Ara
13
2021

Şiirde Yenileşim, Yeni Nesil Okur ve Şiirimizin Bozuk Toprakları! (Zafer Yalçınpınar)


Üvercinka Dergisi, Sayı:85, Kasım 2021

ŞİİRDE YENİLEŞİM, YENİ NESİL OKUR
VE ŞİİRİMİZİN BOZUK TOPRAKLARI!


Yeni nesil üzerine düşünmemizin, derinlemesine araştırmalar gerçekleştirmemizin zamanı geldi. Yeni nesil okuru herhangi bir kavramsal sentezin şekillendirebileceğine ya da buluşlu dahi olsa bir kavramsallığın yeni nesil üzerinde uzun süreli etki yaratacağına inanmıyorum, inanamıyorum pek… Yeni nesil -kısa süreli cazibe odakları ve kısa süreli iştahlar dışında- devamlılık gösteren bir kümelenmeye sahip olmak istemiyor. Bu çok tuhaf bir bilinç yapısı… Şöyle açıklamaya çalışayım: Yeni nesil kendini -herkesten çok- zamanın sonunda hissediyor; yani kronolojik olarak ‘zamanın sonunda bulunmak’ yeni nesil için hem acılı bir yük, hem de bir tür birikimli avantaj veya serbesti… Yeni nesil kendini ‘insanlık tarihinin ve yaşamın biricik kilidi, son çaresi ya da aksine, insanlığın son çaresizliği’ olarak görüyor. Bu noktada tuhaf, tepkisel ve riskli bir kopuş ortaya çıkıyor. Tarihsel açıdan bir tür reddiye hattı oluşuyor: Öyle tuhaf bir şey ki bu, eskisi gibi kuşaklar birbirleriyle çatışmıyorlar bile! Yani bizim ‘kuşak çatışması’ dediğimiz şey değil bu! Yeni bir tepkisellik… Yeni nesil kendinden önceki tüm insanlık tarihini topyekun reddediyor ve kendini ‘İnsanlık 2.0’ şeklinde nitelendiriyor. Bu yük, tabiî yeni neslin zihinselliğini de olumlu-olumsuz birçok noktadan ilkesel veya matematiksel değil de durumcu bir şekilde etkiliyor; yeni neslin zihinselliğinde sürekli anlam kaymaları, zik-zaklar ve çapraşık nedensellikler oluşuyor. Yani, yeni neslin zihnindeki bilişsel harita son derece karmaşık ve hareketli… Yeni nesildeki anlam arayışların ve belki de anlamı bulamayışların haritası da öyle. İmgesel seçeneklerin fazla olması yeni neslin kafasını karıştırıyor ve son derece çapraşık bir mantık işlemeye başlıyor. 1940’lardaki yapay sinir ağları çalışmalarındaki başarısızlıklara benzer bir durum, tuhaf bir kodlama problemi çıkıyor ortaya… Nasıl oluyorsa, ileri beslemeli mantık, benzersiz ve özgün hatalar üretmeye başlıyor. Peki, sıkı şiir bu çapraşık haritanın neresinde? Bir kere, sıkı şiirin oluşturduğu imgesel alan derinliği, kolaylaştırıcı bir unsur veya avadanlık değil. Sıkı şiirde, okurun anlama ulaşması kolay değil. En zoru bu hatta… Sıkı şiir, okurun araştırma icra etmesini gerektiriyor; okur, sıkı şiirin içerdiği tarihsel, sosyolojik ve imgesel arka-planı bulmak, çapraşık zihinselliğiyle ilişkilendirmek ve bir tür şiirsel derinlik oluşturmak zorunda… Yani, dilin sınırlarının genişletilmesi, marjinal imkânların -anlamlandırılarak- içselleştirilmesi gibi bir ön-koşul var. Bu durum yeni neslin çapraşık zihin yapısı için elverişli değil ve anlam arayış sürecinin herhangi bir aşamasında “İnsanlık 1.0” kodları baskın gelirse, zaten, yeni nesil okumayı veya çabalamayı kesinkes bırakıyor. Yapay sinir ağları modelleri, ileri beslemeli ve geriye yayılımlı öğrenme adaptasyonları gibi, bir ‘yapay zeka’ gibi çalışıyor yeni neslin zihni! Analitik yapısı buna benziyor. Ve fakat, sıkı şiir hâlâ güçlü: Şöyle ki analitik açıdan tükenen veya içselleştirilmeyen, vazgeçilen her şey, etkisini o kadim ‘sezgisellik’ noktasında bulmaya çalışıyor. Okur, sonuçta, günün sonunda bir insan… Sezgileri, duyguları, rüyaları olan bir insan… Bence, yeni şiirin bu noktayı iyi kullanması gerek, gerekiyor… Bilgisayar literatüründen bir analoji yaparak anlatmaya çalışayım: Eğer şiir ve teknoloji yenilik getirmek açısından birleşecekse, donanım, alet, makine vb’den önce söz konusu yazılım güncellemesini yapması gerek! Bu noktada Bergsoncu bilgi teorisi üzerinden buluşlar ve alaşımlar oluşturmak elzem…

Diyalektik materyalizm bize şunu söyler: Yanlış sorulara odaklanarak doğru cevaplara ulaşamayız. Şiir aurasına baktığımda, son 10-15 senedir yanlış sorulara odaklanarak ilerlenmeye çalışıldığını düşünüyorum. Yani senin ifade ettiğin panellerin, söyleşilerin, soruşturmaların, dosyaların, mikrofon arkası geyiklerin veya podyumlarda, parlak ışıkların altında sergilenen kırıtışların çoğu nafile uğraşılar, ıskarta atışlar benim gözümde… Sanıyorum, her şeyden önce, coğrafyamızdaki şiir tarihinin ‘iktisadi çeşitlemeler ve küresel yayılmacılık için bir taşıyıcı bileşen olmadığı’ gerçeğini kabul etmeliyiz. Ta ki 2000’lere kadar… Yani 2000’lere kadar şiir dünyasında ‘holdingcilik’, ‘masonik hizipler’, ‘kalkınma retoriği’ veya ‘parayı veren düdüğü çalar’ mantığı hâkim değildi. Fakat, 2000’lerin ortasından itibaren biriken -dahası, ekonomik genişlemesi holding medyasıyla planlanan- yayıncılık hamlelerinin neo-liberal girişimcilik mantığıyla ifrat seviyelerine ulaşması, edebiyat ve özellikle de şiir aurasındaki dengeleri bozmuştur. Bu neo-liberal girişimciliğin yücelttiği parlatılmış ‘ifrat akımı’, bireyciliği de, liyakatsızlığı da, promosyon edebiyatını da, hızlı tüketimsel süpermarketçilik (FMCG) mantığıyla çıkarılan popüler dergileri de körüklemiştir. 90’ların sonundan günümüze doğru ‘şair’ dediğimiz tipoloji egosantrik hezeyanlar içerisinde debelenen tuhaf bir görünüme bürünmüştür. Bu durumun nedeni bir tür ‘arz fazlası’dır. Ayrıca tüm sanat dallarında benzeri bir ‘aşırı endüstrileşme, aşırı sürüm’ desteklenmiştir. Altına boyalı ufak farklarla pazarlanan süpermarket ürünleri gibi… Herkes biraz şair, herkes biraz müzisyen, herkes biraz ressam, herkes biraz oyuncu, herkes biraz editör, herkes biraz dergici, herkes biraz yayıncı… Yani, herkes biraz her şey olmuştur! Hele hele ‘sosyal içerme’ kavramı öyle bir tüketilmiştir ki ‘sosyalleşme’ dediğimiz şeyin kendisi bile sanal bir tabana yayılmıştır. Açık havada veya deniz kıyısındaki bir cafede buluşup aynı masada oturan dört genç arkadaşın veya dört genç şairin sürekli cep telefonlarıyla uğraşarak, birbirleriyle hiç konuşmadan ya da doğayı gözlemeden, ya da şiir üzerine konuşmadan zaman geçirdiğini düşünün! Benzeri tablolarla her yerde karşılaşabilirsiniz bugün… Tabiî ki taşıma suyla çalışan endüstrileşmiş değirmenlerin bir sürdürülebilirliği yoktur, olmamaktadır: Herkes karakter aşınmasına uğrayan egosantrik bireylere evrilmiş ve aslında hiçbir şeye dönüşmüştür! Herkes şöyle bağırmaktadır artık: Hepimiz çokkültürlülüğe inanıyoruz şimdi! Sıçrama sağlayacak bir gelişim veya yenileşim icra edilememiştir, çünkü edebiyat endüstrileşmesinin yöneticileri tarafından pazarlama teorisinin ‘yaygınlaşma ve tutundurma fonksiyonları’ kullanılmıştır. Şiirsel içerik zerre kadar gelişmemiş, aksine gerilemiştir. Pazarlama, tasarım ve markalaşma numaralarının yerine, tarih, bilim, sanat ve felsefeyi anlamak, ilerletmek, zenginleştirmek gerekiyordu aslında! Böylelikle şiir, imgesinden, tözünden ve tarihinden uzaklaştırılmaya, parçalanmaya ve popülerleştikçe kıymet kaybeden pazarlamacı bir iktisadi eksene yerleştirilmeye itilmiştir. Fakat, David Harvey’in de işaret ettiği gibi neo-liberalizmin göz alıcı tarihi dünyanın her yerinde -Şili’de de, Lübnan’da da, Ukrayna’da da ve sonuçta Türkiye’de de- çok kısa sürer. İfrat, ikbal avcılığı ve vurgunculuk dönemi -ya da post-truth kapsamıyla ilerleyen siyasal söylemler- her zaman çölleşmeyle, kısırlaşmayla sonuçlanır. Ülkemizdeki tarım veya tohum politikaları gibi… Sorumsuz üretim ile tüketim, mahsulün kalitesini bozmakla kalmaz, toprağı da bozar. Toprak tuhaf kimyasallarla, kötücül yöntemlerle o kadar bozulmuştur ki artık bir süre sonra o topraktan hiçbir şey yeşermez. Şimdi, bu bağlamda ben, ‘yenileşim’ hamlesinin ‘güdümlü edebiyat’ mantığının terk edilmesiyle başlayacağına inanıyorum. Güdümlü edebiyatın güttüğü, parlattığı tipler şiire ve edebiyata öyle bir zarar vermiştir ki şiirin beşiği olan coğrafyamız “şiir yazılmaz, şiir okunmaz, şiirle ilgilenilmez, şiir sevilmez, şair sevilmez” bir yere dönüşmüştür neredeyse… Şimdi, başından beri anlatmaya çalıştığım tüm bu analojik yaklaşımı bilmeliyiz, görmeliyiz ve fakat bir kenara bırakmalıyız. Aslında meseleyi çok da karmaşıklaştırmaya, yüzlerce kablo çekmeye gerek yok; 10-15 yılın yarattığı göz alıcı podyumlarda sürekli kırıtan bu şairler, çeşitli egosantrik hezeyanlarla debelenen aynı isimler, birbirlerini parlatmak için hizipçi bileşkeler kurmuşlardır. Ece Ayhan buna ‘kötülük dayanışması’ der. E tabiî ki böylesi kermesvari kafalardan ya da neo-liberal hizipleşmeden de ‘yenileşim’ falan bekleyemeyiz. En fazla şu olur; dışarıdan bir yerlerden, yabancı dilde bir eserden yenilik veya özgürlük ithal ederler! 2000’li yıllarla birlikte, birbirine, birbirlerinin kitaplarına, birbirlerinin dizelerine rozetler takmakla meşgul, birbirlerine dergi icat etmekle meşgul, egosantrik zihinsellikten beslenen ve süpermarketlerle çoğalan bir ‘Şiir A.Ş.’ kurulmuştur. Bunu kabul edelim artık! Şimdilerde ‘Şiir A.Ş.’ firması batmaktadır, kredisi bitmiştir, zarar açıklamıştır ve kendisine hizmet eden işçilerini firmadan çıkarmak istemektedir! Charles Bukowski’nin bir sözü vardır: ‘Kapitalizm komünizmi yedi. Şimdi kendi kendini yiyor!’ Maalesef neo-liberal dönemin ön-plana çıkardığı şairlerde de durum aynıdır. Şairler kendi kendilerini yemekle, şiire ve yaşamın şiirselliğine zarar vermekle meşguller şu an… O nedenledir ki şöyle dedim bir keresinde; ‘Şiir öldürülüyor, bu kez şairler marifetiyle!’ İşte, bizim coğrafyamızdaki şiirselliğin azalmasının kök-nedeni böylesine kötücül bir süreçtir.

Zafer Yalçınpınar
Kasım 2021


Not: İşbu yazı Emrah Sönmezışık‘la birlikte gerçekleştirdiğimiz Zor/Konuşma‘daki (Ekim 2019, Upas Yayın) temel beyanlardan derlenmiş ve Üvercinka Dergisi’nin Kasım 2021 tarihli 85. sayısında yayımlanmıştır.

Yorum yapılmamış

Comments are closed.

RSS feed for comments on this post.


Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com