Eki
31
2009
0

Türkiye’de Yazar Ne İle Yaşar?

“İnsan ne ile yaşar?” başlığı altında yüzlerce saçmalığı içeren Koç gibi bir Bienal’in düzenlendiği, yazar ve okur olmayanları standlarda, imza günlerinde, labirentlerde ve söyleşilerde buluşturmayı ilke edinmiş şehirdışı kitap fuarlarının/pazarlarının/borsalarının şişirildiği, endüstrileşmiş ve içi boşalmış festivallerin planlandığı şu günlerde “Türkiye’de Yazar Ne ile Yaşar?” başlıklı bir yazı dizisini paylaşmak yerinde olacaktır. 1979’da Milliyet Sanat dergisinde Alpay Kabacalı tarafından kaleme alınan bu yazı dizisinin bazı bölümlerine aşağıdaki adreslerden ulaşabilirsiniz.

TÜRKİYE’DE YAZAR NE İLE YAŞAR?

Birinci Meşrutiyet ve Abdülhamit Dönemi:
https://zaferyalcinpinar.com/yazarneileyasar.jpg

Milli Mücadele Dönemi
https://zaferyalcinpinar.com/yazarneileyasar2.jpg

Cumhuriyet Dönemi
https://zaferyalcinpinar.com/yazarneileyasar3.jpg

1940-1950 Dönemi
https://zaferyalcinpinar.com/yazarneileyasar4.jpg

Eki
30
2009
0

Şair Nigâr Hanım

Aralık 1905

Yazmak benim için büyük bir teselli idi, hem teselli, hem mükâfat. Onbeş seneyi geçen bir müddetten beri matbuat âleminde bulunduğum için gerek yurdiçi, gerekse yurddışı gazetelerinin hakkımda neşrettikleri makalelere lâkayıt kalmadım; bunlardan müteselli ve müftehir oldum. Fakat her şeyi yıkan zaman, yokedemediği duyguları ve alışkanlıkları da hiç olmazsa yıpratıyor.
Başlangıçta hergün, sonraları haftada yahut ayda bir defa can attığım, dert döktüğüm şu deftere artık aylar geçiyor da el sürmüyorum. Hayata küskünlüğüm beni sanki ölüm sessizliği içinde yaşar gibi bulunduruyor. Görünüşte kimseye dargın değilim, fakat ruhumu derin bir acılık kaplıyor.

Şair Nigâr (Binti Osman)
“Hayatımın Hikâyesi”nden…

Not: Ece Ayhan tarafından kaleme alınan ve 1967’de Şiir Sanatı Dergisi’nde yayımlanan “Şair Nigâr Hanım” adlı yazıya https://zaferyalcinpinar.com/bbkara/sairnigarhanim.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.

Eki
29
2009
0

Savurur bıçağını dalgalara…

BİR ADADAN TÜRKÜ

Çekip gidecekse biri
Bütün yaz topladığı
Midye kabuklarıyla
Atar denize şapkasını
Gider dağınık saçlarıyla.
Sevgilisine hazırladığı
Masayı yuvarlar denize,
Döker bardaktan kalan
Son damla şarabı da.
Ekmeğini balıklara verir
Bir damla kan katar denize
Savurur bıçağını dalgalara
Kundurasını da gömer sulara
Aşkı, inancı, umudu da;
Ve çeker gider dağınık saçlarıyla
Sonra döner yeniden
Ne vakit?
Sorma.

INGEBORG BACHMANN
Çev: Kundeyt Şurdum


Eki
27
2009
0

Kupür: “Çağdaş Türk Şiiri Dünyada Yalnızdır” (1989)

25 Şubat 1989 tarihli Milliyet Gazetesi’nden bir kupür…

*

Eki
27
2009
0

Kupür: “İlhan Berk jüriden ayrıldı.” (1990)

21 Aralık 1990 tarihli Milliyet Gazetesi’nden bir kupür…

*

Eki
26
2009
0

Okuduğum En Kederli Kitap: “Bakışsız Bir Kedi Kara ve Ortodoksluklar”

Bilindiği gibi Ece Ayhan’ın “Bakışsız Bir Kedi Kara” ve “Ortodoksluklar” adlı kitapları 1997’de Murat Nemet-Nejat tarafından İngilizce’ye çevrilmiş ve “Sun&Moon Press” tarafından Amerika’da yayımlanmıştı. (Ardından, 2008’de “Chris King ve Poetry Scores” taifesi Ece Ayhan’ın şiirlerinden bestelenmiş şarkılardan ve çeşitli şiir okumalarından oluşan bir sivil kayıt da yaptılar. Bkz:  https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=399 ) Virgül Dergisi’nin Ekim 1997’de yayımlanan ilk sayısında Chris King’in “Bakışsız Bir Kedi Kara ve Ortodoksluklar” üzerine bir makalesi yayımlanmıştı. Sonuçta, “Okuduğum En Kederli” kitap adlı işbu makalenin tam metnine https://zaferyalcinpinar.com/enkederlikitap.jpg adresinden ulaşabilirsiniz. Makaleyi Orhan Koçak çevirmiş…

Eki
26
2009
0

Haber: Virgül, noktalandı.

” Edebiyat eleştirisi dergisi ‘Virgül’ ekonomik zorluklar ve dağıtım sorunları nedeniyle yayın hayatına 131. sayısı olan Kasım-Aralık sayısıyla son veriyor.

Derginin ‘Noktalı Virgül’ başlığıyla yaptığı yazılı açıklamada, ‘Ekim 1997’den beri, 12 yılı aşkın bir süredir aralıksız yayımlanmakta olan dergimiz ekonomik zorluklar ve dağıtım sorunları yüzünden yayın hayatını sona erdiriyor’ denildi.

Eki
25
2009
0

Bir Şey Bitiyor (Karl Krolow)

Bir Şey Bitiyor

Koy bir masal kitabını
dizlerinin üstüne

Neydi
su içinde bir atlı koşudan başka?
Kısadır gezi
mezardan mezara.

Geçmiş
bir peyzaj olarak kalır
çabucak uzaklaşan
kadınlarla.

Son gelir
kimsenin artık
görmek istemediği
resimlerdeki yapraklarla

KARL KROLOW

(Çev: Hilmi Tezgör)

Eki
25
2009
0

Bir Ece Ayhan fotoğrafı daha…

1957’de,  Pazar Postası’nda Ece Ayhan…

Eki
24
2009
0

Yazardan Okuyucuya Yeni Yollar: “Lichtzeile, Mail Art, Pflückliteratur”

Yazardan Okuyucuya Yeni Yollar: “Lichtzeile, Mail Art, Pflückliteratur”
Yazma eylemi, eğlence için yazılanları bir kenara koyarsak, evrendeki yoğun varoluşun bir arşivleme çalışması, bir koordinasyon sistemi çizme, devamlı sorarak yön bulma, bilinçlenme çabasıdır. Bir yandan kaçmanın yerine kovalamayı yeğlemektir, öte yandan totaliter güçler karşısındaki müzmin eli ermezliğin tesellisidir. Öğrenmeliyim, tanımalıyım, gözlem yapmalıyım, diyen yazar, gece gündüz {genelde gece!) diken üstündedir. Güzeli, çirkini, komiği, çarpığı, insanı, yani kendimi görmeliyim, anlamaya çabala-malıyım ki yazımın malzemesini çıkartabileyim, diye koşturur durur olayların ve insanların peşinden. Bu uğraşının getirdiği doyum, içindeki “yazar”la olan barışıklıktır, bir tür boşlukta olmama durumudur, tabanlılıktır (çoğu zaman).
(…) Okuyucu! Ulaşılması gereken kişi/kitle. Ama “Nasıl ulaşacaksın?” Kendileri veya çekmeceleri için yazı yazanların haricinde, yazınsal ürün verenlerin en sık yanıtlamak zorunda kaldıkları sorulardan biridir bu.(…)

Ercüment Aytaç
Kitap-lık Dergisi, Sayı:25, 1997

Ercüment Aytaç’ın yazısının tam metnine şu adresten ulaşabilirsiniz: https://zaferyalcinpinar.com/yazardanokuyucuya.jpg

Eki
24
2009
0
Eki
23
2009
0

Kendi kendini alkışlar gibi…

(…)Rahat rahat yetmiş yaşında vardı. Sırtında yer yer iplikleri görünen ama yine de temiz bir ceket vardı. Güler yüzü sanki kendi kendini alkışlar gibiydi. Şapkasız başı saçsızdı. Bu çeşit çalgıcıların geleneğine uyarak şapkasını içine para atılsın diye önüne yere koymuş, ayakta duruyordu. Yer yer çatlamış eski kemanını çalıyor, yalnız ayağını kaldırıp indirerek değil, öne doğru eğik duran bütün vücuduyla tempo tutuyordu. Ama çaldığı şeyde birlik yaratmak için gösterdiği bütün çaba boşunaydı. Çünkü çaldığı parçada ne zaman ölçüsü vardı ne de melodi. Nağmelerin birbiriyle ilgisi yoktu. Buna rağmen çaldığı eserine kendini kaptırmıştı. Dudakları titremekte, gözleri önündeki notaya dikili habire çalmaktaydı. Evet, gerçekten önünde nota vardı. Diğer bütün çalgıcılar ezberden çaldıkları halde, bu ihtiyar kalabalığın ortasında önüne kolay taşınır cinsinden küçük bir sehpa koymuştu. Üzerinde yırtık pırtık, pis nota kâğıtları duruyordu. Sanki bunlar birbiriyle ilişiksiz olarak ortaya dökülen nağmelere güzel bir düzen vermek için konulmuştu. (…) Onun bu hali, önünden gelip geçen yığınların neşesini kamçılıyor, kendisine gülüyorlar diğerleri bakır paraları cebe atarken ihtiyarın şapkası hep boş kalıyordu. (…) Bir süre daha çalmasına devam etti. Sonunda bıraktı. Uzun zaman kendinden geçmiş de sonra ayılmışçasına önce gökyüzüne baktı. Yaklaşan akşamın belirtileri görünmeğe başlamıştı. Sonra şapkasına baktı, boş olduğunu gördü. Neşesini bozmadan şapkayı alıp giydi.

Franz GRILLPARZER
Fakir Çalgıcı, Yankı Yayınları, Çev: Esat Nermi s.10-11

Eki
23
2009
0

Görsel İş: “Yazarken” (Zafer Yalçınpınar)

“Yazarken” – Zafer Yalçınpınar 2009

Eki
22
2009
1

Söyleşi: Beter Düşkünü (E.M.Cioran)

Kitap-lık Dergisi’nin 1995’te yayımlanan 16. sayısında bir Cioran klasiği… Christian Bussy tarafından gerçekleştirilen söyleşiyi Haldun Bayrı çevirmiş… Söyleşiye https://zaferyalcinpinar.com/cioranroportaj.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.

Not: İşbu söyleşi Cioran’ın söyleşilerinin bütünlendiği “Ezeli Mağlup” adlı kitapta yer almamaktadır.

Eki
22
2009
0

35 sene arayla Henri Michaux…

***

Bir Henri Michaux Deseni (1946)

***

Bir Başka Henri Michaux deseni (1981)

***

Eki
21
2009
0

Üst Üste Çadırlar (Oruç Aruoba)

İstanbul bir meyve bahçesidir.
________Le Corbusier(1924)

Bir zamanlar, ders vermek İçin Türkiye’ye gelen bir (midesine düşkün) İskoç felsefeci, yanında, Türk mutfağı üzerine bir İngiliz hanım gastronomun yazdığı bir kitap getirmişti. Hanımın temel tezi, Türk mutfağı üzerine temel yorumu, bunun, göçebe bir halkın mutfağı olduğundan dolayı, kolay taşınabilir, küçük ögeli yemeklerden oluştuğuydu. Oradan oraya göçen insanların yanlarında kolayca götürebilecekleri yemekler… Bizim (midesine olduğu kadar esprisine de düşkün) İskoç da, dolma, sarma, börek, şiş, sucuk, pastırma yedikçe, bu yoruma doğrulamalar bulur; at sırtında giderken ceplerine doldurdukları köfteleri atıştıran göçebeler getirirdi gözünün önüne…
Espri bir yana, aradan geçen bunca yerleşik toplumdan sonra, bu ‘menkul’ mutfak tasarımı -en azından Osmanlı mutfağı için- uygunluğunu yitirmiş gibi: Topkapı Sarayı’na Sinan’ın eklediği olağanüstü mutfağa İmparatorluğun dörtbir yanından ‘ithal’ edilerek getirtilen, ya da burada geliştirilen yemek türleri bunu gösteriyor. -“İzmir İşi Köfte” ya da “Beğendili Kebap” da yiyoruz artık; ama, bu ‘kuşbaşı’ yemek alışkanlıkları da büyük ölçüde sürüyor.
Acaba başka yaşam alanlarında ne ölçüde ‘gayri-menkul’ olmuşuz? Anadolu’ya gelen Türk boylar, göçebelikten  ne  ölçüde   kurtulup yerleşikliğe ne  ölçüde geçebilmiş? Bugünkü  kentlerimizin  ‘yerleşiklik’ düzeyi ne?
Bu soruya yanıt ararken bakılacak ilk alan, yerleşmenin kendi alanı: İçinde yaşadığımız yerler, e v l e r i m i z; ve onların da içinde yer aldıkları yerler, k en t l e r i m i z.
İki çarpıcı olguyla başlayalım işe:-
Türk evlerinin (ister köyde ister şehirde) içleri son derece temiz-pak (“bal dök yala”) olduğu halde, dışları son derece bakımsızdır, pistir. Bu olgunun temel bir göstergesi, İyice burjuvalaşmış küçük bir kesim dışında hâlâ süren ‘eşikte ayakkabı çıkarma’ âdetidir: Pislik dışarıda, temizlik İçeride…
İkinci olgu, kentlerimizde ekonomik düzeyi yüksek bölgelerde apartmanların çoğunluğa geçme eğilimine karşılık, tek katlı evlerin genellikle ekonomik düzeyi düşük bölgelerde bulunması. Bu olgu, belki ekonomik nedenlerle (arsa pahalılığı) ya da kentleşme sürecinin genel özellikleriyle (gecekondulaşma; arsa kapama) açıklanabilir; benim bundan çıkarmak istediğim sonuç ise şu : Türkiye’de ekonomik düzey yükselmesine eşlik eden bir yerleşim eğilimi, evden apartmana geçiş olgusudur. Yani, ekonomik düzey yükseldikçe, bir yandan evler yıkılarak yerine apartmanlar yapılır, bir yandan da insanlar evlerden apartmanlara taşınır. Kasabalarda ve küçük kentlerde, ölçek küçüklüğü sayesinde daha açık görülen bu olgu, büyük kentlerimizde, başka olgularla İçice de olsa, epey yaygın : Ankara’nın Bahçeli(!)evler’inde ya da Gazi Osman Paşa’sında git gide kaybolan evler, villalar; onların yerinde git gide daha yükseğe yükselen apartmanlar… İstanbul’un Levent’inde bu açıdan ilginç bir gelişme, bahçeli villaların şirket büroları haline gelmeleri. Bu bakımdan bir gariplik, birçok İstanbullu (?) zenginin, ekonomik açıdan bahçe içinde bir evde rahatlıkla oturabilecekleri halde, ‘lüks’ apartman katlarını yeğlemeleri -bahçe içinde bir evde oturma, çok küçük bir ultra-zengin azınlığın (o da, muhtemelen, beğenileri yüzünden değil, ‘statü’leri gerektirdiğinden) imtiyazında; ya da, eski aile konaklarında ya da yalılarında (birçoğu da istemeye istemeye) oturan köklü ailelerin imtiyazında. Bu sonuncular da (kaderin cilvesi!), çoğu zaman, ekonomik düzeyleri yetmediğinden; onu yükseltmek için, yalılarını, konaklarını satıp, karşılığında kat alırlar: Milyonlara (artık milyarlara) satılan yalıyı, konağı bekleyen de, gene, apartmana dönüşmektir…
Bu olgunun garipliği şurada: Dünyanın hemen her yerinde, kapitalistleşme süreci içinde, ekonomik olanakları artan burjuva, bahçeli ev edinme yönelimi gösterirken, Türkiye’de tam tersi oluyor -Batı’nın kapitalist kentlerinin banliyöleri tek katlı evlerden oluşurken, İstanbul’un, Ankara’nın, İzmir’in banliyölerinde koca koca ‘blok’lar, ‘site’ler yükseliyor; kapitalist toplumlarda, apartman katında oturanlar en düşük gelir düzeyine sahip kesimken, Türkiye’de üst gelir düzeyliler oluyor.
Aynı şekilde, sanayileşme ve kentleşme sürecinin başka toplumlarda yarattığı yoksulluk bölgeleri (“slum”lar) şehir merkezindeki büyük (ama eski) yapılardan oluşur; bizde ise, şehir dışında, bahçe içinde (yepyeni!) evlerden -bizim kent merkezlerimizdeki (onlar da yeni) büyük apartmanlar ise, zenginlerin konutlarıdır…-Buradan da garip bir görünüm: Ankara’nın Kavaklıdere’sindeki beş katlı bir apartmanın beşinci katındaki 280 metrekare falan dairesinde oturan, işyeri Kızılay’da olan yeni palazlanmış işadamı, sabah kalkıyor, apartmanının beton ‘bahçesi’ne parkettiği 280 SE falan Mercedes’ine binerek ikibuçuk kilometre katediyor, bir ara sokakta zar-zor peylediği park yerine arabasını bırakıp, beş katlı bir apartmanın ikinci katma çıkıyor. Bu açıdan, arabasını Kadıköy’de parkedip, ‘karşı’ya vapurla geçen, ya da arabasıyla Köprü’nün hengamesine katılan İstanbullu daha mı burjuva? -o da, Erenköy’de ondördüncü falan katta oturuyor; işyeri de Karaköy’deki altı katlı bir ‘han’ın üçüncü katında… Oysa, New York’daki, Londra’daki, Frankfurt’taki burjuva, sabahleyin bahçeli evinin garajından arabasıyla çıkıyor, tren/metro istasyonuna gidip arabasını parkediyor, sonra da yüz kilometreye varabilen bir yolculuktan sonra, bir gökdelenin bilmemkaçıncı katına çıkıyor…
Bunlar acaba yalnızca ekonomik azgelişmişlikten, gelişmekte-olmaktan mı ileri geliyor? ‘Geri’lik ne anlama geliyor burada?
* * *
Ekonomi temelli toplum kuramları, burjuvaziyi (en azından tarihsel başlangıçlarında) büyük çapta kültürsüz ve görgüsüz sayar -nasıl başka türlü olsundu ki, yeni bir sınıf olarak-; bu yüzden, dolaysız yaşam, görgü/görenek ‘değer’lerini bir önceki egemen -köklü- sınıftan; aristokrasiden devraldığını söyler. (Bu duruma en somut örnek, burjuvazinin gözde otomobili Rolls-Royce’dur: Meraklı bir aristokrat ile becerikli bir mühendisin işbirliği sonucu yaratılan bu ‘alet’, burjuvazi devralana dek, zengin kalabilmiş aristokratlara ‘hitap’ ediyordu.)
Bizde de aynı ‘öncekine dönüş’ süreci işlemişe benzer; ama, sanki çok daha gerilere gidilmiş: İstanbul saraylısı ve taşra eşrafının görgü/göreneği (nedense) etkisiz kalmış; palazlanan burjuvazi de daha geriye, göçebe Anadolu geçmişine dek geri giderek, elde ettiği ekonomik güçle gerçekleştireceği yaşamsal ‘değer’leri oradan almış. Bu işlem sırasında, yoğun kentleşme içinde köyden kente çok hızlı aktarılan nüfus, zaten cılız olan yerleşim köklerini yeniden sökerek (“yorganını sırtına vurarak”) şehre gelirken, göçebe bilincini yeniden ve daha güçlü olarak canlandırmış. Bu arada, kentleşme süreci de, bu yoğun nüfusun eski şehirlilik geleneğini ‘usturuplu’ bir biçimde devralmasına elverecek bir biçimde yürümeyince, bugünkü duruma gelinmiş: köy irisi kentler olan şehirler…
Şunu söylemek istiyorum, kısaca:-
Türkiye’nin kentleri, en temelde, göçebe bir bilinç üzerinde gelişmektedir.
Birimlerden başlarsak da, yukarıdaki önermenin bir çıkarımı şu:-
Türkiye’deki temel yerleşim birimi haline gelmiş olan apartman, bir göçebe oba mantığıyla işleyen bir olgudur.
İlkin dilsel açıdan yaklaşalım.- Apartment sözcüğü kendi anadillerinde “ayrılmış bölme” gibi bir anlama geldiği halde, Türkçe’ye geçince, ilginç bir dönmeyle, o bölümlerin oluşturduğu toplam yapıyı niteler olmuş. Böylece, Batı’da aslında eski ve başlangıçta tek başına bir konut oluşturan büyük bir yapının sonradan bölümlendirilmesiyle oluşturulan aparment’ların yerine, Türkiye’de apartman, yeni ve baştan bölmeli olarak kurulmuş bir yapıdır. Bu açıdan bir başka terslik de, Batı’daki ilk apartment’ların oluşma sürecinin, şehir merkezindeki eski yapıların korunmasıyla sonuçlanmasına karşılık, Türkiye’de yapılan apartmanlar eski yapıların (köşklerin, konakların, evlerin) yıkılması sonucu oluşmuştur. Nitekim, Türkiye’de “apartman irisi” gibi bir anlama gelen blok’lar ya da site’ler, Batı’da kent dışına yapılır; kent içine yapılan gökdelenler ise, konut değil, işyeridir.
Bütün bunlardan, Türkiye’deki ‘apartman’ olgusunun temelinde şöyle bir tasarım bulunduğu sonucunu çıkarabiliriz : Nasıl bir göçebe oba, konakladığında, ortak bir (boş) alan üzerinde y a n y a n a toplanan çadırlardan oluşursa, bir ‘apartman’ da, aynı ‘arsa’ üzerinde, ama bu kez ü s t ü s t e toplanmış ‘dairelerden oluşur.
Bu tasarımın ne denli göçebe nitelikler taşıdığına, şimdi bazı gözlemler yoluyla bakalım:-
İnsan gözleriyle görmese inanmaz : Ankara’nın Kavaklıdere’sinin Bülten Sokağı’nda, beş katlı bir apartmanın üçüncü katında oturan; mutfağında musluk, lavabo, pis su boşaltım sistemi, vb. bulunan bir evkadını, bulaşığını bir tas içinde yıkadıktan sonra, tası mutfağının penceresinden aşağı boca ediyor…
Bu hanım, yaklaşık bir kuşak öncesinden Ankara’ya gelmiş (bu arada da bir hayli varlıklılaşmış) bir ailenin kızı: Kayınpederleri aynı apartmanın en üst katında; kızkardeşi ye eniştesi karşı apartmanda; halası yandaki apartmanda; dayısı iki apartman aşağıda – uzatmaya gerek yok…
Bu belki de biraz aşırı ‘tipik’ örnek, şunu gösteriyor: Aslında bir tür yerleşiklik içinde bulundukları köylerinden, henüz bilmedikleri bir yaşam biçimine girecekleri kente göç ettiklerinde, bu ailenin fertleri, en eski göçebe bilinçlerini yeniden kurmuş; yeni ‘yerleşiklikleri’nde de en eski ‘oba’larını yeniden oluşturmuş, eski çadırlarına geri dönmüş…
Ancak, eski obalarda kan bağı ya da ortak geçmiş yoluyla sağlanan toplumsal birlik, ve bunun temeli olan gelenek/görenek, tabii ki, bir apartmanın ‘çadırlar’ı arasında kurulamaz, oluşturulamaz duruma gelmiştir artık: Bu ‘sabit oba’lardan artık her isteyen ‘çadır’ satın alabiliyor ya da kiralayabiliyor; bazı durumlarda gelir düzeyi bile yeterli bir birlik sağlamıyor.
Bu da ilginç bir biçimde apartmanların yönetimine yansıyor: Gürültüsüz patırtısız yönetilen apartman var mı? ‘Oba’ birliği olmaksızın biraraya gelen ‘çadır’ sakinleri, bir türlü anlaşamıyorlar; her ‘çadır’ gittikçe kendi içine kapanık, kendi kendine bir birim oluşturuyor. (Örneğin, bir daire sakini, apartman yöneticisine şöyle diyebiliyor: “Ben radyatörlerimin musluklarını kapattım, soba yakıyorum; yakıt parası vermeyeceğim”…)
Obanın dayanışma unsuru bu yolla yitince, zaten başlangıçta başkaca bir ortaklık da bulunmadığından, kentlerimizde görülen keşmekeş ortaya çıkıyor. Kent sokaklarındaki; apartmanlarımızın bahçesinde, önünde, hatta girişinden başlayan düzensizlik, bakımsızlık, pislik, keşmekeş…
“Belediye hizmeti” kavramının göçebe yaşam biçimine ne denli yabancı birşey olduğunu düşünelim: Üzerinde konakladığı yayla, oba için, geçici bir çevre, bir mevsim sonra geçilip gidilecek bir uzam, geleceği hesaba katılması gerekmeyen bir doğa parçasıdır -belki ertesi yıl oraya yeniden gelinmeyecektir bile. Bu yüzden göçebenin bu yerde yapması gereken tek ‘çevre düzenlemesi’, çadırının tabanına gelecek toprak parçasını düzleştirmektir. Sonra da, temiz tutacağı tek yer, çadırının içidir; onun tek yaşam yeri budur. Geriye kalan geniş doğa parçası, kendi haline bırakılır; zaten, onu göçebe için değerli kılan, kendi haline bırakılmış halidir.
Bu gözle bakınca anlıyoruz: Kentlerimiz de bizim için böyle bir anlam taşımıyor mu? Sabah çıktığımız ve akşam döndüğümüz (ve tertemiz tuttuğumuz) evimizdir asıl ‘yer’imiz; gerisi, içinden geçip gittiğimiz boş uzam.. Aldırmayız bu uzama; yani kentimize – tıpkı obanın yaylası gibi, kendi haline bırakırız onu; o da, gerçekten ‘yayla’laşır, ‘doğa’laşır – ‘orman’laşır: Keşmekeş…
Böylelikle, Le Corbusier’nin New York’ta teşhis ettiği “barbarlık durumu”na ulaşıyoruz; ama bambaşka bir yoldan : New York’ta köklü kültür eksikliği ve yaşam ilişkilerinin salt ekonomi ilişkilerine indirgenmesi sonucu doğan ‘canavar’ kent, bizde, yerleşikliğin anlamına yabancılığımızdan; kentin varlık koşulu olan şehirli yaşam biçimine aykırılığımızdan doğan, ‘doğal haline bırakılmış’ kent oluyor.
Göçebe oba, yalnızca bir mevsim kaldığı yaylasını ne denli kirletirse kirletsin, oradan gidecektir; doğa da, rahat bırakılacak, kendi kendisini temizleyecektir. (Obanın geride bıraktığı pislikler, doğanın eritebileceği türdendir.) Oysa göçebe bilinç sahibi ‘şehirli’, yerleşiktir de aynı zamanda -göçebeliğiyle yerleşmiştir: yerleştiği çevreye -kentine- yönelik göçebe huyları sürüp gitmekte; bu huyların çevreye yığdığı pislikler de birikip durmaktadır (-bunlar da, doğada ayrışmayan naylon poşetler içinde…).
* * *
Bir şehir, bir yaşam biçimidir.
Bir konutlar toplamı -bir kent- değildir yalnızca, bir şehir; bir yaşam toplamıdır.
Konutlar toplamı haline gelince, bir yığından başka birşey olamaz – ki, öyle de oluyor; görüyoruz…
Her bir arsasında kendi başına buyruk oluşan yapıların ardından koşan belediye, hep geç kalıyor – ne bir parkı, ne bir çocuk bahçesi, ne bir spor salonu, ne bir alışveriş merkezi olan kişiliksiz ve niteliksiz yığın mahalleler çıkıyor ortaya.
Oysa Avrupa’nın köklü kentleri, içindeki insanların toplam yaşam alanlarıdır -bunun da gereklerini yerine getirirler. Bu kentleri “şehir plancılığı” çıktıktan sonra düzenlenmiş kentler diye görmek yanlıştır. Tersine, kentlerin planlanması gerektiği düşüncesi,     z a t e n, bu toplam yaşam uzamı bilincinin gelişmesinden dolayı ortaya çıkmıştır. Eski ‘planlanmamış’ şehirlerde görülebilir bu : Onların gösterdiği bütünlük, yayladan ayrılıp yaşam uzamı olarak kenti seçen insanın yaşam biçimini yansıtır.
Bir şehir, bütün bir dünyadır.
İnsan ‘doğa’da yaşayamaz; yalnızca ‘ev’de de yaşayamaz – bunlarsız edemez; ama bunlar yetmez ona: Bir dünyada yaşar insan.
Çağdaş insanın dünyası, artık, beğensin beğenmesin, istesin istemesin, kaçınılmazca, kenttir.
Dünyasını, yani kentini, hem ‘doğa’sı hem de ‘ev’i haline sokmaktan başka çıkar yolu yoktur – yerleşmekten başka yolu, yok…

Oruç Aruoba
Temmuz 1990, Argos Dergisi

Eki
20
2009
0

Mektup: Cemal Süreya’dan Yusuf Atılgan’a…

Kitap-lık Dergisi’nin 1995 tarihli 16. sayısında yayımlanan mektuba https://zaferyalcinpinar.com/cemalyusuf.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.

Cemal Süreya’dan Yusuf Atılgan’a yazılmış bu mektup 23 Mayıs 1979 tarihlidir.

Eki
20
2009
0

Kedilerin Yön Bulması (Julio Cortazar)

Alana ve Osiris bana bakınca, en ufak bir ikiyüzlülük, ya da, gizlilikten yakınamam. Dosdoğru yüzüme bakıyorlar; Alana ve mavi ışığı, Osiris ve yeşil ışını. Birbirlerine de aynı şekilde bakıyorlar; Alana Osiris’in siyah sırtını okşuyor, o da süt kabından burnunu kaldırıyor ve tatmin olmuş bir biçimde miyavlıyor. Kadın ve kedi benden ayrı, okşamalarımın yakalayamadığı alanlarda iletişimde bulunuyorlar. Osiris üzerinde bir otorite kurmaktan çoktan vazgeçtim; iyi arkadaşız, bununla birlikte aramızda aşılamayacak bir uzaklık var. Ama, Alana karım ve uzaklık bir başka. Bana baktığında, ve bana gülümsediğinde, Osiris gibi yüzüme doğruca baktığında, ya da, hiçbir şey gizlemeden konuştuğunda – her davranışında ve herşeyde kendini vererek, aşkta da nasıl veriyorsa; tüm bedeni de gözleri gibi olduğunda, mutlak bir bağış, kesintisiz bir karşılık, onun göremediği bir gölge düşüyor mutluluğuma.
Şaşılacak şey, Osiris’in evrenine doğruca girmekten vazgeçmeme karşın, Alana için olan aşkım, böyle tekdüze biçimde sonuçlanmış bir anlaşmayı kabul etmiyor : her zaman için bir çift olmak, gizemsiz bir yaşam. Bu mavi gözlerinin ardında başka birşey var, bu sözcüklerin, sızlamaların, sessizliklerin altında başka bir evren soluk alıyor. Bunu ona hiç söylemedim, bunca günün bunca yılın üzerinden geçtiği bu mutluluk yüzeyini kıramayacak kadar çok seviyorum onu. Kendi kafama göre anlamaya, keşfetmeye çalışıyorum. Gözetlemeden, kuşku duymadan izliyorum onu. Yaralanmış çok güzel bir heykeli, bitmemiş bir metni, yaşam penceresine yazılmış bir gökyüzü parçasını seviyorum.
Bir ara müziğin beni Alana’ya götürebilecek bir yol olduğunu sandım; ona, Bartok, Duke Ellington, Gal Gorta’nın plaklarını dinlerken baktığımda, duyarsız bir saydamlık beni onun yerine yerleştiriyordu; müzik onu değişik bir biçimde soyuyordu, onu daha da Alana yapıyordu, çünkü Alana doğruca yüzüme baktığında benden hiçbir şey gizlemeyen bir kadın olamazdı. Alana’ya karşı, Alana’nın ötesinde, onu daha iyi sevebilmek için arıyordum; ve başlangıçta müzik bana başka Alanalar gösterdiyse de Rembrandt’ın bir gravürünün önünde onun daha da değiştiğini gördüm: gökyüzünde bir bulut oyununun ansızın gölgelerin yerini değiştirdiği, ışıkların görüntü aydınlığa kavuşturduğu gibi. Resmin Alana’yı kendi kabuğunun dışına çıkardığını duydum, bir anlık bir değişim mı – Alana’dan Alana”ya giden, görünmesiyle yitmesi bir olan bu düşü – ölçebilen tek izleyici olarak. Gönüllü aracı Keith Jarrett, Beethoven, ve Annibal Troilo ona yaklaşmama yardımcı olmuşlardı. Ama bir gravürün, ya da, tablonun önünde Alana kendi olduğunu sandığı kişiden daha da ayrılıyor, bir an için düşsel bir evrene giriyordu. Bilmeden kendi dışına çıkıyordu, bir resimden diğerine giderek, onları yorumlayarak, ya da, susarak. Kraliçelerin, asların, maçaların, sineklerin, Alanaların birbiri ardına geldiğini gören, dikkatli ve temkinli ve biraz geride durup onu kolundan tutan biri için her yeni izlemenin yeniden dağıttığı bir iskambil oyunu..
Osiris ile ne yapabilirdim ki? Sütünü vermek ve tatmin olmuş siyah topaca saygı duymaktan başka. Ama Alana’yı, dün yaptığım gibi resim sergisine götürebilirdim; bir kez daha aynalar ve kara odalar tiyatrosuna tanık olmak ve tuale gerilmiş imgelerin başka bir imgeye-girişte sigarasını söndürdükten sonra üzerinde pislenmiş bir kot pantolon ve kırmızı gömlekle tablodan tabloya geçen, bakışının tam istediği aralıkta duran, ara sıra yanıma gelip bir yorum yada, bir karşılaştırma yapmamı isteyen Alana- karşı durmalarını görmek için. Buraya tablolar için geldiğimden, ve onu biraz geriden, ya da, yanından izleyen bakışımın kendi bakışıyla hiçbir ilgisi olmadığından kuşkusu olamazdı. Alana tablodan tabloya düşünceli bir şekilde geçerken çok değişiyordu.  Gözlerimi kapatmak,  ve onu kollarımın arasında sarıp taşkınlık yapmak, sokakta delice bir yarışa götürmek istiyordum. Bunu yapmamak için acı çektiğimi hiçbir zaman bilmeyecekti. Bulgusunda ve eğlencesinde rahatlığı bulurken, duraklamaları ve durgunlukları gerilimine ve susuzluğuma yabancı, benimkinden ayrı bir zamana yazılıyorlardı.
Şimdiye dek herşey yalnızca belirtiydi; müzikte Alana, Rembrandt önünde Alana. Ama bekleyişim artık çekilmez olmuştu. Sanat Galerisine gelişimizden beri, Alana kendini resimlere vermişti: bukalemunun korkunç saflığıyla bir durumdan diğerine geçiyordu: uygun zamanı gözetleyen bir izleyicinin onu, duruşunda, başının eğikliğinde, ellerini ya da, dudaklarının deviminde izlediğini, ve her yeni durumun tüm oyun bitene dek birbiri ardına masaya düşen iskambil kağıtları gibi Alana’nın Alana’yı kapattığını bilmeden. Alana’nın yanında, Galerinin duvarları boyunca ilerlerken, onun kendini bir resme verdiğini gördüm; Alana tabloya bakıyordu. Ben de tabloya bakıyordum. Sonra da bana bakıyordu, ve gözleri böylece değişmeyi yakalayan bir üçgeni çoğaltıyordu. Onu bir an için çevreleyen değişik bir ayla, yerini bir yenisine bırakıyordu; en son en gerçek çıplaklığa götürene dek. Bu birbirine geçişin nereye dek yineleneceğini, her ikimizin de arzusunu yerine getirecek bir bileşime kaç yeni Alana’nın beni götüreceğini önceden kestirmek olanaksızdı. Onu bir içki içmeğe götürmek istediğimi söylemeden önce yeni bir sigara yakan, ve hiçbir şeyden kuşkulanmayan Alana, ve uzun arayışımın en sonunda sonuçlandığını ve sevgimin bundan böyle görünür ile görünmeyeni ayırdedebileceğini, kapalı kapılardan yasak geçitlerden çekinmeksizin Alana’nın açık bakışını kabul edeceğini bilen ben. Bırakılmış bir kayığın ve ön planda kayalıkların bulunduğu bir resmin önünde Alana’nın yeniden durgunlaştığını gördüm; ellerinin görünmeyen bir dalgalanışı, onu sanki gökyüzünde yüzermiş gibi gösteriyordu. Sanki büyük denizleri, enginlerde bir kaçışı arıyordu. Ağaçların geçişini yasaklayan, ucunda maça desenleri olan parmaklıkların bulunduğu bir resmin onu ürküttüğünü görmek beni şaşırtmadı; başka bir yansıma noktası arıyor gibiydi; ve ansızın tablodan uzaklaşması, kabul edilemeyecek bir sınırlanmanın yadsınışı. Kuşlar, sualtı canavarları, sessizliğe açılmış, ölümün bir benzerinin içeriye girmesine göz yuman pencereler… her yeni resim, Alana’nın bir önceki rengini silerek, onu kaplıyordu: özgürlüğün, uçuşun ve büyük mekanların titreşimlerini ondan çekerek, geceyi ve hiçliği yadsıyışını, güneşin yörüngesinden kaynaklanan arzusunu, anka kuşunu andıran ürpertici çevikliğini olumlayarak. Beklediğim şeyin gerçekleşmesinin yüzümde yapacağı göz kamaştırıcı etkisini gördüğünde, soru dolu şaşkınlığı ve bakışının altından kalkamayacağımı bildiğim için, Alana’nın biraz gerisinde duruyordum. Çünkü bu arzu aynı anda bendim, benim tasarımdı. Alana benim yaşamım. Alana istemiş olduğum bir şey ve kuru bir yaşamın benden esirgediği bir armağan, işte en sonunda, en sonunda, bu andan başlayarak ve bu anda. Alana ve ben. Onu kollarımın arasında çıplak tutmak, onu, aramızda herzaman, herşeyin apaçık olacağı, herşeyin söylenebileceği bir biçimde sermek, ve yabancısı olmadığımız bu bitmeyen aşk gecesinden en sonunda yaşamış ilk şafağının doğmasını isterdim.
Sonunda Galerinin sonuna geldik. Çıkış kapısına doğru yaklaşıyordum, sokağın havasının ve ışıklarının Alana’nın beni tanıdığı biçime sokmasını bekleyerek başımı dışarıya doğru çevirdim. Alana’nın başka izleyicilerin, şimdiye dek görmemi engellediği bir tablonun önünde durduğunu gördüm. Bir pencere ve kedi imgesinin önünde uzun süre kımıldamadan durmuştu. Son bir değişiklik onu, diğerlerinden ayıran ve tualde onun yitmiş bakışını aramaya çalışan benden açıkça ayıran ağır bir heykel yaptı. Kedinin Osiris’e benzediğini gördüm. Pencere duvarının bizim de görmemizi engellediği uzaktaki bir şeye bakıyordu. Kedinin kımıldamadan oraya bakmasındaki durgunluk, yine de ona bakan Alana’nınkinden daha azdı. Üçgenin kırıldığını duyar gibi oldum; Alana bana doğru başını çevirdiğinde üçgen artık yoktu. Alana ve Osiris’in ne zaman yüzüme dosdoğru baktılarsa gördükleri, onlardan başka kimsenin göremeyeceği, ve şimdi ikisinin pencerenin ötesinde baktıkları yerde kurulmuştu.
Julio Cortazar

Çeviren: Engin Soysal

Eki
19
2009
0

Bir Ece Ayhan Fotoğrafı

Cumhuriyet Gazetesi Arşivi’nden bir Ece Ayhan Fotoğrafı

***

Not: “Bakışsız Bir Kedi Kara” adlı Ece Ayhan web sitesine https://zaferyalcinpinar.com/bakissiz.html adresinden ulaşabilirsiniz.

Ayrıca bakınız: https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=544

***

Eki
18
2009
0

İçindeki Hiç (Zafer Yalçınpınar)

İÇİNDEKİ HİÇ

nerden başlıyor
içindeki hiç
ordan yürüyorum seni
kimsesiz
tüm boşluklar el çırpıyor sevinçten
kendilerini unutuyor sayılar
gökyüzü aksıyor hayatında
ilk kez
nerden başlıyorsa

indeki
hiç
ordan çivileniyor plastik çiçekler
duvarlara örülüyor bir sarmaşık gibi
yalanlardan pencereler
açılıyor
kırmızı ve siyah halılar ve plakalar
daha derin düşüncelere dalarak

zorlanıyor yapraklar ve ağaçlar

nerde bitmiyor
içindeki hiç
korkma
orda duruyorum dimdik
tüm boşluklar teslim oluyor
dağılıyor evler para balyaları gibi dizilen
yüzsüzler sırtlarını yüklenip gidiyor
mesaicilerin cepleri ve elleri
ve kafaları ve kalemleri duruyor
gökyüzü yoluna devam ediyor
topraklar birleşiyor
ki zaten bir deniz
kendini yineliyor
orda duruyorum
dimdik
bitiyor

indeki
hiç

ölümden dönüyorsun

17 Ekim 2009
Zafer Yalçınpınar

Eki
18
2009
0

Baş ağrısı gibi…

(…)Tarihlendirilen zamanın dışına kaçmak istiyorlar.(…)Zaman baş ağrısı gibidir, unutmazsan geçmez, ağrıya bırakacaksın kendini. (…)

Latife Tekin
“Gümüşlük Akademisi”, Nisan Yayınları, 1997

Eki
17
2009
0

E-Kitap: “Soyut Ot” (Ulus Fatih)

Ulus Fatih’in “SOYUT OT” adlı kitabı “Borges Defteri E-Kitap Projesi” kapsamında yayınlandı. Kitaba https://www.mediafire.com/?m3owlodnjmr adresinden ulaşabilirsiniz.

“Borges Defteri E-Kitap Projesi” kapsamında daha önce yayımlanan kitaplar şunlardır:

-Allen Ginseberg; Howl(Uluma), Çev.Şenol Erdoğan
-C. Bukowski; “İntiharcı Çocuğun Son Günleri”, Çev. Mustafa Ziyalan
-Hasan Safkan; “Gezi Notları”
-Çağlar Tanyeri; “Direnmenin Estetiği Üzerine Gözlemler”

Bkz: https://borgesdefteri.blogspot.com

Eki
17
2009
0

Şairin Kanı

Apollinaire’nin Öldürülen Şair’inin Kapağı (1916 Baskısı)
*

«n’est pas du vrai sang
C’est du sang de bête
C’est du sang de tête
C’est du sang pensant
Jean »

Jean Cocteau’dan yaşlı dostu Andre Malraux’a imzalı… (1940)

*


Bérénice Abott’un “Jean Cocteau Portresi” (1927)

Eki
17
2009
0

Görsel İş: “Nameci”

Zafer Yalçınpınar-2009

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com