13 Şubat 1976 tarihli Milliyet Sanat Dergisi Kapak Görüntüsü
***
*
Kuzgun Acar’ın vefatına ilişkin ilânlar…
***
Kuzgun Acar’ı saygıyla anıyoruz…
*
Ayrıca bkz: https://www.kuzgunacar.com/yasami.htm
13 Şubat 1976 tarihli Milliyet Sanat Dergisi Kapak Görüntüsü
***
*
Kuzgun Acar’ın vefatına ilişkin ilânlar…
***
Kuzgun Acar’ı saygıyla anıyoruz…
*
Ayrıca bkz: https://www.kuzgunacar.com/yasami.htm
Kuzgun Acar’ın masklarının görüntülerine
https://zaferyalcinpinar.com/kuzgunacar.pdf
adresinden ulaşabilirsiniz.
***
“1984 yılında Paris’te, Kuzgun Acar’ın maskelerini ilk kez görmüştüm. Mehmet Ulusoy tarafindan sahnelenen Kafkas Tebeşir Dairesi(Brecht) adlı oyun için ürettiği maskeleri oyun sahneye koyulurken görüyordum.Yakın dostum Simon Telvi, Ulusoy’un asistanı idi. Bu maskeleri elime de almıştım. Aynı zamanlar içinde, bir kez, atölyemde, hatıramda kalan bir maskeden bu suluboyayi yapmıştım. Kollar ve ayaklar çataldan, başın üstünde kaşık olan maskeden bahsediyorum. Acar’in maskeleri beni çok heyecanlandırmış ve tesir etmişti.” (Paris’ten, Ody Saban)
***
Kuzgun Acar hakkında basında yeralan bazı kupürlere https://www.kuzgunacar.com/basindan.htm adresinden ulaşabilirsiniz.
Karga Mecmua’nın Şubat 2009 tarihli 24. sayısında yer alan yazıya https://zaferyalcinpinar.com/k10.html adresinden ulaşabilirsiniz.
(…) Kuzgun Acar, bir şakası anımsandı mı ardından bir başkası anlatılanlardandı. 1961 yılında Genç Sanatçılar Bienali’nde birincilik kazanınca ilk kez Paris’e gidişlerini anlatmıştı bir arkadaşımız. Havaalanında (daha bizde pek benzeri olmayan) güvenlik kapısından bir türlü geçemiyorlar. Çünkü Kuzgun habire ötüyor. Kuzgun’un sırtında parasızlıktan kendi uydurduğu bir kılık, cübbe ile harmaniye arası bir şey var, boynunda takı gibi bir şeyler, kuşağı da püsküllü. Her ötüşte takılarından, kılığından bir şeyler eksiltiyor. A-ah! Yine çıngır mıngır ötüyor. Adamlar iyice sinir durumdalar. Bu sinirin biraz da Kuzgun’un rengine ve kılığına olduğu sanılıyor. Kuzgun’un yanındaki arkadaş neredeyse ağlamak üzere. Kuzgun kahkahalarla “Söyle şunlara” diyor “Boşuna aramasınlar, ben bugün ıspanak yedim, onun demiri ötüyor.” (…)
Sennur Sezer, 2004
***
Milliyet Gazetesi’nden Kuzgun Acar’a ilişkin 1961 tarihli bir kupür…
*
Paris Modern Sanatlar Müzesi’nde Kuzgun Acar’ın gerçekleştirdiği serginin davetiyesi… Kuzgun Acar, davetiyenin üzerine, Bige Berker’e ithafen çeşitli notlar yazmış. (Kaynak: Murat Ural)
“Kuzgun’un en büyük tutkularından biri de tekneydi. Kanlıca’da bu tutkusunu, arzuladığı gibi bir tekneyle değil en fazla kıçtan bozma kayıklarla da olsa biraz yaşadı. Hisaryolu’na taşınınca yakındaki kayıkhaneden eski bir kayık almıştık. Kuzgun adını “Hanım İğnesi” koydu. Son derece ince, zarif ve hafif harika bir kayıktı. Ne varki hep su alırdı. Durmadan su boşaltırdık. Batırıp şişirmeye çalışırdık. ” (Bige Berker)
Kuzgun Acar’ın eserlerinden örnekler…
*
Ayrıca bkz:
https://www.kuzgunacar.com/heykel.htm
https://www.kuzgunacar.com/desen.htm
*
“Tüm yontularımda bir çığlık vardır.”
(…)
“Kuşun kendisinin değil de hareketinin heykelini yaptım.”
(…)
“Çünkü insanoğlunu zaptetmeye imkân yok! ”
(…)
“Çivilerimi seviyorum: İrkilmeden yanlarına sokulamadığımız için…”
Kuzgun ACAR
Kuzgun Acar’ın Unkapanı-İMÇ’nin duvarında yer alan “Kuşlar” adlı rölyefi, kuşlarla beraber… (Fotoğraflayan: Sinem Yalçınpınar)
*
Söylenceye göredir;
“Müteahhit firma, Kuzgun Acar’dan İMÇ için bir rölyef yapmasını istiyor. Acar da bu iş için bir fiyat teklifi veriyor. Teklifi yüksek bulanlar, bunun üzerine, rölyefte kullanılacak malzemelerin bir fiyat listesini Kuzgun Acar’dan istiyorlar. Kuzgun listeyi veriyor ve İMÇ müteahhitleri kendilerince bir hesap yapıp, malzeme listesindeki fiyatı ikiyle çarpıp Kuzgun Acar’a yapmakta olduğu rölyef için bu düşük bedeli ödüyorlar. (Meseleye otomobil tamircisi gibi yaklaşıyorlar) Yapılan ödeme Kuzgun’un istediği bedelin neredeyse 1/3’ü kadar… Kuzgun bu duruma çok sinirleniyor. Parayı aldıktan sonra, Kuzgun Acar, İMÇ için yaptığı “Kuşlar” adlı rölyefin boyutunu 1/3 oranında küçültüyor.”
*
Hamiş: Şubat ayı, Kuzgun Acar’ın doğum ve ölüm yıldönümüdür.
2. Hamiş: “Kuzgun Acar Kimdir?” diyenler https://tr.wikipedia.org/wiki/Kuzgun_Acar veya https://www.kuzgunacar.com/yasami.htm ya da https://zaferyalcinpinar.com/blog/?tag=kuzgun-acar adreslerine bakabilirler…
Konuşuyoruz, söyleşiyoruz. Her şey üzerine; “Neyse O”
İşimize bakmıyoruz, göğe bakıyoruz…
Gelmeyecek olanı -hâlâ- bekliyoruz. Bekleriz de.
Not: Etkinlikte kısa metrajlı bir “Ece Ayhan” sunumu gerçekleştirilecektir. Katılımcılara, “parola” karşılığı kitap ve dergi hediye edilecektir. Parola, “Evvel Fanzin”dir.
Yer: Deniz Müzesi, Beşiktaş-İstanbul
Zaman:6 Şubat 2010 Cumartesi / Saat: 14:30
Facebook Etkinlik Bağlantısı: https://www.facebook.com/event.php?eid=283167771303
3-11 ŞUBAT 2010
ÇEKİRDEK SANAT KARMA SERGİ
Deniz Müzesi, Beşiktaş
Duygu Arat, Sanja Sarıkaya, Pelin Türker, Ayşe Önuçak, Nalan Türkeli, Okan Sabuncular, Hüseyin Rüstemoglu, Aysun Karasu Çavuş, Zafer Yalçınpınar, Özden Arkun, Günseli Yetkin, Serpil Akgün, Füsun Yeremyan, Nazan Dizen, Zeynep Akoğlu Sertbaş, Gülsüm Kökten, Serkan Yolcu , Alper Özarılı, Zeynep Özmen Ünlü , Meral Pekün, Birgül Özçelikci Taşören, Aysun Yenice, K.Muzaffer Gençer, Serkan Yolcu, Aliye Arslan, Şehnaz Aykaç, Vedat Özcan, Zeynep Akoğlu Sertbaş, Yasemin Eskici, Rukiye Üstündağ, Gamze Kuyumcu, Necmiye Ergen, Sevda Arat
Açılış: 3 Şubat 2010 / 17:30 – 19:30
Deniz Müzesi Komutanlığı Ana Teşhir Binası / Beşiktaş – İstanbul
*
Facebook Etkinlik Bağlantısı: https://www.facebook.com/event.php?eid=296357293713
*
(…)
yerin
kıyısında
birbirine
karışıyor
beyaz
ile
toprak
(…)
Zafer Yalçınpınar
Hamiş: Şiirin tamamına https://zaferyalcinpinar.com/s77.html adresinden ulaşabilirsiniz. Ayrıca, işbu şiir “Kıyı” adlı şiirimle birlikte düşünülmelidir.
Çımacı:
-Baba yorulma al ipi bağla.
Kayıkçı:
-Eyvallah evlâdım başka vakit, bugün işim aceledir.
Teodor Kasap’ın çıkardığı “Çıngıraklı Tatar” adlı derginin 26. sayısından bir karikatür…
Jerome David Salinger’in “The Catcher in the Rye” adlı romanı, 16 Temmuz 1951’deki basımından bugüne dek yalnızca savaş sonrası Amerikan yazınının en başarılı eserlerinden biri değil, aynı zamanda da en çok konuşulan eserlerinden biri olmuştur. Yirmi yılda üç milyondan fazla satmış, yaklaşık yirmi dile çevrilmiş, iki yüzü aşkın inceleme ve yorumlara konu olmuş, Amerikan yazınının Greta Garbo’su olarak nitelendirilmiştir (Freese 1971, s. 180). Romanın 1961’deki baskısı, 1.250.000 adet satmıştır. 1961’de Amerika’da üç yüzü aşan kolej ve üniversitede, okul kitapları arasında yerini almıştır. Böylelikle bir Salinger sanayisi oluşmuştur.
Ancak çekingen bir yazar olan J. D. Salinger (1919), hiçbir şekilde kendi ve özel yaşamı hakkında, tüm uğraşlara rağmen herhangi bir bilgi vermemiş, kendini daima uzak tutmuştur. Onunla yapılabilen bir tek söyleşide, 1941’den beri bu roman üzerinde çalıştığını, otobiyografik unsurları da malzeme olarak kullandığını belirtmiştir. Bugüne dek dünyanın her bir yanında Salinger hayranları oluşmuştur. Bunların çoğunluğu da, elbette “Holden” kuşağı genç insanlardır. Bu genç insanlar yetişkin olmaktan korkmaktadırlar, kendilerini “Holden” gibi hissetmekte ve bu eserde kendilerini bulmaktadırlar. Bu anlamda “Holden”, gençliğin özdeşleştiği bir figure haline gelmiştir. Anlaşılamamaktan şikayet eden bir kuşak söz konusudur. Toplum sistemi altında ezilen, acı çeken bir kuşaktır ergenlik dönemindeki gençlik. Toplum onlara bir şey vermemektedir. “Holden” kuşağı, çocukluğun masumiyetine, suçsuzluğuna özlem duyar ve kendilerini “Holden”ın, kız kardeşi Phoebe ile olan iletişiminde bulurlar. Freese’ye göre Salinger’in başarısının en önemli nedenlerinden biri de, “Holden” (ergenlik) kuşağına seslenmiş olmasıdır (1971, s.185). Okurlardan da, Salinger ya da “Holden” taraftarları diye söz eder Freese. Ayrıca ülkenin ve dünyanın pek çok yerlerinde “Holden” kulüpleri kurulur.
(…)
Hikmet Asutay
“Salinger ve Atılım Romanı” adlı makalesinden…
Ömer Uluç‘un Eserlerinden İki Örnek
***
Sıkı ressam Ömer Uluç ile Ece Ayhan tarafından yapılan bir söyleşiye https://zaferyalcinpinar.com/omerece.jpg adresinden ulaşabilirsiniz. İşbu söyleşi önce 1988 yılında Gösteri Dergisi’nde yayımlanmış, daha sonra da YKY’den çıkan “Hay Hak! Söyleşiler” adlı kitapta yayımlanmıştır.
Çoğu zaman dili, içinde çekiç, kalem keski, kibrit, çivi ve tutkal bulunan bir takım sandığına benzetirim. Bu çeşitli aletlerin arasında büyük farklar olsa da, bu nesneler tesadüfen oraya konulmuş olamaz; kullanıldığı yerler farklı olsa bile aralarında bir “aile benzerliği” vardır. Oysa tutkal ve keski arasında oldukça büyük bir fark görülür.
Yeni bir alana yöneldiğimizde dilin bize oynadığı oyunlara sürekli olarak şaşırırız.
Bir kelimeyi tartışırken, daima onun bize hangi yollarla öğretildiğini sorarız. Bu bir anlamda birçok karmaşık düşünceyi yok eder, diğer yandan ilkel bir dil elde etmiş oluruz.(…) Örneğin “Bunun veya şunun rüyasını gördüm” demeyi nasıl öğrendik? İlginç olan bunu bize bir rüya gösterildiği için öğrenmiş olmadığımızdır. Bir çocuğun “güzel”, “iyi” gibi ifadeleri nasıl öğrendiğini düşünürsek, onun bu ifadeleri bir tür ünlem gibi öğrendiğini keşfederiz.(Ayrıca “güzel” hakkında her zaman konuşulur, çünkü pratikte çok az karşılaşırız) Genelde bir çocuk “güzel” gibi bir kelimeyi yiyeceklerle bağdaştırır. Bu kelimeleri ona öğretirken abartılı el hareketleri ve yüz ifadeleri çok büyük önem taşır. Kelime bir yüz ifadesi veya el hareketi yerine kullanılır.(…)
Dilini bilmediğimiz, yabancı bir kavime katılsak ve kendi dilimizde “iyi”, “güzel” vs. anlamına gelen kelimeleri öğrenmek istesek, bunları neye göre seçmemiz gerekir? Herhalde bir gülümseyiş, belli bir el kol hareketi, yiyecekler, oyuncaklar ararız. (…) “Ağaçlar rüzgârda sallanırken birbirleriyle konuşurlar” sözünü hatırlamak gerekir. Burada ağaçların dalları, insanların kollarına benzetiliyor. (Her şeyin bir ruhu vardır.) Şüphesiz yabancı bir kavmin insanlarının el kol hareketlerini bizimkilere benzer bir şekilde anlamak gerekir. Bu bizi alışılmış estetikten -ve etikten- ne kadar uzaklaştırıyor! Belli kelimelerden değil de, nedenlerden ve faaliyetlerden dolayı hareket ediyoruz.
Bu şartlar altında kullanılan kelimelerin çoğunun “güzel”, “hoş” vs. gibi sıfatlar oluşu dilimizin bir özelliğidir. Fakat bunun gerekli olmadığı da apaçık ortada. Başlangıçta bunların ünlem olarak kullanıldıklarını gördük. “Bu hoş!” demek yerine sadece “Ah!” demem veya gülümsemem ya da karnımı okşamam bir şey farkettirir mi? Bu ilkel dil yeterli olduğu sürece, kastetmek istediğimiz kelimelerin veya nesnelerin gerçek anlamlarıyla -yani “güzel” veya “iyi” diye tanımladığımız şeylerle- ilgili bir sorun yaşanmaz.
Ludwig Wittgenstein
“Estetik , Betimleme, Din ve Freud Hakkında Dersler”
Çev:Zeki Algün, İlya Yayınevi, 2001, ss.24-28
Nedenleri Roland JACCARD sıralamış…
Cogito Dergisi’nin “Sessizliğin Grameri: Wittgenstein” konulu 33. sayısında yer alan yazıya https://zaferyalcinpinar.com/witt50.pdf adresinden ulaşabilirsiniz.
Nietzsche’nin “Dionysos-Dithyrambos”ları –şiirleri… Oruç Aruoba’nın işbu şiir çevirileri “Yazı” adlı derginin 1978 yılında yayınlanan 3. sayısında yer almıştır. Şiirlere https://zaferyalcinpinar.com/dionysos.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.
“Güneşe İlahi”, Luciano Ori
“Buluntu Şiir”, Haz: Levent Kavas, 6:45 Yayınları, 1996, s.74
Ağzıbozuk Bir Minyatür…
Tapaj edildi…
Bkz: https://subculturia.blogspot.com/2010/01/morotesi-requiem-agzbozuk-bir-minyatur.html
(…)Tavanı aynalıdır oranın.
Çağrılılar baş aşağı sarkıyorlar tavandan; üzerine mumlar dikilmiş pespembe bir düğün pastası tavanın tam ortasından aşağı sarkıyor—bir ineğin memesi gibi.
Çevresinde, smokinlerden ve tuvaletlerrden siyah yuvalarına geçirilmiş ampuller gibi kel kafalar ve yapılı saçlar parlıyor. Yüzlerini hiç göremiyor insan. Birisinin tepesinde ufacık bir açıklık var; bir çorabın topuğundaki delik kadar; öylesine ufak ki, istese kapatabilir insan siyah mürekkeple.
Bir başka kel kafa, olgun bir elma gibi ışıl ışıl parlıyor; derisinin altında, tıpkı elmanın çekirdekleri gibi, üç düşüncenin durduğunu görebiliyor insan: İkisi kara, birisi açık renkte, olgunlaşmamış daha.
Özenle taranmış saçların ayrım yerleri, çocukların domuz biçimi kumbaralarının yarıkları gibi parlıyor.(…)
Andrey Voznesenski
“Oza”, Çev: T. Gönenç, Ada Yayınları, 1986, s.34
(…)
Özgürlüge adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi, hep birlikteyiz,
ey halkım, unutma bizi, unutma bizi, unutma bizi, UNUTMA BİZİ!
Uğur Mumcu
(1942-1993)
Orta kişi, ölçü olarak işe yarar sözgelişi. Bütün ortaların, ortalamaların görevi de budur. Bir ortalama, değişmez bir başörnek olarak bulgulanmamıştır. Ne gülünç bir bir yanılgıya düşmüşüzdür Orta Kişi konusunda. Gerçekte o, karşılaştırma işinde bir ölçüt olsun diye bulgulanmıştır. Bir ölçüt olarak bulgulanmıştır, tıpkı öbür ölçütler gibi, metre gibi, gram gibi, para birimi gibi. Budur işi –başka hiçbir şey değil. Tapınılsın diye bulgulanmamıştır. (…) Ama insan kafası bu kurumu kendi işlerine yarasın diye bulgulamıştır. Güzel. Nedir bu işler? Her şeyden önce, gerekli durumlarda, yaşayan bir insanı, yaşayan başka bir insanla karşılaştırmak: tıpkı paranın, bir koyun budunu Keats’ın şiirlerini toplayan bir kitapla karşılaştırmamıza yarayacak bir buluştan başka bir şey olmayışı gibi. (…) Orta Kişi, insanlığın birimidir.
D.H. Lawrence
Anka Kuşu, Çev: Akşit Göktürk, Bilgi Yay. s. 84
Orkide Bahçesi. Fevkalede şeyler söylüyor: “Yüzebiliyorum işte! Ama yalnız iki kez. Sonra ölesiye yorgun düşüyorum.” (…) Günler sıcak ve güneşli, asfalt bana göre değil, kafamın ardında durmadan süren bir basınç var. Bu arada bol bol zaman geçiyor, onu kullanmıyorum, tersine, güneş yanığı olduktan sonra derinin kalkıp dökülmesi gibi, zamanın geçmesinden hoşnutum. Her şeyi suçluyorum, çok ışık alarak göz kamaştıran ve camından bulanık ve sahte bir gökyüzü gösteren büyük pencereyi de. (…) Hiçbir zaman Goethe ya da Hebbel gibi gelişmiş bir felsefem olacağını sanmıyorum, onlar düşünce yönünden, tramvay biletçilerinin belleklerine sahiplerdi. Kendi görüşlerimi her defasında unutuyorum, onları ezberlemeye bir türlü karar veremiyorum. Kentler, serüvenler, yüzler beynin kıvrımlarında bir otun yaşamından çok daha hızlı sönüyor. Birgün yaşlanınca, ne yapacağım, tırpanlanmış geçmişimle ve kendini beğenmiş çolaklıktan fazla bir şey olmayacak, örselenmiş düşüncelerimle birlikte ne zavallı yaşayıp biteceğim. (…) Yağmur insanın kafasındaki son düşünceleri de siliyor. (…) Düşünceler kışın birikirler. Kâğıt beni çekmiyor artık, bir yarasa gibi tembelliğin çatısına asılıyorum: Ense kökü aşağıya sarkık! (1920)
(…)
Garga’yı bir deha yapmak gerekirdi. Yoksa, bir ödül dövüşçüsü olacak. O, yalnız dövüşmekle kalmamalı, aynı zamanda tütün içmeli, çocukluk etmeli ve ilgi duymalı. Belli bir üstünlük, çocuksu alaycılık, kaygısızlık! Yavaştan yürümeli, tembel, gaddar, büyük el ve ayaklarla. (…) Ayrıca, suratlar değil, çehreler çiziyorum. Asıl dışavurumculuk işte burada yatıyor! İnsan kılığında kuvvetler değil, zihinsel yaratıklar olarak insanlar! Ben aslında öykü-düşünce’den hareket ediyorum. Önce öyküm ve insanlarım var. Öyküyü ben yapıyorum, daha doğrusu: o beni yapıyor.
Beynin kara hırsı: Kazanmak. (1921)
Bertolt Brecht
“Günce”, Çev: Y. Pazarkaya, Düşün Yayınevi, 1998, 2. Baskı
Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com