Kas
05
2011
0

Tarihsellik Üzerine… (E. Ionesco)

(…)
Sözün davranımla sürdüğü gibi oyun, “pantomime” de sözün yetmediği zaman yerini alır sözün, özdeksel oyunlama öğeleri de kendilerince abartırlar onu. İğreltilerin kullanılması da ayrı, başka bir sorun. (Artaud durmuştu bunun üzerinde.)

Tiyatro salt toplumsal olmalı denince, gerçekte iş şu ya da bu anlamda yurtyönetimsel bir tiyatroya dayanıyor elbet. Toplumsal olmak başka, “toplumcu” ya da “Marx’çı” ya da “faschiste” olmak gene başka, yetersiz bir bilinç anlayışının dillenimidir bu (…)

Sonra kendisi istemese de toplumsal olur kişi, çünkü hepimiz bir türlü tarihsel karmaşaya kapılmışız, tarihin de belli bir kıpısına bağlıyız -bununla birlikte bu kıpı bizi bütün bütün yutmuyor, tersine kendimizin en az özlü yanını da içeriyor, dile getiriyor.

Özenle bir yapımın (technique’in), tiyatro dilinin, tiyatronun kendi dilinin sözünü ettim. Konu ya da toplumsal özler bu dille tiyatronun konusu, özleri olabilir güpgüzel. Kişi belki öznellik zoru ile nesnel oluyor. Tikel genele kavuşuyor, toplum da besbelli nesnel bir veridir: böylece, görüyorum ki toplumsulun, yani daha çok bağlı olduğumuz zamanın tarihsel anlatımı dille olabilir ancak. (her dilde de tarihsel olup çağıyla çevrilmiştir, yadsınamaz bu.) Sanat yapıtına doğallayın sokulu veren tarihsel anlatım, dillenim, isteseniz de istemeseniz de bilinçli ya da bilinçsiz de olsa, kendiliğindendir;  istenilmiş, düşünülüp taşınılmış, “fikrî” değildir.

Zamansal da zaman dışına, evrensele karşı çıkmaz: tersine, boyun eğer.

Salt zamansal–artası, tarih artası, tin duyuşları, sezgileri vardır. Şöyle güzel bir sabah geceki uykumdan olduğu denli, kafa alışıklığının uykusundan uyanınca, varlığımın bilincine, sonra evrensel görünüşün bilincine varınca birden, her şey yabansı geliyor bana; bildik, alışılmış geliyor; olmanın şaşkınlığına uğrayınca bakıyorum bu duygu, bu sezgi herkeste, her zaman olan bir şey. Bu tin duyuşunu, hemen hemen bir sözcükle dile gelmiş olarak ozanlarda, felsefecilerde, gizemcilerde bulabilirsiniz. Kılı kılına benim duyduğum gibi duyarlar, bütün insanların da kafaca ölmemişlerse ya da yurtyönetimsil işler uslarını başlarından almamışsa, yüzde yüz duymuş oldukları gibi. Bu tin duyuşunun açıkça dile gelmişini, kesinlikle, Ortaçağda, eskiçağda ya da herhangi tarihsel bir yüzyılda tıpa tıp bulursunuz. O bengi kıpıda, kunduracı ile felsefeci, “köle” ile “efendi”, papazla dinsiz buluşurlar, bir olurlar.

Tarihsel ile tarihseldışı kaynaşır, birleşir şiirde, resimde. Başını yapan kadının imgesi kimi İran minyatürlerinde, Eski Yunan, Etrüks Dikilitaşlarında, Mısır fresklerinde tıpkıdır; bir Renoir, bir Manet, XVII. ya da XVIII. yüzyılın ressamları bir tutumu yeniden bulmak, dile getirmek için, bir kösnük bengi sunuda barınan tutum karşısında bir çarpıntıyı yeniden duymak için öbür çağların ressamlarını bilmek gereksinmesini duymadılar. İlk örnekte olduğu gibi açıkça kişicil çarpıntılar söz konusu burada. Resimsel anlatı ile belirtilen o imge çağlara göre değişiktir; ama ikincil olarak ortaya çıkan bu “değişik” imge sürekli kalıcının ışıklı dayanağıdır. “Belgeler”, zamansalın -ya da modaya uygun bir sözcük kullanayım- “tarihselin”, zaman dışına (evrensele) nasıl bağlandıklarını, onların bir olduklarını, birinin ötekine nasıl dayandığını gösterir.

Eugéne Ionesco
“Tiyatro Deneyi”, Çev: Teoman Aktürel, De Yayınları, 1961, ss. 25-27

Kas
05
2011
0

Ulusların Zenginliği’nden, Ağların Zenginliği’ne doğru paradigma değişimi…

(…)
IŞIL ÖZ:(…) paradigma dönüşümünü anlamlandırmak için kullanabileceğimiz kavramların olup olmadığını merak ettim…

DR. ÖZGÜR UÇKAN: Evet, birkaç kavram var: küresel ve sınırsız ağ, güç ve iktidar olarak bilgi, organizasyon olarak gayri merkeziyet, uzlaşmaz bir karşıtlık olarak rekabet ve işbirliği, çoktan çoka iletişim ve etkileşim… Bu dönüşüm kendisini özellikle siyaset, ekonomi ve teknoloji alanlarında hissettiriyor. Küresel bir ağ toplumu, ağ ekonomisi, ağ kültürü, ağ düşüncesi ve ağ siyaseti beliriyor. Endüstri devriminin temsil ettiği, ulus-devletler, küresel liberal ekonomi, fordizm ve ölçek ekonomisi, merkeziyetçilik ve tek kutuplu dünya ile somutlaşan paradigma, yerini bilgi ve iletişim devriminin temsil ettiği, (Avrupa Birliği gibi) ağ-devletler, küresel ağ kapitalizmi, post-fordizm ve kapasite ekonomisi, gayri merkeziyetçilik ve çok kutuplu dünya ile somutlaşan yeni bir paradigmaya bırakıyor.

“Paradigma dönüşümü”, devrimden farklı olarak çok hızlı bir şekilde olup biten bir dönüşüm değildir. Paradigma, bir dönemin “ruhu”dur; sosyal, kültürel, ekonomik, teknolojik, düşünsel, insani zihin setine bu adı veririz. Dolayısıyla değişim çok derin olur ve her şeyi değiştirir. Bu dönüşüm de etkisini siyasetten ekonomiye, birey öznelliğinden topluluk ilişkilerine, bilim ve teknolojiden kültüre hayatın her alanında gösteriyor. 2. Dünya Savaşı’nın ardından başlamış ve 2008 küresel kriziyle birlikte doruğuna ulaşmış bu paradigma dönüşümünün en anlamlı işaretlerinden biri WikiLeaks…”

IŞIL ÖZ: (…)dünya nasıl bir medya, siyaset ve ekonomi düzeniyle yüz yüze gelecek?

DR. ÖZGÜR UÇKAN: (…)kısaca özetlemek gerekirse, zaten yeni bir Dünya Düzeni’ne adım atmış durumda olduğumuz söylenebilir. 2008 küresel ekonomik krizi bu dönüşümün zirve anı oldu. Bu krizin, aslında bir krizden çok bir paradigma dönüşümü, iktisatçı Joseph Schumpeter’in deyişiyle bir “yaratıcı yıkım” olduğunu düşünüyoruz. IMF’den Dünya Ticaret Örgütü’ne, Dünya Bankası’ndan OECD’ye bütün uluslararası kurumlar yeniden yapılanıyor. 2. Dünya Savaşı sonrası küresel ekonomiyi biçimlendiren ve ABD egemenliğinin yolunu açan Bretton Woods anlaşması çöktü. Kontrol sanayileri değişiyor. Askeri-endüstriyel kompleksler eriyor. Ağır sanayinin yerini ileri teknoloji sektörleri almış durumda: Biyoteknoloji, genetik, nanoteknoloji, enerji, çevre, bilgi ve iletişim teknolojileri… Bilgi en önemli iktisadi girdi artık. Geçen yüzyılda yaşanan teknolojik gelişmelerin sonucunda ortaya çıkan ve özellikle küresel finans ağlarının entegrasyonuyla karakterize olan “ağ ekonomileri”, pazar dinamikleri ve rekabet stratejilerini altüst etti. Sanayi devriminin, 1973 kriziyle sarsılmaya başlayan neo-liberal paradigmasının, tekelci ulus-devlet kapitalizminin çöküşünü yaşıyoruz. Önce hammadde devleri eridi, sonra askeri-endüstriyel kompleksler, şimdi de sıra eski ekonominin son kalesi finansta. Küresel finansal sistemin yeniden yapılanması dönüşümün tamamlanmasını işaretleyecek. Şimdiden bir Dünya Finans Örgütü’nün kurulacağından, yeni bir küresel para biriminden bahsediliyor. “Ulusların Zenginliği” yerini “Ağların Zenginliği”ne bırakıyor.

IŞIL ÖZ: Bu yeni paradigmanın bir adı var mı?

DR. ÖZGÜR UÇKAN: “Küresel ağ kapitalizmi” adını verebiliriz. Bu hâlâ bir kapitalizm, ama neo- liberal model iflas etti. Bir geçiş anındayız. . . Küresel ağ kapitalizmi ulus ötesi bir örgütsel modele dayanıyor. Ulus-devlet kapitalizmi bitiyor. Küresel ağ kapitalizmi dinamik bir göçebe sistemdir. Öyle ki, bu sistem ve bileşenleri, sürekli olarak sınırlarını değiştirmek ve sermaye birikimi hedefi doğrultusunda farklı sistemleri kapsamak veya dışlamak yoluyla yeniden organize olur. Yani, ölçek ekonomilerinden kapsam ekonomilerine (capacity economy), endüstriyel üretimden esnek ağ üretimine, kol gücünden bilgi gücüne, ulus-devletlerden ulus-ötesi organizasyonlara, tek-kutuplu dünyadan çok-kutuplu, gayri-merkezi ve dağıtık, mekânı tümüyle kuşatan ağ-dünyaya geçiş paradigması…
(…)

Söyleşinin tam metnine şu adresten ulaşabilirsiniz:
https://www.t24.com.tr/turkler-wikileaks-sizintilari-karsisinda-uc-maymunu-oynuyor/haber/179597.aspx#

Kas
03
2011
0

“Düşünce” üzerine… (Wittgenstein)

(…)
123. “Düşünme zihinsel bir etkinliktir” – Düşünme bedensel etkinlik değildir. Düşünme bir etkinlik midir? Eh, insan birine şöyle diyebilir: “Bunu düşün bakalım”. Ama biri bu buyruğu yerine getirmek üzere kendi kendisiyle ya da hatta bir başkasıyla konuştuğunda iki etkinlikte mi bulunur?

124.
Söylenen şeye ilgi göstermenin kendine özgü işaretleri vardır. Kendine özgü sonuçları ve önkoşulları da vardır. İlgi, deneyimlenen bir şeydir; onu kendimize gözleme dayanarak atfetmeyiz. Söylediğimize eşlik eden bir şey değildir o. Bir cümleye eşlik eden bir şeyi o cümlenin içeriğine gösterilen ilgi yapan nedir?

125.
Düşünme fenomenini yanma fenomeniyle karşılaştırın! Yanma, alev, bize gizemli görünmez mi? Pekiyi niçin bir ev eşyası değil de alev? -Ya bu gizemi nasıl bertaraf edersiniz?

Düşünme bilmecesi nasıl çözülecektir? – Alev bilmecesi gibi mi?

126. Alev ele geçmez olduğu için gizemli değil midir? Tamam -ama bu onu niçin gizemli yapar? Ele geçmez bir şey niçin ele geçen bir şeyden daha gizemli olsun? Biz onu ele geçirmek istediğimiz için değilse.-
(…)

135.
Karşılıklı konuşma, sözcüklerin uygulanması ve yorumlanması devam eder ve ancak bu karşılıklı konuşmanın seyri içinde sözcüklerin anlamı vardır.

“Gitti”- “Niçin?” – Bu “niçin” sözcüğünü sözcüğünü söylediğinde ne kastediyordun? Neyi düşünüyordun?

136.
Okulda parmak kaldırmayı düşünün. Birinin parmak kaldırmaya hakkı olması için, yanıtı kendi kendine sessizce prova etmiş olması gerekir mi? Pekiyi, içinden ne geçmiş olması gerekir? -Hiçbir şeyin geçmiş olması gerekmez. Ama parmak kaldırdığında olağan olarak bir yanıt biliyor olması önemlidir; birinin parmak kaldırmayı “anlamasının” kriteri de budur.

İçinden hiçbir şeyin geçmiş olmasıgerekmez; ama yine de böyle durumlarda hiçbir zaman içinden ne geçtiği hakkında bildirecek bir şeyi olmayan kişi olağanüstü biri olurdu.
(…)

143. Şöyle söylenebilir; her durumda “düşünce” ile kastedilen, cümlede canlı olandır. Cümle onsuz ölüdür, seslerin ya da yazılı biçimlerin bir dizisinden ibarettir.
(…)

144. Sözcüklerin nasıl anlaşıldığını tek başına sözcükler anlatmaz.

Ludwig Wittgenstein
“Zettel”, Çev: Doğan Şahiner, Nisan Yay., 1. Baskı, 2004, ss. 35-39

Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan Wittgenstein ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/ludwig-wittgenstein adresinden ulaşabilirsiniz.

Kas
02
2011
0

İkisi de yoktur! (Sabahattin Ali)

(…)
Soru: Sizce sanatta eski-yeni ikiliği mi, yoksa ileri-geri davası mı vardır?

Sabahattin Ali: İkisi de yoktur. Sanatta sadece hakiki sanat, yani içinde geliştiği kitleye organik bağlarla bağlı olan ve bu kitleye bir şeyler vermek isteyen sanatla, kendi içine kapanık gaflet uykusuna yatmış yalancı oyunlar davası vardır.


ANT Dergisi, 8. Sayı, 1 Temmuz 1945

Kas
02
2011
0

“Duygudurum Tuşesi / Tınısı” ya da “Müziğin Poetikası” üzerine… (Igor Stravisky)

Bir mutat zevat, dün, bir e-posta göndermiş bana… Bu zevat, şiirlerimi ve poetik çalışmalarımı okuduğunu (“Şiirim Nasıldır?“, “Şiirim Ne Diyedir?“, “Boşluğun Dili” başlıklı ibrazlarımı okuduğunu) ancak benim “anlamsız kavramlar”la konuşan, şiirden ve şiir yazmaktan anlamayan biri olduğumu, örneğin yazılarımda “duygudurum tuşesi” olarak kullandığım kavramın ne olduğunu bir türlü kavrayamadığını, bu kavramın “salakça” olduğunu filan ifade etmiş.

Şimdi, bu sahte isimlerle bana sahte mektuplar yazanların kim ya da kimler olduğunu (gerçek isimlerini filan…) bilmiyorum. Fakat bu zevatların hangi tipolojiye ait olduklarını çok iyi biliyorum: Yeni Sinsiyet!

Şunu açıkça söyleyeyim: Birileri çıkıp, ezberlenmiş bir iyi niyetle olsa da “Ben senin ‘duygudurum tuşesi, tınısı’ diye ifade ettiğin şeyi anlamadım arkadaş… Bana anlatır mısın?” dediğinde, bir şeyleri seve seve anlatmaya çalışırım. Çünkü “insanlık” bunu gerektirir. Ya da bir şeyleri anlaması için gereken kaynakları, metinleri kendisine işaret ederim. Ama kötü niyetle karşıma çıkan o kurnaz ıskartalarına cevap vermem. Çünkü bu karşı tavrımı da -tıpkı diğer durumda olduğu gibi- “insanlık” gerektirir.

Sonuçta, kifayetsiz muhteris olmayan herkesle (eşyadan çok insana benzeyen ve duvar saatleri gibi ahmak olmayan herkesle) yazılarımda yer alan “Duygudurum Tuşesi ya da Tınısı” gibi kavramların ne menem şeyler olduğu konusundaki bilgileri paylaşmaktan hiç çekinmem, üşenmem.

Z. Yalçınpınar

(…) Görsel perspektif yasalarına uyan, nesnelerin görünüşünde olduğu gibi, yalnız en yakın plandaki şeyleri belirgin kılan tarihsel bir perspektif vardır. Olanlar bizden uzaklaştıkça kavrayışımızdan kaçarlar ve cansız, işe yarar bir anlamı olmayan nesneleri görmemize ancak bir an için izin verirler. Binlerce engel bizi talarımızın zenginliklerinden ayırır, bize yalnızca onların ölü gerçekliğini gösterir. O zaman bile onları bilgiyle olmaktan çok sezgiyle kavrarız. (…)
Zira müzik fenomeni bir spekülasyon fenomeninden başka bir şey değildir. Bu ifadede ürkülecek bir şey yok. Burada yalnızca, müzikal yaratımın temelinin dışa yönelmiş bir ön duygu olduğu; somut bir şeye biçim vermek amacıyla önce soyut bir alanda hareket eden bir irade olduğu varsayılıyor. Bu spekülasyonun hedef alması gereken öğeler ses ve zaman öğeleridir. Bu iki öğe olmadan, müziği düşünmek olanaksızdır.(…)
Plastik sanatlar mekân içinde sunulur bize: Ayrontıları yavaş yavaş ve vakit oldukça keşfetmeden önce, genel bir izlenim ediniriz. Müzik ise zamansal sıralanışa dayanır ve belleğin tetikte olmasını gerektirir. Sonuç olarak, resmin “mekânsal” bir sanat olması gibi, müzik de “zamansal” bir sanattır. Müzik, başka her şeyden önce, zaman içinde belli bir düzenlemeyi, yani -eğer yeni bir sözcük kullanmama izin verirseniz- bir “kronomi”yi varsayar.(…)
Hangimiz, caz dinlerken, ısrarla düzensiz vurguları öne çıkarmaya çalışan bir dansçı ya da solo yapan bir müzisyen, kulağımızı, davuldan gelen düzenli ritmik cümle vuruşlarından uzaklaştırmayı başaramayınca, baş dönmesine yakın hoş bir duyguya kapılmamıştır?
bu tür bir izlenime nasıl tepki gösteririz? Ritim ile ritmik cümlenin zıtlaşmasında dikkatimizi en çok ne çeker? Dikkatimizi en çok çeken, düzenlilik saplantısıdır. Eş ölçümlü vuruşlar bu durumda yalnızca, solistin ritmik buluşundaki gerilimi rahatlatmanın bir aracıdır. İşte süprizi doğuran ve beklenmedik olanı gerçekleştiren budur. Düşündüğümüzde, vuruşlar gerçekten ya da zımnen var olsaydı o buluşun anlamını çıkartamayacağımızı fark ederiz. Burada bir ilişkinin zevkine varırız. (…)
Piyer Sovtçinski’ye göre müziksel yaratım, öncelikle zamanın (kronos’un) müziğe özgü bir yaşantılanmasına dayanan ve doğuştan var olan bu sezgiler ve olanaklar bileşimidir; müzik eseri bize zamanın işlevsel gerçekleşmesini verir yalnızca.
Herkesin bildiği gibi, zaman öznenin içsel eğilimlerine ve bilincini etkileyen olaylara göre değişen bir hızla geçer. Bekleyiş, sıkıntı, elem, zevk ve acı, derin düşünce, bütün bunlar böylece aralarında hayatımızın kendini açtığı farklı kategoriler gibi görünmeye başlar ve her biri özel bir psikolojik süreci, belli bir tempoyu belirler. Psikolojik zamandaki bu değişmeler ancak gerçek zamanın, yani ontolojik zamanın -ister bilinçli ister bilinç dışı olsun- birincil duyumuyla ilişkilendirildiklerinde algılanabilir hale gelir.
Müziksel zaman kavramına özel karakterini veren, bu kavramın psikolojik zaman kategorileriyle birlikte olduğu kadar bu kategorilerin dışında da doğup gelişmesidir. Bütün müzik, ister zamanın normal akışına teslim olsun ister kendini ondan ayırsın, zamanın geçişi (yani müziğin kendi süresi) ile müziğin kendini belli etmesine yarayan maddi ve teknik araçlar arasında özel bir ilişki, bir tür kontrpuan kurar.

Igor Stravinsky
“Altı Derste Müziğin Poetikası”, Çev: Cem Taylan, Pan Yay., 2000, ss. 25-29 

 

Eki
30
2011
0

Destur Dünya! (Güher Gürmen)

Nasıl çıkacağım buradan?
Kapılar… kapılar kilitli
Dünya çivit bir zindan
Dünya üzerime kilitli
(…)

Güher Gürmen

Şiirin tam metnine https://guhergurmen.blogspot.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.

Eki
30
2011
0

Mavi

(…)Sesin arkeolojisi ancak yakın zamanda mükemmelleştirildi ve sözcüklerin sistematik olarak tasnif edilmesi düne kadar gelişigüzel bir biçimde yapılıyordu. Mavi, sözcüklerin ışıldayan kıvılcımlar saçarak cisimleşmesini, yansımaların parlaklığıyla her şeyi karanlığa gömen ateş şiirini izledi.(…)
Görüşüm iyice sınırlanmış gibi. Hastane bu sabah daha da sessiz. Susturulmuş. Karnımın dibinde sevimsiz bir duygu var. Yenik hissediyorum. Zihnim zehir gibi ama bedenim dökülüyor -karanlık ve harap bir odada çıplak bir ampul. Buranın havasında ölüm var ancak bundan söz etmiyoruz. Ama biliyorum ki bu sessizlik “Hemşire koş! Hemşire yardım!” diye bağıran çılgına dönmüş ziyaretçilerin çığlıklarıyla her an bozulabilir, arkasından koridor boyunca koşuşturan ayak sesleri. Sonra sessizlik.

Mavi, beyazı masumluktan korur
Mavi, yanısıra siyahı sürükler
Mavi, görünür kılınmış karanlıktır
(…)

Derek Jarman
“Mavi” adlı “son” filminden... (1994)

“Mavi”, Nisan Yay., 1995, Çev. Meltem Ahıska

Eki
29
2011
0

Önce kendisi için olanaksız…

“Bir insanın yaşantısı ne anlatılır, ne yazılır. Dünyayı sevmiş ve gezmiş olan bir insanın yaşantısı ise anlatılmaya daha az elverişlidir. Fakat bu insan, eğer içli biri ise, dünyayı dolaşırken mutluluğun ve yoksulluğun bütün derecelerini tanımış ise, o zaman, onun yaşantısının canlı bir görünümünü vermeye çabalamak hemen hemen olanaksızlaşır. Önce kendisi için olanaksız; sonra da onu dinleyecek olanlar için.”

Panait İstrati
“Kira Kiralina” adlı kitabından…

Eki
28
2011
0

Kitaplar… kitaplar… kitaplar ve koleksiyon…

Pazar Mezatı taifesi, bugünlerde, “kitap koleksiyonculuğu ve edebiyat efemerası” adına çok faydalı mübadelelere vesile oluyor. (Örneğin, G. Apollinare ve P. Êluard’ın yaşamına/eserlerine ait efemeraların derlenmesiyle oluşan, 1968 ve 1971 Gallimard baskısı iki önemli kitabı geçen haftalardaki “Pazar Mezatı” organizasyonları sayesinde koleksiyonuma kattım, katabildim.)

Bu haftasonu (30 Ekim 2011 Pazar günü) gerçekleşecek Pazar Mezatı, satış listesini imzalı, ilk basım ve nadir kitaplara ayırmış. Listeyi incelediğimizde edebiyat tarihimiz açısından çok önemli şairlerin, yazarların ilk basım ve imzalı eserlerinin yanısıra, çağdaş plastik sanatlara yönelik albüm ve kataloglar da dikkat çekiyor… (Anlaşılan bu haftasonu kitap koleksiyonerleri için çetin geçecek!)

Kitap koleksiyonculuğundan söz açmışken, koleksiyonumun envanterini çıkarma çalışmalarımda %60 seviyelerine gelmemin (yani işin yarısını aşmamın) mutluluğunu paylaşmak, sanırım, kendimi avutmak açısından yerinde olacaktır. Kütüphanemde yer alan koleksiyon kitaplarımı diğerlerinden ayırmak, tasnif etmek, ekslibris eklemek ve kayıt altına almak, en az koleksiyon yapmak kadar (okumak, düşünmek, araştırmak, takip etmek ve satın almak kadar) zor bir şeymiş meğer… Koleksiyonumun envanteri ve tasnifi açısından -özellikle 1980 sonrası basılan kitap, katalog, albüm, fanzin ve dergilerde- büyük kayıt eksikliklerim var hâlâ… Bu işi ertelememek gerekiyor, ki zaten herkese önerim şudur: Kitaplarınıza değer vermeye başladığınız -hatta kitap okumaya başladığınız- ilk andan itibaren her şeyin kaydını, envanterini ve okuma notlarınızı oluşturun mutlaka. Bu işe sonradan kalkıştığınızda inanılmaz zaman ve emek harcamak gerekiyor. Koleksiyonunuz kapsamında aradığınız kitabın yerini bulamamanız, özelliğini hatırlamamanız, hepsinden önemlisi kafanızda oluşan o “kaybetmek hissi, endişesi” filan da cabası…

Z. Yalçınpınar

1. Hamiş: Ekim 2011’in son günleri itibariyle kitap koleksiyonumun envanterine PDF dosyası olarak şu adresten ulaşabilirsiniz; https://zaferyalcinpinar.com/koleksiyon.pdf

2. Hamiş: Envanter ve kayıt işini tamamladıktan sonra (2012 yılı içerisinde) koleksiyonumda kitapları bulunan yayınevlerine ve işbu don kişotların yayıncılık geçmişine, yayın mizaçlarına, editöryal özelliklerine ilişkin sıkı bir yazı kaleme almayı düşünüyorum.

3. Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “imzalı” ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/imzali adresinden ulaşabilirsiniz.

Eki
28
2011
0

Onun ne olduğunu bilmiyorsan, hiç kurcalama!

(…)Louis Armstrong’a müziğin ne olduğu sorulduğunda, “bunu sorduğuna göre hiçbir zaman onun ne olduğunu anlamayacaksın” dediği; aynı soruyu Pats Waller’ın ise “Onun ne olduğunu bilmiyorsan, hiç kurcalama!” diye cevaplandırdığı bilinmektedir. Bu karşılıklar, Caz müzisyenlerine, eleştirmenlerine ve dinleyicilerine has ortak bir tavrı yansıtmaktadır. Onlara göre, müziğin merkezinde, hissedilebilen ancak açıklanamayan bir şeyler vardır. Özellikle “Swing” tarzı, açıklanamayan bir tür olarak nitelendirilmektedir.
(…) Langston Hughes hakkında şöyle diyor eleştirmen Russel Blankenship: “Modern konuşma tarzı içinde siyah adamın eski acılarını duygulu bir biçimde dile getiren bir Caz şarkıcısı. Birçok şiiri insanın belleğinde, tıpkı akıldan hiç çıkmayan bir Caz parçası gibi, tekrar tekrar çakar.”(…)
(…) Caz’daki en önemli sakınca temcimselleşmedir. (…) Diğer sanat kollarında olduğu gibi, Cazcının da ana amacı derinlik olmalıdır; çünkü insan ve toplum ilişkileri derin ve karmaşıktır. Bu derinlik ve karmaşıklığa tekabül edebilecek olan imkanlar da hazırdır; çünkü bir anlamda bu tür müzik somut değil soyuttur. Yani caz hüzünlü bir kişiden çok hüznün kendisini, sevinçli bir insandan çok sevinci, trajik bir olaydan çok trajediyi, “pathetic” bir durumdan fazla, “pathos”u duyumsatır. Geleneksel müzik belli bir anın düşünceleri, duygulanımları ve heyecanlarının sonucu, ama yalnızca belli bir anla kısıtlı olan, durağan, notaya kesin bağımlı bir müzik türüyken, Caz emprovize bir müzik tarzıdır. Bu durum, Caz’ın klasiğe üstünlüğü olarak değerlendirilebilir. (…)
İngiliz Romantik Şiiri’nin manifestosu niteliğinde olan “Lyrical Ballads”ın önsözünde şiir “güçlü duyguların kendiliğinden taşması” olarak tanımlanır. İşte bu kendiliğindenliğin Caz Sanatı’nda belirleyici bir önemi vardır(…)
Sanatın ne olduğu konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Kimilerine göre sanat yaratma, kimilerine göre yansıtma, kimilerine göre de üretimdir.(…) Konuya asıl ilgi alanı olan Caz müziği açısından bakıldığında, Caz’ın hem yaratma, hem yansıtma ve hem de üretim olduğu görülür.

A. Erdal Göksoy
“Eleştirel Caz Tarihi”, Stüdyo İmge Yay.,1984

Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “Caz” ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/caz-cumlesi adresinden ulaşabilirsiniz.

Eki
27
2011
0

“Bilim ve İktidar” (Nurettin Abacıoğlu)

“Bilim ve İktidar” ilişkileri üzerine Nurettin Abacıoğlu güzel bir kuramsal yazı kaleme almış. Yazıya https://haber.sol.org.tr/yazarlar/nurettin-abacioglu/bilim-ve-iktidar-47750 adresinden ulaşabilirsiniz.

Written by in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) | Etiketler:
Eki
27
2011
0

Santrfor Yaşar Yalçınpınar’ın Fenerbahçe Rozeti

Santrfor Yaşar Yalçınpınar (1914-1998)

 büyükamcamdan babama
babamdan bana
benden de evlâdıma
mirastır bu sevda!

*

Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “Fenerbahçe Spor Kulübü” başlıklı ilgilere https://evvel.org/kara-deryalarda-bir-fenersin adresinden, “Yaşar Yalçınpınar” arşivine ise https://evvel.org/ilgi/yasar-yalcinpinar adresinden ulaşabilirsiniz.

Eki
24
2011
0

Papalagi’nin “benim” dediği şeyler…

(…) Ama Papalagi, bununla kalmayıp yalnızca kendi kulübesinin önünde yetişti diye “Bu palmiye benimdir” diyebilir. Sanki onu yetiştiren kendisiymiş gibi. Oysa palmiye kesinlikle onun değildir, asla. Onu yerden çıkarıp bize uzatan Tanrı’nın elidir. (…)
Bizim dilimizde “Lau” benim demektir, ama aynı zamanda da senin demektir. Oysa Papalagi’nin dilinde bu senin ve benim gibi aynı anlama gelen tek bir söz bile yoktur. Benim olan yalnızca ve tek başına bana aittir. Senin olan ise yalnızca ve tek başına sana. Onun için Papalagi, kulübesinin çevresindeki herşeye “benim” der. (…)
Herkes bilmez çok sayıda “benim”e ulaşmanın hilelerini. Üstelik bir tür cesaret de gerektirir bu iş, ki bu da bizim onur dediğimiz şeyle pek bağdaşmaz. (…)
Papalagi, doğru düşünseydi, elimizle sıkı sıkıya tutmadığımız hiçbir şeyin bizim olmadığını bilmesi gerekirdi. Aslında hiçbir şeyi sıkı sıkıya tutamadığımızı da. (…)
Ama Tanrı, Papalagi’ye korkudan daha beter bir ceza vermiş. Çok az “benim”i olan ya da hiç olmayanlarla, bütün “benim”leri toplayanlar arasında sürüp giden bir savaş sarmış başına. (…) Bu savaş herkese acı verir, yaşama sevincini kemirir. “Sahip olanlar” vermek zorundadırlar, ama hiçbir şeyi vermek istemezler. “Sahip olmayanlar” ise sahip olmak isterler, ama hiçbir şey alamazlar. Üstelik bu “sahip olmayanlar” da ulvi savaşçılar değildir. Ya soyguna geç kalmışlardır, ya beceriksizdirler ya da ellerine fırsat geçmemiştir. (…)
“Elinde tuttuğun her şey senindir!” Bu tür saçma sözlere kulaklarınızı tıkayın ve vicdanınıza sıkı sıkıya sarılın. Her şey Tanrı’nındır.

Göğü Delen Adam (Papalagi)
(Kabile Reisi Tuiavii’nin Konuşması’ndan…)
Çev: Levent Tayla, Ayrıntı Yayınları, 7. Baskı, 2010, ss. 59-71

Hamiş: Samoa dilinde “Papalagi” denince beyazlar ya da yabancılar anlaşılır. Ama “Papalagi”, sözcüğü sözcüğüne çevrilirse “göğü delen” anlamına gelir. Samoa’ya ilk misyoner bir yelkenliyle gelmişti. Samoa yerlileri bu beyaz yelkenliyi ufukta bir delik olarak gördüler, beyaz adamın, yabancının içinden çıkıp kendilerine geldiği bir delik. O, göğü delip gelmişti.

Written by in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) | Etiketler:
Eki
22
2011
0

Dünya Yazarlar Birliği PEN, 90 Yaşında…

Dünya yazarlarının tanışma, tartışma ve dayanışma alanı olan PEN 90 yıldır edebiyatın bütün dillerde gelişmesi, ifade özgürlüğü ve dünya barışı için mücadele ediyor. Gezegende 20 bin üyesi olan bir federasyon.

PEN’in 1921’deki kurucuları arasında George Bernard Shaw, H.G.Wells ve Joseph Conrad yer alıyordu. Uluslararası PEN Başkanları listesinde Alberto Moravia, Heinrich Böll, Arthur Miller ve Mario Vargas Llosa var. Uluslararası Başkan Yardımcıları arasında Margaret Atwood, Nadine Gordimer, Moris Farhi, Kata Kulavkova ve Eugene Schoulgin gibi değerler yer alıyor.

24 Ekim günü 90 yaşını dolduran PEN’in “90 Yıl” etkinlikleri dünyada 2012’de yoğunlaşacak. (www.internationalpen.org.uk)

Uluslararası Yönetim Kurulu şu kişilerden oluşuyor: Uluslararası Başkan John Ralston Saul (Kanada PEN), Uluslararası Genel Sekreter Hori Takeaki (Japonya PEN), Uluslararası Sayman Eric Lax (BD PEN), Sylvestre Clancier (Fransa PEN), Tarık Günersel (Türkiye PEN), Marketa Hejkalova (Çekya PEN), Philo Ikonya (Kenya PEN), Gilwon Lee (Güney Kore PEN), Yang Lian (Bağımsız Çin PEN), Haroon Siddiqui (Kanada PEN).

Dünyanın en eski insan hakları ve yazar örgütü olan PEN’in Türkiye Merkezi 1950 nisanında Halide Edib Adıvar’ın başkanlığında kuruldu. 12 Eylül askerî darbesi üzerine kapanan merkez 1988’de Yaşar Kemal’in başkanlığında hayata döndürüldü. (www.pen.org.tr) PEN Yazarlar Derneği Yönetim Kurulu şu isimlerden oluşuyor: Tarık Günersel (Başkan), Halil İbrahim Özcan (İkinci Başkan), Sabri Kuşkonmaz (Genel Sekreter), Ahmet Erözenci (Uluslararası İlişkiler Sekreteri), Tülin Dursun (Sayman), Mario Levi ve Zeynep Oral.
PEN dünyada tutuklu veya hükümlü olan 900 yazara yardımcı olmaya çalışıyor.

Türkiye’de dört PEN üyesi uzun süredir tutuklu: Mustafa Balbay, Muharrem Erbey, Nedim Şener ve Ahmet Şık.Türkiye PEN Onur Üyesi Dr. İsmail Beşikçi bir yazısından ötürü 1 yıl 3 ay hapse mahkûm edilmiş bulunuyor. Türkiye’de 70 gazetecinin ve daha pek çok aydının tutuklu olması, roman çevirisi nedeniyle dava açılması, yayıncıların baskı altında olması gibi gerçekler Uluslararası PEN’in ve dünya demokrat kamuoyunun gündeminde. PEN 1987’de dünyaya şöyle bir açıklama yapmıştı: “Terör, gerekçesi ne olursa olsun ve kim yaparsa yapsın, ister bir kişi, bir grup veya örgüt ya da bir devlet, kınanmalıdır.”

Bu anlayışla, PEN’in emekleri sürüyor -bütün dünyada, azimle.

Tarık Günersel
PEN Uluslararası Yönetim Kurulu Üyesi ve Türkiye Merkezi Başkanı

Eki
22
2011
0

Boğaziçi Caz Korosu Seçmeleri

Boğaziçi Caz Korosu, gücüne güç katmak için yeni seslerini arıyormuş…

Bkz: https://www.bogazicicazkorosu.com

Written by in: Duyurular, Tartışmalar | Etiketler:
Eki
22
2011
0

DADA, iki çözüm öneriyor…

(…)
DADA iki çözüm öneriyor:
BAKIŞLARA SON!
SÖZLERE SON!
Artık bakmayın!
Artık konuşmayın!

Tristan Tzara

Eki
20
2011
0

“Fortuna” (Tezer Özlü)

(…) Tüm korkularım çamların ardındaki aydınlıktan geliyordu. Aydınlık olmasa gene korkacaktım. Ürkek kollarımı büzdüm. Bacaklarımı tuttum. Duydum. Kırmızı. Şiş gözlerim. Camın ardına bir bakabilseydim. Duvarlar yeterdi bana. Pis duvarları severdim. Gözlerimi onlara dikip, bomboş içlerine salıverirdim kendimi duvarların. Başımı çıkardım yavaşça. Bir sırıttım kendi kendime. Duvarlara baktım ardından. Gülüyorlar mı bana diye. Sessizlik bile durmuştu. İçime çekecek hava da yoktu. Öylesine bir durgunluk. (…) Yeni bir kent. İndim. Ayaklarıma dek baktım. Yerden bir ufak taş aldım.Attım cebime. Kaçtım trenlerinin yanından istasyonun. Dağınık bir kalabalık var demirlerin gerisinde.(…) Cebimdeki taşa baktım. Yerindeydi. Taşı tuttum. Gene duydum. Taşın taş oluşunu duydum. Attım taşı. Dayanamadım. Döndüm. Eğildim. Gene aldım. Severim istasyonları. Akşama değin istasyonun yanındaki merdivenleri indim. Çıktım. Gene indim. Gene çıktım. Gün boşluğunu sundu geceye. (…)

Tezer Özlü
“Fortuna”, Yeni İnsan Dergisi, Mart 1963
(Fortuna, Tezer Özlü’nün yayımlanan ilk yazısıdır.)

Hamiş: “Fortuna” adlı anlatının tamamına https://zaferyalcinpinar.com/fortuna.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.

Eki
19
2011
0

Bir taşbaskı…

Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun bir taşbaskı çalışması (1958)

(Z. Yalçınpınar Koleksiyonu’ndan…)

Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “İmzalı” ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/imzali adresinden ulaşabilirsiniz.

Eki
19
2011
0

Fotoğraf: Oktay Akbal, Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Sabahattin Batur

Oktay Akbal, Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Sabahattin Batur

(Fotoğraflayan ve Evvel Fanzin’e Ulaştıran: Ümit Bayazoğlu)

*

Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “Dağlarca” ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/daglarca adresinden ulaşabilirsiniz.

Eki
17
2011
0

Anadolu…

Sessizliğin Dilbilgisi’ni bilenler,
Hakikat ve anlamla yanmak isteyenler,
Görmeyi öğrenmek isteyenler,
Anadolu’yu anlamak isteyenler,
Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu” adlı filmini izler.

Zy

Eki
17
2011
0

Dağlarca İmzaları ve “Karşı Duvar” Dergisi

Fazıl Hüsnü Dağlarca imzalı bazı kitaplar…
(Z. Yalçınpınar Koleksiyonu’ndan)

*

(…)Dağlarca 1959 yılında İstanbul Aksaray’da Kitap Kitabevi’ni açar. Bu kitabevini açtıktan bir süre sonra kendini bir yere kapatılmış hisseder Dağlarca. Bu duygudan kurtulmak için, şiirle gündelik hayatı ve günceli birbirine yaklaştırma çabasının en somut ürünü olan ‘deneysel’ Karşı Duvar dergisini kurar.
Aynı zamanda Dağlarca’nın kullandığı bir eğitim aracıdır Karşı Duvar. Dergi, yayınevinin büyük vitrinine insan boyunda bir karton yerleştirip, üzerine günün konularıyla ilgili şiirler asmasıyla oluşur. 15 günde bir değiştirilen bu şiirlerin bulunduğu vitrin, geceleri de aydınlatılır.
Karşı Duvar, kısa bir süre içinde büyük ilgi toplar. Gece de aydınlatıldığından derginin önünde günün her saatinde okurlar bulunur. Memet Fuat, Türkiye’nin en çok okunan yayını olduğunu söyler bir konuşmasında.
Dağlarca’nın bir anısı, derginin gördüğü yoğun ilginin en güzel kanıtlarından biridir. Bir gün yaşlı bir adam uğrar kitabevine, “Ben ta Kadıköy’den geliyorum. Derginin üç gün önce değişmesi gerekiyordu, iki kez daha geldim, hâlâ değişmemiş” diyerek şaire sitemde bulunur. Dergiye yazıları yerleştiren kişinin hasta olduğunu, bu nedenle de geciktiğini söyleyen Dağlarca çıkacak sayının şiirlerini yaşlı adama verir. Yaşlı adamın sevinci, Dağlarca’yı çok mutlu eder.(…)

Semiha Şentürk
“Dağ gibi şiirleriyle Dağlarca”, Milliyet Gazetesi, 18 Kasım 2008

Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “Dağlarca” ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/daglarca adresinden ulaşabilirsiniz.

Eki
17
2011
0

Afişler… Afişler… Afişler… (Aslı Yücel)

E V V E L’in sıkı takipçilerinden Aslı Yücel, Wall Street işgali ile çeşitli afişler üzerine kısa bir derleme/değerlendirme yazısı kaleme almış… Yazıya ve afiş görüntülerine https://yaziizleri.blogspot.com/2011/10/wall-streeti-afislerle-isgal-et.html adresinden ulaşabilirsiniz.

Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan Sokak Sanatı ilgilerine https://evvel.org/ilgi/duvarda adresinden ulaşabilirsiniz.

Eki
17
2011
0

DADADArkaoDADA (21 Ekim 2011)

21 Ekim 2011 Cuma
Kadıköy’de, Arkaoda…
DADADA…

 

Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “dada” ve “gerçeküstücülük” ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/gercekustu adresinden ulaşabilirsiniz.

Eki
17
2011
0

Ece Ayhan ve Dağlarca

Yukarıdaki fotoğraf 90’lı yılların sonunda Öküz Dergisi’nde yayımlandı.
Dağlarca ve Ece Ayhan, Kadıköy’de (Dağlarca’nın evine çok yakın olan Hayat Cafe’de buluşmuşlar.) Buluşma sakin ve olumlu geçmiş… Bu kareyi Hatice Meryem fotoğraflamış… (Zy)

Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan Ece Ayhan ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/ece-ayhan adresinden ulaşabilirsiniz.

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com