Eki
11
2011
0

Bir Fotoğrafın Çağrıştırdığı “Futbol…”

Yukarıdaki fotoğrafı Evvel Fanzin’e -sağolsun- Ümit Bayazoğlu ulaştırdı. Facebook’taki bir grupta, Serhat Sencer’in albümünde bulmuş/görmüş bu fotoğrafı… Solda, topun başında duran Orhan Kemal, yanında Halit Kıvanç ve sağda ise Haldun Taner…  Sanırım, 1960’lı yılların ortası… Fotoğraf, “Futbol, sadece futbol değildir” tümcesini imliyor bana… Gerçekten de edebiyat ve düşünce tarihinde “Futbol sadece futbol değildir!” tümcesinin işaret ettiği birçok önemli “yaşantı” var.

Albert Camus‘un kaleciliğine ilişkin hikâyeyi hatırlayalım: Cezayir’de doğan Albert Camus, yeniyetmelik döneminde Cezayir Üniversitesi’nin(RUA’nın) kalecisiymiş. RUA’nın maç günlüklerine göre Albert Camus, bir kaleci olarak çok zor maçları atlatmış ve RUA, 1930’da bulunduğu bölgesel ligin şampiyonu olmuş. Sonra, Camus, yakalandığı tüberküloz hastalığı nedeniyle futbola veda etmiş. Albert Camus’a neden kaleci olduğunu, neden kaleciliği seçtiğini sorsaydık şu cevabı alabilirdik: “Ayakkabılarımın eskimediği, yıpranmadığı ve bana en uygun mevki kalecilikti.”  Camus, bir şöyleşisinde şöyle demiştir: “Ahlâk ve insanlığın yükümlülükleri(moral kavramlar) hakkında güvenebileceğim tüm bilgileri spora ve Cezayir Üniversitesi’ndeki futbol günlerime borçluyum.”

Futbol, Ludwig Wittgenstein‘ın “Felsefe Soruşturmaları” adlı kitabında ele aldığı ve okuyucuya sezdirdiği “felsefenin sınırları” sorunsalı açısından da çok önemli bir çağrışımsal öğedir. Felsefe Soruşturmaları’ndaki “Dil Oyunları” bağlamının oluşmasına futbol vesile olmuştur. Wittgenstein, “Sözcükler, sadece, bir oyunun içeriğinde (context’inde) anlam taşırlar” görüşünü bir futbol maçını izledikten sonra edinmiştir. İnsan, futbol üzerine öncül bilgileri olmadan futbol maçını izlediğinde, futbol denen şey ona raslantısal ve anlamsız gelecektir. Onu anlamlandırmak için önce oyunun kuralları, içeriği bilinmelidir: -Futbol, birbirine karşı çekişen iki takım halinde, herbiri 11 kişiden oluşan bu takımların bir topu diğer takımın alanında yer alan kalenin ağlarına göndererek skor elde edilebildikleri bir oyundur- gibi… Bu içeriği kavramadan “futbol” sözcüğü, bir topun peşinde koşturan insanların ‘anlamsız görüntü’sünde kalacaktır. Wittgenstein, çalışmalarında, futbol örneğindekine benzer bir koşutluğu “Dil Oyunları” ile “Felsefe” arasındaki ilişki için de kurmuştur. Wittgenstein’ın incelediği sorunsallar, dilin sınırları çerçevesinde oluşan mantıksal bir alan derinliği üzerinde bulunmaktadır. Kısacası, Wittgenstein’ın maç sahası, gerçeğin ve yaşamın yapısını/sınırlarını belirleyen dildir. Wittgenstein, en önemli maçını dilde oynamıştır.

“Futbol ve tarih” dediğimizde, sıkı muhalif Eduardo Galeano’nun “Gölgede ve Güneşte Futbol” adlı kitabı ilk aklımıza gelen eserlerden biri… Kitapta Eduardo Galeano, Dünya Kupası ve Latin Amerika futbol tarihini “büyülü gerçekçi” bir dille anlatır. (Zico’nun Golü başlıklı yazı güzel bir örnektir.  Fenerbahçeliler şuraya baksınlar: https://evvel.org/alinti-ziconun-golu-eduardo-galeano)

Sonuçta, tüm bu yaşantı örneklerini incelediğimizde futbolun kavramsal arka-planında birçok mihenk noktasını içerdiğini görürüz. Ve dileriz ki futbol endüstrileşmesin; çünkü futbol, bugünkü merhaleden biraz daha ileri gidip topyekün endüstrileştiğinde yeni mihenk noktaları bulmak -en azından benim için- imkânsızlaşacak.

Zy

Eki
07
2011
0

Zettel’den… (Ludwig Wittgenstein)

Kapak Tasarımı: Bülent Erkmen, 2004

*

“Zettel” Almanca’da “üstüne not yazılmış kâğıt parçası” anlamına gelir. Wittgenstein böyle notlarının bazılarını topladığı kutu-klasörü bu isimle etiketlemiş…

(…)
10. Dilimdeki bütün sözcüklerin yerine bir anda başka sözcükler geçirmek istediğimi farz edelim; yeni sözcüklerden birinin ait olduğu yeri nasıl söyleyebilirdim? Sözcüklerin yerini imgeler mi korur?
(…)

12. İnsan burada kastetmeyi bir tür zihinsel işaret etme, gösterme gibi hayal etmeye başlar.
(…)

33. (…) Birçok durumda bize öyle gelir ki, zihin anlamı kavrarken, hangi yöne gideceğini bilmeyen kararsız biri gibi küçük başlangıç hareketleri yapmakta, yani mümkün uygulamaların alanını gözden geçirip denemektedir. (…)

34. Çocukluğundan beri sanki konuşurken hızlı bir şekilde yazan insanları düşünün: sanki söylediklerini süslemektedirler. (…)

35. (…) Ama sıradan yaşamda “Falancayı düşündüm” dediğinde “Nasıl düşündün?” sorusuyla karşılaşmam.
(…)

38. Hiç düşünmeden ve akıcı bir şekilde konuşan birinin sözünü kesin. Sonra ona “Ne söyleyecektin?” diye sorun. Birçok durumda, başladığı cümleye devam edebilecektir. -“Bu yüzden, söyleyeceği şeyin zihninin önünde zaten yüzüyor olması gerekir.”(…)
-Cümlenin devamının onun zihinsel görüş alanında yüzdüğünü söylememizin dayanağı belki de bu fenomen değil midir?

39. Pekiyi, böyle bir tepkinin, böyle bir niyet itirafının var olması tuhaf değil mi? Dilin çok dikkat çekici bir aracı değil mi bu? Bunda gerçekten dikkat çekici olan ne? Eh -sözcüklerin bu kullanımını insanın nasıl öğrendiğini hayal etmek güçtür. Fazlasıyla ince bir şeydir bu.
(…)

42. Pekiyi “O zaman tam da fırlatmak üzereydim” ifadesini kullanmayı [bir çocuk] nasıl öğrenir? Ve çocuğun gerçekten de o anda “…üzere” dediğim zihin durumunda olduğunu biz nasıl söyleriz?

43. Birinin “…üzereydim” ya da “tam da … yapacaktım” ifadesini hiçbir zaman öğrenmediğini, dolayısıyla bunların kullanımını da öğrenmediğini farz edersek? İnsan “bunu” düşünmese de pek çok şey düşünebilir. Bu dil oyununa hakim olmadan, dil oyunlarının çok geniş bir alanına hakim olabilir. (…)

44. “… niyetindeydim” bir deneyimin anısını ifade etmez. (“…üzereydim” de öyle.)

45. Niyet ne bir duygu, bir ruh hali, ama ne de bir duyum ya da imgedir. O bir bilinç durumu değildir. Gerçek bir sürekliliği yoktur.

46. “Yarın ayrılmak niyetindeyim.” – Bu niyete ne zaman sahipsiniz? Bütün süre boyunca mı; yoksa aralıklı olarak mı?

47. Niyeti bulacağınızı düşündüğünüz çekmeceyi araştırın. Çekmece boştur. – Herhalde onu duyumlar arasında arıyorsunuz. (…)

48. Hangi koşullarda “Bu alet bir fren, ama çalışmıyor” denir? Bu elbette şu anlama gelir: amacını yerine getirmiyor. O alet için bu amaca sahip olmak nedir? Şu da söylenebilir: Niyet, bunun bir fren olarak iş görmesiydi.” Kimin niyeti? Burada bir zihin durumu olarak niyet tamamen gözden kaybolur.

Birçok insanın, hiçbiri o niyete sahip olmadan, bir niyeti yerine getirdiğe bile düşünülemez mi? Bu şekilde, bir hükümet, “kimsenin” sahip olmadığı bir niyete sahip olabilir. (…)

Ludwig Wittgenstein
“Zettel”, Çev: Doğan Şahiner, Nisan Yay., 1. Baskı, 2004, ss. 10-22

Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan Wittgenstein ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/ludwig-wittgenstein adresinden ulaşabilirsiniz.

Eki
02
2011
0

“Dil, herkes için aynı tuzakları hazır tutar.” (Ludwig Wittgenstein)

423.
(…)


(…)

Ludwig Wittgenstein
Felsefe Soruşturmaları’nın ön-çalışmalarından biri olan “Büyük Daktilo-Metin(Big Typscript)”den…
Çeviren: Oruç Aruoba, 1992

Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan tüm “Wittgenstein” ilgilerine https://evvel.org/ilgi/ludwig-wittgenstein adresinden ulaşabilirsiniz.

Eki
02
2011
0

Büyük Daktilo-Metin’den… (L. Wittgenstein)

(…)

425.
(…)
Unutma, çocuklar için bir sözcüğün gerçekte tamamiyle farklı iki anlamı olduğuna // olabileceğine // inanmak (ya da bunu kabullenmek) ne denli zordur.

Felsefenin ereği, dilin birdenbire bittiği yere bir duvar örmektir.

Felsefenin sonuçları, herhangi bir gizli saçmalığın; ya da, anlama yetisinin dilin sınırlarına // sonuna // toslaması sonucu aldığı şişlerin keşfedilmesidir. Bu şişler, bizim bu keşifin değerini anlamamızı // öğrenmemizi // sağlar.

Bizim soruşturmamız ne tür bir soruşturma? Örnek olarak verdiğim durumları, olabilirlikleri açısından mı soruşturuyorum? Ya da olgusallıkları açısından? Hayır, yalnızca olanaklı olanı getiriyorum, yani dilbilgisel örnekler veriyorum.

Felsefe tümceler içinde değil, bir dil içinde konur ortaya.

 

Nasıl yasalar, onları çiğneme eğilimi varsa // çiğnendikleri zaman // önem kazanırsa, bazı dilbilgisel kurallar da ancak filozoflar onları çiğnemek istedikleri zaman önem kazanır.
(…)

Ludwig Wittgenstein
Felsefe Soruşturmaları’nın ön-çalışmalarından biri olan “Büyük Daktilo-Metin(Big Typscript)”den…
Çeviren: Oruç Aruoba, 1992

Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan tüm “Wittgenstein” ilgilerine https://evvel.org/ilgi/ludwig-wittgenstein adresinden ulaşabilirsiniz.

Eyl
05
2011
0

Philosophische Untersuchungen: “Dil-Oyunları ve Felsefe Üzerine…” (Ludwig Wittgenstein) / Çev: Oruç Aruoba

(…)
103. İdeal, düşüncelerimizde, sarsılmaz bir biçimde oturmuş duruyor. Onun dışına çıkamazsın. Hep geri dönmek zorundasın. Dışarısı diye birşey yok; dışarıda yaşanabilecek bir hava yok. —Nereden geliyor bu? İde, gözlükler gibi burnumuzun üstüne takılı duruyor, ve neye baksak, onun içinden görüyoruz. Hiç aklımıza gelmiyor, onu çıkarmak.

104. Kişi, tasarımlama tarzında bulunan birşeyi, şeyin kendisine yüklemektedir. Bizi etkileyen bir karşılaştırma olanağını, en üst düzeyde genel olan bir olgu durumunun algısı sayıyoruz.

105. Bu düzeni, ideali, gerçek dilde bulmamız gerektiğine inanınca, şimdi de alışılmış yaşamda “tümce”, “sözcük”, “im” denen şeylerden hoşnut olmamağa başlarız.
Mantığın ele aldığı tümce, sözcük, saf ve keskinkes birşey olmalıdır. Ve şimdi de sahici imin neliği üzerine kafa patlatırız. —Acaba bu, imin tasarımı mıdır? Yoksa şu andaki tasarım mıdır?

106. Burada güçtür artık, sanki, kafayı suyun üstünde tutmak,— gündelik düşüncelerin yöneldiği  şeylere bağlı kalmamız gerektiğini görmek, ve bizi, elimizdeki araçlarla hiçbir biçimde betimleyemeyeceğimiz en uç incelikleri betimlemek zorunda hissettiğimiz bir yere götüren yanıltıcı yola sapmamak. Bize, yırtılmış bir örümcek ağını ellerimizle düzene sokmak zorundaymışız gibi gelir.
(…)

Ludwig Wittgenstein
“Felsefe Soruşturmaları (Philosophische Untersuchungen)” adlı kitabından…
Çeviren: Oruç Aruoba, “Mor Köpük” Dergisi, Sayı:5-6 (Oyun Özel Sayısı), 1985, s. 47

Hamiş: 1985 yılında, ustam Oruç Aruoba,  Mor Köpük Felsefe Dergisi’nin “Oyun Özel Sayısı” için Wittgenstein’ın Felsefe Soruşturmaları(Philosophische Untersuchungen) adlı kitabından bazı bölümler seçmiş ve çevirmiş. Aruoba’nın “Dil-Oyunları ve Felsefe Üzerine…” başlığını uygun gördüğü bu 14 sayfalık çeviriye https://zaferyalcinpinar.com/diloyunlarifelsefe.jpg adresinden ulaşabilirsiniz. (4 mb.)

2. Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan Ludwig Wittgenstein ilgilerinin tümüne https://zaferyalcinpinar.com/blog/?tag=ludwig-wittgenstein adresinden ulaşabilirsiniz.

Nis
14
2011
0

“Wittgenstein: Dahinin Görevi” (Nazım Keven)

Prensese Mektuplar” adlı web sitesi, taifesinin tümünü zevkle okuduğum, takip ettiğim sıkı bir mekân… Burada, geçen sene, Wittgenstein üzerine iki bölümden oluşan, derli toplu bir yazı yayımlanmıştı.  “Wittgenstein: Dahinin Görevi” başlıklı yazıyı Nazım Keven kaleme almış… Yazıya https://www.prensesemektuplar.com/2010/04/wittgenstein-dahinin-gorevi-1.html adresinden ulaşabilirsiniz.

Şub
11
2011
0

“simplex sigillum veri”

(…)
5.453 Mantığın bütün sayıları haklandırılabilir olmalıdır.
Ya da daha doğrusu: Ortaya çıkmalıdır ki, mantıkta hiçbir sayı yoktur.
Hiçbir üstünlüklü sayı yoktur.
5.454 Mantıkta hiçbir yanyanalık yoktur, hiçbir sınıflandırma olamaz.
Mantıkta daha-genel daha-özel olamaz.
5.4541 Mantıksal sorunların çözümleri yalın olmalıdır, çünkü bunlar yalınlığın ölçütünü koyarlar.
İnsanlar yanıtları -a priori- simetrik olarak içine kapalı, tam ve düzenli bir kuruluş içinde birleşen bir sorular alanının olması gerektiğini hep sezinlemişlerdir.
İçinde şu tümcenin geçerli olduğu bir alan: simplex sigillum veri.

Ludwig Wittgenstein
“tractatus logico-philosophicus”, Çev. Oruç Aruoba, YKY, 3. Baskı, s.107

Oca
25
2011
0

Wittgenstein’ın Yeni Yöntemi

Wittgenstein’ın yeni yöntemi, önceki dönem felsefesindeki dil eleştirisini kendi kendisine uygulamaya başlamasıyla gelişmiştir. Önceki dönem eleştirisinin ardındaki dil kuramı olgu söyleminin özüne ilişkin küçük bir sezgiler öbeğiyle temellenmekteydi. Bu sezgiler içerik taşıyan zorunlu doğruluklar olarak düşünülmekteydi. Fakat, içerik taşıyan zorunlu doğrulukların önceki dönem dil kuramı içine nasıl yerleştiğini ya da bunların daha başlangıçta nasıl kurulmuş olduklarını görmek güçtü. (…) Yeni yöntem üzerine şimdiye değin söylenen şeyler, kökeninden anlaşılacağı gibi deneysel olduğu, tikel olguya büyük bir saygı gösterdiği ve bir bilimden çok sanatı andırdığıdır. Bilimden çok sanatı andırışının nedeni, tikel durumlardaki ince ayrımların herhangi bir kuramda değil, gerçek dilsel uygulamaların özenli betimlemelerinde ve göz kamaştırıcı örnek düzenlemelerinde sunulabilişidir.

David Pears
“Wittgenstein”, Çev: Arda Denkel, Afa Yay, 1985, ss. 107-108

May
24
2010
0

Şiirlemek

21.
Şöyle söylemekle sanıyorum,  felsefeyle ilgili tutumumu özetlemiş oluyorum: Felsefenin aslında şiir olarak kurulması gerekir. Buradan da, bana öyle geliyor ki, düşüncemin ne denli şimdiye, geleceğe ya da geçmişe ait olduğu çıkar. Çünkü böylelikle, yapabilmek istediğini tam yapamayan biri olduğumu itiraf ediyorum.

Çevirenin Notu:
Şiir olarak kurmak: dichten. Birçok başka dilde olduğu gibi, Türkçe’de de tam karşılığı olmayan bir fiil: Şiirlemek(?!)

Ludwig Wittgenstein
Yan Değiniler, Çev: Oruç Aruoba, 6:45 Yay., 1999, s.23

May
21
2010
0

Hem her yerde, hem yüzeyde…

David Pears
“Wittgenstein”, Çev: Arda Denkel, Afa Yay., 1985, s.38

Mar
26
2010
0

Mantıksal Uzayın Sınırları

Wittgenstein’ın doğumunun 100. yıldönümü anısına çıkarılan
Avusturya Posta Pulu (1989)

*

(…)Eğer niyetlerin ilişkisi denilen anlık olgular Wittgenstein’ca taşıdığı öne sürülen özerkliği gerçekten taşıyorsa, bir tepkinin yöneldiği nesneyi çözümlemek ve bundan genellemelere gitmeye çalışmak konunun dışında kalacaktır. Eğer felsefe gerçekten sanat gibiyse, dilsel bir örneğin oluşturduğu izlenim, hiçbir genel formüle sığdırılamayacak bir şey olmalıdır. Tikel durum, bu tür bir ele alış açısından hiçbir zaman kavranıp yakalanamayacaktır. Çünkü dizgenin bütünü içinde tuttuğu yer, ona kendine özgü bir nitelik verecektir.
Wittgenstein’ın bu doğrultuda daha ne kadar ilerlemek istemiş olduğu, kesin değildir. Kesin olan dizgesel kuramlar oluşturmaya karşı çıkmış olduğu ve bunun yerine mantıksal uzayın sınırlarını salınım yöntemiyle saptamaya çalışmış olduğudur. (…) Aslında Wittgenstein bundan daha da ileriye gitmiştir. Ancak hangi noktaya dek ilerlediği ya da tikel durumun değerlendirilmesine ilişkin nasıl bir görüş benimsediği belirgin değildir.
Öte yandan, kendisini bu doğrultuda iten güç konusunda hiçbir kuşku yoktur. Tüm felsefesi, modern düşüncenin bilimin boyunduruğu altına alınmaya açık oluşunun ve bunun anlığın kendi kendini değerlendirişinde yol açabileceği sapmaların getirdiği tehlike ve tüm bunlara karşı gösterdiği güçlü duyguyu yansıtır.

David Pears
“Wittgenstein”, Çev: Arda Denkel, Afa Yay., 1985, s.189

Mar
26
2010
0

Sanki yüzünün çirkinlikleriymiş gibi.

15. Filozoflar, çoğunlukla, bir kâğıda kurşunkalemleriyle gelişigüzel çizgiler çiziktirip, yetişkinlere “bu nedir?” diye soran çocuklara benzerler. İş şöyle olur: Yetişkin, sık sık, birşeyler çizip, çocuğa, “bu bir adam”, “bu bir ev” v.b. demiştir. Eh, şimdi de çocuk çizer çizgileri, sorar: “Peki, bu ne?”
(…)
71. Kişi yalan söylemiyorsa, yeterince özgündür.
(…)
87. Kendi üslubunun yanlışlıklarını kabullenmelisin.
Sanki yüzünün çirkinlikleriymiş gibi.

Ludwig Wittgenstein
“Yan Değiniler”, Çev: Oruç Aruoba, 6:45 Yayınları, 1999

Mar
25
2010
0

Motifler ve Mekanizmalar

Francis Picabia’nın “Makine Dönüyor” adlı çalışması…

***

(…) İşte süper sertlik fikri ve cümlesi;  “Geometrik kaldıraç diğer bütün kaldıraçlardan daha serttir. Asla bükülmez.” İşte burada bir mantıklı zorunluluk durumuyla karşı karşıyayız;  “Mantık sonsuz sert malzemelerden yapılmış bir mekanizmadır, asla bükülmez.” (ne yapalım bükülmüyor işte.) İşte bu yolla süper şeylere ulaşıyoruz. Böylece süper latifler ve kullanımları, örneğin “sonsuzluk kavramı” mümkün oluyor.
Bir mekanizmayı keşfederken olayların birbirlerini izledikleri söylenebilir ama bunun böyle olması gerekiyor mu? İpin öbür ucundaki kişiyi bulana dek ipi takip ediyorum.
İpteki bir mekanizmanın bir süper mekanizma anlamına geldiğini farz edelim. Böyle bir mekanizma olsaydı bile, hiçbir işe yaramazdı. Bir mekanizmanın keşfinin, özgün nedensel bir bağlantının keşfedilmesi gibi olduğu düşünülmüyor.
Genel olarak bağlanmış olma düşüncesinden kurtulmak isteniyor. (Açıklama dediğimiz şey, bir bağlantı şeklidir oysa bağlantılardan tamamen kurtulmak istiyoruz. Mekanizma kavramından kurtulmak istiyoruz ve. “Bunların hepsi sadece birlikte ortaya çıkan şeylerdir!” diyoruz.) Hangi durumda böyle konuşulamayacağı konusunda daha kesin bir açıklama yapılması gerekir. “Bir mekanizmanın keşfinde sadece birlikte ortaya çıkan şeyler keşfedilir. Sonuçta her şey buna bağlanabilir.” Belki de,insanların eğer birçok tecrübeyi edinemezlerse asla bir mekanizmayı keşfedemeyecekleri ispat edilebilir. Bunu şöyle ifade edebiliriz: “Her şey olayların sade ilişkisine bağlanabilir.”
Örneğin, “Fizik, birbirini takip eden olaylar dışında hiçbir şeyi açıklamıyor.”
(…)
Mekanizmanın keşfi bir tür sebep bulma biçimidir: Bu durumda buna “sebep” deniliyor ama dişliler çelik gibi göründüğü halde aslında tereyağından yapılmış olsalar ve bu duruma sık sık rastlansa, belki o zaman, “Bu (dişli) aslında tek sebep değil ki; belki sadece bir mekanizma gibi görünüyor” denir. (Her zaman olayları başka olaylara dayandırma eğilimindeyiz. Bir şeyin sadece bir başka şeyle birlikte ortaya çıktığını keşfetmek öyle heyecan verici olmalı ki, neredeyse bunun gerçekte de böyle olduğunu söylemeye niyetleniyoruz.)
(…)
Yapılan bir şeyin sebebinin gösterilebileceği bir durum vardır. (Burada mekanizma bilinciyle kıyaslanabilen bir olay sözkonusu… Cevabın, sebebini gösterdiği mevcut durumlar vardır: Bir çarpım işlemi yazılır ve ben sorarım:) “Neden çizginin altına 6249 yazdın?”
Yapılan çarpım işlemi açıklanır. “bu çarpımdan dolayı bu sonuca vardım” denir. Bu açıklama mekanizmanın ifadesiyle kıyaslanabilir. Rakamların yazılması bu olayın motifi olarak adlandırılabilir. (…) Burada “Bunu neden yaptın?” sorusu, “Bu sonucu nasıl elde ettin?” anlamına gelir. Bir sonucu elde etmenin yolu sebepten geçer.
Biri hangi yolla belli bir sonucu elde ettiğini anlattığı zaman: “Sadece o bu sonuca varan süreci biliyor.” deme eğilimliyiz.
(…)
“Bunu neden yaptın?” diye sorulduğunda, “Düşündüm ki…” diye cevap veririz. Pekçok durumda, bizlere bir şey sorulduğunda motifimizi söyleriz. (Bu yüzden “sebep” her zaman aynı anlama gelmez. Aynı şekilde “motif” de öyle. “Bunu neden yaptın?” diye sorulduğunda, bazen “hasta olduğu için onu ziyaret etmem gerektiğini düşündüm” diye cevap verilir- ve gerçekten de düşündüğümüz şeyleri hatırlarız. Başka birçok durumda bize sorulan gerekçe bir motiften başka bir şey değildir.)

Ludwig Wittgenstein
“Estetik Üzerine Dersler”den…

(Çev: Zeki Algün, İlya Yayınevi, 2001)

Mar
24
2010
0

Sessizliğin Dilbilgisi

by Zy

***

by Rad

***

(…)
4.2 Tümcenin anlamı, olgu bağlamlarının varoluş ve varolmayış olanaklarıyla uyuşması, ve uyuşmamasıdır.
4.21 En yalın tümce, temel tümce, bir olgu bağlamının varoluşunu savlar.
(…)
5.552 Mantığı anlamak için gereksediğimiz “deneyim”, birşeyin böyle böyle olduğunun değil, olduğunun deneyimidir: oysa bu, işte, hiç de deneyim değildir.
Mantık, bütün deneyimden öncedir -birşeyin öyle olmasından.
Nasıl’dan öncedir, ne’den önce değil.
6.52 Öyle bir duygumuz vardır ki, bütün olanaklı bilimsel sorular yanıtlandığında bile, yaşam sorunlarımıza daha hiç dokunulmamıştır. Tabii o zaman da hiçbir soru kalmamıştır; yanıt da tam budur.
(…)
6.522 Dilegetirilemeyen vardır gene de. Bu kendisini gösterir, gizemli olandır o.
(…)
6.54 Benim tümcelerim şu yolla açımlayıcıdırlar ki, beni anlayan, sonunda bunların saçma olduklarını görür -onlarla-onlara tırmanarak- onların üstüne çıktığında. (Sanki üstüne tırmandıktan sonra merdiveni devirip yıkması gerekir.)
Bu tümceleri aşması gerekir, o zaman dünyayı doğru görür.
7. Üzerinde konuşulamayan konusunda susmalı.

Ludwig Wittgenstein
Tractatus’dan…
(Çev: Oruç Aruoba)

Ayrıca bkz: https://zaferyalcinpinar.com/blog/?tag=sessizligin-dilbilgisi

Mar
12
2010
0

Wittgenstein ve Mimarlık (Erhan A. Balkan)

“mimar.ist” dergisinin 2003’te yayımlanan 9. sayısında yer alan “Wittgenstein ve Mimarlık” adlı yazıya https://zaferyalcinpinar.com/wittvemimarlik.jpg adresinden ulaşabilirsiniz. İşbu inceleme yazısını Prof. Dr. Erhan A. Balkan kaleme almış…

Mar
07
2010
0

Dilin Sınırları

Wittgenstein, Tractacus’a yazdığı önsözde kitabın amacının dilin sınırlarını çizmek olduğunu belirtir. (…) Sınırın öbür yanında anlamsızlıktan başka bir şey bulunmayacaktır. Oysa bunun birkaç yönden nitelendirilmesi gerekir. Çünkü, Tractacus’da sınırın öte yanı diye bir şey olamaz. Dolayısıyla sınırı çizme işi de, sanki uzayın uzayın kendi eğriliğini hesaplamak gibi bir iştir. Eğer olgu önermelerinin anlamları mantıksal uzaydaki noktalar olarak düşünülecekse, anlamsızlığı orada yerleştirecek hiçbir yer olamaz.
(…) Eğer anlamın sınırları olgu söyleminin sınırlarıysa, olgusal olmayan bütün söylem anlamsız olacaktır. Öyle ise, sınırı çizme işini bu biçimde gören herkes yıkıcı türden bir pozitivist olacakmış gibidir. (…) Örneğin Wittgenstein, “olgu söylemi” terimini genellikle kapsadığından daha çok şey kapsayacak biçimde genişletebilirdi: Bu durumda olgu söyleminin uzayı, düşüncenin daha az bilimsel alanlarında meydana gelen her şeyi kendine çekebilmesine izin verecek biçimde, daha girdili çıktılı bir eğrilik kazanırdı. Ya da daha iyi ve daha kötü anlamsızlıklar arasında incelikli bir ayrım kurmaya çalışabilirdi. (…) Onun yola çıktığı nokta sıradan olgu söylemidir. Ancak sıradan olgu önermelerini günlük yaşamda ve hatta bilimde kullandıkları gibi bırakmaz. Dilin düşünceyi gizlediğine ve düşüncelerimizin gerçek biçimlerinin ancak içinde dile getirildikleri dil çözümlenip, başlangıç önermeleri diye adlandırdığı en küçük öğelerine ayrıldığında ortaya çıkacağına inanır. Bunun altındaki düşünce, sıradan bir olgu önermesinin dile getirilmesinin, içinde birçok küçük adımlar bulunduran kaba bir atlayışa benzediğidir. Örneğin, tak başına, saatin masanın üzerinde durduğu bildirimini yapmak, içerme yoluyla, örneğin saatin içindeki düzeneğe ilişkin önermeler gibi birçok başka bildirimlerde de bulunmaktadır. Oysa bu, böyle içermelerin ancak ilk kuşağıdır. Çünkü, bu önermeler başkalarını, onlar da yine başkalarını içerecekler ve bu böylece çözümlemenin tamamlanmış olacağı, yukarıki önermenin en son öğelerine ulaşıldığı noktaya dek sürüp gidecektir.

David Pears
“Wittgenstein”, Çev: Arda Denkel, Afa Yay, 1985, ss. 57-60


İlhan Berk’in “Dün dağlarda dolaştım, evde yoktum ”
adlı kitabından bir görüntü…

Mar
02
2010
0

Odak

Wittgenstein’ın ikinci dönem felsefesindeki öğreti, düşüncesi ve dili dışında bağımsız nesnel dayanak noktaları bulunmadığı ve anlam ile zorunluluğun ancak kendilerini kucaklayan dilsel uygulamalar içinde korunduğudur. Onların bütün güvencesi uygulamaların kurallar dolayısıyla kazandığı değişmezlikten kaynaklanır. Ne var ki, kurallar bile, değişik yorumlara olanak tanıdığından, değişmez bir dayanak noktası sağlayamazlar. Uygulamalara değişmezliklerini gerçekten veren şey, kuralların yorumu üzerinde bizlerin anlaşmasıdır. Bunun iyi bir şey olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bunu söylemek, dünya üzerindeki yaşamın, dünyanın doğal atmosferine uyabilişinin iyi bir şey olduğunu söylemek gibidir. Söylememiz gereken, değişmezliğin olduğu kadar olduğudur.
İnsanı odağa alışın bu aşırı biçimi kimileri üzerinde tuhaf bir etki yaratır. Onlar, fazla ileri gidildiğini ve tıpkı Wittgenstein’ın Tractacus’da kendi yaptığı gibi, daha önceki bir noktada durulabilmesi gerektiğini düşünürler. Ancak bu nokta nerededir? Wittgenstein’ın tartışmalarına ara savlar bağlamak hayret uyandıracak ölçüde güçtür. Dıştaki aşırı noktadan kendi çözümüne öyle bir hız ve güçle iner ki, yola onunla birlikte kim çıkmış olsa, sonuna dek onunla gidecek gibidir. Onun üstün yeteneklerinden biri de uzak görüşlülüğüdür. Sık sık, bütün ara görüşleri kesip geçen, derine işleyen türden saptamalar yapar. Kişiliğinin büyüleyici etkisi ve felsefesinin tutkulu  yoğunluğu, yazılarında kendini büyük bir güçle gösterir. Bu insanı ya sürükler götürür, ya da arkada bırakır.

David Pears
“Wittgenstein”, Çev: Arda Denkel, Afa Yay. 1985, s.174

Oca
28
2010
0

Estetik Üzerine Dersler (Wittgenstein)

Çoğu zaman dili, içinde çekiç, kalem keski, kibrit, çivi ve tutkal bulunan bir takım sandığına benzetirim. Bu çeşitli aletlerin arasında büyük farklar olsa da, bu nesneler tesadüfen oraya konulmuş olamaz; kullanıldığı yerler farklı olsa bile aralarında bir “aile benzerliği” vardır. Oysa tutkal ve keski arasında oldukça büyük bir fark görülür.
Yeni bir alana yöneldiğimizde dilin bize oynadığı oyunlara sürekli olarak şaşırırız.
Bir kelimeyi tartışırken, daima onun bize hangi yollarla öğretildiğini sorarız. Bu bir anlamda birçok karmaşık düşünceyi yok eder, diğer yandan ilkel bir dil elde etmiş oluruz.(…) Örneğin “Bunun veya şunun rüyasını gördüm” demeyi nasıl öğrendik? İlginç olan bunu bize bir rüya gösterildiği için öğrenmiş olmadığımızdır. Bir çocuğun “güzel”, “iyi” gibi ifadeleri nasıl öğrendiğini düşünürsek, onun bu ifadeleri bir tür ünlem gibi öğrendiğini keşfederiz.(Ayrıca “güzel” hakkında her zaman konuşulur, çünkü pratikte çok az karşılaşırız) Genelde bir çocuk “güzel” gibi bir kelimeyi yiyeceklerle bağdaştırır. Bu kelimeleri ona öğretirken abartılı el hareketleri ve yüz ifadeleri çok büyük önem taşır. Kelime bir yüz ifadesi veya el hareketi yerine kullanılır.(…)
Dilini bilmediğimiz, yabancı bir kavime katılsak ve kendi dilimizde “iyi”, “güzel” vs. anlamına gelen kelimeleri öğrenmek istesek, bunları neye göre seçmemiz gerekir? Herhalde bir gülümseyiş, belli bir el kol hareketi, yiyecekler, oyuncaklar ararız. (…) “Ağaçlar rüzgârda sallanırken birbirleriyle konuşurlar” sözünü hatırlamak gerekir. Burada ağaçların dalları, insanların kollarına benzetiliyor. (Her şeyin bir ruhu vardır.) Şüphesiz yabancı bir kavmin insanlarının el kol hareketlerini bizimkilere benzer bir şekilde anlamak gerekir. Bu bizi alışılmış estetikten -ve etikten- ne kadar uzaklaştırıyor! Belli kelimelerden değil de, nedenlerden ve faaliyetlerden dolayı hareket ediyoruz.
Bu şartlar altında kullanılan kelimelerin çoğunun “güzel”, “hoş” vs. gibi sıfatlar oluşu dilimizin bir özelliğidir. Fakat bunun gerekli olmadığı da apaçık ortada. Başlangıçta bunların ünlem olarak kullanıldıklarını gördük. “Bu hoş!” demek yerine sadece “Ah!” demem veya gülümsemem ya da karnımı okşamam bir şey farkettirir mi? Bu ilkel dil yeterli olduğu sürece, kastetmek istediğimiz kelimelerin veya nesnelerin gerçek anlamlarıyla -yani “güzel” veya “iyi” diye tanımladığımız şeylerle- ilgili bir sorun yaşanmaz.

Ludwig Wittgenstein
“Estetik , Betimleme, Din ve Freud Hakkında Dersler”

Çev:Zeki Algün, İlya Yayınevi, 2001, ss.24-28

Oca
28
2010
0

Wittgenstein’ı Sevmek İçin 50 Neden (R. Jaccard)

Nedenleri Roland JACCARD sıralamış…
Cogito Dergisi’nin “Sessizliğin Grameri: Wittgenstein” konulu 33. sayısında yer alan yazıya https://zaferyalcinpinar.com/witt50.pdf adresinden ulaşabilirsiniz.

Oca
17
2010
0

Gördüğümüz Göründüğü Kadar Basit Değildir.

“Felsefe üzerinde çalışma –ki mimarideki çalışmaya çokça benzer- aslında daha çok kişinin kendi üzerinde çalışmasıdır. Kendi anlayışı üzerinde. Nesneleri nasıl gördüğü üzerinde. (Ve onlardan ne beklediği üzerinde.)” (Vermischte Bemerkungen, 1931)

(…)

“Nasıl bir küçük düşünce tüm yaşamı doldurabilir? Aynen insanın hayatı boyunca, aynı ufacık tarlada dolaşması ve kendinde başka hiçbir şeyin olmadığını düşünmesi gibi! Adam her şeye tuhaf bir perspektif (ya da projeksiyon) ile bakıyor: Adamın durmaksızın dolaştığı bu tarla muazzam bir büyüklüğe çıkıyor. (…) Dibe inmek için, insanın uzakları dolaşması gerekmiyor.” (Vermischte Bemerkungen, 1946)

(…)

“Nesneleri gerçekte olduğundan daha basit görmek istemenin altında yatan tehlike günümüzde çoğu kez fazla önemsenmiyor. Oysa gerçekte bu tehlikeyi arz eden büyük ölçüde duyumların fenomenolojik araştırmasıdır. Bunlar her zaman olduklarından daha basit görülüyor.

Bir figürün daha önce görmediğim bir düzenini gördüğümde, başka bir figür görürüm. Böylelikle //////’ü, //  //  //’ın veya ///  ///’un özel durumu olarak görürüm vs. Bu açıkça gösteriyor ki gördüğümüz göründüğü kadar basit değildir. “(Philosophische Bemerkungen)

Ludwig Wittgenstein

(İşbu metinler Şenol Erdoğan’ın hazırladığı ve 6:45 yayınlarından yayımlanan “Mimar Wittgenstein” adlı kitaptan alıntılanmıştır.)

Ara
16
2009
0

Dünya olduğu gibi olan herşeydir.

by Edok

 

***

Motto: … ve kişinin bütün bildiği, gürültü-patırtı içinde kulağına çalınanlar değil, üç sözcükle söylenebilir.  (Kürnberger)
(…)
1 Dünya olduğu gibi olan herşeydir.
(…)
3.317 (…) Tümcelerin betimlenmesinin nasıl olup-bittiği, öze ilişkin değildir.
(…)
3.32 İm, simgede duyusal algılanabilir olandır.
(…)
3.322 İki nesneyi, aynı imle ama iki farklı  i m l e m e  t a r z ı y l a  imlememiz, hiçbir zaman bu nesnelerin ortak göstergesi olamaz. Çünkü im, isteme bağlıdır. Yani, iki farklı im seçilebilirdi; o zaman imleme tarzında ortak olan nerede kalırdı ki.
3.323 Gündelik dilde, sık sık, aynı sözcüğün farklı tarzda imlediği –yani, farklı simgelere bağlandığı- görülür, ya da, farklı tarzda imleyen iki sözcüğün, tümcede dışsal olarak aynı tarzda kullanıldığı.
Böylelikle, “dır” sözcüğü, tümleç olarak, eşitlik imi olarak ve varoluşun dilegetirişi olarak kullanılır; “varolmak”, “yürümek” gibi geçişsiz fiil olarak; “özdeş” de sıfat olarak kullanılır; “birşey” üzerine konuşuruz, ama, “birşeyin olup-bitmesi”nden de söz ederiz.
“Esmer esmerdir” tümcesinde –ilk sözcük bir özel isim, ikincisi bir sıfattır- bu sözcükler yalnızca farklı imlemlere sahip değildir,
bunlar  f a r k l ı   s i m g e l e r d i r .)

Ludwig Wittgenstein
Tractacus Logico-Philosophicus, Çev: Oruç Aruoba, YKY, 4.Baskı


Tem
08
2009
0

Wittgenstein ve Dil ve Godard (Robert MacLean)

Nisan Dergisi’in 1986 yılında yayımlanan 7. sayısında (sinema özel sayısı’nda) yer alan “Wittgenstein ve Dil ve Godard” adlı yazıya https://zaferyalcinpinar.com/wittgensteindilvegodard.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.

Robert MacLean’in yazısını Oruç Aruoba çevirmiş…

May
07
2009
0

İSTANBUL GÜNLÜKLERİ 1985 – Ece Ayhan

14 Mart Perşembe 1985

Bugün 16.20 vapuruyla Kadıköy’e gidiyorum. ‘Mektup Nadajlıdır Dom” şiirini “Düşün” dergisine vereceğim. Belki Olcay Anıker de gelecek Vagon Kafe’ye.
1951’de ölmüş Wittgenstein. “Nesneleri dile gelirken görürüz” diyor.
(DÜŞÜNCE YAZARKEN OLUŞUR) gibi.
Tractatus Logico-Philosophicus
‘Dilde ortak bir iz yoktur’ der sonra da.

Enis Batur, Yusuf Atılgan, Sabahattin Kudret Aksal da geldi Vagon Kafe’ye.
Olcay’ı bekledim, gelmedi. (O saatlerde Kızıltoprak’a telefon etmiş.) İlker de vardı.
Yandaki Hatay’a geçtim. 23.05 vapuruyla Heybeli’ye döndüm. Beni en son Bebek’te görmüş.
S.K. Aksal’la biçi ve kalıp sorununu konuşmaya çalıştım. Şunu anlattım ona, şiiri şiir kılmak başka birşey.

Ece Ayhan

Ağu
06
2006
0

Başkalarının derinlikleriyle oynama!

35. Dehanın ışığı, başka, doğru-düzgün bir insanınkinden daha çok değildir— ama deha, bu ışığı belli türden bir mercekle yakıcı bir noktada toplar.

36. Yaşamın üstünde beygir üstündeki kötü binici gibi oturuyorum. Hemen şimdi yere çalınmamamı da yalnızca atın iyi huyluluğuna borçluyorum.

37. İnsanlar, bugün, bilim adamlarının kendilerine bir şeyler öğretmek için; şairlerin, müzisyenlerin vb. ise hoşça vakit geçirtmek için varolduklarını sanıyorlar. Berikilerin kendilerine öğretecek bir şeyleri olduğu akıllarına hiç gelmiyor.

18. Başkasının derinlikleriyle oynama!

Ludwig Wittgenstein “Yan Değiniler”, Çev: Oruç Aruoba Altıkırkbeş Yayınları, 1999, s.31, s.21

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com