94.9 Açık Radyo’da Açık Dergi Programı kapsamındaki Yer6 Hafıza bölümünde bu hafta, “özgür neşriyatların niteliği ve niceliği” çerçevesinde karşı karşıya olunan “endüstrileşme” tehlikesinden, “denizaltı edebiyatı”ndan ve elbette Evvel Fanzin ile 491’in öyküsünden söz etmek, söyleşmek üzere Zafer Yalçınpınar konuğumuz olacak.
Programa Kolektif’ten Zeynep Rojda Güvenç, Janset Karavin katılacak.
Program 4 Mart Cuma akşamı 19:10‘da, 94.9 Açık Radyo‘da.Not: Açık Radyo podcast kanallarından Yer6 Hafıza’nın kaçırdığınız geçmiş yayınlarının tümünü dinleyebilirsiniz…
YER6 HAFIZA
PROJE EKİBİ
02
2011
4 Mart Cuma, 19:10’da, Açık Radyo’da…
27
2011
491’e 11: “Seslidir!”
491’e 11!
“Yaşadım” diyebilmen için…
https://zaferyalcinpinar.com/491onbir.pdf
*
Yokoluşlarının ağıtını yazan o kifayetsiz muhterislerle senin ilgilenmeyişinin 2010’lardaki yüzüdür 491…
DÖRTDOKUZBİR “Evvel Fanzin” cakasıdır ve Kadıköy tribidir.
Bundan böyle 491, seslidir… Ses ver!
491‘in tüm sayılarını https://zaferyalcinpinar.com/491.html adresinden indirebilirsiniz. (E-posta: dortdokuzbir@gmail.com)
26
2011
Canım Kızım, Gördüğüne Sakın İnanma! (Mete Sancaktaroğlu)
Mete Sancaktaroğlu’nun “Gördüğüne İnanma!” başlıklı sergisini dün ziyaret ettim. Sancaktaroğlu, kitle medyasının bilindik fenomenlerini defter sayfalarında redakte ediyor. Sıkı bir “görüngü eleştirisi” olarak içselleştirdiğim bu sergiden çok etkilendiğimi de özellikle söylemeliyim. Sergide, kitle medyasından alınmış kupürler ve söylemler, “gerçek” düzlemine getirilmek adına defter sayfalarına mıhlanmış. Sancaktaroğlu, kitle medyasına hâkim görüngülerin emeğe, adalete, gerçeğe, sanatsal imgeye, şiirselliğe ve ideolojik bilgiye olan uzaklığını eserleriyle eleştirel bir biçimde düzeltiyor. Ben, Sancaktaroğlu’nun defterlerini, 2000’lerde öne çıkarılan ve kitlelere tüketim unsuru olarak sunulan çeşitli bileşenlerin hem tipolojik hem de sosyolojik bir “söylem analizi” olarak okuyorum ve bu kapsamda sergiyi ziyaret etmenizi öneriyorum. Sergi, 9 Mart’a kadar Kadıköy – KargART’ta devam edecek… (Zy)
24
2011
Her şey bir boşluk bırakır. (İlhan Berk)
(…)
Bilinmez. Bilinen ki
Bilinmeyende yitirir kendini
(…)
Arkamdan başını kaldırıp
Bakmıştı yol.
(…)
Her şeyin bir yüzü vardır
Kısa bir süre
Hem aşk da karanlıkta kalabilir
Her şey bir boşluk bırakır
(…)
İLHAN BERK
“Çiğnenmiş Gül”, Y. Hazırlayan: Gonca Özmen, YKY, 2011
Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan İlhan Berk ilgilerinin tümüne https://zaferyalcinpinar.com/blog/?tag=ilhan-berk adresinden ulaşabilirsiniz.
22
2011
Lou Qing, sanatorium’da…
Luo Qing
Sanatorium Sivil Sanat İnisiyatifi
11 Şubat – 12 Mart 2011
Sanatorium Sivil Sanat İnisiyatifi, 11 Şubat – 12 Mart 2011 tarihleri arasında Çin güncel sanatının önemli temsilcilerinden biri olan ressam Luo Qing’in yapıtlarına ev sahipliği yapıyor.
Günümüzün kaotik toplumunda bireyin kapıldığı umutsuzluğu çarpıcı bir şekilde tablolarına yansıtan Qing, izleyicilere gerçeklikle fantezi arasında duran bir seyir sunuyor. Güncel zamanlara dair bir zihin ve ruh haliyle yola çıksa da sanatsal algısını modernizmle postmodernizm arasında bir noktada konumlandıran sanatçı, yapıtlarında, modernist dönemden günümüze geçişte insanlığın yaşadığı bunalımı, âdeta umudun yok olduğu bir uçurumdan betimliyor.(…)
22
2011
Sıkı Sergi: “Yeni Eğlenme ve Dinlenme Biçimleri”
Nazım Hikmet Richard Dikbaş
“Yeni Eğlenme ve Dinlenme Biçimleri”
GALERİ NON /28 Ocak – 12 Mart 2011
Dikbaş’ın “Yeni Eğlenme ve Dinlenme Biçimleri” adlı sergisi dış çevre algısının muhtemel çöküşünü duyuruyor ve içsel algıda yeni bir aydınlanma döneminin başlangıcını müjdeliyor.
Sergide yer alan bazı eserlerin görüntülerine ve ayrıntılı bilgiye https://galerinon.com/tr/nazim-hikmet-richard-dikbas-2 adresinden ulaşabilirsiniz.
22
2011
Açık Hava
Anita Sezgener ile Uygar Asan’ın AÇIK HAVA şiir ve nod deneyimleri…
Malone’dan bu yana sıkı, çok sıkı…
Açık Hava’da “Fiona Banner”
15
2011
İkinci Yeni ve İmgelemin Özgürleşmesi (Z. Yalçınpınar)
Başlarken, “İkinci Yeni” şiirinin günümüzdeki işlerliğini ve imgesel akışkanlığını araştırdığımız bu ankete katılanlara müteşekkir olduğumu ifade etmek istiyorum. İkinci Yeni’nin imgeselliğinin uzam içerisindeki salınımı ile hem okuyucu, hem de yazar-şair nesilleri boyunca süren içselleştirilme veya dışlanma biçimleri benim için her zaman bir merak, ardından da araştırma gayreti olmuştur, olacaktır. Farklı kuşaklardan farklı katmanların İkinci Yeni’nin imgesel devinimine olan inancı, İkinci Yeni şairlerinin işaret ettiği “evren tasavvuru”na her geçen gün daha hızlı bir şekilde yakınsadığımızı doğrulamaktadır.
Türk şiirinde İkinci Yeni, imgelemin özgürleşmesine odaklanan tek şiir akımıdır. Dilin yapıtaşının sözcükler olmadığı “hakikati”, İkinci Yeni akımının şiirselliğiyle birlikte edebiyatımıza mıhlanmıştır. İmgelemin özgürleşmesi yönündeki bir tasavvur, sözcüklerin belirli bir ‘t’ anındaki sözlük anlamının ön-kabulüyle ya da sözlü kültürün “zihinsellik taşımayan” dolaşımına odaklanarak gerçekleşemeyecektir. İkinci Yeni şairlerinin (hepsinin) bu durumu fark ettiği aşikârdır. İkinci Yeni’ye göre dilin yapıtaşı “imge”dir. İkinci Yeni şairleri, “anlam”ın ve duygu durumların dil içerisindeki özgürlüğünü imgesel bir mesele olarak ele almışlardır. Özgür imgelem dediğimiz şey, anlatı derlemlerini ancak ve ancak şiirsel uzamda oluşturur. Şiir dili, özgürlüğün belirleyicisi ve ateşleme mekanizmasıdır. İkinci Yeni şairleri şunu söyler gibidir: Özgür olmayan bir dille özgür olan bir imgelemi işaret edemezsiniz. “Anlam”ın İkinci Yeni şiirlerinde yer alan biçemi, denizin karanlığındaki bir çakarın yanıp sönen ışığına benzer. Bu aksak yapısı sezgisel ve devasa bir özgürlük alanı (alan derinliği) içerisinde kendisini kurgulamasından, yoğurmasından kaynaklanmaktadır. İkinci Yeni’nin imgesel imkânları “şiirin her yerde olduğu, olabileceği” öncülü üzerine kuruludur. İkinci Yeni’nin poetikası, her taşın altına bakmaktadır. Aksak anlam, sezgisel alan derinliği ve imgenin özgürlüğünü gözetmek gibi nedenlerle İkinci Yeni şairleri, dizelerinin çoğunu şiirsel diyebileceğimiz -uçsuz bucaksız, sınırsız- “imgesel önermeler” dizgesi şeklinde anlamdan bağımsız, çağrışımlarla parçalı bir şekilde yazmışlardır. Temelde, “güvercin curnatası” da “anlaşılmayacak olan kanatsızlık” da “ağır olan ve uçamayan bay düzyazı” da “perçemli sokak” da “taş uçak” da bu önermelerin imgesel özgürlüğünü işaret eder. (Bu noktada şiir ve felsefe ilişkisi açısından, Wittgenstein’a ait şu iki söylem önem kazanıyor: 1-Gerçeğin yapısını dilin yapısı belirler. 2-Felsefe, şiir diliyle kurulmalıydı.)
Türk şiirinin Sanayi-i Lafziye’den kurtulup özgür imgelem yoluna yönelmesinde, İkinci Yeni’nin sezgisel alan derinliğinin, imgeyi dilin yapıtaşı olarak görmesinin ve “evren tasavvuru”nu biçimlendiren şiirsel önermelerin tek bir “kırılma noktası”nda birleşmesi, devasa bir önem taşımaktadır. Yazının başından bu yana ifade etmeye çalıştıklarımla koşutlayarak şunu söyleyebilirim:— Eğer biri çıkıp, Türk şiirinde, İkinci Yeni akımını ve imgeselliğini yok sayıyorsa, o kişinin imgeleminin özgür olmadığı ya da imgelemin özgürlüğüne karşı olduğu aşikârdır. Bu durum (biçim, söylem açısından değil de muhteva ve töz açısından bakıldığında) o kişinin, günümüzde, şiir yazamayacağını ve hatta yazılan “yeni” şiirleri de okuyamayacağını gösterir.
İkinci Yeni poetikasının günümüzdeki işlerliği, günümüz şairleriyle İkinci Yeni şairlerinin etkileşimi gibi karmaşık bir konuyu biraz olsun aydınlatabilmek için sorduğumuz sorulara, her kesimden ilginç cevaplar geldi. Gelen cevapları ve ankete katılanların konuya yaklaşım biçimlerini niteliksel olarak incelemeye, tüm söylemlerin özüne nüfuz etmeye, onları kavramaya çalıştım önce… Ancak özellikle de “poetika” söz konusu olduğunda -tüm gayretlerime rağmen- nitel ve nicel yaklaşımların çoğu geçersiz bir biçim alıyor. Bunun nedeni cevapların bulanık olması ya da soru tasarımlarının eğri/tutarsız olması değil. Bu analitik zorluğun kök nedeni; İkinci Yeni şairlerinin kullandığı imgesel imkânların ve anlatı yerlemlerini kurdukları sezgisel alan derinliğinin ancak (sadece) kendisine benzeyen bir sezgisellik ya da imgesellik aracılığıyla “dile getirilebilir” olmasıdır. Bu durum -İkinci Yeni’yi yok sayanları da kapsayacak kadar ilginç bir biçimde- İkinci Yeni’nin “yaşadığının”, “yaşayan dili etkilediğinin” ve “geleceğe uzandığının” en basit kanıtıdır. (Örneğin Ece Ayhan’ı ve Turgut Uyar’ı eleştirmeye ya da incelemeye çalışanların bir anda bu iki şairin imgesel diliyle konuşmaya, yazmaya başladığını, o dilin sezgisel alan derinliğinde kaybolduklarını görürüz çoğunlukla.) Zaten, modern şiirde de böylesi bir kısıt vardır: Bir müzisyenin bestesini -kolaylıkla olmasa da- eleştirel yazı dili aracılığıyla ele alabilirsiniz, bir ressamın tablosu, bir sinema filmi de yazı dili aracılığıyla düşünülebilir, eleştirilebilir ancak bir şiir akımı “yazı dilinin eleştirel retoriği”yle incelenemez. Hele hele “imgelemin özgürlüğü” yönünde biçimlenen devasa bir “evren tasavvuru” olarak İkinci Yeni’yi, “mantıksal düzyazı dilinin coşkusuz sınırları”nda incelemek ya da niceliksel bir “sayı/oran/sıklık” durağanlığında tartmak mümkün değildir. İkinci Yeni’yi “unsurlarına ayırmak” gibi bir endüstriyel yapısalcılığın da bugüne kadar bize tutarlı sonuçlar vermediği -yani tutmadığı- aşikârdır.
Sonuçta, İkinci Yeni şiirini “bir sokağın çıkmazlığı” düzleminde -böylesi bir aptallıkla- incelememek, aksine, İkinci Yeni’yi bir özgürlük düzleminin alan derinliği olarak görmek bana kıvanç veriyor. Her zaman şunu söylerim:— İkinci Yeni, işimize bakmak değildir; ‘göğe bakmak’tır. Bu yüzden anket cevaplarına ilişkin izlenimlerimi okuyucuya -kolaylıkla tüketeceği- ‘çıkarımlar’ olarak sunmamaya karar verdim. Çünkü anket sorularına verilen cevapların bütününü okuyan başka birisi farklı çıkarımlara ulaşabilir, farklı şeyler sezebilir. Tıpkı İkinci Yeni şiirinde, şairlerinde olduğu gibi… Üzerinde karar kıldığım ve anket sonuçlarıyla birlikte dile getirmek istediğim tek bir “görgü” var:—
“İkinci Yeni şiir akımı imgelemin özgürleşmesi yolunda geleceğe uzanmaktadır. İkinci Yeni’nin imlediği ‘evren tasavvuru’nu, geleceği biçimlendirme gücüyle birlikte düşündüğünüzde, onun diğer her şeyden daha canlı olduğunu görürsünüz.”
Zafer Yalçınpınar (Zy)
13 Şubat 2011, Pazar Sabahı
Hamiş: İkinci Yeni Şiir Akımı 2011 Anketi’ne verilen yanıtlara https://zaferyalcinpinar.com/ikinciyeni2011.pdf adresinden ulaşabilirsiniz.
13
2011
Ernst Bloch’dan…
Ernst Bloch adına inşa edilen “İlke ve Anıt” heykeli…
Tan Dergisi’nin Eylül 1982’de yayımlanan 5. sayısında Ernst Bloch‘dan sıkı metinlere/fragmanlara rastladım. Experimetum Mundi’den bazı önemli metinler (prelüdler) ile “Utopia ve Madde” adlı konferans episodunu Oruç Aruoba çevirmiş… Metinlere https://zaferyalcinpinar.com/bloch.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.
Hamiş: “Ernst Bloch kimdir?” diyenler şu adrese bakabilirler; https://tr.wikipedia.org/wiki/Ernst_Bloch
11
2011
“simplex sigillum veri”
(…)
5.453 Mantığın bütün sayıları haklandırılabilir olmalıdır.
Ya da daha doğrusu: Ortaya çıkmalıdır ki, mantıkta hiçbir sayı yoktur.
Hiçbir üstünlüklü sayı yoktur.
5.454 Mantıkta hiçbir yanyanalık yoktur, hiçbir sınıflandırma olamaz.
Mantıkta daha-genel daha-özel olamaz.
5.4541 Mantıksal sorunların çözümleri yalın olmalıdır, çünkü bunlar yalınlığın ölçütünü koyarlar.
İnsanlar yanıtları -a priori- simetrik olarak içine kapalı, tam ve düzenli bir kuruluş içinde birleşen bir sorular alanının olması gerektiğini hep sezinlemişlerdir.
İçinde şu tümcenin geçerli olduğu bir alan: simplex sigillum veri.
Ludwig Wittgenstein
“tractatus logico-philosophicus”, Çev. Oruç Aruoba, YKY, 3. Baskı, s.107
06
2011
Günsüz Günce’den… (İlhan Mimaroğlu)
(…)Doğumunun 70. yılını kutlamak için verilen bir konserde Leonard Bernstein’in bir şarkısı sunulacaktır. Soprano Dawn Upshaw ile piyanist Lukas Foss çıkarlar sahneye. Ama, bakarlar ki, şarkının notaları unutulmuş. Kös kös dönerler geri.
Böylece müzik, “Oh olsun! Canıma değsin!” demiş oluyor belki de.
Çünkü şarkının adı “müzikten tiksiniyorum” anlamına geliyor: “I Hate Music.”
Düşündürdü bu ad beni. Senfoni gibi, konserto gibi bir beste türüne, yeni bir türe yaraşık bence. Bir dizi beste yapabilirim bu adla. Ya da eskilerinin adlarını o yolda değiştiririm: Müzikten Tiksiniyorum No. 1, Müzikten Tiksiniyorum No. 2, Müzikten Tiksiniyorum No. 3…
Müziği severek yazmakla sevmeden yazmak arasında bir ayrılık var mı? Bilmiyorum. Her yaptığımı doğallıkla yaparım. “Elma ağacının elma vermesi gibi.” Sever mi elma ağacı verdiği elmaları?
Ama günün birinde, kuruduğunu çürüdüğünü görürse elmalarının, tiksinmeye başlar belki elmadan da, elma ağacı olmaktan da?
Suç elmanın mı? Değil.
Ananasın da değil.
Ece Ayhan, “Müzik Tarihi” kitabımın üçüncü baskısı üzerine Gergedan dergisine yazdığı bir yazıda “…müziğe sırılsıklam aşık olduğu belli…” diye söz ediyor benden.
Buz gibi havalarda sırılsıklam kaldığımı biliyorum. Kurutmaya çalışıyorum kendimi şimdi. Tangonun dediği gibi:
“Senin gezdiğin yerlerde gezmiyorum;
Senin geçtiğin yerlerden geçmiyorum.”
Bir besteciden söz ediliyordu. Yazdığı parçaların notalarını duvar kâğıdı diye kullanıyormuş.
Ali Sirmen anlatmıştı: “Kemanımı yakıp da ateşinde patlıcan kızartabilsem,” dermiş Sadi Işılay.
Bana sorarsanız, o besteci için de, Sadi Işılay için de suç ananasta değildi.
Niye ananas?
Arjantin’in o korkunç günlerinde, binlerce insanın ortadan yokolduğu yıllarda, bir genç kadını da alıp götürürler. Bir zindana atarlar, yokolanlardan birkaçıyla birlikte. Derken, güvenlik görevlisi iki üç kişi girer zindana. Aralarından birinin bir elinde koskoca bir pala, öbür elinde de bir ananas vardır. Bir taşın üzerine koyar ananası. Sonra sallar palasını, zindana tıkılmışlardan birinin kafasını uçurur. O kanlı palayı bir de ananasa vurur; kestiği parçayı ağzına atar. Gene savurur palasını , birinin daha kafasını uçurur; kanları damlayan palayla ananastan bir paça daha kesip yer.
Kadın gerçi bir süre sonra zindandan kurtulmuş ama, nerede ananas görse büyük bunalımlar geçiriyormuş. Yaşantılarımın böylesine bir yoğunlukla korkunç olduğunu söyleyecek kadar duyarlıksız değilim. Ne ki, bir kıyaslama söz konusuysa, yaşantı diye, terazinin öbür kefesinde, bunca yılın birikimi var.
Gene de, biliyorum, suç ananasta değil.
(…)
Gergedan’ın 10. sayısında Ece Ayhan’ın, o yakınlarda yayınlanan “Müzik Tarihi” kitabımın üçüncü basımıyla ilgili gözlemlerini, anılarını, düşüncelerini sunmuş olmasına sevindim.
E. Ayhan’ın, yazısının başında değindiği bir konu üzerinde görüşlerimi belirtmek istiyorum.
“İlhan Mimaroğlu, ABD uyrukluğuna gitmeden önce Türkiye’de ilginç bir müzik eleştirmeniydi…” diyor Ece Ayhan. İlginçliğimi yitirmemiş olduğumu umarım ama, özellikle üstünde durmak istediğim şu “ABD uyrukluğu” konusu. Ece Ayhan’ın ABD uyrukluğuna “gitmek” ile “geçmek” arasında bir ayrım gözetmiş olduğundan kuşkum yoksa da, yanlış anlaşılma olabilirliğinin önleme amacıyla, ABD uyrukluğuna geçmemiş olduğumu, geçmeye de istekli olmadığımı kesinlikle belirtmek isterim.
Doğumla edinilen uyrukluk, bilinç ve bulunç kaygılarıyla bağlantısız bir uyrukluktur; demek oluyor ki, bir seçeneksizlik durumudur. Yılların ilerlemesiyle, Belirttiğim kaygılar gelişedurduğunda, uyrukluk değiştirme yolunda bir seçenek koşulu da ortaya çıkabilir. Oysa benim için, varmış gibi görünüyorsa da, böyle bir seçeneğin gerçek koşulu yok.
Bunca yıldır yaşadığım, kendimce önemli yönleriyle çok iyi tanıdığım bir ülke olan Amerika, uyrukluğunu seçmek istediğim bir ülke değildir.
Öyleyse neden bir başka ülkede yaşamıyorum ve o ülkenin uyrukluğuna geçmiyorum? Çünkü öyle bir ülkenin varolmadığını biliyorum. Hep dediğim gibi, heryer, herbir ülke, uzaklaşılması, kaçılması gereken bir yerdir. Ne ki, kaçacak, sığınacak yer yok.
Ama soruyu bir kez de soyutluğa yönelen bir salt görüşe soralım: Yok mu uyrukluğunu seçmek istediğim bir ülke gerçekten?
Bugün yok, ama birgünler vardı. Doğduğum ve çocukluğumu, ilk gençliğimi geçirdiğim yılların Türkiye’si. Böylece, seçmeden edinmiş olduğumu bir uyrukluk, bu yolda bir seçeneğin bilinci ve buluncu açısından, seçebileceğim tek uyrukluk oluyor. Bu da, en azından, ne idiysem, ne olmuşsam, öyle kalmamı gerektiriyor.
Ölümlü yapıtlar arasında da ölümlü kişiler gibi yaşayanlar var: hiç ölmeyeceklermiş gibi.
İlhan Mimaroğlu
Günsüz Günce, Pan Yayınları, 1.Baskı, 1989
Hamiş: İşbu alıntıları Evvel Fanzin’e ulaştıran, Khalkedonista taifesinden Emin Karabal’a teşekkür ederiz.
01
2011
491’e ON!
491’e on!
“Ey susku…”
https://zaferyalcinpinar.com/491on.pdf
*
Yokoluşlarının ağıtını yazan o kifayetsiz muhterislerle senin ilgilenmeyişinin 2010’lardaki yüzüdür 491…
DÖRTDOKUZBİR “Evvel Fanzin” cakasıdır ve Kadıköy tribidir.
491‘in tüm sayılarını https://zaferyalcinpinar.com/491.html adresinden indirebilirsiniz. (E-posta: dortdokuzbir@gmail.com)
25
2011
Wittgenstein’ın Yeni Yöntemi
Wittgenstein’ın yeni yöntemi, önceki dönem felsefesindeki dil eleştirisini kendi kendisine uygulamaya başlamasıyla gelişmiştir. Önceki dönem eleştirisinin ardındaki dil kuramı olgu söyleminin özüne ilişkin küçük bir sezgiler öbeğiyle temellenmekteydi. Bu sezgiler içerik taşıyan zorunlu doğruluklar olarak düşünülmekteydi. Fakat, içerik taşıyan zorunlu doğrulukların önceki dönem dil kuramı içine nasıl yerleştiğini ya da bunların daha başlangıçta nasıl kurulmuş olduklarını görmek güçtü. (…) Yeni yöntem üzerine şimdiye değin söylenen şeyler, kökeninden anlaşılacağı gibi deneysel olduğu, tikel olguya büyük bir saygı gösterdiği ve bir bilimden çok sanatı andırdığıdır. Bilimden çok sanatı andırışının nedeni, tikel durumlardaki ince ayrımların herhangi bir kuramda değil, gerçek dilsel uygulamaların özenli betimlemelerinde ve göz kamaştırıcı örnek düzenlemelerinde sunulabilişidir.
David Pears
“Wittgenstein”, Çev: Arda Denkel, Afa Yay, 1985, ss. 107-108
24
2011
Kış Adası’ndan…
Gece: “Ada göründü!”
*
“Ağlar”
*
“Üşüyen”
*
Fotoğraflar: Zy
Ayrıca bkz: https://zaferyalcinpinar.com/kendinianlatan/kendinianlatan.html
15
2011
Şiirin Amacı (P. Valéry)
(…)Şiirin amacı, şairin içinden geçen anlaşılabilir olayları okuyucuya aktarmak değildir. İstenilen, okuyucuda bir ruh hali yaratmaktır, öyle bir ruh hali ki, anlatılması, tuhaf bir şekilde ve yalnız o hali yaratan söze bağlı olsun.
Paul Valéry
Çev: Oktay Rifat
15
2011
Akıl ve Şiir (Oktay Rifat)
(…) Arı hareket (mobilité pure), arı süreklilik (continuité pure), canlının yaratıcı gelişimi (évolution créatrice) akla sığmaz. Aklın süreklilik, hareket dediği şey, ister istemez, sinema şeridindeki süreklilik gibi, birbiri ardına dizilen hareketsizliklerden meydana gelir. Aklın canlı cansız, gerçeği bütünüyle kavraması için, içgüdünün gelişmesinden meydana gelen sezgi (intuition) ile tamamlanması gerekir. (…) Bergson, içgüdüyle ilgili düşüncelerini şu cümle ile özetliyor: “öyle olaylar vardır ki, yalnız akıl arayabilir bunları, ama kendiliğinden bir türlü bulamaz, yalnız içgüdü bulabilir, ama içgüdü de hiçbir zaman arayamaz.” (…)
Duygu, akıl dışı bir olaydır. Bilinir, duyulur, ama anlatılmaz. Fransızca deyimiyle intelligible değildir, anlama sığmaz. Ama şu var ki, şairler, duygularını akıl diline çevirerek anlatmaya çalışırlar. Daha doğrusu, akıl dilinde, duygularına bir karşılık bulurlar. Buna, duygularını dillendirirler de diyebiliriz.(…)
Oktay Rifat
Yeditepe Dergisi, 28 Şubat 1959
11
2011
Aklın dışından, daha canlı, duyuma daha yakın… (O. Rifat)
(…)Bizde anlamsız şiir deyince, bir şey söylemeyen, bir şey anlatmayan şiir sanılıyor. Olur mu öyle şey! Bir şey anlatmamanın en kestirme yolu susmaktır. Her ağzını açan, ister istemez, bir şey anlatmak sorumluluğunu yüklenir. Anlamsız şiir, bir şey anlatmamak şöyle dursun, bize anlamlı şiirin anlatamadığı şeyleri anlatıyor, bizi insandan uzaklaştırmak şöyle dursun, bize insan gerçeğinin, dış gerçeğin ta kendisini vermeye çalışıyor. Bugünkü şiir, gerçeği yakalamak peşindedir. Diyeceksiniz ki gerçeğe ulaşmanın bir yolu var, o da akla başvurmak. Bilim için belki doğru olan bu söz, şiir için doğru değildir. Çünkü şiirin aradığı, gerçeğin başka bir yönüdür. Şiir, gerçeği, heyecan veren yönüyle arıyor.
(…)
Bugünkü anlamcılar da bir bakıma gerçeküstücüler gibi yanılıyor, bilimsel bilgiyle, şiirsel bilgiyi birbirine karıştırıyorlar, bu iki kolu ayırt etmek istemiyorlar. Georges Mounin adındaki eleştirmeci, şiirsel bilgiyi, heyecana dayanan bilgi (connaissance émotionnelle) olarak tanımlıyor. Gerçek karşısında duyulan heyecan şiirin konusudur. Eski şair, bu heyecanı duyuma aykırı bir şekilde aklında dondurarak, akıl yoluyla anlatırdı. Bugünkü şair bu heyecanı gene aklın ışığında, ama aklın dışından, daha canlı, duyuma daha yakın olarak vermeye çalışıyor.(…)
Gerçeğe ışık tutmakta gösterdiği başarı yeni şiirin erdemlerinden biri. Daha başka erdemleri de var yeni şiirin.
Oktay Rifat
Yeditepe Dergisi, 8 Aralık 1958
“Perçemli Sokak” adlı kitabının yayımlanışının ardından…
02
2011
491’e DOKUZ!
491’e dokuz!
“Eşyaya benzeme, insan ol!”
https://zaferyalcinpinar.com/491dokuz.pdf
*
Yokoluşlarının ağıtını yazan o kifayetsiz muhterislerle senin ilgilenmeyişinin 2010’lardaki yüzüdür 491…
DÖRTDOKUZBİR “Evvel Fanzin” cakasıdır ve Kadıköy tribidir.
491‘in tüm sayılarını https://zaferyalcinpinar.com/491.html adresinden indirebilirsiniz. (E-posta: dortdokuzbir@gmail.com)
02
2011
“Şiiri görmeyi gerektiren bir yöntemdir bu.” (İlhan Berk)
Bir yerde, Mısırkalyoniğne’yi okurken, “Bu şiirleri anlamaya çalışmayın, bir denize bakar gibi bakın. Denize bakmaktan ne anlıyorsunuz? Buna da öyle bakın” demek gereğini duymuştum. Böyle deyişimin bir nedeni var: Okuyucunun anlamak isteğine karşı çıkmak.(…)Boşluğun özel bir yeri var o kitapta. Buna ben boşluğun dili diyorum. Bunun anlaşılması ise salt göze bağlıdır. Söz gelişi, birisine okunmaz. Şiiri görmeyi gerektiren bir yöntemdir bu.(…) Böylece, Mısırkalyoniğne, ilk anda bir şiirden duyulan kıvancın (ben buna duyurma demek isterim) yerine, bakış’ı koyuyor. (20 Mart 1958)
İlhan Berk
“El Yazılarına Vuruyor Güneş”, YKY, 1992, s.44
19
2010
“Sadece şiir değil, her şey bir ‘lirik birim’ taşır içinde.” (Turgut Uyar)
(…)
Kendi şiirim üzerine “retorik” geliştirmek zor hatta imkânsız ama şöyle söyleyeyim; şiirin kendi sesi, özgün şairin kendi bulduğu sestir. Bununla birlikte, ne kadar özgün olunursa olunsun, her şiir anlayışı yaygınlaştığında kaçınılmaz bir biçimde kendi retoriğini de alttan alta bile olsa kurar.
(…)
Evet, her kuşak şairaneliği yerer ve kendisi bir şairanelik kurar. Örneğin bizim kuşağımız şairaneliğe karşı olduğu için şairane olmadığını sanıyordu. Oysa şairaneydi ve onun şairaneliği de imgeye çok fazla yaslanmak oldu…
(…)
Sadece şiir değil, her şey bir “lirik birim” taşır içinde. Benim için önemli olan bu lirik birimi coşkunluğa varmadan verebilmek. Ama şiirimi yaparken adını koymuyorum bunun. Ayrıca ben kendi şiirim için bir yöntemi de sözkonusu edemem. Şiir kendini yazdıran bir şeydir. Yazılırken temelindeki imgeleri ya da kavramları alıp başka yerlere götüren bir şey…
(…)
Şiirde hareketlilik birtakım kişiliklerin belirmesine bağlıdır. Eski değerleri sarsan birisi çıkar ya da yeni değerler getiren birisi gelir, ilk hareket belirir. Kişiliğin, tavrın olmadığı yerde durgunluk vardır. Diyelim ki 20 tane yeni şair var; hiçbirinde birşeyi yerinden oynatacak değer konusunda şüpheye düşürecek şiir yok. Böyle bir ortamda şiir üzerine düşünme imkânı kalmıyor.
(…)
Kişilik varolan mükemmellikten kaçınmaktır benim için.
Turgut Uyar
“Sonsuz ve Öbürü”, Haz: Tomris Uyar-Seyyit Nezir, Broy Yay., 1985, s.103-107
14
2010
“Bir sanat eseriyle karşı karşıya olduğumuzu anlasak, daha doğrusu anlasalar, bize yetecek.” (O. Rifat)
(…) Bir yazının örgüsüne giren kelimelerin bir kavram karşılığı olmaktan başka ayrı bir tarafları daha vardır. Her kelime bir kavramı temsil ettikten başka bir de heyecan verici, dokunaklı bir unsur taşır. Mesela “yuva” kelimesinde, anlamını aşan bir değer, bize dokunan bir taraf bulunduğunu inkâr edebilir miyiz? Kavramlar donmuş kalıplardır. Halbuki bu kavramları karşılayan kelimeler çoğu zaman bu soğuk kalıpların etrafını canlı bir duygu, bir hatıra, bir esrar halesiyle çevirir. (…) Bu gerçeği bilmeyenler hiçbir zaman Mallarmé’nin, Valéry’nin, Gide’in, Proust’un sanatını anlamayacaklardır. (…) Dağlarca, kullandığı kelimeleri yalnız ve sadece biraz önce açıkladığımız değerlerine göre ele almakta, akla dayanarak değil, iç dünyasına uygun düşecek yolda birleştirmektedir. Böylece bize akıl dışı bir bilgi, bir hayat felsefesi, bulutlu ama çekici bir âlem sunmaktadır.
Çakırın Destanı, hayatın destanıdır; akıllı olmaktan değil, canlı olmaktan doğan hazları, korkuları, şüpheleri, sevinçleri anlatmaktadır. Bu kitapta, aklımıza dayanarak tanıdığımızı sandığımız çarşılar, pazarlar, satıcılar, insanlar, potin boyacıları, sabun kalıpları, kumaşlardaki resimler, hepsi bir canlının üzerinde uyandırabilecekleri acayip ve gerçek intibalarla tekrar ele alınmaktadır. (…) Kitabın değeri hakkında bir şey söylemek istemiyorum. İyi veya kötü. Bir sanat eseriyle karşı karşıya olduğumuzu anlasak, daha doğrusu anlasalar, bize yetecek.
Oktay Rifat
25 Şubat 1946 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nden…
29
2010
Şiirin Metafiziği 1 (Vedat Kamer)
I
“Felsefe, dünyanın gerçekliğini ararken, hep, şiirin gerçekliğini bulur — dünyayı kendisinden önce belirlemiş; onu gerçek kılmış olan, şiirin… Şiir dünyayı gerçekler — peşinden de felsefe gelir, ‘topallayarak’: dünyayı düzenlemek için…”[1] — Oruç Aruoba
2004 yılında şiirin metafiziğine önhazırlık yaparken[2], rainer’in imge’ye düzenlediği suikaste tanık olmuştum. imge[3] o suikastte üçüncü anlamından yaralanmış, rainer de almanya’ya kaçmıştı. imge’nin üçüncü anlamı eminim çoktan iyileşmiştir, fakat rainer’in sorusu aynen duruyor: “dilin yapıtaşı nedir?”
bu sorunun cevaplanmasındaki en önemli engellerden biri olan imge hâlâ yaşıyor, ilhan berk ise öldü. ilhan berk’in logos’unun 40. önermesi şöyledir: “şairin umudu yoktur”[4]. dünyadaki herşeyin düzenini tayin eden aristoteles, şiirin düzenini de tayin etmiştir. biz aristoteles’in düzenine sahip çıkmayacağız elbette, fakat poetikaya sahip çıkacağız, poetika’nın düzenine.
poetika ontolojik ve epistemolojik bir temel üzerine inşâ edilebilir. ancak böyle bir temel üzerine inşâ edilmiş bir poetika, bir evren tasavvuru olarak, şairin hayatını kuşatacaktır.
artık şair kendi poetikasını kurmalıdır: poetikası şaire logosunu gösterecektir — logos poetikadır.
II
“Şiir, bu yüzden, en üst-düzey gerçekliktir : herhangi bir ‘gerçek’ kaynağından çıkmadan, hatta, salt hayalden çıkarak, en güçlü biçimde, kendi kendisini, gerçekliğe, bir saltık gerçek olarak, yerleştirir.”[5] — Oruç Aruoba
şiirin yapıtaşını resim[6] (image) olarak alan bir poetika için müzik ile şiirin dile getirme olanakları eşdeğerdir. notaların soyut niteliğinin sözcüklere göre fazla olması hep bir karşı argüman olarak sunulmuştur. fakat şair de müzisyen de sanatını icra ederken resimlerini daraltmak zorunda kalır; okur ya da dinleyici de sanat eserini kendi resimlerine genişletir, dolayısıyla da olanaklılıkları eşdeğerdir.[7] şiirde resimleri okura çağıran şey eğretilemedir. eğretileme sözcüklerden meydana gelmiş olsa bile o sözcüklere dair hiçbirşey taşımayabilir. dolayısıyla sözcüğün dile getirme olanaklarını kısıtlama etkisi, enstrümanın dile getirme olanaklarını kısıtlamadaki etkisiyle benzerdir.
şiirin içten okunması[8] eğretilemelerin resim çağırma gücünü artırır. çünkü şiir içsesimize olabildiğince dolaysız temas etmelidir. harflerin havayla teması sözcükleri oksitlendirir. bu da eğretilemelerin saflığını azaltır. işte bu yüzden şiirin başka şeylerle temasından hazzedilmez.
artık ludwig van beethoven’ın 9. senfonisi çalabiliriz.[9]
Vedat Kamer
[1] oruç aruoba, hani, istanbul, metis yayınları, 2001, s. 86
[2] vedat kamer, “şiirin metafiziğine önhazırlık ya da rainer’in lou’su için imgeye suikast”, öteki-siz, sayı: 4, ocak-şubat 2005, s. 93 (bkz: https://bit.ly/siirinmetafizigi)
[3] imge şiirimizde hem eğretileme hem de bu eğretilemenin zihnimizde bıraktığı resim (hayal?) için kullanılıyor. dolayısıyla gösteren ile gösterilen arasındaki ayrım da ortadan kalkıyor. imge’nin kökünü im oluyor olsaydı, im’in (eğretilemenin) işaret ettiği de imge (resim?) olacaktı.
[4] ilhan berk, logos, istanbul, yapı kredi yayınları, 2001, s. 61
[5] oruç aruoba, hani, istanbul, metis yayınları, 2001, s. 82
[6] imge sözcüğünün ingilizcesi de fransızcası da image’tir. fakat tersi geçerli değildir. image dilimize imge, resim, görüntü, hayal, imaj olarak çevrilir. ingilizce’de image’ten türetilen imagine (hayal etmek), imagination (hayalgücü, imgelem) ile birlikte yakın anlamlı picture (resim), vision (görüntü) ve dream (rüya) sözcükleri de mevcuttur. imagination’ın nesnesi image’tir. dolayısıyla da türkçe’de imagination’ı hayalgücü/imgelem olarak çeviriyorsak, image’i de hayal/imge olarak kullanmak doğru olacaktır. fakat imge’nin eğretileme yerine de kullanılıyor olması gösteren ile gösterilen ayrımını yapmak bakımında kavramı işlevsiz hale getirmektedir. bu ayrımı belirgin hale getirebilmek için, daha önce de yaptığımız gibi, image’e karşılık olarak şimdilik resim’i kullanacağız.
[7] eğer şiir, şairin ve okurun zihninde aynı resmi yaratabilseydi, o vakit müzik lehine bir olanaklılıktan söz etme durumumuz daha olurdu. ama neyse ki resimlerin benzerliği ile sanat eserinin estetik değerleri açısından herhangi bir formül üretebilmek mümkün değildir.
[8] şiire ait mümkün bir öğe olarak müzikten söz edebiliriz. şiir ister içten okunsun ister sesli bir içmüzik barındırabilir. bu içmüzik eğretilemenin bir parçası olarak şiire konumlanır.
[9] beethoven 9. senfoniyi bestelediğinde tamamıyla sağırdı.
29
2010
“Sonunda baktım ki o dil de şiirin dışında değilmiş meğer.” (İlhan Berk)
(…)
Özer Sayın: “Nesneler, imgeler gibi şairlere verilmiştir ama korku saçarlar. Bunu hep yaşadım,” diyorsunuz…
İlhan Berk: (…)Ev garip bir varlıktır; ne kadar kaçarsanız kaçın sizi her yerde bulur. Ev o kadar büyük bir kavramdır ki tüm dünyayı alabilir içine. Ancak, “ev” sözcüğünün içinde sıkışabilirsiniz de çünkü ev aynı zamanda bir hapishanedir.
Bazen sözler değil, birtakım denklemlerle ilgilenirim, çünkü çok açık bir şekilde kendini ifade edebilir. Şiir ve düzyazı dışında kendini en iyi ifade edenler denklemlerdir.
Sanıyorum ki ev tek başına yaşayamadığı için canı sıkılmaktadır. Birçok insanın evinin olması, ayrı bir sıkıntı kaynağıdır. Evi olan, sıkıntısını da içinde taşıyor demektir. İnsani bir baskıdır bu…
(…)
Özer Sayın: Nesnelerle ilgili şiirlerinizin bazı kısımları düzyazıya dönüşüyor. Hatta bir felsefe metnine yaklaşıyor.
İlhan Berk: Evet, şiirlerim zaman zaman felsefe metinlerine iyice yaklaşıyor. Nesneleri yazmak istediğimde, ilk olarak nasıl bir dil kullanacağımı düşündüm. Ve nedense şiir dili ile değil de düzyazı kullanılması gerektiğine inandım. Elimden geldiğince şiire yaklaşmamasını istedim, çünkü anlatmak istediğim, nesnenin şiir dışındaki durumuydu. Bunu gerçekleşttirecek dili de düzyazıya yakın bir dille buldum. Ancak, sonunda baktım ki o dil de şiirin dışında değilmiş meğer.
(…)
(yeni) Dergisi, Sayı:1, 2010, ss.189-190
Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan tüm İlhan Berk ilgilerine https://zaferyalcinpinar.com/blog/?tag=ilhan-berk adresinden ulaşabilirsiniz.