(…)
Baudlaire’in ilk davranışı bir şey üzerine eğilmiş bir adamın davranışıdır. Nergis gibi, kendi üzerine eğik. Keskin bir bakışın delip geçemediği tek bir apansız bilinç (conscience immédiate) yoktur onda. Bizim gibi kişilere, bir evi ya da ağacı görmek yetiyor; onları incelemeye pek daldığımızdan, kendimizi unutup gidiyoruz. Baudelaire kendini hiçbir zaman unutmayan adamdır. Görürken de bakar kendine o, baktığını görmek için bakar; kendi ağaç, ev bilincidir onun gözlediği ve nesneler ona ancak bu bilinç aracılığıyla, sanki onları bir cep dürbününden görüyormuş gibi, daha solgun, daha küçük, daha az dokunaklı görünürler. Bu nesneler, bir okun bir yolu, bir işaretçiğin bir sayfayı gösterdiği gibi, birbirlerini göstermezler hiç; ve Baudelaire’in aklı da hiçbir zaman karmaşıklığında yitirmez kendini. Onların ilk görevi, tersine, bilinci kendi üzerine çevirmektir. “Eğer yaşamama, varolduğumu ve ne olduğumu duymama yardım ediyorsa, benim dışımdaki gerçeğin ne olduğunun ne önemi var!” diye yazar. Ve sanatın da kaygısı, bu nesneleri bir insan bilincinin katları arasında katları arasında göstermek olacaktır ancak; çünkü L’art Philosophique (Felsefi Sanat) adlı yapıtında şöyle diyecektir: “Çağdaş görüşe göre katkısız sanat nedir? Hem nesneyi, hem de özneyi, hem sanatçının dışındaki dünyayı, hem de sanatçının dışındaki dünyayı, hem de sanatçıyı kavrayan telkin verici bir büyü yaratmaktır bu.” Öyle ki, “dış dünyanın pek az gerçek oluşu üstüne bir konuşma”yı kolaylıkla yapabilecektir bu yüzden. Bahaneler, yankılar, ekranlar, nesneler kendi başlarına değerli değildirler ve onları görürken kendini gözleme fırsatını Baudelaire’ye vermekten başka görevleri yoktur.
Ta başından beri, Baudelaire ile dünya arasında, bizde bulunmayan, bir uzaklık var; nesnelerle onun arasına hep, birazcık nemli, birazcık fazla kokulu, sıcak bir hava dalgalanması gibi, yaz gibi bir yarı-saydamlık girecektir.
(…)
J.P. Sartre
Baudelaire, Çev: Bertan Onaran, De Yayınevi, 1964, s.11-12