Eki
12
2010

Sting’in Berklee Konuşması (1994)

İşte burada, tuhaf bir şapka ve tuhaf, dökümlü bir cüppeyle seyirci gibi görünen bir kalabalığın önünde duruyorum ve insanların karşısında konuşmak gibi hiç de sık yapmadığım bir şey yapmak üzereyim. Ve kendi kendime soruyorum, buraya nasıl geldim?

Bu hiçbir zaman planladığım bir şey değildi. Yine de buradayım ve hepiniz ağzımdan tutarlı, belki de anlamlı bir şeyler çıkmasını bekliyorsunuz. Deneyeceğim, ama garanti veremem. Biraz gergin olduğumu söylemek zorundayım. Hayatını insanlarla dolu stadyumlarda çalarak kazanan biri için bunun garip olduğunu düşünebilirsiniz; ama ben hâlâ kendime aynı soruyu soruyorum: “Nasıl oldu da geldim buraya?” Buna verilebilecek en basit cevap benim bir müzisyen olduğumdur. Ve neden bilmiyorum, müzisyen olmaktan başka bir arzum olmadı. Anlatmaya en başından başlayacağım.

İlk anım aynı zamanda ilk müzikal anımdır. Annem piyano çalarken onun dizinde oturduğumu hatırlıyorum. Neden bilmem, her zaman tango çalardı. Belki o zamanlar modaydı, bilmiyorum. Aşınmış pirinç pedalları olan upright(?) bir piyanoydu. Annem tangolarından birini çaldığında başka bir dünyaya gitmiş gibi olurdu. Ayakları yüksek ve alçak pedallar arasında ritmik olarak sallanır, kolları tangonun aksak ritmiyle inip kalkar, gözleri önündeki notalara dikkatle bakıyor olurdu.

Annem için piyano çalmak, dünyasının merkezinde benim olmadığım tek uğraşıydı – beni önemsemediği tek zaman. Anladım ki değerli bir şey vardı – burada önemli bir ayin yürütülüyordu. Sanırım bir şeyin içine çekiliyordum – bir tür gizeme katılıyordum. Müziğin gizemine.

Böylece piyanoya heves ettim ve saatlerce tuşlara atonal bir şekilde vurmaya başladım, yeteri kadar uzun süre devam edersem gürültümün müziğe dönüşeceğini hayal ederek. Hâlâ bu hayalle çabalıyorum. Annem beni bir müzisyenin hassas kulağı ve bir muslukçunun elleriyle lanetlemiş. Her neyse, piyano mali bir zorluktan kurtulmak için satılmak durumunda kaldı ve atonal bir solist olarak kariyerim merhametlice engellendi. Amcalarımdan biri, beş paslı teli olan eski bir İspanyol gitarı arkasında bırakarak Kanada’ya göç ettiğinde, kocaman ve biçimsiz parmaklarım da müzikal bir ev bulmuş oldu. Bu gitar benim en iyi arkadaşım olacaktı. Piyanoya aklım ermezken, gitarda neredeyse hemen müzik yapmaya başlamıştım.

Melodiler, akorlar, şarkı tasarımları parmak uçlarımdan dökülüyordu. Her nasılsa radyodan bir şarkı dinliyor ve ardından onu çalmak adına iyi bir deneme yapabiliyordum. Bir mucizeydi. Bu mucizenin sevinci içinde ve muhtemelen annemle babamı delirterek saatlerce, günlerce, aylarca çaldım. Ama bu onların hatasıydı. Müzik bir bağımlılık, bir din, bir hastalıktır. Çaresi yoktur. Panzehiri yoktur. Yakalanmıştım bir kere.

O zamanlar İngiltere’de sadece bir tane radyo istasyonu vardı – BBC. Beatles’la Rolling Stones’u yan yana, biraz Mozart, Beethoven, Glenn Miller ve hatta blues ile birlikte dinleyebilirdiniz. Bu benim müzikal eğitimimdi. Annemlerin Rodgers ve Hammerstein, Lerner ve Lowe, Elvis Presley, Little Richard ve Jerry Lee Lewis plaklarının da eklenmesiyle oluşan bir eklektizm. Fakat yaşamımı müzikten kazanabileceğimi fark etmem Beatles sayesinde oldu.

Beatles da benim gibi işçi sınıfı arkaplanından gelmişti. İngilizdiler ve Liverpool da benim yaşadığım şehirden daha süslü ya da romantik değildi. Gitarım yalnızlığıma arkadaşlık ederken kaçış yolum olmuştu.

O zamandan beri hayatım hakkında çok şey yazıldı, dolayısıyla hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğunu hatırlamıyorum. Resmi bir müzik eğitimi almadım. Fakat öyle zannediyorum ki aptal şans, ucuz kurnazlık ve meraktan doğan risk alma bileşimi sayesinde başarılı oldum. Hâlâ da aynı şekilde çalışıyorum. Ancak müzikte merakınızı asla tamamen gideremezsiniz. Müzik hakkında henüz bilmediklerimle kütüphaneleri doldurabilirsiniz. Her zaman öğrenecek daha fazla şey vardır.

Şimdi, müzisyenler toplumda özellikle örnek alınacak kimseler değildir. Gerçekten çok iyi bir ünümüz yok. Kadın peşinde koşanlar, alkolikler, bağımlılar, alimony jumpers(?), vergi kaçıranlar. Üstelik sadece rock müzisyenlerinden de söz etmiyorum. Klasik müzisyenlerin ünü de aynı derecede kötü. Caz müzisyenleri ise, unutun gitsin. Fakat bir müzisyeni çalarken seyrettiğinizde -o özel müzikal dünyaya girdiğinde- çoğu zaman oyun oynayan bir çocuk görürsünüz, masum ve meraklı, sadece gizem olarak tanımlanabilen kutsal bir olaya duyduğu hayranlıkla dolu. Derin bir şey. Tuhaf bir şey. Hem keyifli, hem kederli. Kelimelerle anlatılması imkânsız bir şey. Demek istediğim, bize saatlerce, günlerce, yıllarca gamlar ve arpejler çaldıran şey ne olabilir ki? Muğlak bir şan, para ya da şöhret vaadi mi? Yoksa daha derin bir şey mi?

Enstrümanlarımız bizim bu gizemle bağlantı kurmamızı sağlar ve bir müzisyen ölene kadar bu hayranlık duygusunu korur. Büyük aranjör Gil Evans’la yaşamının son yılında bir süre birlikte olmak ayrıcalığına sahip oldum. Hâlâ dinliyordu, yeni fikirlere açıktı, müziğin mucizesine açıktı. Hâlâ meraklı bir çocuktu.

Şimdi burada cüppelerimizin içinde diplomalarımızla, unvanlarımızla dururken -bazıları sadece onursal, bazıları gayretlice çalışılmış(?)-, armoni yasalarını ve kontrpuan kurallarını, aranjman ve orkestrasyon tekniklerini, temalar ve ritmik motifler geliştirmeyi çok iyi biliyoruz. Fakat herhangi birimiz gerçekten müziğin ne olduğunu biliyor muyuz? Yalnızca fizik mi? Matematik mi? Nedir onun özü?

Biliyormuş gibi görünemem. Yüzlerce şarkı yazdım, piyasaya sürdüm, listelere soktum. Grammy benim hakiki, başarılı bir şarkıyazarı olduğumun yeterli bir yazılı kanıtıdır. Yine de, biri bana nasıl şarkı yazdığımı sorarsa “Gerçekten bilmiyorum” demeliyim. Gerçekten nereden geldiklerini bilmiyorum. Bir melodi her zaman başka bir yerden gelen bir armağandır. Sadece minnettar olmayı öğrenmeniz ve başka bir zaman tekrar kutsanmak için dua etmeniz gerekir. Sözler için de aynı şey geçerli. Metaforsuz bir şarkı yazamazsınız. Kıtaları, nakaratları, geçişleri, ara sekizlikleri mekanik bir şekilde birleştirebilirsiniz; ama merkezi bir metafor olmadan hiçbir şey elde edemezsiniz.

Sık sık merak ederim: Melodiler ve metaforlar nereden geliyor? Bunları bir dükkândan satın alabilseydiniz, sıranın en başında ben olurdum, inanın. Zamanımın çoğunu bu gizemli ürünleri aramakla, ilham aramakla geçiriyorum.

Paradoksal olarak, müzikte sessizliğin önemine inanmaya başlıyorum. Bir müzik cümlesinden sonraki sessizliğin gücü. Örneğin, Beethoven’ın Beşinci Senfonisi’nin ilk dört notasının ardından gelen dramatik sessizlik, bir Miles Davis solosunun notaları arasındaki boşluk. Müzikteki bir durakta çok özel bir şey var. Pedaldan ayağınızı kaldırıyorsunuz ve dikkat kesiliyorsunuz. Düşünüyorum da müzisyenler olarak yaptığımız en önemli şey acaba yalnızca sessizlik için bir çerçeve sağlamak mı? Sessizliğin kendisi belki de müziğin özündeki gizem mi? En mükemmel müzik sessizlik mi?

Şarkı yazmak bildiğim tek meditasyon şekli. Melodi ve metafor armağanları da sadece sessizlik sırasında sunulur. Modern dünyadaki insanlar için gerçek sessizlik nadiren yaşadığımız bir şeydir.Sanki ondan kaçınmak için işbirliği yapmış gibiyiz. Üç dakikalık sessizlik çok uzun bir zaman gibi görünür. Pek az zaman ayırdığımız düşüncelere ve duygulara dikkatimizi vermek için bizi zorlar. Bunu uygunsuz ve hatta korkutucu bulan insanlar var.

Sessizlik rahatsız edicidir. Rahatsız edicidir çünkü o ruhun dalgaboyudur. Eğer müzikte boşluk bırakmazsak -ve bu konuda ben de diğer herkes kadar suçluyum- oluşturduğumuz sesi tanımlayıcı bir bağlamdan yoksun bırakmış oluruz. Bu da çoğu zaman daha fazla endişe yaratmaya yarayan endişeden doğmuş bir müziktir. Sanki boşluk bırakmaktan korkuyoruz. Müziğin güzelliği notaların kendisi kadar onların arasındaki boşlukla da ilgilidir. Bir barlık durak, öncesindeki yarım sekizliklerden oluşan bir bar kadar önemli ve anlamlıdır. Burada söylemeye çalıştığım şey şu ki, dindar olup olmadığım sorulduğunda her zaman “Evet, sofu bir müzisyenim” diye cevap veririm. Müzik beni aklın ötesinde, başka bir dünyadan, kutsal bir şeyle temasa geçiriyor.

Nasıl oluyor da bazı müzikler bizi gözyaşlarına boğuyor? Niye bazı müzikler anlatılamayacak kadar güzel? Samual Barber’ın Adagio For Strings’ini, Faure’nin Pavane’sini ya da Otis Redding’in Dock Of The Bay’ini dinlemekten asla bıkmam. Bu parçalar benimle anladığım tek dini dilde konuşuyor. Beni derin bir meditasyon durumuna, bir hayranlık durumuna sürüklüyor. Beni sessizleştiriyor.

Müzik hakkında kelimelerle konuşmak çok zordur. Kelimeler müziğin soyut gücü karşısında gereksizdir. Kelimeleri şiire uydurabiliriz, öyle ki onlar da müziğin anlaşıldığı biçimde anlaşılsınlar; ama onlar böylelikle müziğin zaten bulunduğu bir konuma sadece ulaşmaya çalışıyor olurlar.

Müzik herhalde en eski dinsel törendir. Atalarımız melodiyi ve ritmi ruhların dünyasını amaçları yolunda harekete geçirmek, evreni anlamlandırmaya çalışmak için kullandılar. İlk rahipler muhtemelen müzisyenlerdi, ilk dualar da şarkılar.

Asıl söylemek istediğim şeye gelirsek, müzisyenler olarak, başarılı da olsak -her gece binlerce kişiye de çalsanız-, pek başarılı olmasak da -küçük barlarda ve kulüplerde de çalsanız-, hatta hiç başarılı olmasak da -evinizde yalnız başınıza kedinize de çalsanız-, ruhları iyileştiren bir şey yapıyoruz, kalbimiz kırıldığında onu onaran bir şey. Milyonlarca dolar da kazansanız, bir sent bile kazanamasanız da, müzik ve sessizlik paha biçilmez armağanlardır. Onlara her zaman sahip olun. Onlar da size sahip olsun.

Sting

Çev: Akın Demirci

Yorum yapılmamış »

RSS feed for comments on this post.


Leave a Reply

You must be logged in to post a comment.

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com