İllüstrasyon: Ertuğ Uçar
Kuleden görünenler gözlerinin;
kulenin içi bedeninindir.
(…)Fener sekiz kattan oluşur. Kuleye taş örgüsünün iyice genişlediği zemin kattan girilir. Çelik merdivenler önce erzak deposuna, sonra yakıt katına, ve daha sonra genel bakım için korudukları alet edevatı koydukları atölye katına ulaşır. Beşinci katta yatakları ve banyoları bulunur. Altıncı katta yaşarlar. Küçük bir mutfak, üç küçük koltuk ve daracık cama yanaştırılmış tahta bir masa vardır. Yedinci katta feneri çalıştıran mekanizma, sekizinci katta ise fener vardır. Balkona yedinci kattan çıkılır.
O şimdi “lokal” diye adlandırdıkları altıncı katta. Hava mevsime uygun şekilde durgun. Pencerenin yanındaki tahta masaya dirseğini dayamış eli çenesinde dışarı bakıyor. (…) Gözlerini dışarıda pencerenin sağından soluna doğru ilerliyor gözüken denize değil de pencerenin çerçevesine sabitlerse arkadaki her şey iyice bulanıklaşıyor. Bugünkü gibi gökyüzü ve denizin renklerinin birbirine döndüğü havalarda çerçevenin içine sadece mavileri kırpışan bir gri hâkim oluyor. O, gözlerini çerçeveye sabitleyip dışarı bakıyor. O, bunu yapmayı çok seviyor. O aslında tam da şimdi çok konuşmak istiyor. Saatlerce kâğıt oynayıp tek bir laf etmeyen, günler boyu hiç ses çıkarmayan adam, kıpırdamadan seyredip durduğu dalgalar ve gidiş yönleri hakkında, çerçevenin içinden beyaz kuşlar hakkında, çerçevenin yukarısını kaplayan şu bulut hakkında konuşmak istiyor. Bazı dalgalar köpük taşıyor. Bazı beyaz kuşlar denize değecek kadar alçak uçuyor. Bulut çok ilerilere yağmur bırakıyor. O, bunları anlatmak, duvara asılı şu resim hakkında diğerleriyle sohbet etmek istiyor. Her gün aynı noktada aynı duruşta seyrettiği bu manzara parçası onu çok etkiliyor. Bu bir metre karelik fotoğraf durmadan değişiyor.Her gün aklına kazıdıklarını, bir sonraki gün göremiyor. Resme bir köşeden giren bulut çıkmak bilmiyor bazen. Ufuk çizgisi yok oluyor kimi gün. Deniz göklere yükseliyor, gökyüzü kulelerinin dibine iniyor. Kuşların dengesi bozuluyor. Konuşacak ne çok şey oluyor bu fotoğrafın önünde. Kafasında hiç aşina olmadığı bir tasvir etme isteğiyle aynı dalgalara her gün değişik isimler, aynı denize her gün değişik sıfatlar buluyor… ve ne zaman ona da garip gelen bir şekilde gevezelik etmek istese diğer ikisi bu masadan uzakta oluyor. (…)
Ertuğ Uçar
“Yalnızlığın 17 Türü”, Alef Yayınevi, Mart 2007, 1. Baskı, ss. 8-9
Önemli Not: Son yıllarda okuduğum en sıkı öykü kitabının Ertuğ Uçar tarafından kaleme alınan “Yalnızlığın 17 Türü” olduğunu söylemeliyim. Edebiyat oligarşisi tarafından piyasalandırılan ve Bakanlık’tan para desteği alan şu “vasatî edebiyat ortamı”nda gerdan kırarak gezinen “ödüllü öykü yazarları”nın hemen hemen hepsine “Sizin ve sizin gibilerin daha kırk bin fırın ekmek yemesi gerek!” dercesine güçlü Ertuğ Uçar’ın imgelemi! Uçar’ın metinleri, zihnimde, Sait Faik’le özdeşleşen bir duygudurumun oluşmasını sağlıyor. “Öykülemeci anlatım” türünün alan derinliği göz önüne alındığında Ertuğ Uçar’ın “gerçek bir zirve”ye doğru hareket ettiğini görüyoruz. Belki de zirveye ulaşmıştır bile… (Zy)