Nis
12
2010
0

Yeni Sinsiyet ve Bazı Enstrümanları

11 Nisan 2010 tarihli BirGün Gazetesi’nin Pazar ekinde yayımlanan “Yeni Sinsiyet ve Bazı Enstrümanları” adlı yazıma https://www.birgun.net/sunday_index.php?news_code=1270982046&year=2010&month=04&day=11 adresinden ulaşabilirsiniz. (Zy)

İşbu yazının devamı niteliğindeki “Yeni Sinsiyet Tipolojisi’nin ‘Biz’ Söylemi ve Retorik Arsızlığı” başlıklı yazıya ise https://zaferyalcinpinar.com/i22.html adresinden ulaşılabilir.

Nis
10
2010
0

“kimlereverdik”

Dün, Kadıköy Reks Sineması’nın duvarında -aynı zamanda Kadife Sokak’ın da girişinde- ilginç bir stencil(şablon baskı) çalışmasıyla karşılaştım. Emek Sineması’nın kapanmasının sözkonusu olduğu ve her alanda emeğin onurunun yokedilmesine yönelik girişimlerin arttığı şu günlerde, böylesine kontrast, karşıt bir stencil çalışması -karşı duruşun  sanatsal bir eylemi olarak ve tüm yan anlam salınımlarıyla birlikte düşündüğümde- çok sıkıydı!
Boyayanların, düşünenelerin eline ve zihnine sağlık… (Zy)

Nis
07
2010
0

491’e ÜÇ!

491‘e ÜÇ!

“2000’li Yıllar Yanlış Hayatın Doğru Yaşanamayışıdır.”

https://zaferyalcinpinar.com/491uc.pdf

*

Yokoluşlarının ağıtını yazan o kifayetsiz muhterislerle senin ilgilenmeyişinin 2010’daki  yüzüdür 491
DÖRTDOKUZBİR “Evvel Fanzin” cakasıdır ve Kadıköy tribidir.

491‘in tüm sayılarını https://zaferyalcinpinar.com/491.html adresinden indirebilirsiniz.

E-posta: dortdokuzbir@gmail.com

Nis
03
2010
0

Yeni Sinsiyet ve Bazı Enstrümanları (2 Nisan 2010)

Haklılığın inadıyla -onca yükle- ayağa kalkmak ve ardından yüksek  sesle “Kahrolsun yeni sinsiyet!” diye ölümüne bağırmak, böylesine “sahici” bir tümcenin gene aynı oranda sahici olan bir öfke duygusuyla ağızdan kaçışı, daha doğrusu ağızda duramayışı, bu çeşit kontrolsüz çıkışlar kolayca tırnak içine alınabilir, başkaları tarafından mimlenip dikkat çekebilir. Ancak, “Yeni Sinsiyet” dediğim ve çevrimsel olarak hayatın her alanında maruz kaldığımız, etimizde kanımızda hissettiğimiz kitlesel sömürü kurnazlığı ve bunun sonucunda oluşan, kendimizi çaresizce içerisinde bulduğumuz  şu “cehalet ortamı”nı yapısal yöntemlerle incelemeye çalıştığımızda, işimizin kolay olmadığını fark ederiz. Zaten,  yeni sinsiyetin uygulayıcıları ve nemalanıcıları da böylesi yöntemli bir çalışmayı yapacak sabırda, inatta ve cesarette insanlar bulunmadığını verili bir değer(!) olarak kabul edip yeni sinsiyeti ve enstrümanlarını uygulamaya dört bin -evet, en az dört bin- koldan sarılırlar, devam ederler. Çünkü yaşam yeni sinsiyetin gözünde kimsenin çözemeyeceği karmaşık bir oyundur, herkes her şeyden haberdar olamaz, bir şeylerden az çok, üç aşağı beş yukarı haberdar olanlar ise sonradan dolaşıma sürülecek dezenformasyon uygulamaları nedeniyle şüphe ve çelişki içinde bırakılmışlardır, her yerde bilgi kirliliği, bulanıklık, bağlamsızlık vardır ve zaten bizim coğrafyamızda da “kim kime dum duma” görüşü hakimdir. Dün, toplum denen “virtüel”  şey, “A” diyerek, çoğunlukla kabul ettiği bir olguyu bugün, birden bire ve yine çoğunlukla “Z” diyerek reddedebilir. Çünkü toplumsal belleğimizin, ilişkilendirmelerimizin, nedensellik eşiğimizin ve çelişkisiz davranış sınırımızın zaman serisi ortalaması -bu konudaki sosyal araştırmalara göre- en fazla 25 gündür. (Toplasan bölsen çarpsan, işte bu kadardır.) Tüm bu toplumsal unutkanlık, “yeni sinsiyet”in önündeki alanın genişlemesine ve bu yazıdaki hikâyenin de uzamasına yol açmıştır.

Finali “melanet ortamı”na uzanabilecek kadar tehlikeli ve uzun olan hikâyemiz, öncelikle bir “garabet ortamı”nın oluşmasıyla ya da oluşmuş bir garabet ortamının “yeni sinsiyet” aktörleri tarafından tespit edilmesiyle başlar. Garabet ortamı, yeni sinsiyetin nemalanıcılarını “Boşver sen… biz dalgamıza, numaramıza, tezgâhımıza, cukkamıza  bakalım!” diyen aymazlığın ve hilebazlığın geniş konfor alanına teslim eder, bırakır. Bu süreçte yeni sinsiyet aktörleri, endüstriyel girişim uygarlığının ve kapitalizmin daha zararsız gördüğü -hatta meşrulaştırdığı- “fırsatçılık” maskesini takınmışlardır. Ancak, yeni sinsiyetin yayılmacılık potansiyeli, kısa sürede bulunduğu konfor alanından taşar ve bir üst seviyede daha da kalabalıklaşan, kitlelerle buluşan ya da kitlelere bulaşan çok büyük bir  kaplayıcı alana dönüşür. “Sessiz yığınlar”ın oluşturduğu bu kaplayıcı alanı “liyakatsizlik veya cehalet alanı” olarak adlandırabiliriz.

Zaman içerisinde “liyakatsizlik ve cehalet” alanının kapsamı, hem projelendirme hem de uygulama olarak genişler, böylece alandaki unsurlar arasında oluşan etkileşimler de eşanlı olarak artmıştır. Yeni sinsiyet aktörleri kendileri gibi kifayetsiz muhterisleri yanlarına katarak (hem yandaşlaştırarak, hem de paydaşlaştırarak) cehalet alanının dehlizlerini -o sessizliği- sabah akşam dolaşmaktadır. Etkileşimler bu alanın içindeki geçişkenliğin hızla ve basitçe artmasını ve alanda birer makine gibi işleyen sinsiyet enstrümanlarının çeşitlenmesini sağlamış, sonunda, alanın bir “ortam” haline dönüşmesine neden olmuştur.  Cehalet alanının yerini cehalet ortamına bırakmasıyla birlikte sözkonusu ortamın içinde bulunan tüm unsurlar geçerli sayılabilecek derecede bir eşgüdümle davranmaya, birbirleriyle iletişmeye, paydaşlaşmaya, çeşitli konuları, gündemleri tartışmaya, bu tartışmalar sonucunda çürük çarık, tözsüz değer yargıları oluşturmaya başlarlar.  Çürük çarık değerler üzerinden kararlar alınmaktadır. Bu türden etkinlikler ve sembolik kararlılıklar sayesinde de zamanla, o sessiz yığınlar, bazı benzerlikleri içselleştirirler. Artık, yeni sinsiyetin nemalanıcıları, açıkça, kendilerine “biz” demeye başlamıştır. Yani başlangıçta küçük bir kıvılcım olan “yöntemli kötülük”, şimdi, sessiz yığınların sessizliğini kullanarak çürük çarık ve tözsüz değer yargılarından oluşmuş ilkesiz bir “cehalet tipolojisi”ni oluşturmuş ve cehalet ortamının sınırsızlaşması yolunda çok  önemli roller, kararlar üstlenmiştir. Sonuçta, garabet ortamından faydalanan “kötücül”ler önce sessiz yığınların cehalet alanını keşfetmişler, sonra da “cehalet ortamı”nı ve “cehalet tipolojisi”ni yaratabilmişlerdir.

Cehalet ortamında oluşan tipoloji çok önemlidir. Çünkü, hayret verici bir biçimde, “tipoloji” tanımıyla çelişen “karakter aşınması, ilkesizlik ve döneklik” gibi olumsuzluklar, kişilik bozuklukları ya da işte sistematik hatalar, birden bire, kalabalıkların eklemlendiği bir “görüngü” haline gelmiştir ve tipolojik olarak geçerlik kazanmıştır. Cehalet tipolojisinin oluşmasında kullanılan bazı yöntemler ve cehalet alanının ortama dönüşüm aşamasındaki çeşitlemeler, cehalet ve liyakatsizlik ortamının geribesleme mekanizmasında da son derece etkindir. Örneğin, cehalet alanı  kendi dilsel benzeşimlerini yaratmıştır ve bu benzeşimlerin ürettiği bir “sinsiyet retoriği”ni, cehalet ortamında ve ortamın genişlemesinde yöntemli bir şekilde kullanmaktadır. Bu sinsiyet retoriği, yeni sinsiyetin nemalanıcıları tarafından dilsel bir üstünlük, hayatı kavramak veya gerçekleri işaret etmek yolunda kullanılan bir beceriymiş gibi sunulmaktadır. Sinsiyetin dilsel açıdan birincil aracı olan retorik, “sahici bir töz” sunmayarak insanların duygu ve düşüncelerini ele geçirmenin biçimsel hilesidir. Çoğunlukla, ezbere, ezber müfredatıyla birlikte ve mekanik şemalar yönergesinde kullanılır. Organik değildir.

Yeni sinsiyet ihtiva eden söylemlerde baskın bir “retorik arsızlığı”yla ve karakter aşınmasıyla karşılaşırsınız. Retorik arsızlığı,  liyakatsizliğin ve cehalet tipolojisinin herhangi bir konuyu işlerken konunun ağırlık merkezine, mihenk taşına veya tözüne nüfuz etmeyerek ya da benzeri bir aydınlanmadan özellikle kaçınarak oluşturduğu “aşırı” biçimsel süslemelerdir. Konunun tözü, kök nedeni her zaman “retorik arsızlığı” tarafından çerçevelenir, kuşatılır ve yeni sinsiyetin bekası için “töz” her zaman örtülü kalmalıdır; konu, kendi tözünden, orjininden kaydırılmalı ve kök nedenler kitlelerden retorik süsleri aracılığıyla uzaklaştırılmalıdır. Yeni sinsiyet uygulayıcılarına göre, tözün tarih içerisinde izlediği  nedensellik silsilesi ve bu nedenselliğe ilişkin temellendirmeler de gizlenmelidir. Yeni sinsiyetin retorik arsızlığı, yapay bağlamları ve yapay bağlaçları kullanarak tözü, sahici ve tarihsel nedensellik ilişkilerinden kaçırmaya çalışmaktadır. Kavramların yanlış bağlamlarla ve istatistiklerle kullanımı, yanlış sorunun doğru cevabının olmayışı, ezbere salınımlar ve tüm bu “yapaylık”lar tözün üstünü örtmektedir. Bu durum yanlış bir hayatın doğru yaşanamaması demektir. Retorik arsızlığının temel uğraşı, tözün bin kat eğreti sözle giydirilmesidir. Böylelikle hem tözün sahiciliği belirsizleştirilir hem de anlam kaymalarıyla sessiz yığınlar kandırılır: Töz, retorik arsızlığıyla birlikte hileli bir rastlantısallığa, görüngüye ve örtüye teslim edilir.

Yeni sinsiyetin arsızlığına ve aymazlığına yakışır derecede yaygın olarak kullanılan bir başka enstrüman da “Sessizlik Suikasti” ya da “Sessizlik Baskısı”dır. Marx’ın dile getirdiği bu kavramın işlevleri, sinsiyet zihniyetini  eskisinden çok daha yüksek nemalara ulaştırmaktadır. Statüko karşıtı olduğunu iddia eden  -aslında statüko karşıtlığını da bir enstrüman olarak kullanan- yeni sinsiyet, tüm sessizlik biçimlerini cehalet alanının genişlemesi yolunda kullanmaktadır. (Aynı yöntemin çeşitlemelerinden kapitalist satış tekniklerinde de sıkça söz edilir.)

Liyakat sahibi birinin yarattığı, üzerinde çabaladığı ve emek verdiği nihai çıkarımlar, analizler ya da yapıtlar, sessizlik yoluyla hasıraltı edilmekte, sahiciliğin ve tözün üzeri bir kez daha örtülmeye, örtbas edilmeye çalışılmaktadır. Bu yöntemle töz ile tözsüzlüğün kıyaslanması da engellenir. Herkes bilir ki bir şey hakkında susmak, bilgisizliği ve liyakatsizliği örtmenin en risksiz yoludur. Ayrıca, günümüzde, sessizlik suikastinin “sessiz yığınlar”la iletişmenin bir biçimi gibi kullanıldığında fayda sağladığını iddia eden aydınlar(!) bile yaratılmıştır. Fakat gerçekte, sessizlik suikasti denen şey yaygın bir pusuculuk biçimidir ve yeni sinsiyetin en etkili “adam harcama” silahlarından biridir.

Sessizlik suikastinin tersi ya da diğer ucu sayabileceğimiz “İnsan Yemleme” enstrümanı ise  kapitalizmin ödüllendirme sistematiğiyle birlikte çalışır. Buradaki ölçüsüzlük ve örtüşmezlik, sessizlik suikastındaki yok sayma stratejisinin tersidir. Liyakat sahibi olmayan birinin ödüllendirilmesi -aslında statükoyla, ödülle yemlenmesi- yersiz bir biçimde yüceltilmeye çalışılması, cehalet alanının genişletilmesi ya da cehalet ortamındaki etkinlik ile cehalet türevlerinin yaygınlaştırılması söz konusudur. Bu yöntem de tözün örtbas edilmesine, kitlelerin düşüncelerinin tözsüz ve bağlamsız bırakılmasına neden olur. Kitleler cehalet kökenli bir “İkbal Avcılığı”na bürünecek ve tözün değil de yemlerin peşinde koşacaktır. Ayrıca aşırı ödüllendirme ya da insan yemleme yöntemi  ödül verilen mevcut “liyakat alanı”nın geçerliğinin ve itibarının aşınmasına da yol açar. Bu da yeni sinsiyetin başka bir numarasıdır, arzusudur; liyakat alanının yerini cehalet alanına bırakması…

Sonuç olarak,  yeni sinsiyet ve türev enstrümanları binbir koldan çeşitlenmektedir ve hikâyemiz “liyakatin, sahiciliğin ve tözün örtbas edilmesi” bağlamında uzayıp gider… Yeni sinsiyetin amaçladığı “melanet ortamı”na ulaşmaması için, “kötülüğe karşı haklılığın inadı”nı yüklenmek gerekiyor. Her seferinde “Kahrolsun yeni sinsiyet!” diye çıkışarak, varoluşumuzdaki sahiciliği ve tözü, gözümüz gibi korumamız gerekiyor. Çünkü tözümüzü ve onun sahiciliğini korumak, “insancıl” olmak demektir ve yeni sinsiyetin beslendiği tüm haysiyetsizliklere karşı çıkmanın da en doğal yolu budur.

Sahicilikle
Zafer Yalçınpınar (Zy)
2 Nisan 2010

1. Hamiş: İşbu yazının pdf dosyasına https://zaferyalcinpinar.com/yenisinsiyet.pdf adresinden ulaşılabilir.

2. Hamiş: İşbu yazının devamı niteliğindeki “Yeni Sinsiyet Tipolojisi’nin “Biz” Söylemi ve Retorik Arsızlığı” başlıklı yazıya ise https://zaferyalcinpinar.com/i22.html adresinden ulaşılabilir.

Nis
02
2010
0

Sıkı Davulcu Manu Katché ve Yeni Albümü

Sıkı davulcu Manu Katché’nin yeni albümü yayımlandı:

80’lerde bir pop davulcusu olarak parlayan Parisli Manu Katché, 1989’da ECM’in 20. yıldönümü etkinliğinde Jan Garbarek ve Ravi Shankar’la çaldıktan sonra bir caz bestecisi, davulcusu ve grup lideri olarak kariyerinin ışıltılı dönemine adım attı. Peter Gabriel ve Sting’le yaptığı çalışmaların yanı sıra Tori Amos, Eurythmics, Jeff Beck, Youssou N’Dour, Joe Satriani gibi farklı türlerde müzik yapan sayısız yıldız sanatçıya albümlerinde davuluyla eşlik etti. Jan Garbarek’le başlayan verimli çalışmalarıyla özgün stilini cazın hizmetine sunan Katché’nin davulu nefesliler, piyano ve basın rahatça hareketine olanak sağlayan bir arkaplan oluşturuyor. Stilini Afrika ritimleri ile klasik davulun caz şemsiyesi altında etkileşimi olarak tanımlayabileceğimiz davul dahisi Garbarek’in deyişiyle “eski okul caz davulcularının tarzına zarif bir derinlik ve şiirsel bir duyarlık katarak kendine özgü bir stil” geliştiriyor. 2007 tarihli albümü Playgrund ile büyük övgü alan sanatçının yeni albümü Third Round 2010 Martı’nda piyasaya çıktı.

(İşSanat konser tanıtım metninden…)

Ayrıca bkz: https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=2523

Written by in: Duyurular, Tartışmalar | Etiketler:
Nis
01
2010
0

Sergi: David Lynch’in Fotoğraf ve Gravürleri

Artane, 9 Nisan – 29 Mayıs 2010 tarihleri arasında Amerikan sinemasının önde gelen yönetmenlerinden David Lynch’in fotoğraf ve gravürlerini İstanbul’lu sanatseverlerle buluşturacak.

Facebook Etkinlik Bağlantısı:  https://www.facebook.com/event.php?eid=107156532640832

Ayrıca bkz: https://www.grizine.com/2010/03/22/david-lynch-istanbulda/

Artane, bu defa 9 Nisan – 29 Mayis 2010 tarihlerinde Amerikan sinemasının önde gelen yönetmenlerinden David Lynch’in fotoğraf ve gravürlerini İstanbul’lu sanatseverlerle buluşturacak.

Mar
30
2010
0

“Avantacular Press” ve Görsel Şiir Deneyimi

“Avantacular Press” taifesinin Görsel Şiirleri’nden…

Andrew Topel ve taifesinin “Avatacular Press” adlı girişimi, birçok Görsel Şiir deneyimini ve görsel şiir heveslisini bir araya getirdi. “A Flying Stone” adında bir derlemeyle benim de katıldığım projeye ait yapıtlara https://www.scribd.com/andrewtopel adresinden pdf formatında ulaşabilirsiniz. Projede yapıtları yer alan bazı sanatçıların isimleri şöyle; Edward Kulemin, Vernon Frazer, Satu Kaikkonen, Amanda Earl, Mike Cannell, Nicol a.  Kostic, Daniel F. Bradley, Jim Leftwich & Tim Gaze, Derek Beaulieu, John M. Bennett & Nico Vassilakis…

“Avatacular Press” taifesinin facebook grubu ise şu adreste bulunuyor: https://www.facebook.com/group.php?gid=227841054110

Mar
25
2010
0

“yeniŞ” (göseliş’ler)

2009-2010
zafer yalçınpınar
görseliş’leri

*

yeniŞ, https://zaferyalcinpinar.com/yenis.pdf adresinden indirilebiliyor.

Mar
19
2010
0

Kuzgun Acar’ın İlk Yapıtı, Bir Yorum, Bir Soru ve İki Not!

Kuzgun Acar’ın ilk yapıtı olan “Palyaço”
(Ertel Ailesi Koleksiyonu’ndan…)

Kuzgun Acar’ın İlk Yapıtı, Bir Yorum, Bir Soru ve İki Not!

Grafik sanatımızın ünlü ismi Mengü Ertel ile Kuzgun Acar’ın yakın dostlukları İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde başlar ve Kuzgun Acar’ın göçüne kadar verimliliğini sürdürür.
Borges Defteri’inde yayınladığımız Kuzgun Acar yapıtı onun yaratıcı ellerinden çıkmış ilk heykelidir (Ertel ailesinin aktardığı bilgiler doğrultusunda).
Yapıt Kuzgun Acar tarafından Mengü Ertel’e hediye edilmiş ve şu an Ertel ailesinin koleksiyonunda özenle korunuyor. Kuzgun Acar’ın ilk yapıtı olarak gördüğümüz heykel üzerine çok şeyler yazılabilir, ilk bakışta bir yanılgıya sebebiyet vererek (ki yapıtın ilk çekim ve kuvvet noktasıdır) sanki Auguste Rodin’in ünlü yapıtı Burjuva Heykelleri’ne başka bir enlemden göndermeler taşıyor ama biraz daha dikkatli odaklandığımızda gitmemiz ve varmamız gereken menzili işaretliyor. Binlerce yıllık bir heykel geleneğinin zemininden yükselen yeni bir yaklaşım, kavrayışın habercisi gibi ona odaklanan gözlerin hafızasına yerleşiyor. Bu yapıtı Kuzgun Acar yapıtlarından ayıran nokta sadece malzeme kullanım farklılığı değil, bir gövdenin bütün olarak tüm antik heykel atölyelerine asimetrik bir vurgu yapmasıdır, söylenecek sözlerin, oluşabilecek anlam katmanlarının henüz sonuna gelinmediğini müjdeleyen çok önemli bir yapıttır. Bütün uygarlık katmanlarının arasından süzülerek modern zamanlardan insan ve varoluş sorununa karşı yanıt değil sorunun merkezi gibi duruyor.
Adeta Anadolu’nun bir başka Zümrüdü Ankası Rumi’nin dizesinden çıkıvermiş bir gövde görüntüsünde:
“Çok uzaklardan yürüyen bir adam gibiyim ben.
Çok uzaklardan geçen bir hayal gibi,
yok da sayılmam.. var olan bir şeyim ben..
şimdi, ben bensiz geleyim
sen ise
sensiz gel..”
Kuzgun Acar’ın bütün dönemleri ve yapıtlarının mihenk taşıdır gördüğümüz heykel. Firarı bir zaman diliminden akrep ve yelkovanın donuk anından, kor ve ateşte özenle kapatılan bir mektubu andırıyor. Başlanıp ama tamamlanmamış ve bir gün mutlaka tamamlanacak öznel ve dokunaklı öykünün ilk işaret taşıdır. Yapıtın kendisi kadar gölgesi ve ne kadar çok yaşlanıp ama hiç yaşamayan insan öyküsünü kendi sessiz bakışına kilitlemiş. Çığlıktan eser yok ve yaşarken hatta göçerken “tek başınayız” gibi bir ses de duymanız olası değil ama galiba o itinalı bakıştan ‘içimizdeki hayvanlara yazık ediyoruz’ gibi bir mana damlası suretimize konuyor..
meğerse “görüş” günümüz,kısmet bugüneymiş diye not düşüyoruz iç sayfalarımıza..
“ sen bizim tıpkımızsın ey can
-amma yaptın, dedi
O da ne demek?
Şu gördüklerin hep ben’im
-Yoksa, dedim, sen o musun?
Sus dedi, Sessiz ol
Benim ne olduğum dedi, dile gelmez.
-Öyleyse, sana dilsiz, dudaksız konuşan biri işte…”- Rumi

Kuzgun Acar’la, yapıtlarıyla dilsiz, dudaksız konuşmak gerek,
Sen ey temaşa sekisinde bekleyen varlık,
durma yine konuş onunla:
hoş geldin sevgili Kuzgun Acar’ımız..hoş geldin. ”

Cavit Mukaddes
18.03.2010-İstanbul

 

Borges Defteri’nden Önemli Not: Yapıtı hepimizle paylaşan Ertel ailesine ve özellikle Sn. Murat Ertel’e (Babazula Müzik grubundan) teşekkür ediyoruz. Murat beyin verdiği bilgilere göre Kuzgun Acar adına girişilecek bir müze oluşturma çabalarına bu çok önemli yapıtı bağışlayarak katkıda bulunmak istediklerini bildirdiler, bilgiyi sanat ortamımızla paylaşmayı uygun gördük. Son müzayede işleminde 22 Kuzun Acar yapıtını satın alan koleksiyon sahibine(kim-kimler olduğunu henüz bilmiyoruz???- bu da başka bir garabet) buradan duyurulur. Kalcı ve bu ülkenin gelmiş geçmiş en büyük heykel sanatçılarından birine karşı bir kez, sadece bir kez “ahde vefa” diyerek ve yaşadığı sürece uğradığı haksızlıklar ve göğüslediği onca acıyı az biraz kavrayarak ve hatta akla ve de insafa yakışacak biçimde onun adına ve ona yakışacak nihai adımın atılması (Kuzgun Acar Müzesi) sanat tarihimiz, gelecek kuşaklar adına düşünmemiz gereken en yaşamsal alanlardan bir tanesidir. Kuzgun Acar gibi dünya heykel sanatında kendine özgü yeri olan bir sanatçı bu devasa ve meçhul dağınıklığı asla ve asla hak etmiyor.
Herkesi duyarlılığa davet ediyoruz.
Ama en çok 22 Kuzgun Acar yapıtını haraç-mezat akçe uğruna feda edenlere sitem ediyoruz.
Sanki “başka” bir yaklaşım tarzı hiç yoktu, üstelik bunu kime karşı yaptılar? Hiç farkındalar mı?

Evvel Fanzin’den Önemli Not: İşbu yazı Borges Defteri‘nden alıntılanmıştır. Cavit Mukaddes’in işaret ettiklerini etimizde ve kanımızda hissettik! Katılıyoruz! Kuzgun Acar ve sanatı yıllarboyu araştırılacak ve incelenecek derinliktedir, önemdedir. Kuzgun Acar, bir denizaltıdır. Sıkı yontucu Kuzgun Acar’ın devrimci tiyatro için yarattığı masklar, sanat kâhyalarının veya sanat hamilerinin toplu fotoğraflarına hapsedilemez!

Şu sözleri herkes aklına mıhlasın:

“Kuzgun Acar gibi dünya heykel sanatında ‘sıkı’ yeri olan bir sanatçı bu devasa ve meçhul dağınıklığı asla ve asla hak etmiyor!”
“Herkesi -ayağa kalkarak- Kuzgun Acar’ın eserleri konusunda duyarlılığa ve haklılığın inadına davet ediyoruz!”
“22 Kuzgun Acar yapıtını haraç-mezat akçe uğruna feda edenlere ya da bu eserleri sanat kâhyalarının veya sanat hamilerinin toplu fotoğraflarına dahil edenlere sonsuz karşıyız!”

***

Kuzgun Acar’ın eserlerinin satışıyla ilgili olarak şu adreslere de ayrıca bakınız:

https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=2277

https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=2247

*

Mar
19
2010
0

“Sıcak Nal” değil o, Sıcak Mal!

Gözümüzden kaçtı sanılmasın diyedir:

Edebiyat kabzımalları için yeni bir mamül geliştirilmiş:  “Sıcak Nal” adında bir dergi… Artık bu numaraları kimse yemez! Sizin o “sıcak nal” adını dikişlediğiniz derginin gerçek adı “Sıcak Mal”dır.

Dr. Erdoğan Kul’un çağrışımıyla ve ortaklaşa olarak bir kez daha tekrar etmekte fayda var:

“Artık bu numaraları ve çürük malları kimse yemez. Edebiyat kâhyalığı ve kabzımallığı yolundaki enstrümanlarınızın yüzü ve adı eskidi. Meyve sepetindeki bir çürük meyve diğerlerini de çürüttü. Biliyoruz.  Şimdi, yeni paçavralarla eski çürükleri satmak, yeni dergi ayaklarıyla “insan yemlemek ya da sessizlik suikasti yapmak” istiyorsunuz. Çürütecek yeni meyve sepetlerinde yeni meyveler arıyorsunuz. Siz,  haksızlıkların ve liyakatsizliklerin “sonsuz arsızlık” türevindeki egemenliğisiniz. O cürufsunuz. Biz de size ayar veren “haklılığın inadı”yız. Biz yana yana yazarız ve yaza yaza yanarız. Siz ise yan yana, dizi dizi, halay halay oluşmuş yöntemli gaddarlığınızla iyiliği, saflığı, sahiciliği ve vicdan sahibi olanların vicdanını çürütürsünüz. ”

Bu sıcak nal/mal geyiği üzerine söyleyecek şundan başka bir şeyim yoktur: “Herkese nacizane tavsiyem, bu çürük malları yememeleridir, okumamalarıdır, çürümemeleridir”

Sahicilikle
Zafer Yalçınpınar

Mar
19
2010
0

Sergi: “3 LOKMA; Cins/Rad/Lakormis”

Cins / Rad / Lakormis

19 Mart-13 Nisan 2010
6:45 gram

kadife sok. no.10/2
Kadıköy, İstanbul

Facebook Etkinlik Bağlantısı:  https://www.facebook.com/event.php?eid=393537916578

Mar
17
2010
0

Çizgi Roman Klasikler, filan…

Karga Mecmua‘nın 35. sayısında, şu an popülerleşen çizgiromanlaşmış klasikler meselesi üzerine ufak bir beyanat vermiştik… Bu kısa beyanata  https://www.kargamecmua.org/?d=34,30,18 adresinden ulaşabilirsiniz.

Mar
16
2010
2

Üzgün Bir Sesle: Kuzgun Acar…

Borges Defteri‘nden Sufi, Kuzgun Acar’ın masklarının satışının ardından aşağıdaki yazıyı kaleme almıştır:

ÜZGÜN BİR SESLE: Kuzgun Acar..

Kibele Sanat Galerisi 2004 yılında Türkiye’nin en önemli heykel sanatçısı Kuzgun Acar’ı kapsamlı bir retrospektif sergiyle anmıştı. Sergi birçok özel koleksiyondan toplanan eserlerle gerçekleşmişti. Elim, canhıraş ölümünden sonra kendi yurdunda kapsamlı sunumlardan birisi idi söz konusu sergi. Gönül isterdi ki o yapıtların tümü onun adına ve sanatına yakışır bir müzede sürekli sergilenme, ulaşılma olanağına kavuşabilseydi.
1976 yılında kendi atölyesinde çalıştığı sırada insanın kalbini burkan bir kaza sonucu hayatını kaybeden bu değerli sanatçımızın tüm yapıtlarını izleme, görme olanağımız ne yazık ki pek yok. Bu gidişle asla olmayacak. Çünkü gözünü, kulağını kar, para, müzayedelerde bayrak kaldırma savaşına kaptıran ve konunun sadece kar-ziyan kısmıyla ilgilenen bir kısım sanat simsarının bazı önemli yapıtlar üzerine yine “genelde” kar-zarar dengesi uğruna “sahiplenme-hapsetme” tutkusuyla “çullanmaları” buna engel olmayı sürdürecek. Çünkü piyasa serbesttir ve serbest piyasada tahvilleşmeye nesne olarak ne yazık ki sanat yapıtını da bulaştırmış sermayenin kirli ruhu, bu iç kanama durumu (elbet ki dünya ölçeğinde alışkanlık-bağışıklık kazanılmış bir durumdur sadece bizde değil) nasıl okunmalıdır? Doğru olan bu mudur? Biraz daha “kar” uğruna nasıl haraç-mezat ve ulu orta satışa sunulabilir bu koleksiyon? Yoksa bir şeylerin bir yerlerde yanlış gittiğini mi gösteriyor? 22 Adet Kuzgun Acar yapıtını satın almaları için direkt her hangi bir özel müzeye teklif götürüldü mü? Bu koleksiyon hangi koşullarda oluşmuş ve karşılığında tek kuruş bile talep etmeyen Kuzgun Acar gibi bir sanatçıya ve yapıtların bütünlüğünü koruması açısından indirilmiş büyük darbedir! Bir Kuzgun Acar sevdalısı olarak zihin karışıklığı diyemem ama bir çeşit akıl tutukluğu yaşıyorum(bu durumları görünce). Bu faili malum durumun bana bıraktığı armağan sözcükler ise “gaga”, “makas”, “yırtıcı”, “dalga”, “ağ” oluyor istem dışı. Yapıtlarıyla 1962 yılında Paris Modern Sanatlar Müzesinin davetlisi olarak sergi açan ve terim yerindeyse bu efsane müzenin tozunu ta o yıllarda attıran sanatçının bir yapıtı ve iki deseni Paris Modern Sanatlar müzesi tarafından satın alınır, hala heykel bölümünde itinayla sergileniyorlar. Ama siz şu bulunduğumuz toprakların o yıllardaki sanat anlayışı, kavrayışına bakınız ki kendi yurdunda açlıktan ölmemek için 60’lı yıllarda balıkçılık yaparak yaşama tutunur, direnir Kuzgun Acar.
Geçen yüzyıl dahil, Paris Roden Müzesinde bütün bu coğrafyadan o müzede kişisel heykel sergisi açan tek kişi Kuzgun Acar’dır ikinci bir sanatçı yoktur, olmamıştır(yıl 1966), oysa kendi yurdunda, Anadolu topraklarının çorak olmaması, toprak erozyonu sorununu ta o yıllarda duyarlılıkla gündeme taşıyan devasa bir yapıtı Ankara’nın Emek İş Hanı’nın duvarından parçalanarak indirilir ve depolara kaldırılır, daha sonra hurda olarak satılır. Şimdi neyin günahını çıkarıyoruz? Biçilen müzayede fiyatıyla vicdan mı paklıyoruz yoksa kendi kadim vurdum duymazlığımızı mı örtmeye çalışıyoruz?
Kuzgun Acar’a bu günlerde müzayede kataloglarında biçilen, gösterilen “değerler” onun derin kişiliği, yüksek sanat tutkusunun yanı başında bir sinek vızıltısı bile olamayacağını bilerek bu kabus sahnesini es geçip bir kenarda tutmamız olası değil. Kuzgun Acar yaşadığı sürece sokağın ruhuna seslenen onu sahiplenen, önemseyen bir sanatçıydı. Yaşamın kıyısına itilen, çürümeye yüz tutan ve ya hurdaya çıkartılan nesneler onun sihirli ellerinde, yaratıcı dünyasında sonsuzluğu sınadılar, yeniden ama bu kez görkemli bir “varlık” olarak toprağı, gökyüzünü kucakladılar.
Maskeleri ve tüm heykellerinde yeniliği arayan ve kendine özgü üslubuyla çevresindeki tüm nesneleri, var oluş biçimlerini yorumlayan, değerler katan, düşleyen Kuzgun Acar 1961 yılında Türk heykel sanatına yurt dışında bugüne kadar kazanılmış en büyük ödülü armağan eder ve Paris Uluslararası Sanatçılar Bienali’nde birincilik ödülünü kazanır. Acar heykelin yanı sıra sinema ve tiyatro ile de yakından ilgilendi.
1967-68 yıllarında politik sokak tiyatroları için masklar yapan sanatçı, sokak sanatını-sanatçısını her hangi bir maddi kaygı gütmeden içtenlikle destekledi sanat’ın gür sesini bir bütün olarak sokağa ve halka ulaştırmak için onca çaba harcayan Kuzgun Acar o yapıtların severek çevresine hediye ettiğini biliyoruz ama o muhteşem yapıtların günün birinde pusuya yatmış sanat simsarlarının elinde bir kar-zarar nesnesine dönüşeceğini ve olanaksızlar yüzünden, gerekli güvenlik tedbirlerinden yoksun bir atölyede canı pahasına yarattığı ve canından çok sevdiği yapıtlarının acımasızca ve sokaktan, halkından esirgenerek sermaye çarkına takılacağını bilseydi tavrı ne olurdu acaba? Belki de bu üzücü öykü bütün bir sanat tarihinin öyküsüdür, ama yapıtları, geriye bıraktığı eserlerin sayısı sınırlı olan önemli sanatçılarımız için bir tedbir gerekmez mi?
Özel müzelerimize kendi bünyelerinde her an büyük bir tutkuyla ve yeni bir dekorasyonla genişlettikleri denize nazır restoran alanlarından başka çok önemli görevleri olduğunu kim anımsatacak? Gelecek kuşaklar adına yapabilecekleri hiçbir şey yok mu?
1974 yılında Mehmet Ulusoy’un Paris’te kurduğu “Özgürlük Tiyatrosu”nda sahnelediği Brecht’in ‘Kafkas Tebeşir Dairesi’ oyununda kullanılan maskları orijinal yorumlarla, savaş döneminden kalma eski çelik ve lastik malzemeleri kullanarak hazırlayan Kuzgun Acar’ın malzeme seçimi duyarlılığının sınırsızlığına götürür insanı.
Onun sanat’ı, yapıtları üzerine derinlemesine ve derli toplu bir irdeleme, yorumlama kitabı bildiğim kadarıyla daha yayınlanmadı, yapıtları hakkında bilinenler-bilinmeyenler denkleminde devasa bir alan hala meraklısını bekliyor.
Murat Ural’ın titizlikle yeniden kaleme aldığı biyografik şeması övgüye değerdir, ama bu biyografik irdeleme yapıtlarına karşı amaçlanan analitik yaklaşımlardan çok uzaktır.
Sıra dışı bir hayatın bilinmeyen girdisi, çıktısı, içsel med-cezirleri, başarıları, hayal kırıklıkları, beklentileri ve bir kelebek ömrüne sığdırılan bunca müthiş yapıtlar!
Onun yapıtlarını izlerken gözleriniz değil sanki yüreğinizi “görüyor” her şeyi.
Kuzgun Acar 3000 yıl öncesinden bu kentin her köşe bucağından bizlere seslenen İstanbul Heykel Atölyelerinin yılmaz Ustası gibi demire, çeliğe, bronza, doğaya, boşluğa, yokluğa fısıldayanlarla beraber binlerce yıllık bir tutku masalını sessizce bizlere aktarır. Açıkçası kurulan Kuzgun Acar para-pul-pazar tezgahı yüreğimi sızlatıyor, sızlattığı için yazma ihtiyacı duydum. Yoksa hepimiz biliyoruz J.M’nin deyimiyle “bu piyasada “satıcı” olmak ilk önce onu yaratanı derinden yaralamıştır, tarifsiz acılara boğmuştur.”
(“İnsanlar çoğu kez ellerinde olmayan nedenlerden dolayı hiçbir şey yapamama durumunda kalırlar. Kimbilir hangi korkunç, çok korkunç kafesin içine hapsolmuşlardır. Kurtuluş da var bir yerlerde, biliyorum, geç kalmış bir kurtuluş. Haklı ya da haksız yere yok edilmiş bir iyi ad, yoksulluk, yazgının oyunları, felaketler..İnsanları hapseden şeyler bunlar işte”-Vincent Van Gogh-Mektuplar)..
Evet, işte “ellerini sıkı sıkı sıkarak” kardeşi Theo’ya veda eden Van Gogh gibi yaşamı, zor koşullarını yeryüzünün Anadolu koordinatından selamlayan Kuzgun Acar, caddelerin, sokakların eliyle halkını selamlamaya devam edecek. O, atölyesindeki infilak anında her zerresini bu topraklara serpiştirdi, bunu biliyordu..
Pablo Neruda’nın dediği gibi: “hayranım denizcilerin sevdasına, söz verirler, ama dönmezler bir daha”, balıkçı dost, deniz dostu bir Kuzgun “gel de duyma geceyi”.. şimdi! Ruhunu Gökyüzü, yüzünü uçsuz bucaksız deniz ve yeryüzü tutuyor..rahat uyu!

Sufi.

Mar
16
2010
0

Kuzgun Acar’ın Maskları Satıldı!

Demek ki  zamanında,  devrimci tiyatro adına, Mehmet Ulusoy’un Özgürlük Tiyatrosu’nda sergilenen, Brecht’in ünlü Kafkas Tebeşir Dairesi adlı oyunu kapsamında,  mimiklerini kullanmakta zorluk çeken amatör tiyatro oyuncularını desteklemek adına Kuzgun Acar’ın tasarladığı masklar bugün 490000TL ediyormuş!

Böylesi bir çelişkiye ne desem boş!

Sonuçta, Kuzgun Acar’ın maskları satılmış. 16 Mart 2010 tarihli  Cumhuriyet Gazetesi’nden satışa ilişkin kupür aşağıdadır:

***

14 Mart 2010 tarihli  Cumhuriyet Gazetesi’nden Kuzgun Acar’ın masklarının satışına ilişkin bir kupür;

Mar
15
2010
0

Valleys Of Neptune

Ölümünün üzerinden 40 yıl geçen Jimi Hendrix’in yayınlanmamış parçaları, bir albümde toplanıyor.

8 Mart’ta raflardaki yerini alması beklenen albümde “Valleys Of Neptune”, “Sunshine Of Your Love” ve “Bleeding Heart” gibi parçalar bulunuyor.

Albümde 1968-1970 arasında Londra ve Birleşik Devletler’de çeşitli stüdyolarda kaydedilen parçalar olacak. Jimi Hendrix’in üvey kız kardeşi Janie Hendrix bu albümün “Jimi’nin kayıt sürecindeki ustalığını gösterdiğini ve onun bir gitarist olduğu kadar bir kayıt mucidi” olduğunu göstereceğini söylüyor.

Bkz: https://www.garaj.org/haber/25506/yeni-album-jimi-hendrix-valleys-of-neptune

Mar
15
2010
0

Konser/Albüm: “ACİL SERVİS”

Temelleri 1992 yılına dayanan Acil Servis, ‘Dur Bekle’ adını taşıyan yeni albümünün çıkmasıyla beraber ilk kez 17 Mart Çarşamba akşamı İstanbul Jolly Joker Balans sahnesinde dinleyenleriyle buluşacak.

Vokalde Ertan Kızıltan, gitarlarda Emre Karabulut ve Orhan Yolsal, basta Çetin Güney ve davulda Soner Doğanca’dan oluşan orjinal kadrosunu ilk çıktığı günden bu yana koruyan grup, Jolly Joker Balans’ta vereceği konserde; ilk kez dinleyicisiyle buluşacak şarkılarının yanı sıra, kendini rock müzik severlerle tanıştıran şarkılarını da dinleyicisiyle paylaşacak.

Bilet için; https://www.biletix.com/event.htm?id=LLBD4

Written by in: Duyurular, Tartışmalar | Etiketler:
Mar
12
2010
0

Oyun: Kristal Gece / Anne Frank’ın Hatıra Defteri

Bkz: https://cansufirinci.wordpress.com/2010/03/10/kristal-gece/

Kristal Gece// Anne Frank’ın Hatıra Defteri…
Prömiyer: 13 Mart C.tesi Saat: 19.30 Nâzım Hikmet Kültür Merkezi/Kadıköy
20 Mart C.tesi Saat:19.30 Nâzım Hikmet Kültür Merkezi/Kadıköy
2 Nisan Cuma Saat: 19.30 Kadıköy Sanat Tiyatrosu (KAST)

Mar
11
2010
0

Haber: Turhan Selçuk Vefat Etti

Bkz: https://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=121138&kw=Turhan+Sel%E7uk%27u+kaybettik

Ustanın karikatürlerinden bir seçkiye https://www.cumhuriyet.com.tr/?im=galeri&kid=704&sn=1#sd adresinden ulaşılabiliyor. Cemal Süreya’nın Turhan Selçuk’u anlattığı bir yazıyı ise https://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=121332 adresinden okuyabilirsiniz.

Mar
09
2010
0

491’e İKİ!

491‘e İKİ!

İNECEK KALMASIN…

Bkz: https://zaferyalcinpinar.com/491iki.pdf

*

Yokoluşlarının ağıtını yazan o kifayetsiz muhterislerle senin ilgilenmeyişinin 2010’daki  yüzüdür 491
DÖRTDOKUZBİR “Evvel Fanzin” cakasıdır ve Kadıköy tribidir.

491‘in tüm sayılarını https://zaferyalcinpinar.com/491.html adresinden indirebilirsiniz.

E-posta: dortdokuzbir@gmail.com

Mar
06
2010
0

Yıllık Geyiği

Şu edebiyat yıllığı ve antoloji geyikleri -kurulmuş birer işkence düzeneği gibi- her yıl tekrarlanmak zorunda mı? “Yıllık” denen şeyin -ki aslında bizim memleketteki haliyle, minik sahtekârların büyük seçkisinin- uygulamaya konulduğu senelerden (1940’lardan) beri hazırlayanları tarafından bir “üleştiri” ve “yapay saygınlık” enstrümanı olarak kullanıldığı bilinmiyor mu? (Ne yazık ki tarihin salınımında yer alan birkaç istisna, bu “kötü kural”ı bozmaya yetmemiştir.)
Yeni Sinsiyet’in üssel bir hızla sosyolojik olarak kavramlaştığı şu günlerde, yıllık denen şeylerin, “sessizlik suikastı” ya da bunun diğer ucu, tersi olarak “insan yemleme” bazlı bir “yöntemli kötülük” çerçevesinde hazırlandığı hâlâ anlaşılmadı mı? Sözde yıllıklarda oluşan o “halay takımları”nın ve yıllığı hazırlayan o halaybaşı ya da subaşı zevatların “haysiyet ve şahsiyet” diye bir şeyden haberleri olmadığı belirgin, yani o halayın kendisi gibi, yıllığın kendisi gibi, kısacası nal gibi ortada değil mi? Diğer mutat zevatlar da böylesine bir “vasatlık kolyesi”nin içerisinde, dizgesinde yer almaktan özel bir zevk alıyorlar ya da bunda halayvari bir uyum mu hissediyorlar, anlayamıyorum… Her sene her sene, şunları tekrar etmek, söylemek zorunda mıyım;
“Edebiyat yıllıkları” denen şeyler iktidar hırsının endüstriyel kasaplık zaaflarından, mezbaha kurmak zaaflarından biridir. (Üstelik bu enstrümanlar iktidar için diğer enstrümanlara -şiir ödüllerine, şair anmalarına, gezilere, etkinliklere vs- göre daha masrafsız ve ekonomiktirler, senede bir kez icra edilirler, kurulurlar ve bir şeylere ek olarak dağılırlar.) Günümüzde yayımlanan yıllık seçkilerin tümü, Türk Şiiri alanındaki irticai dezenformasyonun belgeleri olmaktan başka bir işe yaramıyor. Bu yıllıklar her alandaki “Gerçeklik Terörü”nün yani yapay bağlamlarla oluşmuş “derin bir gericiliğin” edebiyat alanındaki uzantılarıdır. Ve inanın ki hazırlayanların “dilbilimsel ve göstergebilimsel ilkellik ile fikir kelliği” doğrultusundaki kâhyalıklarından, “irtica paydaşlığı” yolundaki dirsek temaslarından başka “ortak bir söylemleri” de yoktur. Benim gözümde, tabii ki, bardak altlıklarıdır.

İşbu “minik sahtekârların büyük seçkileri”nden medet umanlara ve şiirini bu mezbahalarda “teyit” ettirmeye, “kayıt” altına aldırmaya çalışanlara bu işten vazgeçmelerini tavsiye ederim. Çünkü o mezbahalardan akan sadece sizin kanınız değildir; eşanlı olarak “yaşamın ve canlılığın” kanıdır… Bu yıllıklara, bu mezbaha bileşkelerine ve düzeneklerine isimlerini bulaştırmamayı başarmış, bunlardan sakınmış olanlara ve “genç şair” denen profile de şu uyarıda bulunmak zorundayım: “Her seferinde, her yıl direkten döndünüz ve dikkatli olun! O kasaplar her an sizi de çeşitli yemler kullanarak ve çaktırmadan ve nazikçe sözkonusu mezbahaya davet edebilirler! Yani seçilebilirsiniz…”
Zamanında, Dr. Erdoğan Kul’un sorduğu şu sıkı soruları ve aşağıdaki metnini hatırlayarak bu seneki “Yıllık Geyiği”ni sonlandıralım:

“Yakın tarihimize eleştirel ve nesnel bir gözle bakmaya çalıştığımızda hemen karşımıza çıkan o sonu gelmez rezaletler silsilesi insanı biraz da ürkütür; “bunca pisliği çözümlemek ve bir ölçüde de ayıklamaya çalışmak, belki o yakın tarihin kendisinden bile uzun bir süreyi gerektirecek” diye… “Edebiyat dünyamız” denilen (hangi “biz”) çarpıklıklar sahnesi ise çooook uzun bir konu; özetlenmesi bile ayrı bir baş belası!
Konuyu daraltarak, en özde birkaç noktaya değinmeye çalışalım? Örneğin, rahmetli M.H.D. özelinde birkaç küçük sorudan yola çıkabiliriz.
1. Kendisi, eleştiri tarihimize hangi kuramı/kuramları kazandırmış ya da hangi kurama/kuramlara yeni bir açılım getirmiştir? Ona borçlu olduğumuz kaç tane “eleştiri terimi” vardır? Eleştiri yönteminde işlevsel ve vazgeçilmez olan ne gibi özellikler vardır?
2. “Yıllık” ne demektir? “Seçki”den farkı nedir? Hazırladığı çalışmaya “yıllık” adını veren ama önsözde vs. bunun aslında bir tür “seçki” olduğunu belirten bir kişi, bilerek ve isteyerek yanlış sözcük seçmekte değil midir? Bu, çağrışımsal anlamı ve tarihsel işlevi bakımından taşıdığı önem derecesi (belge, birinci el başvuru kaynağı olma vb.) nedeniyle “yıllık” sözcüğünün gaspı, işgali, istismarı değil midir? Bundaki niyet, “öznel”liğini “nesnellik” haline getirme çabasından başka neyi gösterir? Böylesi bir eylemin sahibi, yaptığını meşru görebilmek ve gösterebilmek için hangi sosyo-psikolojik durumdan ve hangi çevrelerden güç almaktadır?
3. Yukarıda dile getirdiğimiz çarpıklık, kısa sürede türevlerini oluşturmuş mudur? Aynı sözcük gaspı ve istismarıyla sıra sıra ardılları gelmeye başlamış mıdır, başlamamış mıdır? Yıllıkçılık, bir tür yetkelik yarışına dönüşmüş müdür? Kavramlar/terimler bu biçimde kirletilirken, ilkeler, ölçütler de edebi ve düşünsel zeminden finansal zemine kaymış mıdır?
4. Yıllık adıyla seçki hazırlayanlar, “seçki”nin nasıl olması gerektiği konusunda bir ön çalışma yapma gereği duymakta mıdırlar? Duymuyorlarsa, sebebi nedir? Bu kişiler arasında, örneğin Kenan Akyüz’ün “Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi” gibi bir çalışma ortaya koyabilecek düzeyde, sabırda ve yeterlilikte kimseler de var mıdır? Yoksa, neden? Varsa, kim(ler)?
Bu sorular uzar gider… “Edebiyat dünyamız” denilen ve Türkiye’de bir “aile şirketi”ne dönüştürülmeye çalışılan şu menem şeye de biraz göz atmak gerekir. Yukarıda söylediklerimiz o garabet sahnesinden tümüyle soyutlanamaz elbette; ama bir ölçüde ayrı bir “vakıa” gibi düşünülmeyi de gerektiriyor. Şu sorulara, edebiyatla azıcık ilgilenmiş herkes aşağı yukarı aynı yanıtı verecektir? Farklı yanıt sahipleri sadece ikiyüzlülüklerini ortaya koyarlar…
1. Ülkemizde yayımlanmakta olan edebiyat dergilerinde kim(ler), hangi ilkelere göre, nasıl bir yayın politikası izlemektedirler? Yazı ya da şiir yayımlamakta keyfilik, kişisel ilişkiler ön planda mıdır, değil midir? Bu kişilerin saygınlıkları “tartışmalı” mıdır, yoksa bunlar hem sütten çıkmış ak kaşık hem de Türk ve dünya edebiyatı için vazgeçilmez kişiler midir?
2. Edebiyat dünyasında “sıradışı” ve “yeni” olana bakış nasıldır? Bir tür gelenekçilik var mıdır, yok mudur? Varsa, bu kimler tarafından, nasıl ve hangi maskeler altında oluşturulmuştur?
3. Edebiyat dünyasının dokunulmazları, putları, totemleri var mıdır? Kimlerdir bunlar, ortak paydaları nelerdir?
4. Türkiye’de eğer Blanchot-vari, Bataille-vari, Artaud-vari metinlere rastlanamıyorsa, bunun nedeni ülkemiz insanlarının zekâ noksanları, okuma ve anlama sorunları, genetik engelleri midir; yoksa bu ülkede bu tür insanların daha ortaya çıkmadan önlerini kesen bir çeteler topluluğu mu vardır? Bunlar kimlerdir ve nasıl bir düzenle çalışırlar?”

Şub
25
2010
0

Gösteri: Mecburi İstikamet, Aziz Nikola

Tarih: 6 Mart 2010/ Cumartesi
Zaman: 20:00 – 21:30
Yer: KargART / Kadıköy

Bkz: https://www.facebook.com/event.php?eid=302136397643

*

Written by in: Duyurular, Tartışmalar | Etiketler:
Şub
21
2010
0

“491”

*

491

Yokoluşlarının ağıtını yazan o kifayetsiz muhterislerle senin ilgilenmeyişinin 2010’daki  yüzüdür 491
DÖRTDOKUZBİR “Evvel Fanzin” cakasıdır ve Kadıköy tribidir.
491‘i https://zaferyalcinpinar.com/491.pdf adresinden indirebilirsiniz.

E-posta: dortdokuzbir@gmail.com

Sahicilikle/ Zafer Yalçınpınar

Şub
20
2010
0

Francis Picabia ve “391” ve bir ihtimal “491”

Francis Martinez Picabia hakkında çeşitli bilgilere ve 1917’de yayımlamaya başladığı “391” adlı derginin görüntülerine https://zaferyalcinpinar.com/picabia391.pdf adresinden ulaşabilirsiniz.

Duygusal Hamiş:
Bu karanlık, döneklik, arsızlık ve retorik dolu ikibinlerde “insan” olanın (insan olarak kalmayı başarabilenin) içinden  “491” adlı sıkı bir neşriyat çıkarmak geliyor. Ama işte, bu neşriyata -her anlamda ve görüngüde-destek olacak o sıkı taife nerde, hangi işlerle veya işsizliklerle uğraşıyorlar? İşimize ya da işsizliğimize değil de göğe bakacaktık hani? Kimbilir, belki yarın, belki de seneye…
Sonuçta, gelmeyecek olanı çağırıyorum;
“Ey 491! Ben burdayım, sen nerdesin?”
Hâlâ bekliyoruz ki zaten bekleyelim ve görelim, neler olacak…

Zafer Yalçınpınar

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com