtbas edilmeye çalışılmaktadır. Bu yöntemle töz ile tözsüzlüğün kıyaslanması da engellenir. Herkes bilir ki bir şey hakkında susmak, bilgisizliği ve liyakatsizliği örtmenin en risksiz yoludur. Ayrıca, günümüzde, sessizlik suikastinin “sessiz yığınlar”la iletişmenin bir biçimi gibi kullanıldığında fayda sağladığını iddia eden aydınlar(!) bile yaratılmıştır. Fakat gerçekte, sessizlik suikasti denen şey yaygın bir pusuculuk biçimidir ve yeni sinsiyetin en etkili “adam harcama” silahlarından biridir.

Sessizlik suikastinin tersi ya da diğer ucu sayabileceğimiz “İnsan Yemleme” enstrümanı ise  kapitalizmin ödüllendirme sistematiğiyle birlikte çalışır. Buradaki ölçüsüzlük ve örtüşmezlik, sessizlik suikastındaki yok sayma stratejisinin tersidir. Liyakat sahibi olmayan birinin ödüllendirilmesi -aslında statükoyla, ödülle yemlenmesi- yersiz bir biçimde yüceltilmeye çalışılması, cehalet alanının genişletilmesi ya da cehalet ortamındaki etkinlik ile cehalet türevlerinin yaygınlaştırılması söz konusudur. Bu yöntem de tözün örtbas edilmesine, kitlelerin düşüncelerinin tözsüz ve bağlamsız bırakılmasına neden olur. Kitleler cehalet kökenli bir “İkbal Avcılığı”na bürünecek ve tözün değil de yemlerin peşinde koşacaktır. Ayrıca aşırı ödüllendirme ya da insan yemleme yöntemi  ödül verilen mevcut “liyakat alanı”nın geçerliğinin ve itibarının aşınmasına da yol açar. Bu da yeni sinsiyetin başka bir numarasıdır, arzusudur; liyakat alanının yerini cehalet alanına bırakması…

Sonuç olarak,  yeni sinsiyet ve türev enstrümanları binbir koldan çeşitlenmektedir ve hikâyemiz “liyakatin, sahiciliğin ve tözün örtbas edilmesi” bağlamında uzayıp gider… Yeni sinsiyetin amaçladığı “melanet ortamı”na ulaşmaması için, “kötülüğe karşı haklılığın inadı”nı yüklenmek gerekiyor. Her seferinde “Kahrolsun yeni sinsiyet!” diye çıkışarak, varoluşumuzdaki sahiciliği ve tözü, gözümüz gibi korumamız gerekiyor. Çünkü tözümüzü ve onun sahiciliğini korumak, “insancıl” olmak demektir ve yeni sinsiyetin beslendiği tüm haysiyetsizliklere karşı çıkmanın da en doğal yolu budur.

Sahicilikle
Zafer Yalçınpınar (Zy)
2 Nisan 2010

1. Hamiş: İşbu yazının pdf dosyasına https://zaferyalcinpinar.com/yenisinsiyet.pdf adresinden ulaşılabilir.

2. Hamiş: İşbu yazının devamı niteliğindeki “Yeni Sinsiyet Tipolojisi’nin “Biz” Söylemi ve Retorik Arsızlığı” başlıklı yazıya ise https://zaferyalcinpinar.com/i22.html adresinden ulaşılabilir.

Nis
02
2010
0

“Jack Dejohnette ile Konuşma”

Nisan Dergisi‘nin 1988 yılında yayımlanan 8. sayısından; Jack Dejohnette ile konuşma… Cemil Türün’ün çevirdiği söyleşiye https://zaferyalcinpinar.com/dejohnettesoylesi.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.

Hamiş: Nisan Dergisi’nden çeşitli çeviriler ve alıntılar, Nisan 2010 süresince Evvel Fanzin’de yer almaya devam edecektir. (Zy)

*

Nisan Dergisi’nin 1988’de yayımlanan 8. sayısının kapak görüntüsü.

Nis
02
2010
0

Sıkı Davulcu Manu Katché ve Yeni Albümü

Sıkı davulcu Manu Katché’nin yeni albümü yayımlandı:

80’lerde bir pop davulcusu olarak parlayan Parisli Manu Katché, 1989’da ECM’in 20. yıldönümü etkinliğinde Jan Garbarek ve Ravi Shankar’la çaldıktan sonra bir caz bestecisi, davulcusu ve grup lideri olarak kariyerinin ışıltılı dönemine adım attı. Peter Gabriel ve Sting’le yaptığı çalışmaların yanı sıra Tori Amos, Eurythmics, Jeff Beck, Youssou N’Dour, Joe Satriani gibi farklı türlerde müzik yapan sayısız yıldız sanatçıya albümlerinde davuluyla eşlik etti. Jan Garbarek’le başlayan verimli çalışmalarıyla özgün stilini cazın hizmetine sunan Katché’nin davulu nefesliler, piyano ve basın rahatça hareketine olanak sağlayan bir arkaplan oluşturuyor. Stilini Afrika ritimleri ile klasik davulun caz şemsiyesi altında etkileşimi olarak tanımlayabileceğimiz davul dahisi Garbarek’in deyişiyle “eski okul caz davulcularının tarzına zarif bir derinlik ve şiirsel bir duyarlık katarak kendine özgü bir stil” geliştiriyor. 2007 tarihli albümü Playgrund ile büyük övgü alan sanatçının yeni albümü Third Round 2010 Martı’nda piyasaya çıktı.

(İşSanat konser tanıtım metninden…)

Ayrıca bkz: https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=2523

Written by in: Duyurular, Tartışmalar | Etiketler:
Nis
02
2010
0

Caz Sayıklamaları (Zafer Yalçınpınar)

Caz yazılamaları, sayı(k)lamaları…   By Zy…

Şiirde;
Bkz: https://zaferyalcinpinar.com/calgidonum.pdf

Özelde;

Bir Caz Şairi Patricia Barber:
https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=2521

Coşku Mühendislerinin Zamandışı Parantezleri:
https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=2523

Genelde;
Bkz: https://zaferyalcinpinar.com/i11.html

Nis
01
2010
0

Persephone (Patricia Barber)

inatçı ilkbaharın hayaleti gibi yaz, önemini kaybediyor
bu kaşıntı, bu öfkeye duyulan zahit özlemi
bir meleğin kanatlanmak için duyduğu arzuyu gizliyor

bu yüzden, düşüşünle, içime düşüşünle tatlım Persephone,
şimdi senin şairin ve rehberin olarak
gece gündüz ve gec…e tamamlanacağım

senin aziz iyiliğinle ve onun karanlık taraflarıyla
ki biri olmadan diğeri saftır
Limbo Zindanları’nı geçtik ve İkinci Çember’den süzüldük:

Şu ilk beyaz yalanı fısıldadığında
tanrılar gülecek
tanrılar bağıracak
bu yumuşak çemberin içinde
arzunun kölesi oldu sebebin

bunu eğlence gibi hissettin
ateş gibi

küçük boşboğazlıklar zamanın üzerinde kaybolmalı
aşk gibi, daha çok
suç gibi

çok çok kaliteli kumaşın üzerinden kaymasıyla
bunu ipeksi gibi hissettin
günah gibi

nazik ve kirli bir rüya gibi
saklanabileceğin bir oda gibi
uykundaki bir itiraf gibi
ifadenin günahtan arınması,
bir şeytan, bir arkadaş,
acını bitirecek bir doktor gibi

bir yastık, bir öpücük gibi
bir parti, bir ilaç gibi
bir rahibe benzer tatlı dudaklarım gibi

her hayali geceyarısı fantezinle birlikte
kaçışın tamamlanacak

her bir suçlayıcı arzun
eşleşecek benimle birlikte

ve seni yıldızların altına yavaşça bırakışımla birlikte
yarasız ve çiziksiz
toprak üstünde bir cehennem teninin altından kayıyor gibiydi
bunu aşk gibi hissettin
suç gibi

PATRICIA BARBER
“Mythologies”adlı albümünden…

Çeviren: Zafer Yalçınpınar

Ayrıca bkz; Bir Caz Şairi Patricia Barber;  https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=2521

Persephone’nin Mitolojik Açıklaması için bkz: https://tr.wikipedia.org/wiki/Persephone

Nis
01
2010
0

Sergi: David Lynch’in Fotoğraf ve Gravürleri

Artane, 9 Nisan – 29 Mayıs 2010 tarihleri arasında Amerikan sinemasının önde gelen yönetmenlerinden David Lynch’in fotoğraf ve gravürlerini İstanbul’lu sanatseverlerle buluşturacak.

Facebook Etkinlik Bağlantısı:  https://www.facebook.com/event.php?eid=107156532640832

Ayrıca bkz: https://www.grizine.com/2010/03/22/david-lynch-istanbulda/

Artane, bu defa 9 Nisan – 29 Mayis 2010 tarihlerinde Amerikan sinemasının önde gelen yönetmenlerinden David Lynch’in fotoğraf ve gravürlerini İstanbul’lu sanatseverlerle buluşturacak.

Mar
31
2010
0

Farklılığın Sonsuz Oyunu

(…) Bütün holistik kuramların tutkusu, herhangi bir öğenin ya da toplumsal sürecin anlamını kendi dışında, diğer öğelerle birlikte yer aldığı bir ilişkiler sistemi içinde aramak olmuştur. (…) Varılan ilk nokta, anlamı tespit etmenin imkânsızlığına işaret eder. Ama mesele bununla bitmez. Anlamı tespit etmenin imkânsız olduğu bir söylem, olsa olsa psikotiğin söylemidir. Bu yüzden ikinci boyut, nihai olarak imkânsız olan bu tespit işlemini gerçekleştirme çabasıdır. Toplumsal, yalnızca farklılığın sonsuz oyunu değildir; aynı zamanda bu oyunu sınırlamak, sonsuzluğu evcilleştirmek, bir düzenin sınırları içinde kucaklamaktır. Ancak bu düzen -ya da yapı- artık toplumsalın altında yatan bir öz şeklini almaz. Daha çok, toplumsalla baş etmek, onu hegemonya altına almak için girişilen, tanımı gereği istikrarsız ve kararsız bir çabadır. Bizim yaptığımıza benzer biçimde Saussure de göstergenin rastlantısallığı ilkesini, bu rastlantısallığın göreli niteliğini vurgulayarak sınırlamaya çalışmıştır. (…)

Ernesto Laclau
Akıntıya Karşı Dergisi, Çev: Meltem Ahıska, Sayı:1, 1985

Mar
30
2010
0

“Avantacular Press” ve Görsel Şiir Deneyimi

“Avantacular Press” taifesinin Görsel Şiirleri’nden…

Andrew Topel ve taifesinin “Avatacular Press” adlı girişimi, birçok Görsel Şiir deneyimini ve görsel şiir heveslisini bir araya getirdi. “A Flying Stone” adında bir derlemeyle benim de katıldığım projeye ait yapıtlara https://www.scribd.com/andrewtopel adresinden pdf formatında ulaşabilirsiniz. Projede yapıtları yer alan bazı sanatçıların isimleri şöyle; Edward Kulemin, Vernon Frazer, Satu Kaikkonen, Amanda Earl, Mike Cannell, Nicol a.  Kostic, Daniel F. Bradley, Jim Leftwich & Tim Gaze, Derek Beaulieu, John M. Bennett & Nico Vassilakis…

“Avatacular Press” taifesinin facebook grubu ise şu adreste bulunuyor: https://www.facebook.com/group.php?gid=227841054110

Mar
30
2010
0

Eyvallah (Arzu Öztürk)

Öyleyse tamam. Öyleyse durak lambalarının altında ışıyan yalnızlığa çoktan hoş gelmiş, çoktan hoş bulmuşlar kıyametinde sarımsı bir titrekliğe, mecburluğa, eyvallah…
Es geçmiş rüzgarlara inanmamak vakti ki ölen zamanlara ağlamaklığım yüz bulmadı, hatrı(m) bile kalmadı yürek ağrılarında. Ne tez bir bahar vakti oysa kış henüz geçip gitmemişti başımdan. Kar yangını sızılarım henüz dinmemiş, üzerime yağmalanan beyazlıklar henüz erimemişti.  Penceremin tozlu perdesini araladığımda dışarıda kırlar yeşillenmiş, böcekler çiçeklere doğru uçuşa geçmiş, güneş uyku mahmurluğu ile günaydın deyip uyanmıştı çoktan. Dedim ey bahar seninle kucaklaşma vaktimizde bu ne tezat, hey hat geçmiş gün bahar eteklerinde davetkar kokular getirirdi. Ve ben hangi kelebeğin renginde kanatlanacağımı hesap etmez, birkaç günlük ömrümü böylesine başıboş tüketmezdim.
Şimdi ruhum yeni bir doğuma direniyor. Kapılarını kırdığım hasretler söküldükleri yerlerde boşluklarıyla cereyan ediyor. Hiçbir kelam zincir kırmıyor, hiçbir duvar örtbas etmiyor kendini. Kalmıyor dilin kemiksiz yanı, o da kan, o da bir et parçası. Ruha bürünmüş bir beyhudelik değil yaşanan, ötesinde sade bir soluk nefes, bir direnç nehri boylu boyuna uzanan. O yüzden dilsizlik bile daha masum, kederler küstah, kırılan kolları hiçbir alçı tutmuyor. Acı intikamını ürediği yerden alıyor; çoğalıyor, yayılıyor,  büyüyor, kabalaşıyor, inatlaşıyor, başa çıkılmıyor. Her daim kendi bildiğini okuyor okuyor ve yazıyor.. Geçilmiyor sesinin öfkesinden, kulakları sağır eden bir uğuldama vızır vızır vızır bir yere konsa da sussa artık diyorum; kanımı çekmesine razıyım. Baş dönmesi yaratan hırsız zamanın çalıntılarında tekrar ve tekrar birikmişliğim gebe kalmıyor, rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla başladığım günleri dua tutmuyor. Yazma(k)lığım annemin al yazması gibi durmuyor, eğreti tutuyorum başımın üzerinde oyalarında kırık iğne yüzlerce ve yüzlerce kez batıp çıkıyor. Bir desen doğuyor bir cümbüş doğuruyor sonunda ama o cümbüşe ritim tutturamıyorum.
Öyleyse tamam, öyleyse dediğin gibi olsun. Karşılaşmamış cümleler hesabında defterimizde yer kalmamış demek ki, bir anlam aradığımız sözlüklerde tanıdığımız bütün harflerin sıralanışı bildiğimiz gibi olmamış. Bu beklemeler bu beklentiler nöbetini bir bir bir sayarken, ne saat tutmazlığı ne takvim tutmazlığında ödeşilmiş bir şey olmamış. Soyu tükenen aşkların açtığı çıkmaz sokaklarda eril ergin bir ilenme.
Bir başına salaş ve savruk meyhanelerde hiç kelam etmeden oturup dururken açmazları açtığıma, yıkmazları yıktığıma, gitmezleri gittiğime oh olsun! Kaçkınlar, kıranlar, kırgınlar, kızgınlar adına kalemime devşirdiğim bunca zahmetlere oh olsun! Yıkılsın ne varsa ardında kalanlarla, ben bin kez daha yıkar bin kez daha yaparım.  Şafak kızıl saçlarını gökyüzüne dağıtırken, sökerken sema eteklerini dağlardan, güneş ile ay’ın karşılaşmalarına bin kez daha hayretle bakarım. Gocunmam ne aşktan ne ayrılıktan hepsine bir ömürlük şiir daha yazarım.
Yorana yorulana birbirinin sesinden ses yapmış o bildik şarkılara, şahanlara, yılmazlara ve durmazlara selam olsun. Mor bir rengin içinde tünek oluşturduğum, sana da kalmaz diyen dervişlerin dünyasında sırra alem durduğum, hey hak için yine de vardır sebebi diye diye söylene söylene avuttuğum tüm düşlerimi uyanık tutma hakkına nail oldum. Bedenimi taşıdığım kaldırımlarda, gördüğüm köşe başı yalnızlıklarda kendimi bulduğum, kendimden korktuğum, kendimden kovulduğum, kendiliğimi unuttuğum, yıkana yıkana arındığım sularda hala hayat bulduğum sabaha Merhaba…

Öyle olsun…
Öyleyse tamam. Öyleyse geçtik ışıkları…

Arzu Öztürk
25.03. 2010

Mar
29
2010
0

Sözcükler düşünceleri yanlarına almazlar.

Düşüncem ile benim aramda dil engel mi oluşturmakta? Hayır. Dilimle arama giren benim düşüncemdir.
Bu yüzden, dil bayrağını gönderde en yukarı çekmekten ve ona tam özerklik kazandırmaktan başka çıkış yolu yoktur. Büyük şairlerde sözcükler düşünceleri yanlarına almaz; zaten sözcükler düşüncelerdir.

Julio Cortazar
Andres Fava’nın Güncesi, Çev: Ayşe Nihal Akbulut, Defne Yay., s.20

Mar
29
2010
0

Cortázar on The Road to South!

Dauphine’deki genç kız başlangıçta saniyeleri saymak için direndiyse de, Peugeot 404’teki mühendis bunda yarar görmüyordu. Herhangi biri kol saatine bakabilirdi, ama sağ bileğe bağlı bir zamandı sanki bu ya da radyonun bip bipi başka bir zamanı ölçüyordu, diyelim ki bir Pazar akşamı Güney Otoyolu’yla Paris’e geri dönme aptallığında bulunmayanların zamanını. Başka bir deyişle Fontainebleau’yu geçer geçmez adım adım ilerleyen sonra da durmak zorunda kalan iki yönde altı sıra (Pazar günleri otoyolun tümüyle başkente dönenlere ayrıldığı herkesçe bilinir) motoru çalıştıran, üç metre ilerleyip duran sağdaki 2CV’deki rahibe solda Dauphine’deki kızla gevezelik eden bir Caravelle’in direksiyonundaki soluk benizli adama dikiz aynasından bakan, bir yandan peynir yerken küçük kızlarıyla şakalaşan 203’teki mutlu çifti alaycı biçimde kıskanan, ya da Peugeot 404’ün önündeki gençlere öfkelenen; hatta duraklamalarda arabadan inip fazla uzaklaşmaksızın etrafı kolaçan eden (…) böylelikle her an saatine bakan genç kızın Dauphine’nin önünde bir Taunus’un hizasına ulaşan, bu eşibulunmaz ortamda en büyük eğlencesi Taunus’un arka koltukları üzerinde oyuncak arabasını özgürce sürmekten ibaret küçük sarışın çocuğun yanındaki iki adamla alaylı, aynı zamanda umutsuz bir iki cümle alışverişi olan ya da biraz daha ilerleyip sanki içinde iki ihtiyarcığın yüzdüğü mor bir banyo küvetini andıran (…) ID Citroen’i bıkkınlıkla seyreden insanlardan maruz kalmadığı zamanı ölçüyordu.

Julio Cortazar
Güney Otoyolu, Çev. Gülin Dalaman, Gendaş Yayınları, 1998, ss.9-10

Mar
28
2010
0

“Clone” ve “Caz” ve “Cortázar”

Julio Cortázar

Julio Cortázar’ın “Clone” adlı öyküsü aklıma geliyor. “Mırıldandığım Öyküler” adlı kitabındaki bu öyküyü Tomris Uyar çevirmişti. Kitabın “Sunuş” bölümünde Tomris Uyar’ın şu cümlesi dikkatimi çekti:
“…Clone’nin yapısını anlamam için müzik ve edebiyat bilgisiyle yardımıma koşan Evin İlyasoğlu’na teşekkür ederim. “
Bir müzik topluluğunun üyeleri arasındaki olayları, diyalogları ve etkileşimleri anlatan bu öykünün bir caz altyapısı olduğuna inanıyorum. (Ayrıca Julio Cortazar’ın amatör caz sanatçısı olduğunu da biliyoruz.)
Aşağıda Cortazar’ın “Clone” adlı öyküsünden kısa iki bölüm bulunmaktadır. İlk bölümde cümlelerin yapısı, uzunluğu, virgüllerin müzikal ölçü aralarındaki “sus”lar gibi kullanılması, tekrarlamalar, çağrışımlı anlatım, (ki tümcelerin açıklanması, armonik yapının bir yan yola yönlenmesi gibi geliyor kulağıma…) bana caz tümcelerini çağrıştırıyor. Bir de ilk paragrafın son cümlesi; bir caz altyapısından bahsediyor, solo çalan müzisyenin arkasındaki diğer iki enstrümanın karmaşık iletişimi gibi…
İkinci bölümde ise topluluğun müzikal bir tartışması anlatılıyor. Burada da kaotik bir caz partisyonu havası var. Diyaloglar aynı paragrafın içinde başka ağızlardan yürüyor. Ve her çalgı (kişi) başka başka şeyler söylüyorlar. Sözlerin sahibi parantezler içerisinde belirtilmiş. Bu parantezler, bir caz konserinde, insanın kulağına kontrbas’ın takılması ya da fark edilmesi gibi bir duygu uyandırıyor içimde. (Zy)


CLONE

(…)
Topluluktaki tek dengeli çiftin hala Franca-Mario çifti olması olağandışıydı doğrusu. Biralarını içerken bir yandan da bir partisyonu tartışan Sandro ile Mario’ya uzaktan bakarken, böyle düşündü Paola, gelip geçici ilişkiler, kısa süreli tatlı flörtler, baştan beri yaygın olmamıştı toplulukta; Karen ile Lucho’nun birlikte geçirdikleri bir-iki hafta sonu (ya da Karen ile Lily’nin, canım Karen’in ne mene olduğunu biliyoruz da Lily, onun ki ya iyiliğinden ya da merakından, acaba nasıl oluyor, Sandro’yu yüzüstü bırakıp, neyse ki sonunda Karen ile Lily de’ hizaya geldiler). Evet evet, tek dengeli çiftin, bu sıfatı hak eden tek çiftin Franca ile Mario oldukları su götürmez, nişan yüzüğü falan takarak, ne gerekiyorsa tamam. Kendisine gelince, bir seferinde Bergamo’da bir otel odasında, perdeler, danteller arasında, nedemekse, kuğu şeklindeki bir yatakta Roberto’yla dizginleri kapıp koyvermişti, sonu gelmeyecek kısa bir mola, şimdi eskisi gibi çok iyi dostlar, iki konser arasında, hatta iki madrigal arasında diyelim, bu tür şeyler işte. Karen ile Lucho, Karen ile Lily, Sandro ile Lily.Hepsi candan dostlar, aslına bakılırsa nedeni başka, turnenin bitiminde, Buenos Aires’te ya da Montevideo’da asıl çiftler bir araya geliyor nasılsa, kanlar, kocalar, yuvalar, köpekler yol gözlüyor, bir dahaki turneye kadar, bir denizcinin yaşamı, hepsi çağdaş insanlar. Ta ki. Çünkü artık bir şey değişti. Ne diyeceğimi bilmiyorum, diye düşündü Paola, bölük pörçük şeyler geliyor aklıma. Hepimiz çok gerginiz. Allah kahretsin. Derken birdenbire, bir partisyon üzerine tartışan Mario ile Sandro’yu başka bir gözle tartarken, ona sanki alttan alta başka bir tartışmayı yürütüyorlar gibi geliyor. Ama,yok canım, onu konuşmuyorlar, orası apaçık. Neresinden baksan tek uyumlu çift Mario ile Franca, kesinlikle.Yine de Mario ile Sandro’nun bunu konuşmadıkları ortada. Belki de alttan alta, hep alttan alta.
(…)
Lily ıle Robeno, iki viskiden sonra aydın gevezeliğine dalan Sandro ile Lucho’yu dinliyorlar, Britten’den, Webem’den konuşuluyor, sonunda yine Venedikli’den, günümüzde artık ‘O voi, troppo felici’ye ağırlık vermek gerek (Sandro) ya da bırakmalı, ezgi, Gesualdo’nun olanca gizemiyle aksın (Lucho). Evet, yoo hayır, bak şöyle usta, ilgi çekici karşılıklı vuruşlarla bir pinpon maçı, iğneleyici yanıtlar. Provada görürsünüz (Sandro),bakarsın iyi bir sınavolmaz (Lucho), nedenini söyler isin, Lucho’nun da canına tak dedi, Roberto ile Lily’nin dillerinin ucuna gelenleri söylemek üzere ağzını açacak, tam o sırada Roberto’nun araya girmesi, Lucho’yu tatlılıkla susturması iyi ki, birer içki daha içelim mi? Lily, benden evet, öbürleri, sani, bol buzlu olsun.

Julio Cortazar
Mırıldandığım Öyküler, Çev: Tomris Uyar, Can Yayınları,1997, ss.94-95


Julio Cortázar, 1969
Fotoğraflar:  Pierre Boulat


Mar
28
2010
0

Yazarlar ve Caz

Julio Cortázar, trompet çalarken…

*

Nisan Dergisi’nin 1984’te yayımlanan ilk sayısındaki “Yazarlar ve Caz” adlı yazıya https://zaferyalcinpinar.com/yazarlarvecaz.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.

Michel Contat’ın bir önyazıyla derlediği ve Gila Parisian’ın Türkçeleştirdiği sayfalar arasında Paul Morand’ın, Julio Cortazar’ın, G.  Bataille’in, J. Cocteau’nun, James Baldwin’in ve Sartre’ın cazvari metinlerinden çeşitli alıntılar yer alıyor.

Mar
28
2010
0

“Nisan Dergisi” ve Sıkı Dergiler

Sessizlik suikastına ve “sessiz yığınların gölgesi”ne maruz kalan bazı “sımsıkı” dergiler vardır. Hakkında sımsıkı susulan bu sımsıkı dergilerin en güzel örnekleri 80’lerde ve 90’larda yayımlanmıştır. Araştırmalarım sonucunda, Tayfun Pirsemioğlu ile Serdar Işın’ın yayıma hazırladığı “Sokak”, Mehmet Güreli ve -gene- Serdar Işın’ın yayıma hazırladığı “Nisan”, Turgay Özen ile Ahmet Soysal’ın yayıma hazırladığı “Beyaz” adlı bu “sıkı” dergilerin sessizlik suikastına maruz kalan dergiler içerisinde en önemlileri olduğunu söyleyebilirim. Gerek kadro, gerek çeviri ve içerik dengesi, gerek işlediği konular, gerek yayımladığı şiirler, metinler, gerekse de grafik tasarım özellikleri açısından söz konusu dergilerin döneminde yayımlanan diğer dergilerden çok daha üstün ve “sahici” olduğu aşikârdır. (Bu üstünlükle doğru  orantılı olarak sessizlik suikastına maruz kalmışlardır zaten…) İşbu “sıkı” dergiler “haksızlığın sonsuz arsızlığı” olarak kavramlaştırabileceğimiz birçok olguya hâlâ maruz kalmaktadırlar. Örneğin, Mehmet Can Doğan,  1909-2008 yılları arasında yayımlanmış bazı dergileri incelerken Beyaz, Nisan, Sokak adlı dergileri -nedense!- “es” geçmiştir. 80’ler şiiri ya da dergileri üzerine kaleme alınmış, başlıklanmış ve  miktarı nerdeyse 10000’i bulmuş şunca “yazı, yazar, dergi, editör, soruşturma, söyleşi, dosya konusu”na ve bunların oluşturduğu cürufa baktığınızda da söz konusu “sıkı” dergilerin -bile bile- “es” geçildiğini fark edersiniz. 90’ların sonunda ve günümüzde yayımlanan, iktidar ya da gaddarlık karşıtı olduğunu iddia eden özgür neşriyatların da mevcut sessizlik suikastına paydaş olması, Nisan, Beyaz, Sokak gibi dergileri ele almaması, bu dergilerin fanzinler tarafından da “es” geçilmesi ilginçtir. (Bu durum beni, 2009’un sonunda, denizaltı edebiyatı bildirisine götürmüş, bırakmıştır.)
Şimdi, günümüzdeki fotoğraf böylesine amorflaşmış ve “sözde demokratik bir köylü kurnazlığı” çerçevesiyle süslenerek özel bir cehalet tipolojisine dönüşmüşken ve –ne yazık ki- “bir garabet oligarşisi atı alıp Üsküdar’a geçmişken”,  tüm bunlara karşı/rağmen, Nisan, Sokak, Beyaz gibi sıkı dergilerden söz etmek ve Evvel Fanzin kapsamında bu dergileri işaret etmek yerinde olacaktır. Aymazlar ayılsın diyedir, önümüzdeki günlerde (Nisan ayı boyunca) “Nisan Dergisi”nden birçok yazıyı ve çeviriyi Evvel Fanzin’e alıntılamayı doğru buluyorum.

Sahicilikle
Zafer Yalçınpınar

Mar
27
2010
0

Üçüncü Dalga ve İlerleme Prensibi

(…)
Peki, “gelir”, “sosyal yardım”, “yoksulluk”, “işsizlik” gibi kavramlara ne demeli? Pazar sisteminin kısmen içinde ve kısmen dışında yaşadığında, hangi maddi veya manevi ürünler bir insanın geliri arasında sayılabilir? Orta gelirli biri, sahip olduğu şeylerin büyük bir bölümünü kendi tüketimi için üretiyorsa, o toplumda gelirle ilgili istatistikler ne ölçüde anlam taşır?
(…)
Milyarlarca insanı sistematik bir şekilde birleştirerek, pazarlaştırma süreci hiçbir ülkenin, hiçbir kültürün, hiçbir bireyin kendi yazgısı üzerinde söz sahibi olmasına imkan bırakmadı.  Pazar, ona katılmanın ilericilik, kendi kendine yetmenin “gericilik” olduğu inancını beraberinde getirdi. Bayağı seviyede bir maddiyat seviyesi felsefesini yayarak, ekonominin ve ekonomik dürtülerin insan yaşamında en öncelikli güçler olduğu inancını kabul ettirdi.(…) Pazarlaştırma süreci, milyarlarca insanın eylemlerini olduğu gibi, düşünce tarzlarını ve değerlerini de biçimlendirerek, bunlara İkinci Dalga uygarlığının mührünü vurdu.(…) Artık pazarlaştırma süreci sona erdi. (…) Bu açıdan, Üçüncü Dalga, tarihin ilk “pazar ötesi” uygarlığını yaratacak.
(…)
Ellilerdeki “beat” akımı ve altmışlardaki hippiler, insan durumu hakkında iyimserliği değil, kötümserliği yaygın bir kültürel tema haline getirdiler. Bu hareketler, düşüncesizce iyimserliğin yerine düşüncesizce kötümserliği getirdi.
Çok geçmeden, kötümserlik moda haline geldi. Örneğin 1950 ve 1960’lardaki Hollywood filmleri, 1930 ve 1940’lardaki kahramanlığın yerine anti-kahramanları getirdi; amacı olmayan asiler, gösterişli silahşorlar, karizmatik satıcılar, sert motosikletliler ve cahil (ama ruhu güçlü) serseriler. Hayat, kimsenin kazanamadığı bir oyundu artık.
(…)
Bugün dünya çapında hızla yayılan bir görüş, ilerlemenin artık teknoloji veya maddi yaşam standartlarıyla ölçülemeyeceği yönündedir; ahlak, estetik, politika veya çevre açısından çürümüş bir toplum, ne kadar zengin veya teknolojik açıdan ne kadar ilerlemiş olursa olsun, kesinlikle ileri bir toplum olarak kabul edilemez. Kısacası, ilerlemenin çok daha kapsamlı bir kavramına doğru gidiyoruz; ilerleme artık otomatik şekilde gerçekleşmiyor ve artık sadece maddi kriterlerle tanımlanmıyor.

Alvin Toffler
Üçüncü Dalga, Çev: Selim Yeniçeri, Koridor Yay. ss. 356-370

Written by in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) | Etiketler:
Mar
26
2010
0

Mantıksal Uzayın Sınırları

Wittgenstein’ın doğumunun 100. yıldönümü anısına çıkarılan
Avusturya Posta Pulu (1989)

*

(…)Eğer niyetlerin ilişkisi denilen anlık olgular Wittgenstein’ca taşıdığı öne sürülen özerkliği gerçekten taşıyorsa, bir tepkinin yöneldiği nesneyi çözümlemek ve bundan genellemelere gitmeye çalışmak konunun dışında kalacaktır. Eğer felsefe gerçekten sanat gibiyse, dilsel bir örneğin oluşturduğu izlenim, hiçbir genel formüle sığdırılamayacak bir şey olmalıdır. Tikel durum, bu tür bir ele alış açısından hiçbir zaman kavranıp yakalanamayacaktır. Çünkü dizgenin bütünü içinde tuttuğu yer, ona kendine özgü bir nitelik verecektir.
Wittgenstein’ın bu doğrultuda daha ne kadar ilerlemek istemiş olduğu, kesin değildir. Kesin olan dizgesel kuramlar oluşturmaya karşı çıkmış olduğu ve bunun yerine mantıksal uzayın sınırlarını salınım yöntemiyle saptamaya çalışmış olduğudur. (…) Aslında Wittgenstein bundan daha da ileriye gitmiştir. Ancak hangi noktaya dek ilerlediği ya da tikel durumun değerlendirilmesine ilişkin nasıl bir görüş benimsediği belirgin değildir.
Öte yandan, kendisini bu doğrultuda iten güç konusunda hiçbir kuşku yoktur. Tüm felsefesi, modern düşüncenin bilimin boyunduruğu altına alınmaya açık oluşunun ve bunun anlığın kendi kendini değerlendirişinde yol açabileceği sapmaların getirdiği tehlike ve tüm bunlara karşı gösterdiği güçlü duyguyu yansıtır.

David Pears
“Wittgenstein”, Çev: Arda Denkel, Afa Yay., 1985, s.189

Mar
26
2010
0

Sanki yüzünün çirkinlikleriymiş gibi.

15. Filozoflar, çoğunlukla, bir kâğıda kurşunkalemleriyle gelişigüzel çizgiler çiziktirip, yetişkinlere “bu nedir?” diye soran çocuklara benzerler. İş şöyle olur: Yetişkin, sık sık, birşeyler çizip, çocuğa, “bu bir adam”, “bu bir ev” v.b. demiştir. Eh, şimdi de çocuk çizer çizgileri, sorar: “Peki, bu ne?”
(…)
71. Kişi yalan söylemiyorsa, yeterince özgündür.
(…)
87. Kendi üslubunun yanlışlıklarını kabullenmelisin.
Sanki yüzünün çirkinlikleriymiş gibi.

Ludwig Wittgenstein
“Yan Değiniler”, Çev: Oruç Aruoba, 6:45 Yayınları, 1999

Mar
25
2010
0

Motifler ve Mekanizmalar

Francis Picabia’nın “Makine Dönüyor” adlı çalışması…

***

(…) İşte süper sertlik fikri ve cümlesi;  “Geometrik kaldıraç diğer bütün kaldıraçlardan daha serttir. Asla bükülmez.” İşte burada bir mantıklı zorunluluk durumuyla karşı karşıyayız;  “Mantık sonsuz sert malzemelerden yapılmış bir mekanizmadır, asla bükülmez.” (ne yapalım bükülmüyor işte.) İşte bu yolla süper şeylere ulaşıyoruz. Böylece süper latifler ve kullanımları, örneğin “sonsuzluk kavramı” mümkün oluyor.
Bir mekanizmayı keşfederken olayların birbirlerini izledikleri söylenebilir ama bunun böyle olması gerekiyor mu? İpin öbür ucundaki kişiyi bulana dek ipi takip ediyorum.
İpteki bir mekanizmanın bir süper mekanizma anlamına geldiğini farz edelim. Böyle bir mekanizma olsaydı bile, hiçbir işe yaramazdı. Bir mekanizmanın keşfinin, özgün nedensel bir bağlantının keşfedilmesi gibi olduğu düşünülmüyor.
Genel olarak bağlanmış olma düşüncesinden kurtulmak isteniyor. (Açıklama dediğimiz şey, bir bağlantı şeklidir oysa bağlantılardan tamamen kurtulmak istiyoruz. Mekanizma kavramından kurtulmak istiyoruz ve. “Bunların hepsi sadece birlikte ortaya çıkan şeylerdir!” diyoruz.) Hangi durumda böyle konuşulamayacağı konusunda daha kesin bir açıklama yapılması gerekir. “Bir mekanizmanın keşfinde sadece birlikte ortaya çıkan şeyler keşfedilir. Sonuçta her şey buna bağlanabilir.” Belki de,insanların eğer birçok tecrübeyi edinemezlerse asla bir mekanizmayı keşfedemeyecekleri ispat edilebilir. Bunu şöyle ifade edebiliriz: “Her şey olayların sade ilişkisine bağlanabilir.”
Örneğin, “Fizik, birbirini takip eden olaylar dışında hiçbir şeyi açıklamıyor.”
(…)
Mekanizmanın keşfi bir tür sebep bulma biçimidir: Bu durumda buna “sebep” deniliyor ama dişliler çelik gibi göründüğü halde aslında tereyağından yapılmış olsalar ve bu duruma sık sık rastlansa, belki o zaman, “Bu (dişli) aslında tek sebep değil ki; belki sadece bir mekanizma gibi görünüyor” denir. (Her zaman olayları başka olaylara dayandırma eğilimindeyiz. Bir şeyin sadece bir başka şeyle birlikte ortaya çıktığını keşfetmek öyle heyecan verici olmalı ki, neredeyse bunun gerçekte de böyle olduğunu söylemeye niyetleniyoruz.)
(…)
Yapılan bir şeyin sebebinin gösterilebileceği bir durum vardır. (Burada mekanizma bilinciyle kıyaslanabilen bir olay sözkonusu… Cevabın, sebebini gösterdiği mevcut durumlar vardır: Bir çarpım işlemi yazılır ve ben sorarım:) “Neden çizginin altına 6249 yazdın?”
Yapılan çarpım işlemi açıklanır. “bu çarpımdan dolayı bu sonuca vardım” denir. Bu açıklama mekanizmanın ifadesiyle kıyaslanabilir. Rakamların yazılması bu olayın motifi olarak adlandırılabilir. (…) Burada “Bunu neden yaptın?” sorusu, “Bu sonucu nasıl elde ettin?” anlamına gelir. Bir sonucu elde etmenin yolu sebepten geçer.
Biri hangi yolla belli bir sonucu elde ettiğini anlattığı zaman: “Sadece o bu sonuca varan süreci biliyor.” deme eğilimliyiz.
(…)
“Bunu neden yaptın?” diye sorulduğunda, “Düşündüm ki…” diye cevap veririz. Pekçok durumda, bizlere bir şey sorulduğunda motifimizi söyleriz. (Bu yüzden “sebep” her zaman aynı anlama gelmez. Aynı şekilde “motif” de öyle. “Bunu neden yaptın?” diye sorulduğunda, bazen “hasta olduğu için onu ziyaret etmem gerektiğini düşündüm” diye cevap verilir- ve gerçekten de düşündüğümüz şeyleri hatırlarız. Başka birçok durumda bize sorulan gerekçe bir motiften başka bir şey değildir.)

Ludwig Wittgenstein
“Estetik Üzerine Dersler”den…

(Çev: Zeki Algün, İlya Yayınevi, 2001)

Mar
25
2010
0

“yeniŞ” (göseliş’ler)

2009-2010
zafer yalçınpınar
görseliş’leri

*

yeniŞ, https://zaferyalcinpinar.com/yenis.pdf adresinden indirilebiliyor.

Mar
24
2010
0

Açılmak Denizlere (Ingeborg Bachmann)

(…)
Kopkoyu sular, binlerce gözlü,
beyaz köpükten kirpikler aralanmakta,
görmek için seni, öyle büyük ve uzun,
otuz gün boyunca.

Sert vursa bile ayağını gemi,
ve çekingen olsa attığı adım,
sen sakin kal güvertede.

(…)
sonra erkekler diz çökecek
ve ağları onaracaklar.

(…)
Gecenin ilk dalgası varmış bile kıyıya,
hemen ikincisi seni bulacak.
Ama bakarsan dikkatle ötelere,
hâlâ görebilirsin ağacı,
meydan okurcasına kalkan koluyla
-birini koparıp almıştır rüzgâr önceden
-ve sen düşüneceksin: daha ne kadar
direnebilecek bu çıplak gövde fırtınalara?
Kara görünmez olmuş artık.
Kumlara sarılmalıydın bir elinle
ya da saçlarından bağlanmalıydın kayalara

(…)

En iyisi sabah,
daha ilk ışıklarla açmak gözlerini,
bakmak hep yerinde kalan gökyüzüne,
hiç aldırmamak yol vermeyen sulara
ve kaldırıp dalgaların üzerine gemiyi,
dümen kırmak o hep geri dönen
güneşli kıyılara.

Ingeborg Bachmann
Ertelenmiş Zaman’dan…

Mar
24
2010
0

Sessizliğin Dilbilgisi

by Zy

***

by Rad

***

(…)
4.2 Tümcenin anlamı, olgu bağlamlarının varoluş ve varolmayış olanaklarıyla uyuşması, ve uyuşmamasıdır.
4.21 En yalın tümce, temel tümce, bir olgu bağlamının varoluşunu savlar.
(…)
5.552 Mantığı anlamak için gereksediğimiz “deneyim”, birşeyin böyle böyle olduğunun değil, olduğunun deneyimidir: oysa bu, işte, hiç de deneyim değildir.
Mantık, bütün deneyimden öncedir -birşeyin öyle olmasından.
Nasıl’dan öncedir, ne’den önce değil.
6.52 Öyle bir duygumuz vardır ki, bütün olanaklı bilimsel sorular yanıtlandığında bile, yaşam sorunlarımıza daha hiç dokunulmamıştır. Tabii o zaman da hiçbir soru kalmamıştır; yanıt da tam budur.
(…)
6.522 Dilegetirilemeyen vardır gene de. Bu kendisini gösterir, gizemli olandır o.
(…)
6.54 Benim tümcelerim şu yolla açımlayıcıdırlar ki, beni anlayan, sonunda bunların saçma olduklarını görür -onlarla-onlara tırmanarak- onların üstüne çıktığında. (Sanki üstüne tırmandıktan sonra merdiveni devirip yıkması gerekir.)
Bu tümceleri aşması gerekir, o zaman dünyayı doğru görür.
7. Üzerinde konuşulamayan konusunda susmalı.

Ludwig Wittgenstein
Tractatus’dan…
(Çev: Oruç Aruoba)

Ayrıca bkz: https://zaferyalcinpinar.com/blog/?tag=sessizligin-dilbilgisi

Mar
24
2010
0

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com