Ş’nin Kılıcı – Zafer Yalçınpınar
18
2007
Bulut
(…)
Güneş yaktı rüzgâr esti kavurdu
Yaprağımı Hasan Dağa savurdu
Köylü naçar kaldı cacık pişirdi
Boşan bulut nazın sırası değil
Aldı bulut
Ben bulutlar şahı, yücelerde gezen, rüzgârlardan hile sezen, sizin bu semtlere kırk yılda bir uğrayan, o da tenezzülen bir… bir… bir bulutum. Sen nasıl olur da bacağına bakmadan bana sazla söz atmaya kalkarsın? Aramızda senden büyük otlar, ağaçlar, insanlar, telgraf direkleri, kuleler, dağlar var. Bir dileğin varsa sen senden büyük ota söylersin, senden büyük ot ağaca, ağaç insana, insan telraf direğine, telgraf dileği kuleye, kule de dağa söyler. Dağ ister bana söyler, ister hasır altı eder. Onun bileceği şey, deyip kesti.
(…)
Ekmeği taşıyan aslan ağzında
Ekmek yemesi kolay değil
Aksaray Ovası’nın düzünde
Gelgelelim bulut çalımlı. Ne sözden anlıyor, ne yalvarmadan. Almış başını usul usul gidiyor. Bir iki derken, Hasan Dağı’nın kenarından sıyırttı mı avucunu yala. Aksaray köylüklerinde Recep derler bir delikanlı vardır. Civan mı civan. Taşı sıksa suyunu çıkaran takımından. İşte bu Recep buluta gözünü dikmiş, ulan ne etsem de şu bulutu yola getirsem diye düşünüyor. Bulut Hasan Dağı’nı ha aştı ha aşacak. Recep bakar ki olacak gibi değil, martini kapınca, hesabı budur deyip tetiği çeker. Bulut bir silkinir, iki silkinir, üstündeki rahmeti tutamayıp Aksaray Ovası’na şarıl şarıl boşanır. Derler ki Aksaray Ovası’na kırk gün kırk gece yağmur yağmış.
OKTAY RİFAT
18
2007
Bazen…
Bazen akşama doğru içiyor (bu arada her sabah kendine artık içkiyi bırakacağını söylüyor) Önce şarap, sonra Grappa, çünkü bildiği tek şey düşündüğünün, söylediğinin, yaptığının, bildiğinin doğru olmadığı.
Max Frisch
Lacarno’lu Eczacının Düşü, Çev: Ülker Sayın, Kabalcı Yayınevi, s.33
18
2007
Bu arzu edilen bir durum olmaz…
(…)
Bir de ikinci bir arzunuz, yani beni ziyaret etme arzunuz var. Bu ziyareti gerçekleştirmek istediğiniz takdirde, evimin kapısında üzerinde aşağıdaki metin yazılı bir pusula bulacaksınız:
Meng Hsia’nın sözleri:
Bir insan yaşlandıktan ve kendine düşenleri yaptıktan sonra yapacağı bir şey daha kalıyor ki, o da huzur içinde ölümle dostluk kurmaktır. Onun artık insanlara ihtiyacı yoktur. Çünkü artık onları tanıyor ve yeterince de görmüştür. Onun ihtiyaç duyduğu tek şey huzurdur. Böyle birini ziyaret etmek, ona hitap etmek, onu gevezelik ederek rahatsız etmek yakışık almaz. Onun evinin kapısından hiç kimsenin ikâmetgahı değilmiş gibi geçmek daha yakışık alır.
Bu sözleri okuduktan sonra nasıl davranacağınızı bilmiyorum. Diyelim ki, olağanüstü ince ruhlu bir insansınız, bu takdirde bu Çin sözlerinin ne bir latife olduklarını ne de edebi kültürünüze hitap ettiklerini fark edeceksiniz; onları doğru olarak anlayacaksınız. Tabii ki, sadece yakarışlı bir rica olarak değil, aynı zamanda bir ziyaretçi kitlesinin kalabalıklarına ve saçmalıklarına karşı bir ikaz ve daha insani bir dünyadan bir jest olarak da. Bütün bunlardan sonra ziyaretinizden vazgeçmeniz gerektiği sonucunu çıkaracaksınız. Fakat tahminim, sizin de o dirayetli kafalarına soktukları şeylerden nazik işaretlerle bir türlü vazgeçmeyen diğer ziyaretçilerimin ¾’ü gibi davranacağınızdan yanadır. Böylece zile basacak ve gerçekten evde isem, hizmetçi kız tarafından oturma salonuna götürüleceksiniz. Sonra karşılıklı oturacağız ve ikimiz de başlarımızı önümüze eğip mahcup bir şekilde yere bakacağız. İşte o zaman boşboğazlık ve boşboğazlıkları dinlemek hakkındaki sözleri ne kadar ciddiye aldığımı hemen anlayacaksınız. Öyle inanıyorum ki, bu ne sizin için ne de benim için arzu edilen bir durum olmaz.
Herman Hesse’nin Mektupları,
Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları
07
2007
“İki”miz “bir”den…
GÖĞE BAKMA DURAĞI
İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yanab otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım
Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım
Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belleyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım
TURGUT UYAR
—————————————
duyduk duymadık demeyin:
“ve cumhuriyet’in ilk günleri gibiydi yüzümüz; ikimiz birden sevinebiliriz, göğe bakıyoruz…”
7 Eylül 2007 Cuma
Zafer ve Sinem YALÇINPINAR
———————
23
2007
İtiraf ettiler…
(…)Kitapçılar vitrinlerini bugün kapışılan, yarın ise çöplüğe atılan moda olmuş şeylerle dolduruyorlar. (…) Modada en büyük otoriteler bile etkilerini çabukça kaybederler. Şiir ise kalıcıdır. Bunun örneklerini hatırlıyorum. Yüzyıllardan ve daha uzun zamanlardan beri sürekli olarak yanlış anlaşılan ve buna rağmen unutulmayıp devamlı olarak ateşli on ya da yüz kalpte yaşamaya ve yanmaya devam eden çok eski şairlerden söz etmek istemiyorum. Bugün artık yaşlı biri olan, dünya çapında isim yapmış, yayınevlerinin büyük ölçüde takdirini kazanmış ve kitapları defalarca basulmış bir Knut Hamsun’u örnek olarak gösterebilirim. Aynı Hamsun en içten ve en güzel kitaplarını yazdığı zamanlarda ümit vaat etmeyen yersiz yurtsuz biriydi. Ayaklarında doğru dürüst bir ayakkabı yoktu ve pantolonunda yamalar vardı. Biz delikanlılar o vakitler ona sahip çıktığımızda ve ona olan hayranlığımızı belirttiğimizde bize gülünüyor ve sözümüz dinlenmiyordu. Şimdi ise, devir onun devridir. Yani, tembel zihinler otuz yıl boyunca bildiğimiz yolda nihayet onun akımını alarak titreştiler ve kahrolası canlı bir şeyle ilişki içine girdiklerini itiraf ettiler. (…)
Herman Hesse’nin Mektupları,
Çev: Dr. Battal İnandı, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, s.12,13
22
2007
SIĞIR
Dağ gibi yapıları gördükçe beş kat on kat
şaşırıyor şaşırmasın mı
ne gördüyse burada gördü
ırgat pazarına her sabah gidip dikiliyor
bulursa yol kazacak harç çekecek hani iş
hamama gidecek hamamcı olursa hani para
boş geziyor şimdilik yaz günü ortalık günlük güneşlik
köylüleriyle yatıyor odaları var ortaklaşa
sığır diyor adamın biri
arabanın önüne çıkıyor ezilecek,
babana rahmet sığır size göre düpedüz sığır
İstanbul kaldırımı bunlarla dolu
sığırlar geliyor bayanlar baylar dokunmasın
dokunmasın yağlı boya
Oktay Rifat,
Koca Bir Yaz, Adam Yayınları, 2. Baskı 1991, s.70
Ayrıca, bkz: https://groups.google.com/group/pustahali/browse_thread/thread/6c506f8db2c9815f/038c494f22c04355#038c494f22c04355
16
2007
13
2007
“Şiirim Nasıldır?” ya da “Ön-Akort”
Şiirimin gövdesini, köklerini, geleneğini veya benzeri bütünsel genellemeleri bir kenara bırakmalıyız, boş vermeliyiz. Çünkü şiirimdeki ayrıntılar ve yan anlam salınımları gövdenin bütününden çok daha büyük ve önemlidir. Ben şiirde belirleyici olanın “ayrıntının ayrıntısı”nda (1) gizlendiğine, yuvalandığına inanıyorum. Örneğin, Titanik’in batmasının sebebi denizcilik, gözetleme, morfoloji, kaptanlık hataları ya da buzdağının büyüklüğü değildi. Onun batışının asıl sebebi, gövdesindeki demir ve çelik perçinlerin dökümündeki yanlış metalürjidir. Titanik’in batışı ayrıntıda gizlidir, isteyenler araştırabilir.
Gövde ve bütünsellik, ortalama zekâ(2) tarafından işgal edilip, yıkılıp, sömürülüp bana ait olmayan bir sığ algıya tıkıştırılacağı için fazlaca önemli değildir. Günümüz sanatı bu algı uzlaşmasına, düzeltmesine ya da geribildirimine maruz kalmak gibi bir bağımlılık içindedir ve bu çeşit ölümcül hatalar nedeniyle debelenerek, “bata çıka” ilerliyordur. Bu yüzden şiirimin gövdesini, bütününü umursamıyorum; ben, aslında, şiirimin motorları durunca onu taşıyacak gizli yelkenlerin büyüklüğüne ve sağlamlığına bakıyorum, bu gizi önemsiyorum, bunu kurdum. Gizli yelkeni gövdeye bağlayan direklerin (ayrıntıların, tuşelerin) uzunluğuna ve direkle yelken arasındaki makaraların düzgün, etkin çalışıp çalışmadığına (ayrıntıların, tuşelerin niteliğine, eczasına) bakıyorum. Bir “şiir yazarı” (3) olarak, şiirimin hangi rüzgârla nereye gidebileceğine, hangi rüzgâra ne kadar dayanacağına karar vermek benim birincil görevimdir. Şiirimde bulunan ikincil öğeler ise mayınlardır. Benim şiirimde sığlıklara, sığ insanlara karşı mayınlar vardır. Şiirimin tözünü bulduğunu (yakaladığını) zanneden ve şiirimi çürütmek için elinden geleni yapmaya hazır “eğretileme keli” eleştirmenler, ikincil öğelerin üzerine giderek o mayınlardan elini eteğini çekemeyecek kadar tehlikeli bir konuma düşmüşler ve “berber muhabbeti” benzeri yarım yamalak (ve yarım ağızla) bir şeyler söylemek zorunda kalmışlardır.
Ece Ayhan’ın poetikasına baktığımızda şöyle bir ilkeyle karşılaşırız: “İktidarın tezgâh altında gizlenen” ve buna karşın “bağımsızlık üzerine kurgulanan” dizgelerde, dizelerde değişik eczalar veya farklı kırılımlar yaratmak…” Benim derdim ise bütün bütün böyle değil. Benim derdim “şiirimin gizli yelkenleri yeterince sağlam mı ve mayınlar doğru yerde mi?” sorusudur. Ece’nin şiiri pusuda yatar -ki amacı da, yöntemi de budur- ancak benim şiirim ise gizli ve kara yelkenler açar… Benim şiirim, ışığını kaybetmiş bir madencinin yedekte bulunan ufak bir tornavidayı kullanarak, yoluna kara, akkor bir heyecan içinde kör adımlarıyla devam etmesidir. Bununla birlikte, şu söyleyeceğim de sıkı bir ilkedir : “Tipolojiyi bilen kazanır.” (4)
Tüm bu imgesel açıklamalar şiirimin nasıl olduğunu sezmenizi sağlayacaktır. Ancak bunlar şiirimin ne olduğunu göstermez. Çoğu şairin şiirinde yapamadığı, yoklayamadığı şeyleri bir “şiir yazarı” olarak deniyorum ben: Tipolojinin ve duygudurumların tuşelerini, saklı tınılarını sezdirmek, üstelik bunu da bir eskrim inceliğinde yapmak… Şiir bir tipolojiyi verebilecek beceride kurulmalıdır. Şiirimdeki imgecilik, lirizm, dizge, biçem, iş, şu, bu, her şey… yukarıda bahsettiğim şeyi dışsal olarak, ikincil olarak desteklemelidir, destekler de. Şimdi, beni ve şiiri eleştirmek “heves”iyle ortaya çıkışan o ufak, böcek sürüsü benzeri çetesel cemaatlerin (kendi aralarında kurdukları bağımlılıklar, süreçler, çelişkiler ve ilişkiler nedeniyle özgürlüğünü kaybeden o zevatların) düşüncelerini tekrardan akort etmeleri gerekiyor. Ve evet, düşüncelerin de tınısı vardır. Bundan eminim.
——————-
1-Duygudurum tınılarından ve bunlara ilişkin tuşelerden, eskrim inceliğinden ve çeviklikten bahsediyorum.
2-Modern Cehalet, Yeni Sinsiyet ve Eskimiş Köylü Kurnazlığı
3-Ben şair değilim.Ben bir “şiir yazarı”yım.
4-Ece Ayhan
13 Ağustos 2007
Zafer Yalçınpınar
12
2007
Dergi: Papirüs 20 Ece Ayhan Özel Bölümü
Okumak için tıklayınız:
https://groups.google.com/group/pustahali/browse_thread/thread/614f78d368504921?hl=tr
11
2007
Küçük Çeteler
“Halka doğruyu söyleme iddiasında olanlar, onlara güncel başarılar sağlayacak küçük hesaplar peşinde koşarlarsa önce halkın karşısında saygınlıklarını yitirirler. Sanatçının vazgeçilmez bir tutkusu saydığım özgürlüğü, böyle küçük çeteler içinde yitirmeyi hiç anlamıyorum.”
Oğuz Atay
11
2007
Görsel İş: Görülmüştür…
Yukarıdaki görsel iş Yıldız Üniversitesi-Mimarlık Fakültesi’nin 3. katındaki bir duvarda “görülmüştür”…
03
2007
Cumartesi ŞİİR-29
Enver Topaloğlu tarafından yayıma hazırlanan şiir dergisi “CUMARTESİ”nin 29. sayısı yayımlanmıştır.
Dergiyi PDF dosyası halinde şu adresten indirebilirsiniz:
03
2007
sizi tutukluyorum
(…) Asansörün aynalı kabini, içindeki iki Korotkov’la birlikte aşağıya inmeye başladı. İlki, asıl Korotkov, ikinci Korotkov’u kabinin aynasında bırakarak tek başına serin koridora yöneldi. Orada epey şişman ve pembe bir adam, Korotkov’u şu sözlerle karşıladı. “Gerçekten de mükemmel, sizi tutukluyorum.”
Mihail Bulgakov,
Şeytanî, Çev: Osman Çakmakçı, Salyangoz Yayınları Simsiyah Dizisi , s.92
01
2007
Dinar Bandosu: Saykodelikdeşik

2007 Haziran’da ilk albümü “Saykodelikdeşik”i yayınlayan Dinar Bandosu’nun öyküsü 2003 yazında başlar. İlk olarak dünyanın her ülkesinden bir grubun katıldığı Syd Barrett şarkıları toplaması “Have You Got it Yet”te Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil eden Dinar Bandosu, adını kült yazar Ece Ayhan’dan almaktadır.
2003 yazından sonra üyelerinin çoğu askere alınan Dinar Bandosu, 2005 yılında yeniden kuruldu ve Mart ayında ilk konserini Peyote’de verdi. İlk günden itibaren kabız ve her an krizde olan müzik piyasasının günlük trendlerinin yozlaştırıcı etkisinden uzak durarak Türk indie’si çizgisini geliştirerek sürdüren grup, kısa sürede birçok müzik yazarı tarafından geleceğin en iyi gruplarından birisi olarak gösterildi. Türkiye’nin en iyi müzik yazarlarından Murat Beşer ve Mehmet Atılgan’a göre:
“Dinar Bandosu”, bir yandan yetmişlerin Can, Neu gibi önde gelen Alman krautrock ve doksanlar başlarının efsanevi İngiliz “Creation” plak şirketinden çıkan Primal Scream gibi indie gruplarına özgü bir rock sound’u, diğer yandan ise Erkin Koray’ın öncülüğünü yaptığı bir tür Türk psychedelic rock’undan besleniyor. Altyapılarındaki çeşitliğin müziklerine bire bir ve isabetli bir biçimde yansıdığını gözlemlemek mümkün. Theremin, analog synthesizer gibi erken dönem elektronik enstrümanların yanında kaşık da dahil olmak üzere bir çok yerli perküsyon aletine yer veren grup, kullandıkları enstrümanların zenginliği içerisinde, kakofoniden uzak, tutarlı bir sound elde etmeyi başarmıştır. Sahnedeki rahat ve eğlenceli tavırlarıyla da izleyiciyi ihya ediyorlar.
Vokalde Ali Asaf Sarıca, gitarda Ali Ece, bas gitarda douglasvegas, davullarda Yılma Karatuna ve başta ney, teremin, su boruları olmak üzere birçok marjinal alette Asaf Zeki Yüksel’den kurulu olan Dinar Bandosu’na zaman zaman Baba Zula’dan Murat Ertel başta olmak üzere birçok konuk müzisyen de katılıyor. İlk albümleri “Saykodelikdeşik”in yayınlanması ile beraber bu yaz başta Zeytinli Rock Festivali ve Barışarock festivallerinde sahne alacak.”Saykodelikdeşik” sonrası ikinci albüm çalışmalarına başlayan Dinar Bandosu uzun yıllar çizgisini bozmadan, geliştirerek sizlerle olmayı hedefliyor…
26
2007
“Güneş’in etrafında 28 defa dönmek” ya da “Canlı bir erkek çocuğu”

“hiçbir temel ilke, hiçbir sadakat, hiçbir yasalar bütününü tanımıyordum; eğer işime gelirse dostuma da, düşmanıma da son derece vicdansızca davranabilirim. iyiliklere kırıcı sözlerle ve küfürlerle karşılık vermem olağan bir şey. utanmaz, küstah, hoşgörüsüz, katı önyargılarla dolu ve katır gibi inatçıyım. kısacası tam anlamıyla tahammül edilmez olan tabiatım benimle her türlü ilişkiyi olağanüstü zorlaştırıyordu. yine de çok seviliyordum; öyle bir cazibe, öyle bir heyecan yayılıyordu ki benden, insanlar kötü yanlarımı affetmeye hevesli görünüyorlardı. bu tavır beni daha da küstahlaştırıyor ve daha da serbestleşiyordum. tanrılaşıyordum ve etim bedenim kelimelerdi. kendime aynada baktığımda cümlelerden örülü bir yüz görüyordum.” Rimbaud
——————————————
Hamiş: “Rahatı Kaçan Ağa甑ın ilk baskısı dünyanın en güzel hediyesidir.
23
2007
Ümmetvekili
 
23 Temmuz 2007 itibariyle” millet” yerini “ümmet”e bırakmıştır.
“Milletvekili” kavramı yerini “ümmetvekili” kavramına bırakmıştır.
Artık ülkemiz karanlıktadır, aydınlık azınlıktadır.
Aydın insanlar olarak, başımızın çaresine bakmalıyız.
16
2007
Kırmızı Suratlı Adamlar…
Ellerinde ve ceplerinde şarap şişeleri taşıyan, kırmızı suratlı adamlarmış bunlar; yürürken ikide bir durup kavga edercesine ateşli ateşli konuşuyor, konuşurken de ellerini kollarını sallayarak sürekli şehri gösteriyorlarmış. Hatta, hep birlikte dönüp bakıyorlarmış şehre doğru. Kimi zaman birbirlerine tutunup abartılı bir nezaketle hafifçe hafifçe öne eğilerek, kimi zaman kendi varlıklarının dışında kalan her şeye meydan okurcasına ısrarla geriye kaykılarak, kimi zaman da tıpkı ipi kopmuş kuklalar gibi komik ve acınası bir şekilde iki yana sallanarak bakıyorlarmış. Nasıl bakacaklarını bilemiyorlarmış sanki. Ya da, bir şehre bakmanın kaç türlü yolu varsa hepsini baştan sona deneyip kendilerine uygun olanı bulmaya çalışıyorlarmış.
(…)
Böyle alelacele içince, çok geçmeden suratları kırmızıdan da kırmızı olmuş tabiî. Hem de öyle kırmızı olmuş ki, sonunda içlerinden biri bu rengin ağırlığına daha fazla dayanamayıp yerinden fırlamış ve gözlerini kısarak şehre doğru kıpkırmızı bir sesle uzun süre küfretmiş. Midesinde, ruhunda ve aklında ne kadar kırmızı varsa, bir hamlede hepsini kusmuş sanki.
Hasan Ali Toptaş
Uykuların Doğusu, Doğan Kitap, s.s. 39 – 40
15
2007
Ali Enver Ercan kimdir?

Yukarıdaki fotoğraf Enver Ercan’ın “Eksik Yaşam” adlı çok eski bir şiir kitabının (belki de ilk şiir kitabının) arka kapağıdır. Arka kapakta Enver Ercan’ın fotoğrafının altında bir de özgeçmişi var:
“1958’de İstanbul’da doğdu. Lisedeyken bazı nedenlerden dolayı okulu bırakmak zorunda kaldı. Şimdi bir şirkette satış elemanı olarak yaşam savaşını sürdürüyor.”
Enver Ercan, yaşam savaşını şu an Varlık Dergisi’nin editörü, Yasakmeyve ve Komşu Yayınları’nın sahibi ve Türkiye Yazarlar Sendikası’nın başkanı olarak sürdürüyor.
Ayrıca Bakınız:
TYS Askısı:
https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=284
Ali Enver Ercan dersini almamış;
https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=280
 
TYS, bir halay takımının çalgısı olmamalıdır; https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=264
 
Hz. Müptezel ile ikinci karşılaşma;
11
2007
12 Temmuz 2007, Ece Ayhan’ın Ölümünün 5. Yıldönümüdür.
  
(…)’Çok Eski Adıyladır’ gerçekten de benim 40’a yakın insan yılını bulan yazı yaşamımda varabileceğim en yetkin ve en sıkı kitabımdır; ve tabii en karamsarı da!(Karanlık! Da, aynı zamanda.) Alt adı, ‘meclislikler’dir.(Meclislik, bir minyatürde, figürlerin istifidir.) (…) Ben en güzel, en yetkin… filan diyorum ama ‘Çok Eski Adıyladır’ kitabı 6 yıldır Adam Yayınları’nda ancak 300-400 kadar sattı, kalanı da hiç kıpırdamadan olduğu gibi duruyormuş.(…) Yazdıklarım bin yıllık algı ortalamasının çok altında da olabilir bakın, hepten başarısız da. Ama, sorarım; yeni bir sözdizimi ve yeni bir dilbilgisi neden böyle batırılır? Batırılıyor? Kimsenin aklına nedense benim yüzmeyi derin yerde öğrendiğim, ve çırılçıplak yüzdüğümüz gelmiyor!(…) ‘Çok Eski Adıyladır’ için, aynı zamanda karamsardır da dedim, hem de koyusu ve zifiri. Böylesi bir ‘topluluk’ta, uçsuz bucaksız bu ‘kötülük dayanışması’ ortamında karamsar olunmaz da, ne olunur bilemem. Ama benim karanlığımın rengi akkor’dur, o ayrı.
Ece Ayhan – Şiirin Bir Altın Çağı, Yky,1993, s.137
12 Temmuz 2007, Ece Ayhan Çağlar’ın ölüm yıldönümüdür. Ece Ayhan Çağlar toprağın altına girdikten sonra Dünya, Güneş’in etrafında yaklaşık 5 kez dönmüştür.
Ece Ayhan için ayağa kalkarak şiirler:
YILANKAVİ: https://zaferyalcinpinar.com/s39.html
11
2007
Poelitika: Kötülük Toplumu’ndan Haklılığın İnadı’na
Kötülük Toplumu’ndan Haklılığın İnadına – 11/07/2007 – Ragıp DURAN
https://www.bianet.org/2007/07/11/99122.htm
Çuvalında çocuk ölüsü taşıyan korsan, körfeze öyle bir girdi ki 2002’den beri semaforlar hiperaktif. “Ben şair sayılmam, etikçiyim” derdi ya, dizelerini ezberleyenden çok, savunduğu ahlakı yaygınlaştırmaya çalışanlar var etrafta. Seveceğiz seni hep Ece…
***
Ece başını eğmemiş ama yere bakıyor. Sırtında ekose bir ceket, saçları biraz uçuşuyor rüzgardan.Yaklaşık on basamaklık tribün gibi bir oturma alanı.
Yazlık giysileriyle çoğu kadın, insanlar oturmuş basamaklara. Arka fonda dikenli teller var. Yüksek dikenli tellerin arkasında da askerler duruyor, silahlı. Askeriyede görüşme günü sanki.
Ece’nin tarafı sipsivil, sonra insanlar ardında da dikenli teller ve askerler. Ece’yi, Ece’nin şiirini ve düşüncesini bu kadar iyi anlatabilen, betimleyebilen, sembolleştiren başka bir fotograf görmedim şimdiye kadar.
Bir Ece kitabı
Bu fotograf, galiba Doğan Kemancı çekmiş, yakında çıkacak bir kitapta yayınlanacak: Orta Dünya Yayınları ve tesmeralsekdiz Yayınları adı altında, Eren Barış’ın editörlüğünde, tam da Ece’ye yakışan bir kitap oldu. Son provaları gördüm, sevdim.
Kitabın ilginç bir öyküsü var: Tutku, hatta kimi zaman delicesine tutku, hastalık düzeyinde sevgi ve sadakat olmayınca doğru dürüst bir şey, ilginç bir yapıt doğurmak mümkün değil. Eren sıkı ve kara ve bir Ece Ayhan okuru.
Ankara’da genç bir edebiyat öğretmeni. Bir yandan yüksek lisans yapıyor. Bir yandan da hakiki ve olumlu anlamda alternatif/marjinal işlerle uğraşıyor: Şiir yazıyor, Siyahi dergisine eğitim konusunda dosya hazırlıyor, Derrida okuyor, Foucault içiyor, Deleuze kokluyor.
Dersimli olağandışı genç bir aydın. Heyecanlı mı heyecanlı. Beyni proje deposu. Yüreği azgın Fırat.
Eren oturdu, üşenmedi neler yaptı neler: Milli Kütüphaneye girdi; Ece’yle ilgili ne varsa aradı taradı buldu. İçişleri Bakanlığından Ece’nin Kaymakamlık yaptığı yıllara ilişkin belgelere ulaştı. Ece’ye mektup yazan, Ece’den mektup alan onlarca insanı keşfetti. Yayınlanmamış şiirlerini buldu.
Üniversite kütüphanelerinde gezindi Ece hakkında yazılmış yüksek lisans ve doktora tezlerini gözden geçirdi. Özel Ece fotograflarını gün yüzüne kavuşturdu. Ece’yi tanıyanların yüzde 90’ına ulaştı onlarla bıkmadan usanmadan mailleşti, telefonlaştı. Gerçek bir “euridit” çalışması…
Poelitika
Ben de Eren’le öyle tanıştım zaten. Bir kaç kişi ya da fikir vardır, adı geçince akan seller durur. Ece Ayhan için ben, kim ne isterse yaparım. Anlaşılan bu konuda yalnız değiliz.
Poelitika kitabında kimlerin yazısı yok ki: Mahmut Mutman, Burak Delier, Ahmet Orhan, İlhan Berk, Dinar Bandosundan Ali Ece, Doğan Kemancı, Akif Kurtuluş, Rafet Arslan, Muzaffer İlhan Erdost, Uygar Asan, Utku Özmakas, Özgür Yalçın, Altay Öktem, Seyhan Erözçelik, Onur Akyıl, İzzet Yasar, Zafer Yalçınpınar, Celal Gözütok, İbrahim Yıldırım, Süreyya Berfe, Sinan Fişek, Enis Batur…
Bir yılı aşkın süredir bu kitap üzerine çalışıyor Eren ve arkadaşları. Kitap Ece’ye yakışır bir şekilde önümüzdeki aylarda piyasaya çıkacak. Üstelik Eren ve arkadaşları kitabı yayınlamak için gerekli olan finansmanı bir kafede garson ve bulaşıkçı olarak çalışarak topluyorlar. Gerçekten helal süt, ak emekle yapılan bir yayıncılık faaliyeti.
Ece aramızdan ayrılalı tam beş yıl oldu. 12 Temmuz günü Ece’yi İzmir’den Bakunin ve Proudhon’un yanına gönderdik. Eş-dost Spartaküs, Pir Sultan ve Çanakkaleli Melahat’a göndereceği mektupları, taze meyve sepetiyle birlikte Ece’ye vermişti o gün.
“Şair sayılmam, etikçiyim…”
Eren de ben de biraz şaşırdık. Deşince, araştırınca, sağa sola haber salınca ne çok Ecesever varmış, anladık ve tabi ki sevindik. Çünkü mesela bizim şiir dünyasında şeyhliğe özenip mürit toplamak için arka cebini yırtan çok adam vardır da, Ece, sadece yazı ve konuşmaları, alay ve gülümsemeleri ile onlarca, yüzlerce sadık okur yarattı.
O zaten ağalığa, şeyhliğe, müritliğe filan karşıydı. İnsanlar onu okusun, tartışsın, eleştirsin, anlasın, sevgi ve saygı duysun, yeterdi ona. Nitekim de öyle oldu.
“Ben şair sayılmam, etikçiyim” derdi ya, dizelerini ezberleyenden çok, savunduğu ahlakı yaygınlaştırmaya çalışanlar var hala etrafta. Eşcinselliği, anarşiyi, sivilliği, sarışın ve karaşınları, Osmanlıları ve Osmansızları soktu fikrimize, belleğimize, gönüllerimize.
Ermenileri, Kürtleri, Süryanileri başrole çıkarttı dizelerinde. Elinde hep kara bayrak. Fikir okyanuslarında atonal müzik eşliğinde, Cihat Burak’ın kedileriyle, Avrupa’yı Asya’yı cebine koyup, Şeyh Galip’ten girip İdris Küçükömer’den çıktı yazılarında sohbetlerinde.
Son beş yılda Ece’yi çok özledik. Yarın daha da fazla özleyeceğiz.
RAGIP DURAN















































