May
30
2011
0

TYS Genel Kurulu ve Beylik Geyikleri

Bu haftasonu (28-29 Mayıs’ta) Türkiye Yazarlar Sendikası’nın genel kurulu varmış. Duyumlarıma göre, Hz. Müptezel(Enver Ercan) TYS başkanlığından çekiliyormuş. Bu habere “çok şükür!” diyemiyorum gene de… Çünkü Hz. Müptezel’in yerine, uzun zamandır ikinci başkanlık oynayan Mustafa Köz geçiyormuş. Yani TYS’de başkanlık hikâyesi “aynı tas aynı hamam” olarak devam ediyor. Fakat bu yeni listede birkaç “iyi insan” var. Bu “insan”lar belki de TYS’de bir zihniyet değişikliğine vesile olabilir. Bakalım, onu da “zaman ve vicdan” belirleyecek. Hep söylerim; “zaman ve vicdan” yargıçtır. Saatlerinizi kontrol ediniz.

Ben mi? Hayır… Asla… Genel kurula katılmayacağım. Zaten benim mevcut TYS üyeliğim filan da 2008’den beri askıda… Bir işkence türü olarak, mevcut üyeliğimi askıda tutuyorlar. 2009’daki genel kurul öncesinde önemli bir çağrıda bulunmuştum. (Bkz: https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=463)
Bu genel kurulda da -mecburen- çağrımı yineliyorum. Bazı şeylerin anlaşılması için defalarca tekrar etmek veya 2-4 sene kadar bir süre geçmesini beklemek gerekiyor. Çünkü, anlayana sivrisinek sazdır, anlamayana davul zurna azdır. O misal…

Zy

30 Mayıs 2011  itibariyle;

Beklenildiği gibi, 28-29 Mayıs 2011’deki genel kurulda Ali Enver Ercan (Hz. Müptezel) başkanlıktan çekilmiş. Türkiye Yazarlar Sendikası’nın yeni yönetim kurulu ise şu kişilerden oluşuyor:

Genel Başkan: Mustafa Köz
2. Başkan: Kamil Tekin Sürek
Genel Sekreter: Müslim Çelik
Genel Sayman: Ertan Mısırlı
Üye: Mehrizat Poyraz
Üye: Nurullah Can
Üye: Nur Saka
Üye: Cihan Oğuz
Üye: C. Hakkı Zariç

Written by in: Duyurular, Tartışmalar | Etiketler: ,
May
24
2011
0

Haber: Kadın şairler yozlaşmış şiir yıllıklarına karşı…

(…)”Bu yıl hazırlanan bazı yıllıklarda ideolojik ayrımcılık her zamankinden daha belirgin hale gelmiştir. Yıllıkları hazırlayanların kendi ideolojilerine yakın bir kesimin ad ve şiirlerini belli bir kümelenme yaratacak şekilde öne çıkarma, bir diğer kesimi dışarıda bırakma çabası, büyük sistemin ve erkek egemen düşüncenin sürdürücüsü olmaları ve bu amaçla yıllıkların tasfiye aracı kılınmaya çalışılması su götürmez bir gerçek olarak açığa çıkmıştır.

Şiiri ve şairi önceleyen şiir yıllıklarına değil,  şiiri ve şairi araçsallaştırarak, zaman içinde işlevinden saptırılmış, işlevi kendinden menkul olmayan “şiir yıllık”larına karşı olduklarını ifade eden kadın şairler, bir platform oluşturmaya ve bu konuyu tartışmaya, şiir ortamında yaşanan karışıklığın neden olduğu yozlaşma ve popülaritenin yol açtığı kirlenmeye, yıllıklar aracılığıyla gerçekleştirilmeye çalışılan düşünen, eleştiren kesimin tasfiyesine yönelik bütün girişimlere “DUR” demeye çağırıyorlar.”

Haberin tamamına https://www.evrensel.net/news.php?id=6469&sms_ss=facebook&at_xt=4dd844d7365d4efc%2C0 adresinden ulaşabilirsiniz.

May
21
2011
0

İnsanlık Anıtı’nın yıkımına karşı 145 imza…

Bkz: https://www.dha.com.tr/karstaki-insanlik-anitinin-yikimina-karsi-metin-ve-imzalar–flashaber_158821.html

BASIN BÜLTENİDİR:

Kars’ta Mehmet Aksoy tarafından yapılan İnsanlık Anıtı heykelinin yıkılması, sanat eserine karşı devlet eliyle gerçekleştirilen kapsamlı bir şiddet gösterisidir. Heykelin barışı ve insanlığı temsil ediyor olması bu şiddet uygulamasını daha da vahim ve kabul edilmez hale getirmektedir.

Bu vahim durumu susarak kabullenmeyi reddediyor, başlamış olan yıkımın derhal durdurulmasını ve heykelin tasarlandığı şekilde onarılıp tamamlanması için gerekli önlemlerin alınmasını talep ediyoruz.

Ali R. Kaylan, Alpar Sevgen, Amberin Zaman, Ared Mısırlıyan, Asim Dabire, Aslı Evciergun, Atilla Dorsay, Ayda Köseoğlu, Aydan Gülerce, Aydın Pesen, Ayfer Bartu Candan, Ayhan Kaya, Ayla Zırh Gürsoy, Aylin Teniner, Ayşe Akalın, Ayşe Buğra, Ayşe Erzan, Ayşe Gürel, Ayşe Nur Sankur, Ayşe Öncü, Ayşe Özdemir, Ayşen Candaş, Barış Pirhasan, Başak Emre, Begüm Cemiloğlu, Betül Tanbay, Binnaz Toprak, Burcu Yakut Çakar, Burhan Şenatalar, Bülent Sankur, Büşra Ersanlı, Can Cemiloğlu, Can Moralı, Cem Mansur, Cem Özdemir, Cevza Sevgen, Ceyda Arslan Kechriotis, Çiğdem Kafescioğlu, Deniz Albayrak Kaymak, Deniz Mardin, Dickran Kouymjian, Dicle Cemiloğlu, Didem Pekün, Dilek Doldaş, Dilek Hattatoğlu, Dilek Zaptçıoğlu, Ece Temelkuran, Ekin Mağden, Elif Akçalı, Engin Akın, Ercan Alp, Esen Çamurdan, Esra Battaloğlu, Esra Mungan, Ferhunde Özbay, Fikret Adaman, Garine Bahçeci Seropyan, Gencay Gürsoy, Gönül Dinçer, Grete Marstein, Gül Cemiloğlu, Gül Okutan, Gül Pulhan, Güler Fişek, Gülru Yıldız, Günay Göksu Özdoğan, Gündüz Vassaf, Hadi Özbal, Handan Börtücene, Hasan Uzma, Hülya Gülbahar, Işıl Welti, Sibel İnceoğlu, İbrahim. Ö. Kabaoğlu, İlkay Bakırtaş, İpek Duben, İskender Savaşır, Jale Parla, Kuban Altınel, Kuyaş Buğra, Kürşad Kahramanoğlu, Latife Tekin, Lerzan Özkale, Leyla Tavşanoğlu, Mahir Arıkol, Mahmut Hortaçsu, Mehmet Güleryüz, Mehmet İstemi, Mehmet Onur, Mehmet Oruç, Melek Ulagay, Melis Tuncay, Meltem Toksöz, Menekşe Toprak, Mine Eder, Mubesser Selçuker, Muhtar Turan, Murat Aygün, Murat Gülsoy, Murat Koyuncu, Müge Sökmen, Nazlı Başak, Nevin Sungur, Nil Deniz, Nilüfer Tapan, Nora Şeni, Nur Bekata Mardin, Nurdan Davutyan, Osman Kavala, Osman Okkan, Oya Baydar, Özlem Dalkıran, Pınan Gümüş, Piraye Cemiloğlu, Recep Özkale, Reşit Canbeyli, Rona Serozan, Rukiye Kuneralp, Saliha Yazgaç, Selçuk Erez, Sema Kılıçer, Sema Moritz, Sema Öğünlü, Sema Sakarya, Shirin Melikoff, Sima Aprahamian, Tahsin Yeşildere, Tonguç Rador, Tuna Koyuncu, Tuna Kuyucu, Tunga Güngör, Turhan Öztürk, Ünal Zenginobuz, Vangelis Kechriotis, Yalçın Tosun, Yaman Barlas, Yasemin İnceoğlu, Yeşim Atamer, Zafer Yalçınpınar, Zeynep Gambetti, Zeynep İnankur, Zeynep Kadirbeyoğlu, Zeynep Oral, Zeynep Rona

May
06
2011
0

Her Yıl Yeniden Ölen Adam: Sait Faik

S.H. Dergisi: Sait Faik sağ olsaydı, kendi adına kurulan bu armağanı üç yıldan beri kazananlar için ne derdi?
Ece Ayhan: Sait Faik sağ olsaydı, herhalde; “Yahu teselli mükafatı mı bu?” derdi.


Mart-Nisan 1957 tarihli “Seçilmiş Hikâyeler” dergisinde yer alan “Sait Faik: Her Yıl Yeniden Ölen Adam” başlıklı dosyayı tekrardan yayımlıyoruz. Dosyanın tam metnine https://zaferyalcinpinar.com/olenadamsaitfaik.pdf (18  Mb.)adresinden ulaşabilirsiniz.

Salim Şengil’in yönettiği “Seçilmiş Hikâyeler” adlı derginin Mart-Nisan 1957 tarihli 62. sayısı çok önemlidir. Önemlidir çünkü modern edebiyat tarihimizde ilk kez kayda değer şekilde -dimdik durarak, topluca ve ayağa kalkarak- bir edebiyat yarışmasının(armağanının) sonucuna ve dağıtımındaki haksızlığa karşı çıkılmıştır. Salim Şengil ve “Seçilmiş Hikâyeler” dergisi çevresinde yer alan yazarlar, 1957 yılının “Sait Faik Hikâye Armağanı”nın adil bir şekilde dağıtılmadığına işaret etmişlerdir; derginin 62. sayısı “Sait Faik: Her Yıl Yeniden Ölen Adam” adında oylumlu bir dosyaya ayrılmıştır. Salim Şengil ve arkadaşlarının iddiası; 1954-57 yılları arasında Sait Faik Hikâye Armağanı’nın Varlık Dergisi çevresindeki yazarlara haksız bir şekilde dağıtıldığı yönünde eleştirel bir bakış içeriyor. Dosyanın başında Salim Şengil’in açıklaması ve Seçilmiş Hikâyeler dergisi çevresinin “Sait Faik Hikâye Armağanı”ndan çekilişinin, ayrılışının öyküsü ile açık/sert bir mektup yer alıyor. Ardından konuya ilişkin olarak Attila İlhan‘ın “İş İştir”, Burhan Arpad‘ın “Sait Faik Adına Saygı Gerekir”, Tevfik Çavdar‘ın “Varlık Sanat Tekeli” ve Orhan Duru‘nun “Maskeli Balo” adlı ağır eleştiri yazıları yer almaktadır. Ciddi haksızlıklara karşı yayımlanan bu dosyada kısa bir soruşturma da gerçekleştirilmiş… Soruşturmaya Fikret Otyam, Ece Ayhan, Çetin Altan, Suat Taşer, Tarık Buğra, Mehmed Kemal, Sabahattin Batur, Vüs’at O. Bener, Baki Kurtuluş, Nezihe Meriç, Muzaffer Erdost, Güner Sümer, Tarık Dursun K., Orhan Duru, Tevfik Çavdar, Celâl Vardar, Sevgi Batur, Şükran Özkutlu, Can Yücel, M. S. Arısoy, Mahmut Makal ve Tektaş Ağaoğlu cevap vermiş. Soruşturma cevaplarının çoğu Sait Faik Hikâye Armağanı’nda yaşanan haksızlığı işaret ediyor…

Seçilmiş Hikâyeler dergisinin 1957’de sergilediği “karşı duruş ve haklı tepki” bize şunu göstermektedir: “Günümüzdeki hakkaniyetsiz edebiyat yarışmaları, edebiyat oligarşisi, edebiyat kâhyaları, üleştirmenler ve ödüllendirme sistematiği arasındaki habis birliktelik “yeni” bir şey değil… Yeni olan şey, söz konusu  habis birlikteliğe tepkisiz kalışımız…”

Sonuçta, Evvel fanzin kapsamında (sözkonusu edebi ayaklanmadan tam 54 sene sonra, yani 2011 yılında) herkese ibret olsun diyedir, “Seçilmiş Hikâyeler” dergisinin “Sait Faik: Her Yıl Yeniden Ölen Adam” başlıklı dosyasını tekrardan yayımlıyoruz. Dosyanın tam metnine https://zaferyalcinpinar.com/olenadamsaitfaik.pdf (18  Mb.)adresinden ulaşabilirsiniz.

Sahicilikle
Zafer Yalçınpınar

ÜÇ ÖZEL HAMİŞ:

1. Hamiş: Ece Ayhan’ın soruşturmaya verdiği zekice yanıt beni çok heyecanlandırdı.

2. Hamiş: 54 yıl sonra, günümüzde, hâlâ aynı yerde saydığımızı görmek beni üzüyor. Hâlâ aynı kifayetsiz muhterisler, üleştirmenler ve edebiyat kâhyaları, benzer edebiyat armağanlarını ya ele geçirmiş durumdalar ya da manüple etmekteler…  “Varlık” sebepleri bu olsa gerek!

3. Hamiş: Mayıs ayı boyunca, Evvel Fanzin kapsamında birçok Sait Faik ilgisini paylaşmaya devam edeceğiz.

May
06
2011
1

Ece Ayhan -Altın- Günleri…

Mülkiye Edebiyat Topluluğu’nun düzenlediği ve 3-4 Mayıs 2011 tarihlerinde icra edilen “Ece Ayhan Günleri”nden bir Evvel Fanzin dostunun bilgilendirmesi sonucu haberim oldu. Etkinliği düzenleyenlerin bize kısacık bir bilgilendirmede bulunmaktan bile imtina etmeleri garabet içeren bir şey… Ve gördüğüm kadarıyla bu etkinliği düzenlerken Mülkiye taifesi, özellikle de Ankara kapsamında kalarak “kendileri çalıp kendileri oynamaya karar vermiş”. 3-4 Mayıs’taki “Ece Ayhan Günleri”nin organizasyonuna iyi niyetle ve heyecanla başlandığına eminim ancak etkinlik programında yer alan birçok iğretilik bende “hicap” duygusu yaratıyor. Bu nedenle iki satır yazmadan geçemeyeceğim;

Her şeyden önce “Ece Ayhan” adına bir etkinlik yapılacaksa “mahalledeki altın günü” gibi planlanmamalıdır. Bence “Ece Ayhan Günleri” ifadesi Ece Ayhan’ın poetikası ile karşılaştırıldığında son derece sıradan ve yardakçı bir yaklaşımdır. Ece Ayhan söz konusuysa, etkinliğin isminden başlayarak özen gösterilmelidir. Ben olsaydım, Ece Ayhan poetikasına koşut olarak “Ece Ayhan Geceleri” koyardım böylesi bir etkinliğin ismini… (Bunu şaka olsun diye söylemiyorum. Tabiî ki programın çoğunluğunu da gece organizasyonuna dönüştürürdüm. Örneğin “kara-kör yürüyüş”ler gerçekleştirirdim, sessizce, gecenin içinde… Eminim ki mikrofon artistlerinin masabaşı durağanlığından, spotların altındaki podyum pozlarından daha anlamlı olurdu bu yürüyüş…) Ece Ayhan üzerine bir paylaşım yapılacaksa bu “geceleyin” olmalıdır. Bir de Doğan Hızlan’ı çağırmazdım. Ne konuşmacı olarak, ne de düzayak katılımcı olarak… Doğan Hızlan’ın ve benzeri edebiyat kâhyalarının, üleştirmenlerin filan ne olduğu, varlık sebepleri, türevleri, bandıraları filan -artık açıkça- herkes tarafından biliniyor. Böylesi bir etkinliğe bazı kifayetsiz muhterislerin yerine liyakat sahibi konuşmacıların katılması etkinliğin işlevselliğini arttıracaktır. Misal, sıkı bir lengüistik göstergebilim uzmanı ya da tarihçi, Ece Ayhan’ı tanımak/anlamak ve tanıtmak/anlatmak bağlamında çok daha etkili ya da ufuk açıcı olacaktır.  Yücel Kayıran, Eren Barış ve Erdoğan Kul dışındaki konuşmacılar hiç de Ece Ayhan ruhuna uymamış. Etkinlikteki konuşmacıların arasında Ece Ayhan’ın şiirini/yaşamını zerre kadar anlamayan ya da tamamıyla yanlış anlayan kişiler var.

Sonuçta, Mülkiye taifesi farkında olmadan ve istemeyerek Yeni Sinsiyet‘e hizmet etmiş, Yeni Sinsiyet için bir başka enstrüman daha yaratmış gibi görünüyor. Ayrıca, etkinlikte çeşitli şiddet olayları da mahal bulmuş, bu nedenle bir bildiri kaleme alınmış filan… (Bkz: Şiddet Hakkında)

Mülkiye taifesi tarafından organize edilen Ece Ayhan Günleri’nin ilkinin başarısızlıkla sonuçlandığını, bana göre kayda değer -ve olumlu- bir öneminin bulunmadığını düşünüyorum.

Gerisi mi? Laf-ı güzâf…

Sahicilikle
Zafer Yalçınpınar


Hamiş: 28-29 Mayıs’ta, Çanakkale Yalıhanı’nda, Ece Ayhan Sivil Girişimi tarafından bir Ece Ayhan etkinliği gerçekleştirilecek. Bu etkinlik “Ece Ayhan Günleri”nden çok daha değerli bir içeriğe sahip; Çanakkale’deki “Şiir ve Tarih” buluşmasının “iktidar ve otorite karşıtlığı” bağlamında daha tutarlı ve işlevsel olacağını düşünüyorum. (Ayrıntılar için bkz: https://www.eceayhan.com)

Nis
19
2011
0

1981: “Mel’meketimden Rektör Manzaraları” (Oruç Aruoba)

“Üniversite’nin Ölümü” adlı yazıya paralel olarak Arayış Dergisi’nin 21 Kasım 1981 tarihli 40.  sayısında “Mel’meketimden İnsan Manzaraları” başlıklı bir başka Oruç Aruoba yazısı daha yayımlanmış… YÖK’ün üniversiteleri anlamsızlaştırmasını irdeleyen bu paralel yazıya  https://zaferyalcinpinar.com/rektormanzaralari.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.

1. Hamiş: Ustam Aruoba’nın ilettiğine göre “Rektör Manzaraları”nın devamı da varmış… Önümüzdeki günlerde bu yazının devamını da Evvel Fanzin kapsamında yayımlayacağım.

2. Hamiş: Oruç Aruoba’nın 1981’de yayımlanan bu iki yazısını 2007’de Radikal Gazetesi’nde yayımlanan “Onur Ödülü’nün Hatırlattıkları” adlı yazısıyla birlikte okumak faydalı olacaktır.

Nis
19
2011
0

Mayıs 2011’de, Evvel Fanzin’de…

Mayıs 2011’de, Evvel Fanzin’de;

“Hakkaniyetsiz edebiyat yarışmaları, edebiyat oligarşisi, edebiyat kâhyaları, üleştirmenler ve ödüllendirme sistematiği” arasındaki habis birlikteliğin modern edebiyat tarihimizdeki kökenine uzanacağız. Sait Faik Hikâye Armağanı’na ilişkin önemli tarihsel yorumları ve tarihsel belgeleri okurlarımızla paylaşacağız. (Zy)

Written by in: Duyurular, Tartışmalar | Etiketler:
Nis
16
2011
1

Bu kez TURGUT UYAR adına; “ÖDÜLLER İNSANSIZDIR!”

Turgut Uyar adına bir şiir yarışması/ödülü düzenlendiğinden ve konunun ayrıntılarından –Egoist Okur adlı bir web sitesindeki duyuru aracılığıyla- bugün haberim oldu. Şiir-edebiyat ödüllerine, jüriciliğe, üleştirmenliğe ve genel olarak da “ödüllendirme sistematiği”ne karşı olarak  binbir türlü yazı yazdık, sıkı duruş sergiledik. Gerek Evvel Fanzin’de gerekse de diğer platformlarda yıllardır dile getirdiğimiz bu hakikatler, yeni sinsiyetin nemalanıcıları tarafından özel bir haysiyetsizlikle ve yüzsüzlükle anlamazlıktan geliniyor her defasında… Bu nedenle -aşağıda yazılanlarda olduğu gibi- bazı şeyleri sürekli tekrar etmek zorunda kalıyorum. Ve ne yazıktır ki tüm edebiyat kâhyalarına, kifayetsiz muhterislere, üleştirmenlere, haysiyetsizlere ve üçkâğıtçılara aşağıdaki sözleri tekrar etmek, hatırlatmak gibi bir haysiyete/göreve sahibim… Böylesi bir yükü yüklendim, istemeden:

Hande Edremit:“Denizaltı Edebiyatı” adlı bildirinizde “Ödüller insansızdır.” diyorsunuz. Ece Ayhan da “Şairlere ödüller verileceğini duyunca, şunları düşündüm: Demek yasalar da yetmemiş, ölüm şairlerle toplu fotoğraf çektirmek istiyor.” demişti. Günlük hayatta da biraz bu şekilde var olmaya çalışıyoruz sanki. Fotoğraflarla önceden belirlenmiş bir sahneyi yaratmaya daha kötüsü yaşamaya çalışarak…

Zafer Yalçınpınar: Ödül konusu son derece karışık bir konu… Şimdi, her şeyi bir kenara bırakalım ve meseleye dil açısından bakalım: Bugün, “Ödül” dediğimiz anda imgesel olarak ödülü alan kişiyi ya da eseri değil “ödül sistematiği”nin kendisini ya da ödülün metasını işaret ediyoruz, yüceltiyoruz, ayrıcalıklandırıyoruz. Eskiden böyle değildi. Şimdilerde, rekabet, kazanmak, yarışmak, hırs, farklılık, üstünlük filan gibi şeyler doğrudan aklımıza geliyor. Ödüllendirme denen şey, Yeni Kapitalizm’in yönetim süreçlerinin içerisinde düşünüldüğünde bir “isteklendirme” türüdür ve iktidar heveslileriyle iktidar sahiplerinin buluştuğu bir podyumdur. Ödül, iktidarın, kendi iktidarını kuvvetlendirdiği bir araçtır. Ödüller sahici değildir. “Ödül Sistematiği” denen şeyden podyumu, ışıkları, jüriyi, ödülü takdim edeni, alkış seslerini, o kırıtışları, gazetelerdeki haberleri, duyuruları filan kaldırın, geriye ne kalır? Şiltler, plaketler filan kalır. Zaten, bu şiltler, plaketler filan birer “simge” değil midir? İmgelemi kuvvetli bir şair için “ödül” denen şeyin karşılığı böylesi bir “sıradan simge” olamaz. Çünkü ödül sistematiğinin demin saydığım bileşenlerinin hiçbiri de imgelemin özgürleşmesiyle bağlantılı değildir. Şairin ödülü sıkı şiir yazmak, yazabilmektir. Şairin ödülü; tüm baskılara rağmen özgür bakışını, imgeselliğinin biricikliğini kaybetmemektir. Derdi şudur şairin; töze nüfuz edebilmek, tözü imlemek… Şair, şiirinin sıkılığını, dizelerinin gücünü yarışmalarla, ödüllerle filan teyit ettiremez. Bakın, bugünün edebiyat ortalığını birazcık araştırdığınızda “ödülsüz” bir şair bulmakta zorlanırsınız. Herkesin bir yığın ödülü var yahu… Nerede kaldı bu adamların ayrıcalığı filan? Ama benim dediğim anlamda, yani imgelemin özgürleşmesi ve töze nüfuz edebilmek yönünde ödüllendirilmiş şair sayısı bir elimin parmaklarının sayısını geçmez. Bu nedenle “Ödüller insansızdır” dedim.

Ayrıca bkz: Damperli Ödül Furyası ve Saygınlık Cukkalamak

Turgut Uyar’ın mezarının görüntüsü… (Yorumsuzdur!)


Denizaltı Edebiyatı Bildirisi‘nden… (2009)

(…)

3.1.1.1. Ödüller insansızdır.
3.1.1.1.1. Yükleniciler insansızdır.
3.1.1.1.2. Düzenleyiciler insansızdır.
3.1.1.1.3. Katılımcılar insansızdır.
3.1.1.1.4. Takdimciler insansızdır.
3.1.1.1.5. Jüri insansızdır.
3.1.1.2. Ödüller insansızlıktır.
3.1.1.2.1. Şartnameler insansızdır.
3.1.1.2.2. Şiltler ve plaketler insansızdır.
3.1.1.2.3. Mikrofonlar ve masalar insansızdır.
3.1.1.2.4. Ödül törenleri, kurdeleler, kuşaklar ve podyumlar
insansızdır.
3.1.1.2.5. Toplu fotoğraflar insansızdır.

(…)

Zafer Yalçınpınar

Written by in: Duyurular, Tartışmalar | Etiketler:
Nis
01
2011
0

KUZGUN ACAR’IN ESERLERİ SATIŞA ÇIKARILMASIN!

Kuzgun Acar’ın müzayedede satışa çıkarılan eseri
(1950’lerden… Ahşap figür üzerine çivilerle oluşturulmuş taç kompozisyonu)

MAÇKAMODERN‘in yarın (2 Nisan 2011’de) gerçekleşecek müzayedesinin kataloğunu incelerken Kuzgun Acar’ın erken dönem bir heykeline rastladım. Acar’ın 1950’li yıllarda yonttuğu düşünülen bu heykel, müzayede kapsamında 150000 TL ile 250000 TL arasında bir fiyattan  satışa çıkarılıyor. Kuzgun Acar’ın heykellerinin müzayedelerde satışa çıkarılmasına son derece karşı olduğumuzu herkes biliyor. Zamanında bu konuya ilişkin olarak yüksek sesli tepkiler vermiştik. Hatta, Borges Defteri’nden Cavit Mukaddes bir yazı/öneri kaleme almıştı. (Bkz:  Kuzgun Acar’ın İlk Yapıtı, Bir Yorum, Bir Soru ve İki Not!) (Ayrıca bkz: Üzgün Bir Sesle, Kuzgun Acar )

Sonuçta, birçok sanatçı ve sanatsever Kuzgun Acar’ın eserlerinin müzayedelere sunulmaması yönünde ortak bir tepki göstermişti. Kuzgun Acar’ın eşi Fersa hanım, Ocak-Şubat 2011’de, Bir Nokta Sanat Galerisi’nde “Kuzgun Acar Anısına Maskeler” sergisini  düzenleyerek sıkı bir tepki-eylem koymuştu ortaya… (Tüm bunlara, bu tepkilere rağmen,  bazı muhterisler izansızlığa, pervasızlığa ve umarsızlığa devam ediyor! Bu tavır yaygın bir tipoloji oldu artık… “Yola devam!” diyor yeni sinsiyet… Önüne geleni ya satışa çıkarıyor ya da yakıp, yıkıyor.)

Kuzgun Acar’ın eserlerine ilişkin söylemimizde ve hassasiyetimizde bir değişiklik yok:

KUZGUN ACAR’IN ESERLERİ SATIŞA ÇIKARILMASIN!

Kuzgun Acar gibi dünya heykel sanatında ‘sıkı’ yeri olan bir sanatçının eserleri, bu devasa/meçhul dağınıklığı asla ve asla hak etmiyor! Herkesi -ayağa kalkarak- Kuzgun Acar’ın eserleri konusunda duyarlılığa ve haklılığın inadına davet ediyoruz!

Kuzgun Acar’ın yapıtlarını haraç-mezat akçe uğruna feda edenlere ya da bu eserleri sanat kâhyaları ile  sanat hamilerinin toplu fotoğraflarına dahil edenlere sonsuz karşıyız!

Zy

Önemli Not: Bu tepkiyi vermiş olmamıza rağmen, kaç defadır bas bas bağırmamıza rağmen (üstelik Kuzgun Acar’ın eserlerine yönelik “adam gibi bir öneri” de sunmuş olmamıza rağmen) yukarıda katalog fotoğrafını gördüğünüz erken dönem Kuzgun Acar eseri 2 Nisan’daki MAÇKAMODERN müzayedesinde satışa çıkarılmış ve belirtilen fiyat aralığındaki bir bedele satılmıştır. (5 Nisan 2011)

11 Nisan 2011’de Kuzgun Acar’ın eşi Fersa Pulhan Acar, konuya ilişkin olarak şöyle dedi: “Özel koleksiyonlarda bulunan eşim Kuzgun Acar’ın eserleri satışa sunulmadan önce bana haber verilirse çok sevinirim.”

Kuzgun Acar’ın İlk Yapıtı, Bir Yorum, Bir Soru ve İki Not!

Mar
10
2011
0

2011’de Yerli Edebiyat

Karga Mecmua, Mart-Nisan 2011’de (47. ve 48. sayılarında) dosya konusu olarak “Yerli” üstbaşlığını  işliyor. Dosya kapsamında edebiyat, sinema, müzik, tiyatro ve çağdaş sanatlardaki “yerli” söylemini analiz etmeye çalışıyor. Karga Mecmua’nın Mart 2011 tarihli 47. sayısında yayımlanan “Yerli Edebiyat” soruşturmasına verdiğim cevaplar aşağıdadır:

Karga Mecmua: “Yerli” edebiyat denince aklınıza ne geliyor?

Zafer Yalçınpınar: Aklıma “yetiştiği, yeşerdiği dile özgü, yetiştiği dilin zihinselliğiyle ve bileşenleriyle olgunlaşmış, yaşamın imgesel imkânlarını, bütünlüğünü, coşkusunu, umudunu, şiirselliğini, mücadelesini ve insani hakikatini kısacası her şeyi, ama her şeyi yetiştiği dilde -yani yetiştiği yerde- arayan” bir edebiyat geliyor. Sonra da -nedense- tüm bunlar birden aklımdan uçup gidiyor. Hepsi bir yanılsamaymış, geçersizmiş ya da geçersizleşecekmiş gibi bir düşünce eşliğinde karamsarlığa kapılıyorum.

K.M.: Son 10 yılda “yerli” edebiyatta genel eğilimlerden bahsedebilir miyiz?

Z.Y.: Önce fotoğrafın geneline bir baykuş bakışı atalım ve neler var görelim…
Yeni Kapitalizm kültürüne eklemlenmeye ve kendini küresel pazarda alınıp satılan bir tüketim unsuru haline getirmeye çalışan, bu yönde mağazalaşan yerli(!?) edebiyat var; bu bir. Sivilleşmeye, sıkılaşmaya, sürüden çıkmaya, bağımsızlığını güçlendirmeye ve eşyadan çok insana benzemeye çalışan bir yerli edebiyat var; bu iki. Sosyal ve kültürel politikalar yoluyla toplumu (aslında topluluğu) yönlendirenlerin pompaladığı, belediyecilik araç ve gereçleriyle mankenleşen, bütçelenen, naz yapan, gerdan kıran bir yerli edebiyat var; bu üç. Yeni Sinsiyet Tipolojisi’nin “biz” söylemleriyle cehalet alanını kalabalıklaştıran bir yerli edebiyat var; bu da dört. Birinci ve dördüncü tipolojinin niceliksel üstünlüğü ve kalabalığı aşikâr… Niteliksel olarak ise ikinci tipolojinin üstünlüğü, yalnızlığı, biricikliği aşikâr… Genel eğilimi, sanırım, niceliksel üstünlüğü olan birinci ve dördüncü tipoloji belirliyor. “Hileli bir demokrasi” gereği olarak filan… Bununla birlikte, bir “bezdiri” şeklini aldığından beri genel eğilimleri fazlaca umursamıyorum.

K.M.: “Yerli” kitap endüstrisinde bir gelişme var mı? Varsa gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Z.Y.: Sorunun çapı gereği, olsa olsa, endüstriyel gelişmeler vardır. Standartlaşma, azamileştirme, merkezileştirme filan… Bunların kahrediciliğinden “üçüncü dalga” konulu mecmuada bahsetmiştim. Şimdi, bir kez daha yüzleştirme beni bunlarla… Zaten her gün -belirli oranlarda- böylesi bir endüst-realite’ye maruz kalıyorum.

K.M.: “Yerli” edebiyat dışarıda nasıl algılanıyor?

Z.Y.: Başta ortaya koyduğum tipolojiler kapsamında cevap vermeye çalışayım. Birinci ve dördüncü tipoloji batıda “gelişmeye-kullanıma açık” olarak algılanıyor, doğuda nasıl algılanıyordur, bilmiyorum. Üçücü tipoloji batıda “otantik ve zayıf”, doğuda ise “batıcıl ve zayıf” olarak algılanıyor. İkinci tipolojinin ise dışarıda algılandığını düşünmüyorum.

K.M.: Türkiye’de hem sanatçı hem de okuyucu kitlenin popülerlik anlayışını nasıl buluyorsunuz?

Z.Y.: Bu meseleye “gerçeklik terörü” üzerinden bakmak gerekiyor… Bu bir “gösteri arzı ile seyirci talebi dengesi” meselesi oldu artık… Podyum, mikrofon, alkış, eyyam heveslileri ve böyle şeylere meraklıların sayısı arttı. Birisi -hiç düşünmeden- podyuma çıkar ve beline “Ben dünya güzeliyim” yazan bir kuşak takarak türlü pozlar verir. İzleyenler de -gene hiç düşünmeden- podyumdakini alkışa boğar. Ertesi gün bir komşunuz diğerine şöyle fısıldıyordur: “Dünkü dünya güzelini gördün mü… Ne harika şeydi!” Sonuçta, zihinselliğin zayıfladığı her yerde “popülerlik” güç kazanır. Aslında, popülerliğin spot ışıklarının altında gerçek bir “aydınlanma” yoktur. Koşutluğu devam ettirirsek, “komşu-okuyucu” okuduğundan aydınlanamaz haldedir ve bunun da farkında değildir.

Karga Mecmua, Mart 2011, Sayı:47

Mar
10
2011
2

“2010 Şiir Yıllığı” ve geç kalanların geyiği…

Bugünkü -10 Mart 2011 tarihli- Cumhuriyet Gazetesi’nin kültür-sanat sayfalarında 12 isim tarafından kaleme alınmış bir bildiriden bahsediliyor. Bildiride, YKY tarafından yayımlanan 2010 şiir yıllığına ve yıllığı hazırlayan Baki Asiltürk’e yönelik ağır eleştiriler, kınamalar filan dile getirilmiş. Baki Asiltürk’ün yıllığa girecek isim/şiir seçiminde önyargılı ve yanlı olduğu vurgulanmış.

Bildiriyi kaleme alan bu 12 isme hak veriyorum ancak, şimdi, yüksek sesle sormak lazım; bu 12 ismin aklı, beş senedir neredeydi? Bazı kifayetsiz muhterisler ve mutat zevatlar beş senedir sıkı/sahici şiiri yok sayarken, sahici şairlere “sessizlik suikastı” uygularken, biz zamanında (3 sene evvel) çeşitli platformlarda işbu haksızlığı bas bas bağırırken, bu kapsamda yıpratıcı mücadeleler verirken, Yeni Sinsiyet Tipolojisi’nin nemalanıcıları beş sene boyunca yavaş yavaş (tenceredeki kurbağa misali) Türk Şiiri’ni ele geçirmeye başlarken bu 12 ismin aklı neredeydi? Televizyon mu izliyorlardı, pazara mı gitmişlerdi… Yoksa sendikacılık, dernekçilik, yayıncılık filan mı oynuyorlardı?

Bu 12 isim, Baki Asiltürk’ün ve 2004 sonrasındaki YKY şiir çevresinin ne olduğunu, kimlerden oluştuğunu bilmiyorlar mıydı? Yıllık denen şeyin  “minik sahtekârların büyük seçkisi”ne dönüştüğünü bilmiyorlar mıydı? Zamanında Orhan Alkaya’nın, Engin Turgut’un filan başına gelenleri, yıllığa alınmayışına kızan Engit Turgut’a Baki paşanın verdiği o “arsız” cevabı filan hatırlamıyorlar mı? Neden “şimdi” akıllarına geliyor Baki Asiltürk’ü kınamak? Bu soruların cevabı basittir: Çünkü sıra bu 12 isme geldi. Anlaşılan, Baki Asiltürk bu 12 ismin bazılarını 2010 şiir yıllığında es geçmiş ya da gelecekteki yıllıklarda es geçeceğinin belirtilerini göstermiş olacak ki ancak şimdilerde sesi çıkmaya başlıyor bu 12 ismin… Böyledir bu işler, defalarca söyledik; “Susma, çünkü sustukça sıra sana gelecek!”

Bu “Şiir Yıllığı” konusu artık bir “geyik” oldu. Her sene aynı şeyleri ifade etmekten çok sıkıldım. Ama, sanırım, birilerinin şiir yıllığı işindeki gerçek amacı kavrayabilmesi için benim çeşitli tekrarlamaları yapmam gerekiyor; 5 Mart 2010’da kaleme aldığım “Yıllık Geyiği” adlı yazıya https://zaferyalcinpinar.com/i20.html adresinden ulaşabilirsiniz.

Zy

Mar
02
2011
1

BLOGGER hangi sudan sebeple KAPATILDI. (Borges Defteri)

Blogger’a erişim yasağına ilişkin olarak Borges Defteri Moderasyon Grubu’nun yayımladığı basın açıklaması aşağıdadır:

1 Mart 2011 günü karar sayısı, mahkeme adı belli olmayan o alışık olduğumuz tek satırlık kırmızı ibare Türkiye çıkışlı ve www.blogspot.com veri tabanından hizmet alan bloglar-sitelerde(defter dahil binlerce blog bu kıyımdan payını aldı) de gözükmeye başlandı. Tesadüf değil, bunun böyle olacağını, (birilerinin nezdinde illa ki böyle olması gerekirdi!) tahmin etmiştik, demiştik tüm blog edebiyat –sanat portalları kendilerini saman kağıtlara hazırlasınlar. Ve nihayet onlara göre bir yanlış daha düzeltildi: “blogspot” uzantılı tüm siteler gerçek bir kıyımdan geçirildi (son bir ay zarfında binlerce site zaten kapatılmıştı..)
Tam 6 senedir bizler “borges defteri” olarak “blogspot” veri tabanından yararlanarak yüz binlerce iyi okura ulaştık, bizim gibi yüzlerce site hep belli bir disiplin ve ciddiyet, sorumluluk içerisinde hareket ettiler, sorumluluğumuzu sokağın sesi, vicdanına, hakikat yolcusu dostlara karşı yerine getirmeye çalıştık ve gerekli yankıyı da buldu. Birçok değerli kalem Edebiyatımıza, kültür düzlemimize farklı renkler, tatlar kattılar ve net ağı üzerinde Türk şiiri ve edebiyatı ekseninde hatırı sayılır bir birikim ve arşiv zenginliğinin oluşmasına yardımcı oldular.
Ama gelin görün ki ne bütün bu çabaların ne sözün kutsaniyeti, dokunulmazlığı, tanrısallığı “birileri” için zerrece bir değer ifade etmiyor.
Net ağı üzerinde çöl çoraklığı ve esintisiz, boğucu bir hava estirilmeye başlandı. Birisi bir kıvılcımla her şeyi, herkesi yakacak yangını da beraberinde getiriyor.
TTNET’den hizmet alan milyonlarca abonman artık ödedikleri bedelin karşılığını kısıtlamalar, sansürlerle alıyorlar. TTNET idari mahkemeler ve yetkili merciler karşısında yapması gereken “savunma” mekanizmadan kendini sıyırmış bulunmaktadır. Suç işleyen site veya sayfayı kapatmak yerine topyekün kapatmaya gidiyorlar. Bu mantıkla, kararların takipçisi olunmuyor, sadece “uygulayıcı” bir rolle işin içinde kendine cılız-sefil bir pay biçiliyor, kendi oturduğu dalları birer birer kesen bir kurum ne denli sağlıklı gelişir, varın siz düşünün… Milyonlarca insanın talebi resmen hiçe sayılıyor, kendi bildiklerini okuyorlar, ama ne denli büyük bir ticari prestij kaybına uğradıklarını zerrece hesaba katmıyorlar, bir çarkın dişlisi paslı sesiyle milyonların kulağını tırmalıyor, yapılan onca reklam harcamaları bu kıyımların karşısında etkisiz kalıyor.
Net ağı üzerinde suç işleyen, insan onurunu, hak hukukunu en iğrenç biçimiyle ihlal edenler elbet ki ayıklanmalılar ama bunun yolu ve üslubu milyonlarca insanı öteki “doğrulardan” mahrum bırakarak gerçekleştirmek değil. Tutarsız, hileli zihinsel taslaklarla “hakikat” duvarları kirletilmemelidir; bu sorun artık bir sanal “itlaf” meselesinin ötesine geçmiştir.
Kimi zihniyetler dün de aynı zulmeti, karanlığı bu coğrafya halklarına reva görerek matbaa’yla neredeyse 200 yıllık gecikmeyle tanıştırıldılar onları. Oysa Batı diyarı çoktan tüm nehirleri, akarsuları geçmişti. Bizler daha aşk, marifet, fakr, yokluk sokağının başını tutarken ve kendimizi mürekkep sermestliğine vermişken, birileri aklın sarsılmaz tuğlalarını kendi kalelerine taşıyorlardı. Aradan 200 yıl geçer ve döner bir de bakarız ki o mesafe hâlâ yerli yerindedir.
Çünkü hep en kolayı denemişiz, susturmayı ilk ve en çarpıcı seçim, çare olarak görmüşüz.
Neden hâlâ birileri bizim adımıza, bizi, kendi yarattıkları sözde “kötülüklerinden” koruma gibi bir ödev çıkarıyor?
Kim ki bunlar? Genel kültür donanımları ne? Hangi alt veya üst kültürden geliyorlar?
Ödev onlar için nerdeyse “bir buyruk” oldu. Buyruğun ve ödevin genel karakteristiğidir: İnandırma yolundan gitmez, o buyurur sadece! O yetkedir, hem de uydurma yetke!
Dıştan gelme bir yetkedir, içinizi yıkamak, sözde saflaştırmak adına, çünkü onun nezdinde “erişkin” değil, tümden tüm kötülüklere her an maruz kalabilecek “çocuksunuz”, sezdirmeden aşağılar toplumu. Üzerimize koyduğu yasak bulutu tıpkı bize dışarıdan gelen etkilere benzer. Zihinsel bir şiddete maruz kaldığınızı ancak çok zaman sonra kavrarsınız…
Bu “soyut!” ve anonim baskı unsuru artık elini ayağını sokağın, edebiyatın-sanatın üzerinden çeksin.
Onların bu açık zorbalığı ve her şeyi oldu bittiye getirme telaşlarına itaat edecek değiliz.
Kasırgalar, boralar, yüzyılların ağır ağır çalışması insanlığın sığındığı ve bu sığınakta kendini hiçbir zaman mutlu bulmadığı tahakküm bulutlarını dağıtmaya, yarıp çatlatmaya her zaman gücü yetmiştir.
Sansür ve baskıcı yöntemler, üreten zihinleri kamçılamaktan başka bir işleve aracılık etmemiştir ve yeni hiç gidilmemiş yollar aramaya koyulmak en kutsani ayin olmuştur insan ırkına.
Ama keşke birileri en az, en az sempati ahlâkının kıyısından geçmeyi de yaşamları boyunca bir defa deneselerdi, emin olun bunca acınacak duruma düşmezlerdi.
Teknolojinin belirli bir düzleminden ve bu coğrafyadan işte böylesine sevimsiz bir tarihin yazılıyor olması işte tam o 200 yıllık gecikmenin paralel ve simetrik duruşudur. Başka türlü okumaya hiç gerek yok. “Kelle isteriz padişahım”! Gerisi lafı güzaftır.
Hürriyeti, özgürlüğü en çok isteyenler susturulmuş olanlardır, fakat bunlar başkalarını yenince (çok tanıdık değil mi?) o başkalarına hiçbir hürriyet vermezler. Herkes hürriyetten, haklı haksız, ancak “iyiliğin hürriyeti”ni yahut fenalıklardan en azının hürriyetini kastederler.
Böyle oluşan bir insan, insanlık şeması büyük arızadan başka bir şey değil. Arızasız zihinler rehberiniz olsun, ama bir gerçek olanca ihtişamıyla ortada:  Bu yol, yol değildir!

Çağrımıza, sesimize ses versin: Önce sokak.
Hileye kayan eller, emeller durdurulmalıdır.
Daha özgür, daha insani bir dünya, daha çok düşünce,
fikir paylaşımında bulunan seslere sonsuz hareket alanı…
İnternete uygulanan içler acısı kısıtlama ve sansür
bir an önce durdurulmalı, bitirilmelidir…

Aleme bunca maskara olmanın “alemi” yok!
İtiraz dalgasını her geçen gün
biraz daha büyütüp,
geniş kitlelere yayalım.
Körü körüne oluşturulan bu “itaat” psikolojisi kırılmalı.
Bütün basın camiamız, edebiyat-sanat portalları
lütfen sesimize ses olsunlar…
“Özgürlük” sözcüğü çöl gezginlerinin heybesindeki
işlevsiz nesneye dönüştürülmesin,

çünkü o sözcük bir gün hepimize, hepinize gerekebilir.

Saygıyla,
BORGES DEFTERİ MODERASYON GRUBU

Oca
29
2011
0

Labarca, Üster ve taifesi tuvalete gitsin!

Bugünkü Cumhuriyet Gazetesi’nin kültür sayfasında J. L. Borges’in tarihsel kişiliğine hakaret içeren ve kesif aptallıkla dolu bir fotoğraf yayımlandı. Fotoğrafın yayımlandığı sayfanın editörü Celal Üster’i özensizliği, dikkatsizliği ve izansızlığı nedeniyle kınıyoruz. Borges’e yönelik hakareti gerçekleştiren E. Labarca adlı meczuba da “tuvalete gitmesini” öneriyoruz. Örneğin, işbu fotoğrafın yayımlandığı gazetenin kültür-sanat servisinin tuvaleti olabilir.

Borges Defteri‘nden E. Tufan’ın konuya ilişkin yayınladığı kınama metnini aşağıda paylaşıyorum:

Cumhuriyet Gazetesi’nin kültür sayfasını (genelde ilk okuduğum sayfalar olur) biraz önce dehşet bir şaşkınlıkla önüme koydum ve dedim ki artık bu sayfa ile gazeteye veda etme zamanım bugün nihayet geldi çattı.

Celal Üster yönetimindeki sayfada delinin teki Borges’in mezarına -af buyurun- işiyor ve yine Celal Üster bunu bir kültürel haber olarak önümüze servis yapabiliyor, bu işe de “gazetecilik yapıyoruz” deniliyor. E. Labarca adlı densiz adam bölgesel ortak dil, edebiyat, belki de eziklik yüzünden bunu yapabilir, hatta düşünde kurguladığı Borges-Pinochet hemfikirliğini de geliştirebilir, bu konuda bir roman bile yazabilir, ama “şeyini” eline alarak yeryüzü edebi mirası sayılan saygın bir yazarın mezarına işeme hakkını kimse ona vermez. Rezilliktir.

Fotoğrafı çeken, basan, yayanla, tekrar bir gazetenin kültür servisinin o fotoğrafı hiçbir doğru düzgün açıklama olmaksızın basması, (belki de bir okur ilk kez Borges’in adını duyacak, kim olduğunu öğrenecek) böylesi bir “alçaklığı” yapması aynı şeydir. Kusura bakmasınlar sert konuşuyorum, çünkü perdenin arkasında hangi rezil hesapların olduğunu bilmiyorum.
Sadece bir gerçek var elimde, Cumhuriyet Gazetesi son bir yıl zarfında ve özellikle İ. Selçuk’un ölümünden sonra başıboş bir tekne gibi savruluyor. Konular aynı, nakaratlar aynı, tekrar, tekrar, yorucu ve bıktırıcı bir üslupla bir yerlere durmadan göz kırpıyor ama neresi olduğunu kendisi bile bilmiyor. B.Onaran gibi birikimli, deneyimli bir yazar, çevirmeni sessiz sedasızca “susturdular”, keza diğerlerini, yerlerine kimlerin geldiği “malum” (önce T.Kiremitçi, sonra B.C. ve diğerleri, alın tümünü toplayın, çarpın, çıkarın çeyrek sayfalık gazete yazısı çıkmaz, 100 adet gazete yazısını okuyun, bu adların yazılarında iğne ucu kadar yeni bir düşünceye rastlamanız olası değil, hani düşünce bir yana şöyle etkin bir mizah olsun, o da yok).

Konuyu uzatmak istemiyorum, beni, bizi ilgilendiren konu Borges olduğu için sadece naçizane bildirimde bulunmak istedim. Sufi dostumuzun gazetlerle ilintili geçmişte yazdığı yazıyı şimdi çok iyi anlıyorum; “sabahları ilk işim asla gazete okumak olmaz, çünkü bir gün önceki dünya pisliği sabahın prıl prıl güneşiyle üzerime boşalsın istemem, gün batımı bu iş için şöyle göz ucuyla bakmak için fena bir saat değil”.

Hep dediğim gibi, o fotoğrafı tekrar basanları “en kestirmesinden şiddetlice kınıyorum”.

Belki bizim sesimiz cılız, dar bir çevreye ulaşıyor, ama unutmasınlar yaptıkları “kıytırık” işlerin hesabını tek bir kişi bile sorabilir onlara.

Bedri Baykam’ın cep telefonu kaybolmuşmuş da bunu Cumhuriyet Kültür Servisi bana kültür haberi olarak sunacak, öyle mi? Aman da aman ne hallere düştünüz be arkadaş.
Safsatanın ta kendisidir.

E.Tufan

Ayrıca, Borges’in Pinochet’le görüşmesi konusunda hakikati bildiren açıklama aşağıdadır:

Cumhuriyet Gazetesi Kültür servisi (29 Ocak 2011) “Borges’in mezarına işeyen adam” haberini (kültürel çıkışını) karşı tarafın “Meşru bir sanatsal eylem” ibaresini öne çekerek duyurdu.
Borges’in kim olduğunu, ne yazdığını, ne düşündüğünü, ne konuştuğunu, geride neleri miras olarak bıraktığını herkesten önce bir kültür servisi sorumlusunun çok iyi bilmesi gerekiyor(du), anlaşılan o ki borges şiiri çevirmekle o şairin coğrafyasına vakıf olmak arasında dağlar kadar fark var. Genç kuşaktan bir okur o malum haberi (tiksinti verici resmi) ve ardından sıralanan kafa karıştırıcı, yalan-yanlış, tek taraflı akıl yitimi kanaatini okuyunca acaba zihninde nasıl bir Borges portresi çizer? Celal Üster hiç bunu düşündü mü?
Borges’in Pinochet ile görüşmesi doğrudur, hatta bazı malum çevreler işi o denli abartılı noktalara taşıdılar ki, şunu bile yazdılar: “Pinochet, Borges’e devlet nişanı takmış”.
-Öyle mi?
Evet, kültür servisi ölçeğindeki zekalar (ya da gazete zihinselliği) bu yalan ve iftirayı, aynı Labarca gibi hiç vicdan azabı duymadan yaydılar, şimdi kültür servisi aynı zihniyetlerle gönüldeşlik kurma peşinde ve bir karalama da bizden olsun diyerek, sanki yeryüzünde kin-nefret duyulacak kimse, hiçbir politik sistem, çıkış kalmadı da geriye bir tek şair, sanatçılar kaldı. O iğrenç fotoğrafı 100.000 adet çoğaltarak (Cumhuriyet Gazetesi’nin tahmini tirajı) Labarca değirmenine su taşıyan zihniyetle “Ucube” çıkışı, ruh ikizi değilse nedir? Bunun adı haber, duyuru değil, birilerinin bir garip ve anlamsız-kinci deneysellik içinde olduğunu az çok psikanaliz bilen herkes kavrar, boşuna yırtınmasınlar, sifonu çekmeyi marifetten sayanlar ya marifeti ya da hakikati bilmiyorlar. Ömrünü edebiyata, yaratıcılığa adamış bir büyük yazara olsa olsa ancak bu denli rezil bir haksızlık reva görülürdü.

Peki ama özellikle söz konusu olayın ardındaki hakikat nedir?
Borges hayatta olmadığı için, geriye bir tek onun sözcükleri ve yanıtları kalıyor. O zaman gerçeği direkt Borges’in dilinden, kendisinden öğrenmemiz gerekiyor.
Bir yazarın mezarına işeyen aklı selimden yoksun zatın fotoğrafını binlerce adet çoğaltarak Borges’e vurmak ne o servisin sorumlusu Celal Üster’e, ne de herhangi başka bir gazetenin kültür kulvarına yakışacak “iş” değil. İş değil yaptığınız… Biraz ağırbaşlılık, nitelik ve derinlik gerekir, izan, insaf muhasebesinin yanında.
Bu girişiminizden geriye bir tek “ gölgenin kirlettiği” o “ kutsal dehşet” kalıyor..
Evet bir dünya yazarına karşı girişilen bu “dehşet ölçekteki hakarete”, insanı utandıran kareye sizler ortak olmamalıydınız.
Konuya açıklık getirecek çevirimizi ve ilintili bölümü (1984 yılı söyleşisi) aktarmadan önce bir ön bilgi olarak Borges’in çileli yaşamı hakkında bazı şeyleri bilmemizde yarar var, Borges’in ballı börekli bir yaşam biçimi hiç olmadı. Acının, şiddetin, kederin her türlüsüne dokunmuş ama yaşam coşkusunu asla yitirmeyen müthiş bir edebi deha olarak dünya edebiyat tarihindeki yerini çoktan almıştır. Keşke hepimiz onun kadar önce kendi eksikliklerimizle, hatalarımızla, doğrularımızla yüzleşebilsek.
Yaşam biraz daha çekilir olurdu.
İnsan olabilme ödevinin yalınç ve olumlu anlamından tutun mecbur ve muktedir olmanın çelişkisine kadar.
Yaşam kulvarında “yukarı çıktıkça”, “uzağa gittikçe” işler karmaşıklaşır. Sırf bu yüzden edebiyatın hâlâ bir şansı var.

Şimdi hakikat faslı:

Yıl 1946:
Borges’in de aralarında bulunduğu bir grup Arjantinli yazar sanatçı Peron faşizmini kınayan ve onun baskıcı uygulamalarını çok sert bir dille eleştiren bir bildiri yayınlarlar(bildiriyi Borges kaleme alır). İlk imzalayanlardan bir doğal olarak Borges’tir ve sırf bu yüzden Arjantin devletinin örtülü –açık şiddetine maruz kalır. Borges, BUENOS AIRES milli kütüphanedeki görevinden alınır ve bir tavuk çiftliğinde teftiş memurluğuna sürülür. Bu olayın üzerine Borges devlet memurluğundan istifa ederek, serbest eğitimci olarak çok zor koşullar altında yaşam savaşı verir, tek bir gününü bile Polis takibinden yoksun geçirmez, tutanaklar yeni yeni gün ışığına çıkarılıyor. 1948 yılında “Buenos Aires Yıllığı” adı altında bir edebiyat dergisi çıkarmaya karar verir, kısa süre sonra dergi yasaklanır, kapatılır.

Yıl 1948:
Borges’in annesi ve kız kardeşi sırf Borges’i baskı altında tutmak ve ona ruhi işkence uygulamak adına tutuklanırlar, hatta annesi üzerinden Borges’i daha da aşağılamak için (annesini) hapishanede bir süreliğine hayat kadınlarıyla bir arada tutarlar.

Yıl 1984:
Clarke M. Zolotchio, Borges’le bir görüşme yapar, Borges’in ölümünden tam iki sene evvel. Söyleşi “Voice of the River Plate-1984” ve 23-39 sayfalarında yayınlanır (tam ve eksiksiz kaynak), müthiş güzellikte bir edebiyat eksenli söyleşidir (tam metni defter arşivinde mevcuttur) ve çevirdiğimiz bölüm ilk kez yayınlanacak.. Bir yığın konu hakkında görüş bildirimleri var bu söyleşide. Söyleşiyi gerçekleştiren Clarcke.M.Z belli ki hem edebiyat hem politik dersini çok iyi çalışarak çıkmış Borges’in karşısına.
Sorular-Yanıtlar arasından üç tanesi direkt konumuzla ilintilidir, yanıtlarıyla beraber veriyoruz.
Ve okuru vicdan muhasebesine davet ediyoruz.

Clarke.M.Z: Şili diktatörü size devlet nişanı verdi mi?
Borges: Hayır, hayır, hayır! Bu söylenti kökünden yalandır.
Böyle bir şey söz konusu bile olmazdı, ben ne için gittim Şili’ye, bunu merak eden oldu mu? Pinochet ile görüşmek için gitmedim, böyle bir davet yoktu, davetin konusu bu olsaydı asla gitmezdim. Şili Üniversitesi bir konferans için beni davet etti ve konuşmamın sonunda Üniversite rektörü bana (hiç haberim bile yoktu) fahri doktora unvanı verdi. Aynı günün akşamı üniversite yetkililerinden haber geldi Pinochet sizi yakından görmek, tanışmak istiyor, bir an kendi kendime düşündüm: gitsem mi, gitmesem mi? Sonunda Santiago’da olduğum için ve ilk kez “onunla” yüz yüze gelme şansım olduğu için, gitmeye ve özgürlük alanının genişletilmesi konusunda düşüncelerimi aktarmaya karar verdim bu şansım oldu, bir gelişme oldu mu diye sorarsan, hiç, asla, militarist bir düşüncenin hangi facialara yol açtığını hepimiz biliyoruz. Bütün konu bundan ibaretti, abartısız ve olduğu gibi.

Clarke.M.Z: Ordu iktidarını eleştiriyorsunuz yani?
Borges: Onların iktidarında birçok insan ortadan kaldırıldı, öldürüldü, işkence gördü, tıpkı Arjantin gibi. Korkunç bir sansür vardı. Ama şimdi yanlışımı kabul ediyorum ve kendimi eleştiriyorum, yanlış yaptım.

Clarke.M.Z: Anarşizm Ütopyası hakkında düşüncen ne?

Borges: O ideal için sanırım bir 200 yıl daha beklememiz gerekecek. Devlet aygıtından ve onun polis gücünden kurtulmak için kısa bir bekleyiş süresi bu, değil mi? Vatandaşlığın yeniden tanımlandığı bir izlek gerekir…şimdilik şunu söyleyebilirim. Öte yandan hepimiz biliyoruz ki “devlet” acı bir ilaç tadındadır, gerekli bir beladır, ve şimdi bütün bu olanlardan sonra benim umutlu olma hakkım var. Ama kuru ve içi boş bir umut benimkisi, başka bir şey değil. Öyle tahmin ediyorum ki beş yıl sonra, ..nasıl desem, uzun bir nekahet döneminden sonra Pronism, Terörizm, askeri diktatörlükler, “kayıp insanlar”, adam kaçırmalar, işkence, bu haksız ölümlerin doğurduğu olumsuzluklar, hepsi son bulur..bütün bunlar yeryüzünü o derin anlamdan yoksun bırakıyor, onun anlamını boşaltıyor, öyle değil mi ? Umudumu yitirmemeliyim…

Borges Defteri

Written by in: Duyurular, Tartışmalar | Etiketler:
Oca
15
2011
0

Yeni Sinsiyet’in Seçkinlik Arayışı (14 Ocak 2011)

Seçkinlik, saygınlık ve bu ikisi doğrultusunda oluşan statüko arayışı, Yeni Sinsiyet Tipolojisi’nin (1) kendini, arzularını ve hilebaz stratejilerini sisleyemediği, bu yönde dezenformasyon uygulayamadığı en belirgin konulardan biridir. Yeni Sinsiyet’in seçkinlik arayışı çoğulcu yaklaşımlarla tersleşen oligarşik bir düzeneğin kurulumunu içerdiği için Yeni Sinsiyet’in projelendirdiği hedef kitlesinde gecikmeli bir huzursuzluk yaratmaktadır. Yeni Sinsiyet’in niceliksel olarak hedeflediği “biz” söylemine ve retorik arsızlığına (2) uymayan niteliksel bir arayış, huzursuzluğun kök nedenidir. Bu his cehalet alanında -henüz- bütünlüklü bir “farkındalık” boyutuna gelemediği için çoğunlukla gecikmeli olarak duyulmakta, geçiştirilmekte ve büyük bir tepkisellik içermemektedir.

Önünde sonunda, hangi enstrümanları hangi amaçlarla kullanırlarsa kullansınlar, Yeni Sinsiyet tipolojisi ve nemalanıcıları kendilerini sağlama bağlayacakları bir ayrıcalık katmanını arzu etmektedir, bu durum gün gibi ortadadır. Arzu edilen kalıcılık ve müstahkem mevki bizzat statükonun tanımında vücut bulmaktadır. Ancak, bir amaç olarak düşündüğümüzde seçkinlik, Yeni Sinsiyet’in diğer stratejik amaçlarıyla karşılaştırıldığında gerçekleşmesi ve projelendirmesi en zor olanıdır. Bu kapsamda aklıma hemen şu sorular geliyor: Kalıcılığı ve sürdürülebilirliği açısından Yeni Sinsiyet’in yeni bir seçkinlik katmanını oluşturabilmesi ya da bu yöndeki enstrümanları kullanabilmesi için yeterli zamanı ve liyakatı var mıdır? Konu “seçkinlik” olduğunda bir taşla iki kuş -eşanlı olarak- kolayca vurulabilmekte midir? Seçkinler kültürel dezenformasyon hilelerine -cehalet alanında olduğu gibi, hemencecik- kanmakta mıdır? Seçkinlik, kendi tanımı gereği ayrıcalıklı ve farklı odaklar, biricik uğraşılar sonucunda oluşmaz mı? Yeni Sinsiyet’in nemalanıcıları bu odak uğraşıların içinde bulunarak ayrıcalık arayışında göründüğünde, cehalet alanındaki huzursuzluk artmayacak mıdır? Ayrıcalıklı uğraşılardaki “eşsiz” ve “paha biçilemez” öğeler yani kültürel sermaye, diğer her şeyle eşanlı olarak nasıl el değiştirilebilir?

Cehalet alanında niceliksel hedeflere kolayca ulaşılabilir; Yeni Sinsiyet’in birtakım hesapları, kalemleri, sayıları ortalama bir kararlılık sergileyerek çarpıtabildiği, hileli oranlar icat edebildiği, her konuda dezenformasyon ya da gerçeklik terörü uygulayabildiği biliniyor. Zaten, garabet ortamının cehalet alanına dönüşmesinin ardından bu hilebaz uygulamalar birer beceri olarak tanımlanmaktadır. Günümüzde, Yeni Sinsiyet’in “biz” şeklinde ifade ettiği niceliksel üstünlüğe orta şiddette bir sermaye değişimi hareketiyle ya da cehalet alanındaki yandaş-paydaş etkileşimlerinin hızlandırılmasıyla ulaşılabilir, ulaşılmıştır da. Ancak seçkinlik gibi niteliksel bir amaç ortaya koymak, böylesi bir katmanı yeniden tasarlamak için mevcut seçkin tipolojisinin, Yeni Sinsiyet tipolojisini kabul etmesi gerekmektedir. Bu kabulün önündeki temel engel seçkinler tarafından açıkça ortaya konmuştur; seçkinler kendi “biricik” tipolojilerinin kimyasını Yeni Sinsiyet gibi “bizzat tipoloji tanımıyla çelişen” bir keşmekeşle yıpratmak istememektedir. Tıpkı Yeni Sinsiyet’in tipoloji tanımında yer alan çelişkide görüldüğü gibi böylesi bir içerme söz konusu olduğunda seçkin tipolojisi de kendi tanımıyla çelişecektir. Çünkü seçkini seçkin kılan temel davranış biçimi, bazı unsurları kendisinden ve itibar odağı olan uğraşılarından uzak tutmaktır. Bu kapsamda düşünüldüğünde seçkinlik, bir kayıtsızlık türüdür.

Yeni Sinsiyet, seçkinlik arayışını yönetsel stratejileriyle ve yönetsel enstrümanlarıyla biçimlendirmeye çalışıyordu önceleri… Tarihin salınımına bakıldığında modernizmin ilkelerini bilmek ve bu doğrultuyu iktisadi alana belirgin faaliyet adımlarıyla taşımak, yatırım planları yapmak, kilometre taşları dikmek seçkinlerin öncülüğünde icra edilen şeylerdir. Yeni Sinsiyet nemalanıcılarının bu role kanalize olabilmesi için öncelikle ticari konularda seçkinler ile arasında yönetsel bir dil birliğinin oluşması gerekir. Bu dil birliğini sağlayacak yönetsel ortaklık ise Yeni Kapitalizm’in ve türev uygulamalarının ta kendisiydi. Yeni Sinsiyet, seçkinlere yakınsama çabalarına yeni kapitalizmin kültürünü önceleyen bir karektere bürünerek başlamıştır. Ancak yeni kapitalizmin değerler sisteminin güç kaybetmesiyle ve özellikle de ilerleme prensibinin tutarsızlaşmasıyla birlikte Yeni Sinsiyet’in ortak olmak istediği payda yıpranmış, yeni kapitalizmin dili ve tutumları ayrıcalıklı özelliğini yitirmiştir. Bu noktada seçkinler, uzun soluklu ve yeni bir vizyon arayışıyla birlikte ayrıcalık unsurlarını yeniden akort etmeye girişmişlerdir. Yeni Sinsiyet ise bu hesapsız arayışa ortak olamamıştır. Çünkü Yeni Sinsiyet tipolojisi, cehalet alanında niceliksel hedeflere ulaşmak için verdiği pragmatik kararlar sırasında vizyonerliğin gerektirdiği zihinselliğin neredeyse tümünü kaybetmiş, bir anlamda 40-50 yıllık birikimini hesapsızca harcamıştır. Ortalama akıl, yeni bir vizyon belirlemek konusunda işlevsizleşmiş, seçkinler ise bu durumu Yeni Sinsiyet’i dışlamak için bir fırsat olarak görmüşler ve böylece Yeni Sinsiyet, seçkinlere özgü vizyon arayışlarına dahil olamamıştır.

Diğer taraftan, koleksiyonerlik, sanat ve sanatçı hamiliği, müzecilik, vakıfçılık, eğitim, spor, teknoloji ve bilim gibi konular yıllar boyunca seçkinlerin yatırım yaptığı, öncülük etmeye çalıştığı “biricik” uğraşı alanlarıdır. Bu alanlar seçkinlerin “değerlediği” bir kültürel sermayeyi belirlemektedir. Kültürel sermayesini arttırmak için doğu ve batı kültürel değerlerinin her ikisine birden itibar eden seçkinlerin bu konulardaki otoritesi, erişebilirliği, uzmanlığı, kanaat önderliği ve sahiplenme gücü Yeni Sinsiyet tipolojisinden çok daha kapsamlıdır. Böylelikle seçkinler, bazı “eşsiz” kültürel değerlerin hamiliğini seçkinliklerinin geleceğe uzanan bir güvencesi olarak sürekli ellerinde bulundurmaktadır.

Peki, seçkinlerin iktisadi vizyon arayışlarının yanı sıra elinde tuttuğu kültürel sermayeye ya da bu konulardaki kanaat önderliğine müdahil olamayan, hatta bu konulardaki arayışlarının başarısızlıkla sonuçlandığını söyleyebileceğimiz Yeni Sinsiyet, durumu değiştirmek için ne yapacaktır, nasıl bir taktiği benimseyecektir?

Bu önemli sorunun cevabı -aynı zamanda- yazımızın da son tümcesi olsun:
Seçkinlerin kültürel sermayesini işlevsiz kılacak “Kültür Endüstrileri”ni olabildiğince hızlı bir şekilde yüceltmeye ve yaygınlaştırmaya çalışmak…

Zafer Yalçınpınar
14 Ocak 2011

____________

(1) Bkz: “Yeni Sinsiyet ve Bazı Enstrümanları”, https://zaferyalcinpinar.com/i21.html
(2) Bkz: “Yeni Sinsiyet’in ‘Biz’ Söylemi ve Retorik Arsızlığı”, https://zaferyalcinpinar.com/i22.html

İşbu yazının pdf biçemine https://zaferyalcinpinar.com/seckinlikarayisi.pdf adresinden ulaşabilirsiniz.

Oca
06
2011
2

Doğan Hızlan’ın Bir Önemi Yoktur.

Mustafa Şerife Onaran, bugünkü (6-1-2011 tarihli) Cumhuriyet Kitap Eki’nde “Doğan Hızlan’ın Önemi” başlıklı bir yazı yayımlamış. İşbu yazı tüm hatlarıyla bir Doğan Hızlan methiyesi olarak karşımızda duruyor. Şimdi, hemen, peşinen Mustafa Şerife Onaran’a şunu ifade etmek gerekir; “Doğan Hızlan’ın edebiyat açısından bir önemi yoktur.”

1980 sonrası oluşan  “Dünyayı sel bassa ördeğe vız gelir” zihniyetinin kültür-sanat alanındaki temsilcisi ve günümüzdeki belirgin öznesidir Doğan Hızlan… Zürriyet’teki köşesinden kuru edebiyat heveslilerini destekler, edebiyat yarışmalarında üleştiri yapar, şiir festivallerinin açılış konuşmalarında ve köşk yemeklerinde “fasulyenin faydaları”ndan filan bahseder. Hızlan, olsa olsa, bir edebiyat heveslisidir sadece: Derinlemesine bir yazısını, bir araştırmasını okumamışsınızdır; eli yüzü düzgün bir “temellendirme”siyle, “çıkarım”ıyla  ya da “kestirim”iyle karşılaşmamışsınızdır. “Eleştirici” deseniz değildir, “denemeci” deseniz değildir, “hikâye, roman yazarı, şair” filan deseniz hiç değildir.  Hızlan’ın yazılarında herhangi bir konuda derinlemesine bir yoruma, bir analitik düşünce kırıntısına, yapısal bir söyleme, bilimsel referansa ya da herhangi bir çeviriye rastlamamışsınızdır. Peki kimdir bu Doğan Hızlan?

Doğan Hızlan’ın görevi Zürriyet’teki köşesinden kuru edebiyatçıları tanıtmak, içsiz etkinliklerden sözde okuyucularını haberdar etmek ve bu vesileyle de edebiyat ortamında kuru, içsiz ve temelsiz bir “network” oluşturmaktır. İşbu network’ünü oligarşik düzeneklerle birlikte statüko üleştirmek için kullanır. Edebiyatımıza, yaşamın şiirselliğine ve imgelemimize en büyük zararı verenler Doğan Hızlan’ın 90’ların ortasından itibaren piyasalandırdığı, tutundurduğu isimlerdir. Misal; Enver Ercan… Bugünün en kötü dergileri Doğan Hızlan’ın diriltmeye çalıştığı -daha doğrusu diriltmek hilesiyle içini boşalttığı- 70 küsur yıllık edebiyat dergileridir. Türk Edebiyatı’nda yer alan hangi “liyakatsizlik kalesi”nin surlarına bakarsanız bakın Doğan Hızlan’ın bandırasını görürsünüz.

Ben, şahsen, TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’na “Doğan Hızlan” onur konuğu seçildiğinden beri katılmıyorum, saygı da duymuyorum. Kısacası, benim için Doğan Hızlan’ın “liyakatsizlik abidesi” olmak dışında bir önemi ya da vazifesi yoktur. Bundan sonra olamaz da. (Zy)

Oca
05
2011
0

Gerçek Leşlik…

Murat Bardakçı ile avanesi, dandik tv programlarında hadlerini ve terbiye sınırlarını aşıp -iyice sapıtıp- Ahmet Adnan Saygun, Hasan Ferit Anlar, Necil Kazım Akses, Ulvi Cemal Erkin, Cemal Reşit Rey gibi büyük değerlerimiz için “Leş”  hitabını kullanmış… Murat Bardakçı’nın  mutat zevatlığının nasıl bir muhterisliği, nasıl bir cehaleti içerdiği, nereden beslendiği, sırtını nereye dayadığı bellidir;  gerçek leşlik! Bu nedenle “leş” kelimesini kendisine iade ediyoruz.

‘Borges Defteri Moderasyon Ekibi’ konuyla ilgili bir “kınama” metni yayımladı. Aşağıda paylaşıyorum:

Gelmiş geçmiş en büyük bestecilerimize (ünlü beşli:  Ahmet Adnan Saygun, Hasan Ferit Anlar, Necil Kazım Akses, Ulvi Cemal Erkin, Cemal Reşit Rey) pervasızca ve hadlerini aşan bir üslupla tv ekranından  o uyduruk  ve esneme sesiyle süslenmiş sözde tarih programlarından “LEŞ” diye hitap eden Murat Bardakçı, Erhan Afyoncu ve Pelin Batu’yu şiddetle kınıyor, bilgisizliklerini, bu alandaki kuru-boş ve aşırı yüklenişlerini   yüzlerine yakışan bir maske olarak iade ediyoruz..
Rezaletin böylesi ancak bizim kültür mantar tarlası ekranlarımızda rastlanır, başka hiçbir ülkenin ekranında o ülkenin değerlerine “leş” denilmez..
Zihinselliğin iflas bayrağı görkemli dalgalanıyor..
Sözün dilde, zihinde, yürekte tıkandığı an işte bu andır..Yazık, gerçekten yazık.
Tarih bir tenis topu gibi uykulu, dalgın, iftira, çamur tezgâhının nesnesi oldu çıktı.

Borges Defteri

Ayrıca, işbu konuya ilişkin olarak Cihat Aşkın’ın OdaTv’de yazdığı “Ne demek Türk Leşleri!” başlıklı yazıya https://www.odatv.com/n.php?n=ne-demek-turk-lesleri-2712101200 adresinden ulaşabilirsiniz.

Fazıl Say’ın konuya ilişkin “Bu Adamın Bir Sorunu Var” başlıklı yorumuna https://www.odatv.com/n.php?n=bu-adamin-bir-sorunu-var–2712101200 adresinden ulaşabilirsiniz.

Murat Bardakçı’ya tepki büyüyor: https://www.odatv.com/n.php?n=-tepki-cig-gibi-buyuyor-2812101200

Ara
05
2010
0

Kuzgun Acar Anısına Maskeler Sergisi’nden Görüntüler

Evet, sonuçta, Marinetti’nin düşüncesine katılıyorum; çünkü müzelerin mezarlaştığını, sanat galerilerinin ve yapıtların da endüstrileştiğini açıkça görüyorum. Artık, sanat adı altında “iş” yapan mekânlardan -en ünlülerinden, en zenginlerinden, en akademiklerinden, en uluslararası  veya disiplinler arası ilişkilerle donanmışlarından hatta ileri derecede modern olduğunu iddia edenlerden bile- belirgin bir yokoluşun ağıt seslerinin yükseldiğini duyuyorum. Çoğu gerçekten de bu mertebededir, mezarlıklaşmıştır, bitmiştir ve birileri bu mezarların başında -üstelik de ücret ödeyerek- otomatik bir ağıt yakar: Bu mekânlar sanat cahili turistlerin ezbere bir körlükle (öğrenilmiş çaresizlikle)  gezintilerinden, garip bir surat ifadesi eşliğindeki kırıtmalardan, boş bakışlardan, kısacası “turlayışlar”dan başka bir şey ihtiva etmez…

Ancak, bugün Bir Nokta Sanat Galerisi‘nde ziyaret ettiğim “Kuzgun Acar Anısına Maskeler” adlı armağan sergi, önceki paragrafta yer alan olumsuz düşüncelerimi  geçersiz kılacak yönde sıkı, biricik ve etkileyiciydi. İşbu serginin gerçekleşmesinde emeği geçen Didem Çapa’yı, Fersa Acar’ı, Demsa A.Ş.’yi, Jotun Boya’yı  ve Kuzgun Acar’ın anısına maske çalışmaları icra eden tüm sanatçıları tebrik etmek gerekiyor. Çünkü bu insanlar Kuzgun Acar’ın sanatının her zamankinden fazla devinmekte olduğunu, daha da sıkılaştığını, ufuk açıcı niteliklerini ve  tepki dolu eylemselliğini fark etmişlerdir. Benim düşünceme göre edebiyatta Ece Ayhan, müzikte Kerim Çaplı  ve plastik sanatlarda da Kuzgun Acar içsel olarak kardeştir: Bu üç “insan”, keyfi olmayan bir şekilde, her türlü iktidara ve gaddarlığa karşı yapıtlar vermişler ve bu yönde sıkı, sivil, sağlam ve devingen bir sanatsal dil oluşturmuşlardır. Ayrıca, hayatlarını da düşüncelerini de geleceğe uzanan bu özgür dilin yönergesinde -hem içsel hem de dışsal olarak- devam ettirmişlerdir. Sözkonusu devamlılık, bugün, haklılığın inadı şeklinde gerçek bir  “haysiyet” olarak karşımızda durmaktadır. Ve çok değerlidir…

Sergide Kuzgun Acar’ın özel eşyaları, eskiz defteri, hakkında yayımlanan gazete kupürleri, Kafkas Tebeşir Dairesi adlı devrimci tiyatro oyunu için hazırladığı maskelerden bazıları da yer alıyor. Mart 2010’da Kuzgun Acar’ın maskelerinin çoğunun müzayede salonlarında satıldığını duyunca çok üzülmüştük, sinirlenmiştik. (Cavit Mukaddes, bu konuyla ilgili sıkı bir yazı yayımlamıştı.) Şimdi, 30 Kasım 2010 itibariyle gerçekleşen  “Kuzgun Acar Anısına Maskeler Sergisi” bizim beklediğimiz ve memnun olduğumuz türden bir tepkiyi ve müzayedecilere karşı hakikatli bir cevabı da içinde barındırıyor.

Seviniyoruz…

Zafer Yalçınpınar

Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan tüm Kuzgun Acar ilgilerine https://zaferyalcinpinar.com/blog/?tag=kuzgun-acar adresinden ulaşabilirsiniz.

Eki
29
2010
0

Edebiyat Pazarı! (Eser Gürson)

Eser Gürson’un “Edebiyat Pazarı” adlı yazısına https://zaferyalcinpinar.com/edebiyatpazari.jpg adresinden ulaşabilirsiniz. Yazı, “Somut” adlı derginin 1979 yılında yayımlanan 11. sayısında yer almış…

Written by in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) | Etiketler:
Eyl
25
2010
0

Yeni Sinsiyet Tipolojisi’nin “Biz” Söylemi ve Retorik Arsızlığı (22 Eylül 2010)

Yeni Sinsiyet olarak kavramlaşan tavrın projelendirdiği birliktelik görüngüsü, hayret verici bir biçimde “tipoloji” tanımıyla çelişmektedir. “Yeni Sinsiyet ve Bazı Enstrümanları” adlı yazımda bu durumdan kısaca bahsetmiştim. Şu an okumakta olduğunuz yazıda ise söz konusu “kök çelişki”nin ya da “kök yanılsama”nın salınımlarından, Yeni Sinsiyet’in sentetik yüzlerinden ve haysiyetsizlikle çoğalan, yaygınlaşan “biz” söyleminden bahsetmeye çalışacağım.

Yeni Sinsiyet’in çeşitli enstrümanlarını kullanarak “cehalet alanı”nda icra ettiği girişimler ve bu enstrümanların işlediği çürük değer yargılarıyla ateşlenen yandaş-paydaş etkileşimleri, söz konusu alanın bir ortama dönüşüm sürecini tamamlamıştır. “Cehalet ortamı” şeklinde ifade ettiğimiz bu oluşumun tamamlanmasının hemen ardından -kendi tanımıyla çelişen- yeni bir tipolojinin çerçevelenmesi de kaçınılmazdı.

Yeni Sinsiyet’in oluşturduğu -şimdilerde belirgin bir şekilde niceliksel geçerlik kazanmaya başlayan- tipolojiyi incelediğimizde söz konusu birliktelik biçiminin zihinsellik boyutunun olmadığını görürüz. Ortamdaki tüm etkileşimler cehalet ve türevi tözsüz söylemlerle yapay bir şekilde hızlandırılmıştır.  Bu nedenle Yeni Sinsiyet’in uygulayıcılarının ağzına dolanan “biz” söyleminin niteliksel bir derinliğinin olmadığı aşikârdır.  Yeni Sinsiyet tipolojisinin “biz” söylemi -her şeyden önce- liyakata dayalı değildir. “Kifayetsiz bir muhteris” olmak, Yeni Sinsiyet’in aradığı, cehalet ortamına katabileceği en elverişli ve yaygın karakter olumsuzluğudur, kullanım potansiyelidir. Kifayetsiz muhteris, yıllar öncesinden başlayan bir deneyim aktarımı  ya da analitik çıkarım, süreç, emek, odaklanma, zanaat,  haysiyet ya da uzgörü  gibi değerleri umursamaz. Ancak tüm bu değerlere -üstelik de eşanlı olarak- sahipmiş gibi bir aşırı özgüven telkiniyle kendini sürekli besler. (Bkz: Dunning-Kruger Etkisi) Kifayetsiz muhteris  tipolojisinin özgüveninin temel dayanakları cehalet ortamının niceliksel büyüklüğü ve özdeğerlendirme yeteneksizliğidir.

Cehalet ortamında -ortamın kuruluşu gereği- “liyakat” söylemlerine güven yoktur. Çünkü Yeni Sinsiyet’in uygulayıcıları için kullanım değeri olmayan bir şeydir liyakat; cehalet ortamında şüphe uyandıran, kişilerin kafasını karıştıran bir temayüz ya da ayrımcılık gibi tanıtılmış ve önemsizleştirilmiştir. Cehalet ortamının “biz” söylemlerinin hiçbirinde liyakat olgusuna yönelik atıflar bulamazsınız;  Yeni Sinsiyet’in temel yaklaşımı bir konunun tözünü gizlemekle ya da geçiştirmekle ilgili olduğundan cehalet ortamındaki çeşitlemelerde, bir konunun tözüne ulaşmaya çalışan liyakat söylemleri geçersiz ve işlevsiz sayılmaktadır. Yeni Sinsiyet’in retoriği ve dolaşımı -tam da kifayetsiz muhterislerin arzu ettiği gibi- cehalet ortamında yer alanların birbirini ve birbirinin yetkelerini “değer” ya da “kazanım” olarak görmemesi yönünde bir imkân da verir. Bu imkân, cehalet ortamındaki özdeğerlendirme eksikliğini kümülatif olarak arttırmakta ve yanılgıları sürekli kılmaktadır. Yeni Sinsiyet’e göre liyakat, boşunadır ve bulandırıcıdır; cehalet ortamındaki ütüyü bozar.

Yeni Kapitalizm’in meritokrasi anlayışı da böyledir. Tıpkı “tipoloji” tanımındaki çelişkide olduğu gibi, modern meritokrasi kapsamında da tuhaf bir şekilde “liyakat” yoktur. Modern meritokrasinin ilgilendiği tek şey, farklı nedenlerle, farklı zamanlarda, farklı disiplinlerden farklı söylemleri yapay bağlamlar aracılığıyla birleştiren arsız bir retoriği oluşturabilme becerisidir. Bu retorik sarmaşığı, arkaplanında şu tümceyi imler; “Bizimle işbirliği yapın… İşbirliği yapın ki biz niceliksel olarak daha da güçlenelim. Bizi, beraberce büyütelim.” Yeni Sinsiyet’in fetbazlarının “biz” söylemindeki arkaplanı bir katman kadar daha tercüme edip boyayı kazımaya devam edersek; “Yeni garabet alanlarının oluşması ve ardından yeni cehalet alanlarının mevcut cehalet ortamına eklenlenmesi” ezberiyle karşılaşırız.  Günümüzün meritokrasisi “işbirliği yapabilmek potansiyeli” ve “ikna edilebilirlik” üzerine kuruludur.

Tekrarlamamız gerekiyor: Yeni Sinsiyet’in “biz” dediği şey, ön-kabulleri açısından niteliksel değildir; öyle olsaydı, tarihte, tüm tarihimizde “cehalet” denen şeyi bir liyakat olarak kabul etmek zorunda kalırdık ki Yeni Sinsiyet’in fetbazlarının arzu ettiği, dayatmaya çalıştığı tipolojik çelişkilerden biri de budur. Yeni Sinsiyet’in “biz” dediği şey niceliksel bir söylemdir: Nemalanıcılarının zihninde, cehalet ortamını yüksek bir “biz” niceliğine ulaştırmayı amaçlar. Bu nedenledir ki yapısal incelemeler de, araştırmalar da, yüksek sesli mücadeleler de, kitaplar da, yazılar da, kuramlar da, tarihsel gerçekler de Yeni Sinsiyet’in cehalet ortamının “olmayan” niteliğini yıpratamaz.

Yeni Sinsiyet’in  değişken söylem yapısı çelişkileri arttırarak  sentetik bir ön-kabul çeşitliliğine, parçalanmasına yol açmaktadır. Bilgiler, rakamlar, olaylar, aktarımlar ya da alıntılar yapay bağlamlarla -ve bağlaçlarla- kullanıldığında sürekli olarak gerçek öncül önermelerinden, nedensellik ilkesinden, tarihsel arkaplanından, mantık silsilesinden kopmaktadır. Kuramların semantik ve kavramsal bütünlüğü de sürekli olarak parçalanmaktadır; sessiz yığınlara aktarılan ve dolaşıma sokulan bilgiler sürekli konum değiştiren birer lego parçasına, farklı bağlamlarda kullanılan birer enstrümana dönüşmüştür. Bu noktada gerçeklik de legolaştırılmıştır. Söz konusu deformasyon, bilginin ve tarihin göreceli olmayan taraflarını, nedensellik silsilesini, bir bilgiyi öncülleri ve ardıllarıyla birlikte doğru kavramanın, “anlam” denen şeye ulaşmanın önemini -yani bilgiyi bilgi yapan öğeleri- de yıpratır. Legolaşmış ve fragmanlanmış bilgiler farklı formlarda aynı “retorik arsızlığı”na hizmet eder. Yeni Sinsiyet’in fetbazlarının o önlenemez retorik arsızlığına…

Retorik arsızlığının bünyesinde pragmatik itkiler, muhteris tipolojisinin niceliksel yaygınlığı, kolaycılık, hilebazlık, özdeğerlendirme eksikliği, liyakatsizlik ve kifayetsizlik perçinlenmektedir. Yeni Sinsiyet’in “biz” söylemi; tözün gizlenmesi, bulanıklaştırılması ve gerçek öncüllerinden koparak legolaşmış söylemlerin yarattığı bir “çelişkiler trafiği” üzerine kurulmuştur. Bu trafik, Yeni Sinsiyet’in nemalanıcıları açısından çok önemlidir: Cehalet ortamında geçerli olan retorik arsızlığı ile çelişkilerin akışkanlaşması, kabul görmesi, yargıya dönüşmesi, fark edilmemesi, çelişkilere “sessiz” kalınması devasa bir toplumsal unutkanlığı bir etkileşim olarak tekrar tekrar pekiştirir. Unutkanlık, unutkanlık doğurur ve tözden uzaklaşma yolunda devam eder: Fetbazlığın işlerliği güç kazanmaktadır.

Sonuçta, Yeni Sinsiyet’in fetbazları tarafından “biz” diye ifade edilen şey, cehalet ortamının unutkanlıktan, tözsüzlükten, çelişkilerden oluşan, akışkanlaşan ve salınan görünmez bir tel örgüyle -retorik arsızlığıyla- çevrilmiş halidir. Tüm yazı boyunca işaret etmeye çalıştığım bu tel örgünün içinde yer almamak -tarihsel açıdan düşünüldüğünde- bir insanlık onuru meselesidir.

İnsanlığınıza sahip çıkın!

22 Eylül 2010
Zafer Yalçınpınar
Zy

İşbu yazının pdf biçemine https://zaferyalcinpinar.com/yenisinsiyetretorigi.pdf adresinden ulaşabilirsiniz.

 

Tem
15
2010
0

“Bakışsız Bir Gece Kara” ya da “12 Temmuz 2010”

Chris King ve Poetry Scores taifesinin hazırladığı Blind Cat Black isimli filmin Türkiye gösterimi 12 Temmuz Pazartesi akşamı saat dokuzda İstanbul Kadıköy Kargart’ta ve Çanakkale Yalı Han’da eş zamanlı olarak gerçekleşti. 12 Temmuz 2010 gecesine ilişkin bilgilere ve fotoğraflara https://www.futuristika.org/bakissiz-bir-gece-kara/ adresinden ulaşabilirsiniz.

İşbu film gösterimini hazırlayan ya da destekleyen tüm ekibe (Chris King ve Poetry Scores taifesine, Barış Yarsel’e, İpek Yarsel’e, Pınar İlkiz’e, Peri Kazancı’ya, Futuristika! taifesine,  Çanakkale İçinde taifesine, Onur Özer’e, Sürrealist Eylem Türkiye taifesine, Tayfun Polat ve Karga Mecmua taifesine, KargART’a ve KargaBar’a, Underground Poetix taifesine, Kadıköy’ün lodosuna, kafasına ve sokaklarına) ve katılan tüm konuklara içtenlikle  teşekkür ederim.

Şimdi, bu gösterimin ardından, birkez daha ayağa kalkarak ve kurşun kalemlerimizi avcumuzda sıkarak ya da gökyüzüne zarfsız kuşlar göndererek şunu söyleyebiliriz;

“Hay Hak! Ece Ayhan yaşıyor… Dom!”

Zy

https://www.futuristika.org/wp/wp-content/uploads/2010/07/MG_1106-590×393.jpg
Tem
12
2010
0

Buluntu: İnsanların Kötüleri (Ece Ayhan Çağlar, 1955)

Ece Ayhan’ın YKY’den ve diğer yayınevlerinden yayımlanan kitaplarına girmemiş olan “İnsanların Kötüleri” adlı şiirini Yenilik Dergisi’nin 1955 tarihli 28. sayısında buldum. Şiir, “E. Ayhan Çağlar” imzasıyla yayımlanmış. Yeni Ufuklar’da bulduğum ve  Evvel Fanzin kapsamında  tekrardan yayımladığım  “Takma Göz” (1956) adlı şiir de “E. Ayhan Çağlar” imzasıyla yazılmıştı. Ece Ayhan’ı ve onun “insanlık” görgüsünün, anlayışının kökenlerini, sahiciliğini kavramak açısından “E. Ayhan Çağlar” imzasıyla yayımlanan işbu şiirleri ve buluntuları çok önemsiyorum. Ece Ayhan’ın düşüncelerini ve imgelemini “ters” algılayan ortalama idraklıların bu şiirlerden öğreneceği çok şey var… Ancak her şeyden önce, Ece Ayhan’ın zihninde yarattığı ve ölümüne karşı olduğu o “kötülük tipolojisi”nin algısal nitelikleri bu şiirde bulunmaktadır. Zaten Ece Ayhan’ı ve şiirini doğru okumak için ona “Ayhan Çağlar” olarak bakmak ve onu Ayhan Çağlar olarak araştırmak gerektiğini her vesileyle dile getirmiştim.
Sonuçta, Ece Ayhan’ı ve onun poetikasının evrenselliğini, sıkılığını unutturmak isteyen “kötülük dayanışmaları” ve dernekleri başaramadılar. Şimdi onu yanlış tanıtmak isteyen kifayetsiz muhterisler ve fetbazlar da başaramayacaklar…
12 Temmuz 2010‘un (yani Chris King tarafından Ece Ayhan poetikasından esinlenerek çekilen Blind Cat Black -Bakışsız Bir Kedi Kara- adlı filminTürkiye gösteriminin) hemen öncesinde Ece Ayhan’a ilişkin sıkı bir buluntuyu ve efemerayı Ece Ayhan okuruyla yani sıkı ve sahici insanlarla  paylaşabilmenin mutluluğunu yaşıyorum.

Sahicilikle
Zafer Yalçınpınar

*

May
07
2010
0

Duyuru-Haber: “TYS KONGRESİ İPTAL EDİLDİ!”

Türkiye Yazarlar Sendikası’nın 19-20 Mayıs 2007’de yapılan ve mahkemeye verilen kongresi iptal edildi.

TYS’nin üç yıl önceki Genel Kurul’u, yetersayı olmadığı halde, Sadık Albayrak, Yetkin Aröz ve Seyyit Nezir’in “otuz kırk üyeyle Genel Kurul’u açmanın hukukdışı olduğu” yönündeki uyarılarına rağmen, Başkan Enver Ercan tarafından başlatılmıştı. “CHP taktikleri burada sökmez” diyen TYS yöneticileri daha sonra Genel Kurul’a gelmeyen ikiyüze yakın yazarın yerine imza atarak tutanaklarda yetersayı sağlanmış gibi göstermişlerdi. Bunun üzerine Yetkin Aröz ve Seyyit Nezir mahkemeye başvurarak Kongre’nin iptalini istemişlerdi.

İstanbul 3. İş Mahkemesi’nin 2008 / 335 Esas ve 06.05.2010 tarihli 7. celsesinde Yargıç M. Zeki Ayhan, “Genel Kurul’un sonuçlarının iptaline” karar vermiştir.

Sadık Albayrak, Yetkin Aröz ve Seyyit Nezir, konuyla ilgili açıklamalarında, “Türk hukukunun siyasallaşarak yarılmasında TYS yönetiminin de öncü payı olduğunu” belirterek, “sonunda yazar örgütüne yakışan bir Genel Kurul’un önündeki engellerin kalktığını” belirtmişlerdir. Seyyit Nezir, daha sonra, “Ülkemizde hukuka saygının en çok gereksinildiği bir dönemde, TYS yönetimi yazar örgütüne yakışmayan tersine bir örnek oluşturmuş, hukuku çiğneyenleri cesaretlendirmiştir.” diyerek şunları söylemiştir: “TYS yönetiminin hukuk dışı uygulamaları, Türkiye’de 3 yıldır olan biten karşısında, kurucusu Aziz Nesin’in kemiklerini sızlatırcasına, yazar örgütünün saf dışı bırakılması sonucunu doğurmuş, yazarlar susmak zorunda kalmıştır. Ancak her türlü hukuksuz girişim ve uygulama gibi, bu da cezasız kalmayacaktır. Türkiye’de yargıçlar var.”

İLETİŞİM İÇİN:

Sadık Albayrak: 0537 240 55 54
Yetkin Aröz: 0532 435 55 32
Seyyit Nezir: 0536 962 12 58

*

İptal Edilen TYS Kongresi’nin Gerekçeli Kararı Açıklandı…
Bkz: https://edebiyatodasi.net/news_detail.php?id=3747

*

TYS Genel Kurulu’nun iptal edilişine ilişkin çeşitli/karşılıklı açıklamalara https://www.edebiyatodasi.com/news_detail.php?id=3702 adresinden ulaşabilirsiniz.

*

Written by in: Duyurular, Tartışmalar | Etiketler: ,
Nis
26
2010
0

“Biz tuhaf bir ulusuz; şair sever, şiir sevmeyiz.”

24 Temmuz 1983

Biz tuhaf bir ulusuz; şair sever, şiir sevmeyiz.
Yazdıkları şiir mi, değil mi bakmadan, nüfus kütüğünde ne kadar erkek varsa -kadınlar değil- topunu alıp başımıza şair-i mahir diye oturturuz.(…)Fransızlar bu konuda çok taş yüreklidir. (…) Bu yüzden sözlüklerini kötü şair, mıymırık yazar anlamına gelen sözcüklerle doldurmuşlardır.
Onlara göre kaşığın sapını ortalayamamış sanatçının adı râté‘dir. Bunun karşılığını bizim sözlüklerde ararsanız bulamazsınız. (…)
Fransız, kelkenez şairlere rimailleur demeyi sever. Edmond Pilon -ki bir sürü yazarın fotografisini çekmiştir- Roy adındaki taşlamacıyı rimailleur‘e örnek olarak gösterir. Fontenelle de onun bu yargısına yakın durur. Ona göre Fransa’nın en kelek adamı Roy’dur. Çünkü arkasını saraya dayadıktan, ceketinin yakasına da kordon taktıktan sonra da her aklına düşeni yapabileceğini sanmıştır. Rimailleur uyak anlamına gelen rime sözcüğünden türetilmiştir. (Bizim dilimizdeki karşılıkları, manzumeci, kafiyeci, uyakçıdır.) Fransızlar, kadın ozanlara da poetesse derler. Bu da küçümseyici bir anlam taşır. Bopçu ve viranelik ısırganı yazarlara gelince, onların adı da başkadır. Ya écrivassier‘dirler, ya écrivailleur‘dürler, ya da plumitif. Yani yazıcı ya da kalemci adlarıyla anılır. Kadınlar da bas-bleau (mavi-çorap) diye ünlenir.

30 Kasım 1983

(…)
Çokları iyi şiirleri enselerinden topa tutarken, kaknemlerini de, yüzlerini secdeye koyarak pohpohlarlar.
Bu yalnız bizde değil, başka memleketlerde de üç aşağı, beş yukarı böyledir. (…) Balzac çağında da Figaro gazetesi başyazarı Nestor’un çevresinde kümelenen kişiler; Jules Janin, Maliturne, Briffaut, Béquet gibi yelyepelek yazarlardır.
Crapoullot dergisi de 1900’lerde Fransa’da en çok okunan yazarların bourget, Bataille, Hervieu, Paul Adam ve Porto-Riche olduğunu yazacaktır. Hemen hemen topu, piyasası durduğu yerde fırlayan yazarlardandır. Buna karşılık Valéry, Claudel ve André Gide mayışık ve sahteci sayılıyordur.
(…)
Voltaire’in bir aforizması:
-Budalalar kimi zaman işi pek azıtır. Özellikle de bağnazlık yeteneksizlikle, yeteneksizlik de öcalma hırsıyla elele verdiği vakit.

Salâh Birsel
“Yaşlılık Günlüğü”, Ada Yay., 1986

Nis
25
2010
0

“Ödül”dür, adamın pantolonunu düşürür…

Bkz: https://www.ntvmsnbc.com/id/25085957/

Şair Jose Emilio Pacheco, Cervantes Ödülü’ne layık görüldü.
Alcala Üniversitesi’nde düzenlenen ödül törenine giderken Pacheco’nun pantolonu kaydı. Bastonunun bırakan ünlü şair, pantolonunu düzeltti. Pacheco’ya ödülü İspanya Kralı Kral Juan Carlos verdi. Törende Kraliçe Sophia ve Başbakan Jose Luis Zapatero da bulundu.

Nis
23
2010
0

Ece Ayhan’ın adını çıkar amaçlı kullananlaradır. -2-

André Breton’un 1925’te “gerçekleştirdiği” bu yazışma, günümüzde, Ece Ayhan’ın adını çıkar elde etmek amacıyla kullanmaya çalışanlara lobutsu hediyemizdir.

Ayrıca bkz: “Ece Ayhan’ın adını çıkar amaçlı kullananlaradır -1- “

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com