Tem
12
2014
0

Ödülsüz Bir Şair Kara: ECE AYHAN (ve Ölüm Yıldönümü)

buluntu4

Bugün, 12 Temmuz; Ece Ayhan‘ın ölüm yıldönümü… Ödülsüz bir şairin büyük günü!

Bugünlerde, Türkiye’nin -“ortam” olarak görmediğimiz- edebiyat ortalığında, belki de ilk defa -yüksek sesle- çok önemli bir tartışma yaşanıyor: Taylan Kara isimli bir yazar cesurca “Türkiye’de Edebiyat Ödülleri Nasıl Verilir?” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Gün Zileli, insanca, bu yazıyı kendi web sitesine taşıdı ve söz konusu yazının okunurluğunu arttırdı. Tartışma, yazıya gelen yorumların çoğalmasının yanında Nihat Genç ile Kaan Arslanoğlu’nun Taylan Kara’ya olumlu katkı vermesiyle birlikte büyüdü. Taylan Kara, işbu yazıda sayılar, istatislikler ve tarih ortaya koyarak, edebiyat ödüllerini dağıtan kitlenin bir “oligarşi” olduğunu, edebiyat ödüllerinde büyük haksızlıklar ile özensizliklerin yaşandığını eleştirel bir dille ifade ediyordu. Tek tek isimler-sayılar verdi, kötülüğü ve kötülüğün kaynağını bize gösterdi: Müstahkem mevkiye sahip bir oligarşi tarafından geçerli kılınan statükoculuğun şeytansı kötülüğünü… Ece Ayhan’ın tüm eserleriyle bize anlatmaya, göstermeye çalıştığı şeyi; kara gerçeği…

“Edebiyat tarihimizde en çok haksızlığa uğrayan kimdir?” diye sorulsa, aklımıza hemen Ece Ayhan gelmeli. Sıkı şiirin efsanesi Ece Ayhan, bin türlü haksızlığa uğramıştır. Hem yaşamında, hem de poetikasında…

Bu sene, ölüm yıldönümünde Ece Ayhan’ın maruz kaldığı haksızlıklardan bazılarını okuyucuya hatırlatmak ve sıkı şair Ece Ayhan’ın ödülsüzlüğünün yüceliğini/büyüklüğünü bir kez daha işaret etmek istiyorum.

1991’de düzenlenen POESIUM adlı uluslararası şiir festivaline birçok şair dostu çağrılmışken Ece Ayhan çağrılmamıştır. Nedeni bellidir; düzünleme komitesinde (Özdemir İnce, Atilla Birkiye ve Yücel Demirel’le beraber) Hilmi Yavuz vardır… Bu olay 21 Mayıs 1991 tarihli Milliyet Gazetesi’nin sanat sayfasında yayımlanan bir bildiriyle Beyaz Dergisi çevresi (Ahmet Soysal, Turgay Özen, Mustafa Irgat) tarafından -ve haklı olarak- protesto edilir:

ŞİİR, ŞİİRİN DORUĞUNU YOK SAYARAK OLMAZ!

Belediye çatısı altında ve yeterlilikleri Türk şiiri adına konuşacak ve karar verecek kadar kanıtlanmamış kişiler tarafından gerçekleştirilecek Poesium 1991’e, Ece Ayhan’ın çağrılmaması korkunçtur. Kurumları ve böyle bir organizasyonu ahkâm kesmek ve öç almak için kullanan kişilerin haysiyetinden şüphe etmeye hakkımız vardır. Protesto ediyoruz ve Poesium 1991’i boykota çağırıyoruz. Şenliğe katılacak olanlar, bu utanç verici durumu yaratanların suç ortağı konumuna düşeceklerdir. Şiir, şiirin doruğunu yok sayarak olmaz. Dorukla kişilerin arasına girip onu gizlemek isteyenler, bakışı ancak bir an için aşağıya çekebilirler. (21 Mayıs 1991, Milliyet Gazetesi)

Ece Ayhan’ın sıkı dostu İlhan Berk, Poesium’a davetlidir ve gösteriye de katılır; Poesium’un sahnesine çıkar, kendi şiirini okumak yerine bir Ece Ayhan şiiri okur!

İsim; Ece Ayhan olunca maruz kalınan haksızlıklar bitmez… Şiir tarihimizdeki en önemli kitap olan “Bakışsız Bir Kedi Kara”nın başına 1966 yılında “dünya kadar büyük” bir haksızlık gelmiştir. Ece Ayhan hayatında ilk kez bir edebiyat yarışmasına (Yeditepe Şiir Armağanı) katılır ve kaybeder. Çünkü jürideki üyelerin çoğunluğunun şiirsel bir uzgörüsü yoktur; jüri üyeleri şiirin geleceğini (geleceğin şiirini) görememiştir. 27 Ocak 1966 tarihli Milliyet Gazetesi kupürunda şunlar yazar:

Tahir Alangu, Asım Bezirci, Hüsamettin Bozok, Edip Cansever, Memet Fuat, Fethi Naci ve Behçet Necatigil’den kurulu Yeditepe seçiciler kurulu, “Yeditepe Şiir Armağanı”nı bu yıl, Ceyhun Atuf Kansu’nun “Bağımsızlık Gülü” kitabına verdi. Kansu’nun kitabı ile birlikte Metin Eloğlu “Türkiyenin Adresi”, Ülkü Tamer “Virgülün Başından Geçenler”, Ece Ayhan “Bakışsız Bir Kedi Kara” ve Ali Püsküllüoğlu “Sırtımızda Kızgın Güneş” kitaplarıyla yarışmaya katılmışlardı. (27 Ocak 1966, Milliyet Gazetesi)

Yaşarken para, saygınlık ve otorite gibi şeylerle değil de “sefalet, çeşitli sessizlik suikastları ve kötülük dayanışmaları”yla “ödüllendirilen” sıkı bir adamdan, Ece Ayhan Çağlar’dan bir alıntı yaparak işbu yazıyı sonlandırmak her zaman yerinde olacak:

“Şairlere ödüller verileceğini duyunca, şunları düşündüm: Demek yasalar da yetmemiş, ölüm şairlerle toplu fotoğraf çektirmek istiyor. Hoşgörünün törel ve yasal sınırlarını paramparça ederek aşmış bir düşünceyi köşeli bir büyük ayraca, paranteze alacaklar. Alırlar! Daha dün, yaşayan şiir denince elleri tabancalarına giden adamlar, müessesenin küçük hisseli ortakları, şairlere iki paralık değer vermeyenler, gözlerinde tek bir şiir yaşatmayan kalem efendisi kentliler oturmuşlar, düşünmüşler, taşınmışlar, açık baskılar, gizli engellemeler yanında, böylesi bir Chester taslağını sunmuşlardır. Tarihten, kendi tarihimizden biliriz ki, kardeşlerini az önce boğmuş bir padişahın bile elinde uzak ve kokusuz bir gülle yaptırdığı minyatürleri, çağdaş padişahların ise basına dağıtılmak üzre çocuklarla çektirdikleri birçok fotoğraf vardır. Şimdi çocuklar ve güller dahi yüz vermedikleri için olsa gerektir, ‘müesses ölüm şairlerle toplu fotoğraf çektirmek istiyor’. Bunun böyle olduğu aydındır.(1970)”


ÖNEMLİ KAYNAKLAR:

1- Ece Ayhan İlgileri İndeksi 2007-2014: https://bit.ly/eceindeks

2- 2012 Sularında; Ece Ayhan Çağlar Adası(Zafer Yalçınpınar)

3- Ece Ayhan Web Sitesi:
https://zaferyalcinpinar.com/bakissiz.html


Tem
12
2014
0

Charlie Haden yaşamını yitirdi…

charlie-haden

Sosyalist kimliğiyle bilinen ve cazın en iyi basçıları arasında sayılan 77 yaşındaki Charlie Haden, Los Angeles’da yaşamını yitirdi: https://haber.sol.org.tr/kultur-sanat/charlie-haden-yasamini-yitirdi-haberi-94723

Tem
11
2014
0

“Mutlak Değerler Var Mıdır?” (Moritz Schlick)

“Vira Verita” (https://www.viraverita.org) taifesi -özellikle, disiplinlerin kesişiminde, dilbilimsel alanda- çok aydınlatıcı metinler, makaleler yayımlıyor… Bu siteyi herkese şiddetle öneriyorum. (Zy)


(…)

Öznel Değer Ölçütleri

(…) bu kuram yalnızca belirli bir bilinç ürününün mevcudiyetine ya da ortaya çıkışına dair bir iddiada bulunmuyor, aksine bunun üzerinden, nesnel ve benden bağımsız bir şekilde varolan bir şeyin bana duyurulduğunu, mutlak değerin oluşmasının ya da geçerliliğinin benim tarafımdan tasdiklendiğini iddia ediyor. Bu iddianın da sınanması gerekmez mi? Ölçütün nihai olarak bir bilinç ürününde yani “öznel olanda” bulunduğu, şüphe götürmez, çünkü bu zaten kaçınılmazdır. Algı örneği, pratik ihtiyaçlar söz konusu olduğunda öznel duyumların bizi nesnel ve bizden bağımsız olmaları açık olarak pek tercih edilmeyen nesnelere nasıl götürdüğünü öğretir.  Etikte de, veciz anlamıyla pratik olanın bilgisi söz konusu edilir. – Diğer yandan duyum, ancak belli yasalara itaat ettiği sürece başarıya ulaşır. Algıların oyunu ne kadar çeşitli olursa olsun belirli bir kurallılığa da sahiptir. Bu kurallılık duyumların ortaya çıkmasına dair sınanabilir varsayımlar yapmaya muktedir olduğumuzun ifadesidir. (Yasalılık, öncelikle nesnel olan bir şey demek değildir, aksine onun kendisi nesnelliktir.) Eğer, varsayımsal değer duyguları için de duyumlar için geçerli olana benzer bir şey geçerli olsaydı, eğer, değer ifadeleri algı ifadeleri gibi, tutarlı bir sistem içinde birleştirilebilseydi, o zaman böylelikle değer duyguları nesnel değerleri garanti edebilirdi. Fakat durum bu değildir. Değerlerin karmaşası artık herkesin bildiği bir şeydir. Değer kuramını, etiği ve estetiği fiziğin seviyesine yükseltme umudu yoktur.

Yani temel değer yaşantısından hareketle nesnel ve mutlak değerlerin doğrulanmasının başarılmasına olanak yoktur. Eğer buna rağmen, doğrulamanın salt deneyimin kendisinden çıkarıldığı söylenirse, buna karşılık ben yalnızca, böyle bir iddianın nasıl sınanabilir olduğunu tasarlayamadığım ve bu yüzden söz konusu iddianın ne anlama geldiğini kavrayamadığım cevabını verebilirim. (…)

Değer Yargıları Mantık-Matematik Önermeleri Gibi Geçerli Midir?

Belki bazıları değerler alanının kaba fizik gerçeklikle aynı hizaya konulamayacağı gerekçesiyle mutlak değerlerin nesnel maddi nesnelerle karşılaştırılmasını yanlış buluyorlardır. Biz ise hiç olmazsa, algıyla yapılan bu analojiyi değil, bir başka şeyi cezbedici buluyoruz: Değer ifadelerinin mantık ve matematiğin önermeleriyle karşılaştırılması ve bunlar aracılığıyla açıklanması. Her iki alanın da “gerçek” nesnelerle ilgisi yoktur ve ikisinin geçerlilikleri de aynı türden olmak zorundadır. Apaçık deneyimlerimizin öznelliğine rağmen geçerli olan, mutlak olan, tüm kabullerden ve düşünme ve hissetme edimlerinden bağımsız olarak varolan şeylerin nasıl mümkün olduğunu en iyi şekilde mantık ve matematik örneğinde gördüğümüz öne sürülür. Çelişki önermesi ya da 2×2=4 önermesi basitçe, biri bunu düşünsün ya da düşünmesin, anlasın, ya da anlamasın geçerlidir. Buradaki (mantık ve matematikte) mutlak hakikat gibi, orda da (yani etikte de) mutlak değer, kendini açığa çıkartır. Değerlerin nesnel geçerliliği düşüncesi de genelde bu yolla akla uygun gösterilir ve çoğunlukla bu yol, biricik gösterme şekli olarak kalır.

Kanıtlama bu denli ilgi çekici olduğu halde, mutlak değer kuramının da katılacağı şekilde, bizim algılar ve onların nesneleriyle ilgili karşılaştırmamız bundan bin kat daha iyiydi. Herhangi bir ifadenin mantığın önermeleriyle (Bunların arasına matematiğin önermelerini de katabiliriz) karşılaştırılması anlamsızlığa yol açar, çünkü mantığın kendisi basitçe başka hiçbir şeyle karşılaştırılamaz. (Bu paradoksal formül bağışlansa bile, mantığın bugün hala yanlış tanınan özü gerçekten açık bir dili gerektiriyor) Bu nokta üzerine daha geniş konuşmanın yeri burası değil, ancak sadece, mantığın ve matematiğin önermelerinin totolojiler ya da totolojik biçimler olduğunu, yani hiçbir şey ifade etmediklerini kısaca belirtmek istiyorum. (Bu önermeler ifadelerin biçimlendiği salt kurallardır) Mutlak (her deneyimden bağımsız) hakikatlerini yalnızca bu koşula borçludurlar ve bu hakikat aslında hakikatin anlamdan yoksun bir sınır durumundan ibarettir. Mantıkta da durum değer kuramının mutlakçılarının umut ve iddia ettikleri gibi değildir. Bu umut ve iddia, orada bir yerlerde bir şekilde bizden bağımsız, ama her an bizim tarafımızdan tanınmaya ya da belki de hissedilmeye-şayet bunlar değerlerse- her an hazır olan, gerçek olmayan özlükler alanın varolduğudur. Mantık önermeleri kesin olarak asla bilgi vermezler, olguları ifade etmezler. Dünyada bulunan bir şey hakkında, ya da dünyada bir şeyin nasıl olageldiği veya nasıl olagelmesi gerektiği hakkında bize hiç bir şey öğretmezler. Eğer değer ifadeleri de mantığın önermelerine benzeseydi onların da kesin anlamda hiçbir şey söylemeyen salt totolojiler oldukları sonucu çıkardı: Böyle bir sonuç, değer önermelerinin mantıksal önermelerle mümkün olduğunca az benzerlik taşımasını arzulamamıza sebep olurdu. Zira iddia edildiği üzere değerler hakkındaki yargılar mümkün olan en önemli şeyleri bize söylemelidir.

Her şey hakkında totolojik önermeler kurulabilir. Tabii ki değerler hakkında da… Örneğin şu önermeyi yazarsam: “ Eğer A değeri B değerinden büyük olursa, böylelikle B değeri A değerinden küçük olur.” Bu doğru önermeyle açıkça değerler hakkında hiçbir şey söylememiş, aksine iki farklı ifade tarzının eşdeğerliliğini göstermiş olurum. Yukarıda yazılan bu önerme değer kuramına ait bir ifade değildir, aksine o, mantığa aittir. Yani: Her türlü deneyimden bağımsız olarak doğru olan önermelerle karşılaştığım her zaman, mantığın alanındayımdır. Sadece mantığın önermeleri, hem de tüm önermeleri bu karaktere sahiptir. Onun daha önce sözünü ettiğim kendine özgü oluşu da burada yatmaktadır.

Kısaca, mantık ve matematik önermelerle karşılaştırma yapma yoluyla mutlak değer ifadelerinde sınanabilir bir anlam bulmayı başaramayız.

(…)

Moritz Schlick
“Mutlak Değerler Var Mıdır?” Çev: Toros Güneş Esgün


1. Hamiş: Makalenin tam metnine https://www.viraverita.org/yazilar/mutlak-degerler-var-midir adresinden ulaşabilirsiniz.

2. Hamiş: E V V 3 L  kapsamında yayımlanan “Dilbilimsel” ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/sessizligin-dilbilgisi adresinden ulaşabilirsiniz.

 

Tem
11
2014
0

Sait Faik Araştırma Atölyesi (3. Bölüm) // ‘Papaz Efendi’ üzerine… // 19 Temmuz 2014 Cumartesi // Sait Faik Müzesi // Burgaz Adası

afisvol3

Sait Faik’in edebiyatına ve yaşamına dair yeni bulgular ile bakış açıları elde etmek amacıyla, Sait Faik Müzesi çevresince gönüllülük esasında yürütülen “Sait Faik Araştırma Atölyesi” çalışmalarının üçüncü bölümü 19 Temmuz 2014 Cumartesi günü, Burgaz Adası-Sait Faik Müzesi’nde devam ediyor…

19 Temmuz‘da, 13.00-17.00 saatleri arasında, Burgaz Adası-Sait Faik Müzesi’nin bahçesinde yürütülecek atölye çalışmalarında, Sait Faik’in “Papaz Efendi” adlı hikâyesinin merkez olacağı bir forum gerçekleştirilecek ve forumun sonucunda elde edilen bulgular ile kavramsal ilişkiler, Sait Faik Odaklı Bilişsel Harita ve diğer türev haritalara eklenecektir.

“Sait Faik Araştırma Atölyesi”nin 25 Mayıs 2014′te gerçekleşen ilk bölümünde, Türkiye’de edebiyat alanında icra edilen ilk “Bilişsel Haritalama” deneyimi olan “Sait Faik Odaklı Bilişsel Haritalama” proje süreci, ortaya çıkan yeni bulgular, pilot bilişsel harita ve Mahmut Makal ile gerçekleştirilen “sözlü tarih” çalışması, Zafer Yalçınpınar, Canan Cürgen, Şükret Gökay ve Tekin Deniz tarafından atölye katılımcılarıyla paylaşıldı. Atölye’nin 22 Haziran 2014’te sürdürülen ikinci bölümünde ise Sait Faik’in “Lüzumsuz Adam” adlı hikâyesinin merkez alındığı bir forum gerçekleştirildi ve forumun sonucunda elde edilen bulgular yardımıyla “Lüzumsuz Adam Hikâyesi Ekseninde Bilişsel Harita” oluşturuldu. Ortaya çıkan 40’a yakın kavram ve bu kavramlar arasındaki nedensellik ilişkileri Sait Faik Odaklı Bilişsel Harita’ya da eklendi.

Sait Faik Araştırma Atölyesi’nin bilişsel haritalama ve odak çalışmaları yaz ayları boyunca, Sait Faik hikâyelerinin merkez alınacağı forumlarla Burgaz Adası-Sait Faik Müzesi’nde devam edecek…


Sait Faik Müzesi şurada; https://4sq.com/nHDn4R

Facebook Etkinlik Bağlantısı: https://www.facebook.com/events/684832188263025


Hamiş: E V V 3 L kapsamında yayımlanan “Sait Faik” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/sait-faik adresinden ulaşabilirsiniz.

Tem
10
2014
0

LE KAPİTAL 2.0: Bir Piketty Eleştirisi (Can Başkent)

“Thomas Piketty’in orijinal Fransızca edisyonu 2013’te, daha çok ses getiren İngilizce edisyonu 2014’te yayınlanan “21. Yüzyılda Anapara” (Le Capital au XXIe siècle) adlı kitabı, gelir dağılımındaki adaletsizlik ile anapara ve servetten elde edilen gelirin yüzyıllar boyunca nasıl arttığı gibi günümüzün sosyopolitik yapısını bilfiil ilgilendiren sorunları analitik bir şekilde inceleyerek berraklaştırmaya ve basitleştirmeye; getirdiği çözüm önerileriyle de bu basitliği muhafaza etmeye çalışan kapsamlı bir kitap.”

Can Başkent’in eleştirel yazısının tam metnine https://canbaskent.net/politika/108.html adresinden ulaşabilirsiniz.

Written by in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) | Etiketler:
Tem
09
2014
0

ISSUU’nun Türkiye’den Erişime Kapatılması Hakkında…

EVV3L’in sıkı takipçileri, hakiki dostlar,

Bugün itibariyle, “issuu.com” adresli dijital yayıncılık platformuna Türkiye’den erişim -henüz bilmediğimiz bir sebeple, bilinmeyen bir tarihe kadar- TİB tarafından mahkeme kararıyla engellendiğini öğrendik.

Bu olumsuz kararı “özgür düşünce”nin, “ifade özgürlüğü”nün ve bu iki kavramın ışığında yürüyen “özgür neşriyatlar”ın paylaşımı, dolaşımı, yaygınlaşması açısından son derece “vahim” buluyor, eleştiriyoruz.

Biliyorsunuz, evvel.org‘un kapsamında yayımlanan bazı metinler, fanzinler, efemeralar da issuu’da “derli-toplu” olarak arşivlenmiş/yedeklenmişti. (Bkz: issuuindeksi)

Şimdi, zerre kadar endişelenmeyin; issuu.com’un erişime kapatılması, bu neşriyatlara ulaşılamadığı anlamına gelmiyor. Hâlen “evvel.org” adresimiz yayındadır ve aradığınız her şey orada çeşitli biçemlerde (pdf, jpeg vb.) paylaşımdadır. Aradığınız her şeye https://bit.ly/evvelindeksi adresindeki indeksten veya “https://evvel.org” sitesindeki kısayollardan (linklerden) veya evvel.org’da bulunan “arama çubuğu”ndan ulaşabilirsiniz. (Çok başarılı bir yol da https://evvel.org/ilgi/pdf veya https://evvel.org/ilgi/e-kitap  sayfalarını alt-sayfalarıyla birlikte süzmektir.) Tabiî, tüm bu yollara en baba alternatif olarak VPN teknolojisini kullanabilir ve issuu.com’a rahatlıkla erişebilirsiniz.

Sahicilikle
Zy

Tem
09
2014
0

şiirsel alan derinliğini sezmeyin diye bir ters dünyadır; “Poetika Çalışmaları” (pdf)

 

        


İlhan Berk, “Bakmak” (Dergilerdeki Yazıları, 2011)
Tam metin, pdf: https://zaferyalcinpinar.com/ilhanberkbakmak.pdf

50 yılın ardında; “İkinci Yeni” Anketi (2011)
Tam metin, pdf: https://zaferyalcinpinar.com/ikinciyeni2011.pdf

Poetika 2012 Uzgörü Çalışması
Tam metin, pdf: https://bit.ly/poetika2012

Poetika 2013 Odaklanmaları
Tam metin, pdf: https://bit.ly/poetika2013


Ayrıca bkz:
2011-2014 Poetika Çalışmaları Üzerine Söyleşi (Şubat, 2014)
Tam metin: https://evvel.org/soylesi-2011-2014
-poetika-calismalari-uzerine-16-subat-2014


denedk

Poetik Bildiriler 2006-2009:
Tam metin, pdf: https://zaferyalcinpinar.com/poetikbildiriler.pdf


Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “Poetika Çalışmaları” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/poetika-calismalari adresinden ulaşabilirsiniz.

Tem
09
2014
0

“ne kadar da yalnızmışız / zeytin ağacıyla yan yana”

Merdivenleri kurup
saçlarını taramaya başlıyoruz
zeytin ağacının,
yağmur gibi düşüyor zeytinler
yere yaydığımız sergiye
-Bugün yirmi ağaç sıyırabilsek
-Demek daha dört günümüz var.
Dala astığımız radyodan
‘Arkası Yarın’ı dinliyoruz.
Efe, yaban ayvasının gölgesinde uyukluyor,
tavşanların pıtırtıları duyuluyor
çalılıktan.
Ağacın tepesinden gemiler geçiyor
dokunamıyorum
çok uzaktalar.
Denize uzanan iğde ağaçlarının
altında gürültüyle kanat çırpıyor balıkçıl,
ne kadar da yalnızmışız
zeytin ağacıyla yan yana.

İsmet Değirmenci
“Gemi Ne Zaman Gelecek, Assos Yay., 2010, s.33


Hamiş: E V V 3 L kapsamında yayımlanan “Adalar Kültürü” başlıklı ilgilere https://evvel.org/ilgi/mermer-adasi adresinden ulaşabilirsiniz.

Tem
08
2014
0

Bilişsel Uyum Mekanizmaları-1 (Nikos A. SALINGAROS)

(…)Solomon Asch (Asch, 2003; 2004), bir kişinin, akranlarının baskısı nedeniyle, kendi algılarına güvenmemeye ve bunun yerine yanlış bir inanışı benimsemeye hazır olduğunu bir dizi klasik deneyle göstermiştir. Deneylerden birinde denekler taraflı bir grup görüşüyle tutarlı bir biçimde yanıltılırlar. ve bir çizginin diğerine göre uzunluğunu daima yanlış bildirirler. İnsanlar, her ne olursa olsun, çoğunluğun görüşünü benimserler. Grup inanışına uyum, kişinin kendi duyum organlarından güçlüdür. Tabii, bu deneylerde grubun diğer üyeleri özellikle seçilmiş ve denekleri kasten yanıltmaları istenmiştir, ama deneklerin uzunluklarını karşılaştırmaları istenen çizgiler arasındaki fark herkesin rahatlıkla görebileceği kadar açıktır. Stanley Milgram bu uyum sağlama etkisini doğrulayan farklı deneyler gerçekleştirmiş (Milgram, 1961) ve ardından, daha da geliştirilmiş bir kurgu ile bu ilk bulguların kapsamı genişletilmiştir (Berns vd., 2005).

Sözde anketçilerin birtakım düzmece sorulara gayet açık ve net yanıtlar almaları, otorite algısı ve uyum baskısının yanılgıları nasıl geçerli kıldığını göstermiştir. Öğrenciler hayali yerlerle, olmayan yasa maddeleriyle, varolmayan siyasetçilerle ilgili soruları seve seve cevaplandırmışlar; hatta, o hayali yerlerin yolunu tarif ettikleri bile olmuştur (Prasad vd., 2009). Soruları cevaplandıran kişiler, varsayılan bir otoritenin soru sorma eylemini (bu sözde anketçiler yasal bir iş yaptıklarından kuşku duyulmamasını sağlayacak her şeyi hazırlamışlardır) yanlış algılamışlar ve o otoriteyi sorgulandıkları konuların gerçekten varolduğuna kanıt olarak değerlendirmişler. Bunlar, daha da ileri giderek, konulardan habersiz kalmış duruma düşmemek ve dolayısıyla herkesin paylaştığı bilgilere sahip olmadıklarından “grup” dışı görünmemek için, hayal ürünü açıklamalar uydurmuşlar. Bir başka araştırmada, yetişkin kişilerin öğrencilik yıllarında deri üzerinde yaptıkları bir tıbbi deneyle ilgili bazı ayrıntıları hatırlamaları istenmiş (Mazzoni & Memon, 2003). Böyle bir deney asla gerçekleşmemiş olduğu halde, denekler bu hayali deneyle ilgili ayrıntılı ve inandırıcı anılar uydurmuşlar.

(…)

II. Dünya Savaşı sonrası Stanley Milgram, hazırladığı deneylerle, savaş sırasında yaşanan vahşeti izah etmek için psikolojik bir temel keşfetmeye çalışmıştır. Araştırmacılar bu deneylerde sıradan, aklı ve zekâsı yerinde insanları, kendilerine emredildiği zaman çok kötü şeyler yapıp yapamayacaklarını görmek için, tereddütlü durumlara sokarlar. Sonuçlar korkutucudur: Evet, tamamen normal insanlar canavarlara dönüştürülebilir. Bu çok zor bir şey değildir. Deneklerin verilen emirlere uyarak çok feci şeyler yapmaları için, onları yetkili kılan sözde bir güç sistemi yeterlidir.

Milgram’ın deneylerinde bazı kişilere öldürücü düzeyde elektrik şokları vermeleri deneklere emredilir, onlar da bu emre uyarlar (Milgram, 2004). Şok verme eylemini gerçekleştiren denekler aslında elektrik akımının kesik olduğunu bilmezler ve kendisine şok verildiği zannedilen kişi de şokun etkisiyle çığlık atma rolü yapan bir oyuncudur. Aslına bakılırsa bu deneyden, yüzeysel bir değerlendirmenin ötesinde çok daha korkunç sonuçlar çıkar. Denekler bunların üniversite ortamında gerçekleştirilen laboratuvar deneyleri olduğunu biliyorlardı ama yine de insan ahlakının temel unsurlarına aykırı emirlere itaat etmişlerdi. Gerçek hayatta ise emirleri veren güç sistemi çoğu zaman deneklerin yaşam hakkını da elinde tutar ki bu, emirlere karşı herhangi bir itirazda bulunma olasılığını çok çok azaltır. Milgram’ın bu klasik deneyleri onlarca yıl sonra da yinelenmiş ve ne acıklıdır ki, benzer sonuçlar elde edilmiştir (Burger, 2009).

(…)

Uyum sağlama mekanizması, insanları yanlış bilgileri ve irrasyonel inançları kabullenmeye yönlendirir; ve bu aynı mekanizma, normal bir insanın, akranlarının baskısıyla ya da varsayılan bir otoritenin doğrudan emirleri doğrultusunda diğer insanlara çok feci şeyler yapmasına neden olabilir. Bütün bu birbirleriyle ilintili ama ayrı ayrı eylemlerde, bizim o çok umut bağladığımız özdenetim yeteneğimiz erir kaybolur. İnsanlar bir grup inancını benimsemeden önce oturup düşünmezler; kanıtları önlerine koyup, o inancın arkasındaki mantığın tutarlı olup olmadığını sorgulamazlar, tıpkı bir reklamda izlediklerini kabullendikleri gibi benimserler. Yetkililer ya da toplum, utanç verici bir eylem gerçekleştirmelerini talep ederse onlardan, genel ahlak kuralları ve şefkat duygusunun kazandırdığı bilincin yansıması olan öz ahlaki değerleri bir çırpıda silinir. (…)

Nikos A. SALINGAROS
“Bilişsel Uyumsuzluk ve Uyumsuz Mimari: Doğruları Yadsımak İçin 7 Taktik”
Çev: Yavuz Oymak, DOXA, Ocak 2014, Sayı: 11, ss. 101-104


Ayrıca bkz: https://evvel.org/dogrulari-yadsimak-icin-7-taktik-nikos-a-salingaros

Tem
07
2014
0

André Breton anlatıyor… (1952)

1952’de gerçekleştirilen bir dizi radyo konumasından episodlar:


André Parinaud: Bu konuşmamızda, 1919 baharı ile 1920 yılı sonu arasındaki yaşamınızı ele alacağız. Yani, Littérature dergisinin ilk sayıları ile sivil hayata dönüşünüz ve Dada akımından ayrılmanız söz konusu. 1919 yılında düşüncelerinizin ve özlemlerinizin ne olduğunu açıklar mısınız?

André Breton: Litterature dergisinin ilk altı sayısının yayımlandığı 1919 baharında ve yazında, istediklerimizi yapacak durumda değildik; ben, eylül ayında terhis oluyordum, Aragon da birkaç ay sonra. O zamanın iktidarı, savaşta görüp öğrendiğimiz yaşam ile sivil yaşamın bize sunacağı gerçekler arasında bocalamamamızı ve yumuşak bir geçiş yapmamızı amaçlıyordu. Bu sakınganlık anlaşılabilir bir şeydi. Çünkü, cepheden dönen askerler nefret ve hınç duyacakları sayısız gerçekle karşı karşıyaydılar. Boşu boşuna sayısız insan harcanmıştı. Cephe gerisindekilerin “kanımızın son damlasına kadar savaş” lafının altında üçkağıtçılıklar yatıyordu; ocaklar yıkılmıştı ve önümüzde adi bir gelecek vardı. Askerî zaferin sarhoşluğu fos çıkmıştı.

Savaş bitmişti kuşkusuz, ama yalnızca yaşamak ve benzerleriyle anlaşmak isteyen insanları, dört yıl sonunda, yabani ve çılgın kimseler haline getiren “beyin yıkama” bitmemişti.

Kısacası, savaştan dönenlerin hali kötüydü…

A.P.:Ama bir başkaldırma değil, daha çok bir duygusuzluk söz konusuydu sanırım.

A. Breton: Aramızdan çoğu, hangi tarafı tutacağına kısa sürede karar verdi. İktidar da, patlak vereceğinden korktuğu ruhsal başkaldırmayı yumuşatmak için kasvetli törenler düzenledi ve anıtlar dikti. Bir vandallık çağının tanıkları olan bu anıtları hâlâ görüyoruz… Paris’te Etoile alanındaki “meçhul asker” anıtı, bunun bir örneğidir. Ama askerliğin boyunduruğundan kurtulmuş olan ben, hiçbir kısıtlama altına girmemeye kararlıydım. Başıma gelecekler umurumda değildi…

A.P.: O sırada, geleceği nasıl düşünüyordunuz?

A. Breton: Gelecek hakkında hiçbir fikrim yoktu. Oteldeki odamda, masanın çevresinde saatlerce dönüp duruyordum, Paris’te rastgele dolaşıyordum. Chatelet alanında bir sıranın üzerinde kaç kez tek başıma sabahladım. Bir düşünce yoktu kafamda, bir çözüm de düşünemiyordum. Her şeyi oluruna bırakmıştım sanki…

(…)

A.P.: Marcel Duchamp’ın kişiliği de sizi burada etkiledi sanırım…

A. Breton: Evet. Duchamp’ın etkileyici haberlerini, Picabia’dan alıyorduk. İlginç çalışmaları vardı. 1911 ile 1913 arasında kübizme ve fütürizme özgün katkılarda bulunduktan sonra, dükkânlarda satılan eşyayı imzalayarak klasik sanat anlayışını hiçe sayan bir tutum göstermişti. Örneğin, bir içki kasasına, küreğe ya da oyuncağa imzasını atıyor ve bunların birer sanat yapıtı olduğunu ileri sürüyordu. Duchamp böylece, salt “seçme”yle bir sanat yapıtı ortaya konabileceğini göstermek istiyordu. “Joconde”un [Mona Lisa] renkli bir röprodüksiyonunu da imzalamıştı, ama bıyık takarak…

(…)

A.P.: Bugün, gerçeküstücülük bakımından önemli bir olayı, yani Gerçeküstücü Devrim dergisinin yayımlanmasını ele alacağız. Şiirsel, ahlaksal ve siyasal bir başkaldırıyı benimsediğinizi biliyoruz. Derginin ilk sayısında, verdiğiniz kesin kararları açıklayan şu cümle yer alıyor: “Yeni bir insan hakları bildirisi gerekli. “O zamanki düşüncelerinizi açıklamanızın en doğru yolu, bu sözlere verdiğiniz kesin anlamı belirtmenizdir sanırım..

A. Breton: Gerçeküstücü Devrim’in ilk sayısı 1924’ün sonunda yayımlandığında, dergiye yazanlar şu konularda görüş birliğine varmışlardı: içinde bulundukları sözümona Descartesçı dünya, tahammül edilmez bir dünyadır, kasvetli bir aldatmacadır ve bu dünyaya karşı ayaklanmanın her çeşidi haklıdır; yalnızca düşünceye ve kavrayışgücüne dayandırılan bir ruhsal yaşam, kökten eleştirilmelidir. Gerçeküstücülerin dostu Ferdinand Alquie, bir yazısında bu görüşleri çok iyi açıklayarak şöyle diyordu: “İnsanın özünün akıl olduğunu söylemek, insanı ikiye bölmektir ve klasik düşünce geleneğinin yaptığı şey de budur. Bu gelenek, insana yakıştığını ileri sürdüğü akıl ile akıl-olmayanı, yani insana yakışmayan içgüdüleri ve duyguları birbirinden kesinlikle ayırt etmiştir.” Düşünce ustamız olarak benimsediğimiz Freud, böyle bir ayırt edişin ve bölmenin, insan için ne kadar tehlikeli olduğunu öğretiyordu bize. Eski “akla” yüzyıllardır tanınmış sınırsız gücü hiçe sayıyorduk ve dolayısıyla bu aklın ahlak düzeyinde insana kabul ettirdiği “ödevler”i de hiçe sayıyorduk. Bu aklın sakat yanlarını göz önüne sermek için her fırsattan yararlanıyorduk. Ve bu aklın yerine, sağlamca temellendirilmiş bir başka akıl konana kadar, bu yolda yürümeye kararlıydık. “Yeni bir insan hakları bildirisi gerekli” sözünü, bu açıdan kavramak gerekir.

(…)

A.P.: Gerçeküstücülüğün dünyada bugün almış olduğu yer ile gerçek önemi arasında ne gibi bir oran olduğunu düşünüyorsunuz?

A. Breton: Boşuna çalışmamış olduğumuzu düşünüyorum. Ama gerçeküstücülüğün bugün dünyada aldığı yerin, onunla oranlı olduğunu sanmam. Ne var ki, benim için önemli değil bu. Daha önemsiz bir yer alsaydı da, yakınmazdım bundan. “Yer alma” sözünde, beni her zaman rahatsız eden bir resmileştirme ve kabul edilme anlamı vardır. Düşüncemle değil de, daha çok mizacımla, sürekli olarak kendini yenileyen bir azınlığa katılmaya hazırımdır. Bundan ötürü, bugün okullarda gerçeküstücülüğün okutulması, benim için tatsız bir şey. Gerçeküstücülüğün kolunu kanadını kırmak için yapılıyor bu. Gençliğimde, Baudelaire’i ve Rimbaud’yu gerektiği gibi anlamamı, bu şairlerin okul programlarında yer almamaları sağlamıştı…

(…)

(1952)


Gergedan Dergisi, Gerçeküstücülük Özel Sayısı

Çev: Selahattin Hilav, Ağustos 1987, s. 53-58


1. Hamiş:  Söyleşinin tam metnine https://www.e-skop.com/skopbulten/surrealizm-1924-2014-andr%C3%A9-bretonla-soylesi-%E2%80%9Cbugun-okullarda-gercekustuculugun-okutulmasi-benim-icin-tatsiz-bir-sey%E2%80%9D/2024 adresinden ulaşabilirsiniz.

2. Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “Gerçeküstü” ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/gercekustu adresinden ulaşabilirsiniz.

Tem
06
2014
0

Direnin ve Bağırın: “Ödüller İnsansızdır!”

Taylan Kara’nın “Türkiye’de Edebiyat Ödülleri Nasıl Verilir?” başlıklı yazısıyla ortaya koyduğu karanlığı, “yazarım, şairim, iyi okuyucuyum ve haysiyetliyim!” diyen herkesin fark etmesi, işbu yazıda işaret edilen “oligarşi”ye boyun eğilmemesi, direnilmesi gerekiyor: https://www.gunzileli.com/2014/06/30/taylan-karaturkiyede-edebiyat-odulleri-nasil-verilir/


Edebiyat ödüllerindeki kötülüğü anlamak için şu iki metin de önemlidir:

Nisan 2011′de, Hande Edremit ile gerçekleştirdiğimiz bir söyleşide “jüricilik” mesleği hakkında şunları dile getirmişiz:

Hande Edremit: “Denizaltı Edebiyatı” adlı bildirinizde “Ödüller insansızdır.” diyorsunuz. Ece Ayhan da “Şairlere ödüller verileceğini duyunca, şunları düşündüm: Demek yasalar da yetmemiş, ölüm şairlerle toplu fotoğraf çektirmek istiyor.” demişti. Günlük hayatta da biraz bu şekilde var olmaya çalışıyoruz sanki. Fotoğraflarla önceden belirlenmiş bir sahneyi yaratmaya daha kötüsü yaşamaya çalışarak…

Zafer Yalçınpınar: Ödül konusu son derece karışık bir konu… Şimdi, her şeyi bir kenara bırakalım ve meseleye dil açısından bakalım: Bugün, “Ödül” dediğimiz anda imgesel olarak ödülü alan kişiyi ya da eseri değil “ödül sistematiği”nin kendisini ya da ödülün metasını işaret ediyoruz, yüceltiyoruz, ayrıcalıklandırıyoruz. Eskiden böyle değildi. Şimdilerde, rekabet, kazanmak, yarışmak, hırs, farklılık, üstünlük filan gibi şeyler doğrudan aklımıza geliyor. Ödüllendirme denen şey, Yeni Kapitalizm’in yönetim süreçlerinin içerisinde düşünüldüğünde bir “isteklendirme” türüdür ve iktidar heveslileriyle iktidar sahiplerinin buluştuğu bir podyumdur. Ödül, iktidarın, kendi iktidarını kuvvetlendirdiği bir araçtır. Ödüller sahici değildir. “Ödül Sistematiği” denen şeyden podyumu, ışıkları, jüriyi, ödülü takdim edeni, alkış seslerini, o kırıtışları, gazetelerdeki haberleri, duyuruları filan kaldırın, geriye ne kalır? Şiltler, plaketler filan kalır. Zaten, bu şiltler, plaketler filan birer “simge” değil midir? İmgelemi kuvvetli bir şair için “ödül” denen şeyin karşılığı böylesi bir “sıradan simge” olamaz. Çünkü ödül sistematiğinin demin saydığım bileşenlerinin hiçbiri de imgelemin özgürleşmesiyle bağlantılı değildir. Şairin ödülü sıkı şiir yazmak, yazabilmektir. Şairin ödülü; tüm baskılara rağmen özgür bakışını, imgeselliğinin biricikliğini kaybetmemektir. Derdi şudur şairin; töze nüfuz edebilmek, tözü imlemek… Şair, şiirinin sıkılığını, dizelerinin gücünü yarışmalarla, ödüllerle filan teyit ettiremez. Bakın, bugünün edebiyat ortalığını birazcık araştırdığınızda “ödülsüz” bir şair bulmakta zorlanırsınız. Herkesin bir yığın ödülü var yahu… Nerede kaldı bu adamların ayrıcalığı filan? Ama benim dediğim anlamda, yani imgelemin özgürleşmesi ve töze nüfuz edebilmek yönünde ödüllendirilmiş şair sayısı bir elimin parmaklarının sayısını geçmez. Bu nedenle “Ödüller insansızdır” dedim.


2008 yılında kaleme alınmış önemli bir başka yazı:

DAMPERLİ ÖDÜL FURYASI VE SAYGINLIK CUKKALAMAK

Bundan yedi-sekiz sene önce edebiyat ödülleri üzerine bir yazı yazmaya kalkışsam işim çok daha zor olurdu. Çünkü o zamanlar, bugünkü ödül dağıtım mekanizmaları üzerine biriken kızgınlığımı anlamsız kılabilecek bir içeriğe sahip en azından iki ya da üç “edebiyat ödülü” ve bu ödüllerin seçici kurullarında da yetkinliğine inandığım -en azından yetkinliğinden şüphelenmediğim- iki üç sıkı insan bulunmaktaydı. Ayrıca, bundan yedi-sekiz sene önce yazarlar ve şairler, ödül kazanmanın bir “müstahkem mevki” sağlayacağını düşünüp, bugünkü gibi ödüllerin peşinde koşmazlar, herhangi bir ödüle değer bulunduklarında da bugünkü gibi sağda solda (podyumlarda, etkinliklerde, özel yemeklerde ve her türlü mikrofon arkasında) kırıtmazlar, dirsek temas aralığında hizaya gelip sokaklarda halay çekmeye kalkışmazlardı. Çünkü “sanat alanında ödül kazanmak” denen şeyin sıradan (belki de erken ve gereksiz) bir “teyit” olduğuna inanırlardı: Yazarlar ya da şairler için gerçekten önemli olan şey “kariyerizm uğruna özgeçmiş doldurmak, donatmak, uydurmak” değil de “ufuk açacak kadar farklı ve sıkı bir yapıt” yaratmak, yaratabilmiş olmaktı. Bununla birlikte, ilginçtir ki edebiyat ortamında bulunan dergi editörleri ve yayınevi sahipleri de kimin hangi ödülü aldığına, kimin özgeçmişinin ne kadar dolgun/kalabalık olduğuna, “babalık, ağabeylik, evlatlık” gibi ailevi ilişki biçimlerine, kalem kavgası sicillerine falan fazlaca itibar etmezlerdi. (Çünkü o zamanki sıkı editörler, “dişçiden, imamdan, celepten, hafızdan ya da lehimci ustasından devşirme editörler”den sayıca daha fazlaydı ve daha etkindi.) Gerçek editörler, yazarların dirsek temas aralıklarını, unvanlarını ya da ait oldukları ilişki şebekelerini değil de yayımlayacakları yapıtın kuvvetini/etkisini ölçerlerdi; eserin kurgusal, imgesel, semantik, toplumsal, tarihsel, tipolojik, morfolojik ve hatta sezgisel öğelerini kendi iç dünyalarında hisseder, tartar ve yayımlayacakları eseri olabildiğince içselleştirirlerdi. Yani, özgeçmiş ya da statüko üzerinden çalışmazlar, biricik saygınlık unsurunu “özgeçmiş dolgunluğu” olarak görmezler, önlerine gelen eserleri ciddi ciddi okurlardı, değerlendirirlerdi. (“Okumak” eyleminin önemini ayrıca vurgulamak gerekir. Bugünkü edebiyat ödüllerinin çoğunda seçici kişiler, ödüle katılan yazarların eserlerini ya hiç okumamaktadır ya da örnekleme metoduyla -eserin başından, ortasından ve sonundan parçalar okuyarak- bir şeyler yapmaya, karar vermeye çalışmaktadırlar. Bu “okumamak” durumunun sebebi de ödülün verileceği kişinin çok önceden –statükocu unsurlarla- belirlenmiş olmasıdır. )

Kısacası, bundan yedi sekiz sene öncesinde edebiyat ödülleri, ne yazarların ve şairlerin haysiyetinde (özdeğerlendirme yokuşunda) ne de editörlerin gözünde çok önemli şeyler değildi. Çünkü saygınlık, “sıkı bir eser” yaratabilmek ya da okuyabilmekten geçerdi ve yazarın kendi iç dengesiyle, kendi eseriyle arasındaki özel bir yokuş ya da mesafeydi. Yani yazarlar, öncelikle “haysiyet”lerini düşünürler, bir “muhteris” gibi köşeyi dönmeye, köşebaşı tutmaya ya da saygınlık cukkalamaya çalışmazlardı. Bugün ülkemizde, 79 kadar –çoğu da şiir/şair odaklı, çoğu da çeşitli belediyeler ve kamu kuruluşları tarafından verilen- edebiyat ödülü bulunmaktadır. Peki ülkemizde, bu kadar çok ödülü kazanacak nitelikte yazar, şair, genç yazar, genç şair ve bu kadar ödülde seçicilik yapabilecek kadar nitelikli yazar, şair ve eleştirmen kalmış mıdır, var mıdır? Cevabınız “Kalmadı…Yok işte!” ise ülkemizdeki edebiyat ödüllerinin dağılımı veya dağıtımı için şu benzetmeyi rahatlıkla kullanabiliriz: “Damperli Ödül Furyası yoluyla Saygınlık Cukkalamak!

Eduardo Galeano’nun dediği gibi “Sizi alkışlayanlar, aslında sizi zararsız görenlerdir.” Bu sözü genç yazar, genç şair ve tüm edebiyat heveslileri aklının bir köşesine mıhlamalı… Galeano’nun ifade ettiği şey bugünkü durumu tamı tamına karşılamaktadır. Yaşarken para, saygınlık ve otorite gibi şeylerle değil de “sefalet, çeşitli sessizlik suikastları ve kötülük dayanışmaları”yla “ödüllendirilen” sıkı bir adamdan, Ece Ayhan Çağlar’dan bir alıntı yaparak işbu yazıyı sonlandırmak istiyorum:

“Şairlere ödüller verileceğini duyunca, şunları düşündüm: Demek yasalar da yetmemiş, ölüm şairlerle toplu fotoğraf çektirmek istiyor. Hoşgörünün törel ve yasal sınırlarını paramparça ederek aşmış bir düşünceyi köşeli bir büyük ayraca, paranteze alacaklar. Alırlar! Daha dün, yaşayan şiir denince elleri tabancalarına giden adamlar, müessesenin küçük hisseli ortakları, şairlere iki paralık değer vermeyenler, gözlerinde tek bir şiir yaşatmayan kalem efendisi kentliler oturmuşlar, düşünmüşler, taşınmışlar, açık baskılar, gizli engellemeler yanında, böylesi bir Chester taslağını sunmuşlardır. Tarihten, kendi tarihimizden biliriz ki, kardeşlerini az önce boğmuş bir padişahın bile elinde uzak ve kokusuz bir gülle yaptırdığı minyatürleri, çağdaş padişahların ise basına dağıtılmak üzre çocuklarla çektirdikleri birçok fotoğraf vardır. Şimdi çocuklar ve güller dahi yüz vermedikleri için olsa gerektir, ‘müesses ölüm şairlerle toplu fotoğraf çektirmek istiyor’. Bunun böyle olduğu aydındır.(1970)”

Zafer Yalçınpınar – 2008

Tem
05
2014
0

Dünyanın Duvarları

İngiltere’den Crawford Jolly, dünyadaki 65 kentin sokak sanatını ve duvarların seslendiği imgelemi “Boş Duvarlar Suçludur” adında bir web galerisinde toplamaya çalışıyor. Sitede İstanbul’dan da özel çalışmalar yer almış…

Bkz: https://www.blankwallsarecriminal.com

 


Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “Sokak Sanatı” ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/duvarda adresinden ulaşabilirsiniz.

Written by in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) | Etiketler:
Tem
03
2014
0

şiir okumayın diye bir ters kıyıdır: Zafer Yalçınpınar Kitapları (pdf)

iki             meydansiz


“İKİ” (2011-2013 şiirlerinden ara-imgelem)
Tam metin, pdf: https://bit.ly/2iki2


“MEYDANSIZ” (Şiir, 2009)
Tam metin, pdf: https://bit.ly/meydansiz2009


 kizgin         livar


“KIZGIN” (2009-2011 şiirlerinden ara-imgelem)
Tam metin, pdf: https://zaferyalcinpinar.com/kizgin.pdf


“LİVAR” (Şiir, 2007)
Tam metin, pdf: https://bit.ly/livar2007


kyuzu             dadaliada


“KELİMENİN YÜZÜ” (İç-sözlük, 2007)
Tam metin, pdf: https://bit.ly/kelimeninyuzu2007


“DADALIada” (Fotoğraf, 2000-2012)
pdf: https://bit.ly/dadaliada


*

Ayrıca bakınız;

Tüm kitapları; https://zaferyalcinpinar.com/d2.html
Tüm şiirleri; https://zaferyalcinpinar.com/siir.html


Tem
02
2014
0

Sıkı Eleştiri: Türkiye’de Edebiyat Ödülleri Nasıl Verilir? (Taylan KARA)

Taylan Kara tarafından kaleme alınmış “Türkiye’de Edebiyat Ödülleri Nasıl Verilir?” başlıklı sıkı bir “yazı-lobut”u yeni fark ettik. (Bu önemli eleştiri yazısının tam metnine şu adresten ulaşabilirsiniz:  https://www.gunzileli.com/2014/06/30/taylan-karaturkiyede-edebiyat-odulleri-nasil-verilir )

Taylan Kara, birçok sahici eleştiriyi/kınamayı yöneltmiş “günümüz edebiyat ortamına/ortalığına”… Yani, Türkiye’deki edebiyatın özünü değiştirmek için -yıllardır EVV3L ve çevresini de kültürel açıdan muzdarip eden- kötücül ortalamayı/vasatlığı  çok iyi analiz-işaret etmiş, eleştirmiş…

Taylan’ın yazısına gelen “online” yorumlara baktım; Yeni Sinsiyet‘in üleştirmenlerinin menfi gaddarlığı, yılanvari tipolojisi, kullandıkları retorik hiç değişmemiş. Yıllardır hep aynı çete, hep aynı fikir kelliği, hep aynı edebî körlük ve yaygınlaşan bir “haksızlık”…

Nihayetinde, Yeni Sinsiyet tipolojisine ve işbu tipolojinin yemlediği “gözübağlılar”a karşı verdiğimiz mücadelenin kalın arşivi (yani, haysiyetli duruşumuz) sabittir: EVV3L ve taifesi “piyasanın tüm edebiyat kâhyalarına karşıdır” (bkz: https://evvel.org/evvel-fanzin-tum-edebiyat-kahyalarina-karsidir)

2013 itibariyle, üleştirmenler ile jüriciliğin icra ettiği “mezalim istatistiği”ni çok iyi biliyoruz. (bkz: https://evvel.org/yuzde-otuz-bir-damperli-odul-furyasi-oligarsi-juricilik-ve-2013-istatistigi)

EVV3L taifesi olarak Taylan Kara’yı destekliyor ve edebiyat ortamına/ortalığına yönelttiği eleştirilere -sonsuz- katılıyoruz. Yıllardır her alanda -yüksek sesle- şunu söyledik; “Ödüller insansızdır!”

Hakikat yolundaki kalb ve vicdan arayışımıza sahip çıkacağız: Hırsızlığa, hilebazlığa, yalancılığa ve işbu kötülüklerle beslenen haksızlığa boyun eğmeyeceğiz.

Yeni Sinsiyet‘i ve her türlü haksızlık yordamını ifşa etmeyi sürdüreceğiz.

Sahicilikle…

 

Haz
29
2014
0

Kafapresi: KABURGA #5

kaburga5

Kadıköy sularından yükselen “yeni efsane” Kaburga‘nın 5. sayısı yayımlandı…

Bkz: https://www.facebook.com/KaburgaZine

*

5. sayının içeriği/taifesi:  Kanat Güner, Grete Stern, Ulus Baker, Cenk Taner, Cleon Peterson, Carolee Schneeman, Patti Smith-Oliver Ray, Jürgen Klauke, Barış Akbalı, Metin Akdeniz, Antonie Bernhart, Nihan Şişli, Evrim Evren Önal, Müslüm Çizmeci, Eren Okur, Mary Fleneer, Mehmet Şenol Şişli, Deniz Cansever, Baran Öztürk, TenTen, Pierre Molinier, Zafer Yalçınpınar, Mustafa Yakışan, Johnny Cash, Gizem Aktan, Mehmet Çınar Devrim, Vedat Fatih Yaman, Uluer Oksal Tiryaki, Murat Mrt Seçkin…

Haz
28
2014
0

Kitap: Bekleyiş Unutuş (Maurice Blanchot)

“Daha uzun bir yol var.”
“Fakat bizi uzağa götürmek için değil.”
“Bizi en yakına taşıyacak bir yol.”
“Yakın olan her şeyin her uzaklıktan daha uzak olduğu vakit.”

Maurice Blanchot


 

bekleyisunutus

“Bekleyiş Unutuş”
Maurice Blanchot

Çev: Ender Keskin
Monokl Yayınları, 2014

Bkz: https://www.pandora.com.tr/urun/bekleyis-unutus/352460


Maurice Blanchot’un yoğun tarzı ve “Bekleyiş Unutuş” adlı kitabı üzerine Emek Erez tarafından kaleme alınan güzel bir yazıya https://www.edebiyathaber.net/sessiz-yazilarin-ustadi-maurice-blanchotdan-bekleyis-unutus-emek-erez/ adresinden ulaşabilirsiniz.


Haz
27
2014
0

“İstanbul Kent Savunması” başladı…

1517640_1385331575088631_306623295470812127_n

https://www.facebook.com/IstanbulKentSavunmasi


 

İstanbul şehrini yağmaya karşı savunan direniş odakları arasındaki iletişimi, güç birliğini ve dayanışmayı büyütecek bir koordinasyon düzlemi yaratmak amacıyla oluşturulan İstanbul Kent Savunması’nın kuruluşu ilan edildi.

Kuzey Ormanları Savunması , Kent Hareketleri, Park Forumları ile çok sayıda mahalle derneği, çevre örgütü ve Haziran İsyanı sonrasında İstanbul’un dört bir yanında ortaya çıkan kent dayanışmaları bugün (27 Haziran) Makina Mühendisleri Odası’nda İstanbul Kent Savunması’nın kuruluşunu ilan etmek için bir araya geldi.

Bkz: https://www.sendika.org/2014/06/istanbulu-sonuna-kadar-savunmak-icin-bir-araya-gelenler-kent-savunmasini-kurdu/

Haz
26
2014
0

içinde taşıyordu

(…)

Gitti. Ön pencerelerin güneşliklerini kaldırdı. “İçeri gir artık güneş!” diye seslendi, “Sen de gel, Dünya!” diyerek kapıyı açtı. Demir parmaklıklı kanatları geriye itip sürmeledi. Sabah güneşi yumuşak ışıklarıyla kaldırımları yıkıyordu. Geri döndü. Süpürgeyi almak için tuvalete yöneldi.

İşte bitmez tükenmez günlerden biri daha başlamıştı. Gün sadece güneşin doğup batması değil, yapısında, havasında ve anlamında da değişikliklere uğruyordu. Mevsimin binlerce özelliğini, renk, koku, soğukluk ve sıcaklıkların, çimenin, çıplak dalları kapayan yaprakların yapısını içinde taşıyordu.

(…)

John Steinbeck
Acı Hayat (The Winter Of Our Discontent)
Çev: Özay Sunar, Altın Kitaplar, 1963, 2. Baskı, s. 17-18

Haz
26
2014
0

Çirkin’i kaybettik…

Clipboard02

Sergio Leone’nin yönettiği ve “Spagetti Western” türünün en önemli filmlerinden olan 1966 yapımı “İyi, Kötü, Çirkin” adlı filmde “Çirkin” karakterini canlandıran Eli Wallach, 25 Haziran 2014 tarihinde -98 yaşında- vefat etti.

Clipboard01

Haz
26
2014
0

Don Kişot’un Duvarları

donkisot2

“Yeldeğirmeni-Don Kişot Sosyal Merkezi ile merkezin duvarlarında yer alan eserlerin oluşum süreci, imgelemin özgürleşmesinin habercileridir” diyerek tahayyül edebiliriz. (Zy)

donkisot3

donkisot1

Fotoğraflar: Zy


Ayrıca bkz: https://evvel.org/ilgi/duvarda


 

Haz
23
2014
0

Sait Faik Araştırma Atölyesi’nin ikinci bölümü gerçekleşti…

atolye1

Sait Faik Araştırma Atölyesi’nin ikinci bölümü 22 Haziran’da Burgaz Adası-Sait Faik Müzesi’nde gerçekleştirildi.

Sait Faik’in “Lüzumsuz Adam” adlı hikâyesinin merkez alındığı atölye çalışmasında iki aşamalı odaklanma yöntemiyle çeşitli sosyolojik, psikolojik, dilbilimsel ve edebî çözümlemeler etkileşimli olarak katılımcılar ve moderatörler tarafından dile getirildi. Forum sonucunda ortaya çıkan 40’a yakın kavram ve kavramlar arasındaki etkileşimler dört adet bilişsel haritayla temsil edilerek araştırma sürecine dâhil oldu.

Sait Faik Araştırma Atölyesi’nin üçüncü bölümü  19 Temmuz 2014 Cumartesi günü, Sait Faik’in “Papaz Efendi” adlı hikâyesinin merkez alınacağı bir çözümleme ve bilişsel haritalama çalışmasıyla sürecek…

 


Sait Faik Araştırma Atölyesi’nin 25 Mayıs 2014 tarihinde gerçekleştirilen ilk bölümüne ilişkin bilgilere şu adresten ulaşabilirsiniz: https://evvel.org/sait-faik-arastirma-atolyesinin-ilk-episodu-gerceklesti


Hamiş: E V V 3 L kapsamında yayımlanan “Sait Faik” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/sait-faik adresinden ulaşabilirsiniz.

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com