Sezer Tansuğ, “Yeni Dergi”nin 1968’de yayımlanan 48. sayısının “değinmeler” bölümünde Ece Ayhan’ın “Ortodoksluklar” adlı kitabına ilişkin bir yazı kaleme almış… O günlerde “Ortodoksluklar” yeni yayımlanmıştı… Sözkonusu yazının tam metnine https://zaferyalcinpinar.com/ecesezertansug.jpg adresinden ulaşabilirsiniz…
29
2010
Şiir, felsefe için, tek ayrıcalıklı sanattır. (Oruç Aruoba)
Notos Öykü Dergisi’nin Ağustos-Eylül 2010 tarihli 23. sayısında Kaan Özkan, Oruç Aruoba’yla bir söyleşi gerçekleştirmiş.
(…)
Kaan Özkan: Okur karşısında bu kadar yalın olmak aynı zamanda bir sahiciliği de ifade etmiyor mu? Gerçi “sahici ben” diye halihazırda verili bir şey olmadığını bilerek ve sadece hesaplaşmanın apaçık yürütülmesini kast ederek soruyorum bu soruyu…
Oruç Aruoba: Yazdıklarımı hiçbirzaman “okur karşısında” yazmadım -yayımlanmaları birçok başka koşul gerektirdi. Wittgenstein’ın dediği gibi, “kendimle kafa kafaya vererek” yazdım; yazdıklarım çok sonradan ‘kitap’ olup iki kapak arasında, bir cilt içinde biraraya geldiler, “okur önüne” çıktılar.
“Yalınlık-Sahicilik” açısından, Simplex sigillum veri (Yalınlık hakikatin mührüdür) diye eskil saygıdeğer deyiş vardır. O yalınlık düzeyine bazen ulaşabildiğim belki söylenebilir; ama bunun böyle olup olmadığını ben yargılayamam.
(…)
K.Ö.: Felsefeyle özellikle şiiri bir hayli yakın buluyorsunuz. Şiiri ayrıcalıklı kılan ne?
O.A.: Yakın değil, neredeyse özdeş buluyorum. Şiir, felsefe için, tek ayrıcalıklı sanattır-bütün öteki sanat dallarını teker teker ve birlikte ele alıp “genel” sanat içinde nasıl yanyana bulunduklarını ortaya koyabilince, şiir hep aynı durur-hepsinin altında ya da üstünde, ama yanında değil… Şöyle: her bir sanat dalı kendine özgü “malzemesiyle” -kâğıt, çizim, renk, taş, ses, vb -anlam kurar; oysa şiir anlamla anlam kurar-malzemesi de ürünü de anlamdır.Tabii ki dili -sözcükleri ve tümceleri- kullanır; ama, bunlarla -onların anlamlarıyla- kurduğu, başka, yeni bir anlamdır. Kendine ‘verilmiş’ olan ‘doğal’, ‘gündelik’ dil içinde varolan, işleyen anlam birimlerini yeni bağlantılar içinde işleyerek, daha önce varolmayan anlam bütünlükleri kurar, yaratır. -Haydi bir küçük örnek: “duman”ın da “dağ”ın da ne anlama geldiğini biliriz; ya, bir dizede “dumanlı dağlar” kuruluşu geçince, ne anlarız -şair ne demektedir?..
(…)
Söyleşinin tam metnine https://zaferyalcinpinar.com/aruobasoylesi.jpg adresinden ulaşabilirsiniz. Kaan Özkan’ın gerçekleştirdiği söyleşideki fotoğraflar Özer Sayın’a ait…
29
2010
Aruoba İle Söyleşi (Kuzey Yıldızı, 2002)
(…)
KY: Türkiye’deki felsefe bölümlerinin eğitimini nasıl buluyorsunuz? Bu bağlamda felsefe okumak isteyen birine ne gibi tavsiyelerde bulunabilirsiniz?
OA: “Eti nasıl buldunuz?” diye soran garsona müşterinin verdiği yanıttaki gibi: “Patateslerin arasında zorlukla”… Türkiye’de felsefe hocaları hep bir ‘dışarlıklı’ akımının ‘Türkiye acentesi’ oldular, yani felsefeyi ‘ithal’ ettiler. ‘İthal felsefe’ felsefe değildir. Tabiî ki ‘etkilenme’ denen şey vardır; ama, felsefe tarihi okumaları ancak kendi düşünceleriniz için hareket noktaları oluyorsa bir işe yarar — ya da, kendi düşündüğümüz birşeyler varsa, kendinize yakın düşünürler bulursanız; yoksa, birilerinin kötü bir kopyası olarak kalırsınız. — Felsefe okumak isteyene bulunabileceğim tek tavsiye, kendisi, okumak… Yıllar önce, bir öğrencim doktora yapmak için yurtdışına gidiyordu; bana, ne yapmasını tavsiye ettiğimi sordu. Şöyle birşey dedim: “Git, kendine yakın bulduğun bir filozof bul, seç, onu ıcığına – cıcığına varasıya oku, anla, öğren; sonra da, unut.”
(…)
Kuzey Yıldızı‘nın 5. sayısında (Ekim-Kasım 2002) Oruç Aruoba ile gerçekleştirdiğimiz söyleşinin tam metnine https://www.kuzeyyildizi.com/dergi/5/soylesi.oruc.aruoba adresinden ulaşabilirsiniz.
29
2010
Ada Çarpıntısı
(….)
köpekler gece bekçiliğinden yorgun tek gözleriyle bana bakıyor
sigaradan ölmüş bir balıkçı denizin ortasından beliriyor
bir hayalet gibi kendinden sarhoş kahvede
akşamdan kalanlar genç çaycıya ters bakıyor: “nasıl çay bu!”
_______________________________çaycı da akşamdan kalma
sevgilisizlikten ve geleceksizlikten
meramet ustası büyük bir ağ yığınına bakıyor
_______________________________bütün bir iş gününe
bir fırıncı kendine süt dolduruyor
tekneler inip kalkıyor
derinde bir çapa
______________kalamasını harcıyor
tarıyor yavaş yavaş teknesi
_____________________iskeleye değiyor
(…)
Zafer Yalçınpınar
Şiirin tam metnine https://zaferyalcinpinar.com/s85.html adresinden ulaşabilirsiniz.
27
2010
“İLHANBERKİĞNE”… daima…
28 Ağustos 2008’de vefat eden sıkı şair ve uçbeyi İlhan Berk’i saygıyla anıyoruz…
Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan tüm İlhan Berk ilgilerine, alıntılara ve buluntulara https://zaferyalcinpinar.com/blog/?tag=ilhan-berk adresinden ulaşabilirsiniz.
*
İlhan Berk’in vefatının ardından 4 Eylül 2008’de kaleme aldığım “İlhanberkiğne” adlı yazının tam metnine -ki bu yazı Birgün Kitap Eki’nde de yayımlanmıştı- https://zaferyalcinpinar.com/ilhanberkigne.pdf adresinden ulaşabilirsiniz. (Zy)
İlhan Berk’ten Zy’ye…
*
İlhan Berk ve Zy (2006)
27
2010
İlhan Berk Defter Kapakları Sergisi’nden Görüntüler (2006)
Kasım 2006’da Yapı Kredi Kültür Sanat A.Ş. tarafından gerçekleştirilen “İlhan Berk Defter Kapakları” sergisinden bazı görüntüler…
Fotoğraflar: Zy
27
2010
Ağaçlardan Arkadaşlarım Oldu; “İncir” ya da “İlhan Berk”
Mayıs 2010’da diktiğim incir fidesi ya da “Uzun Bir Adam” olarak “İlhan Berk” (Zy)
*
İlhan Berk’in “Dün Dağlarda Dolaştım Evde Yoktum” adlı eserinden bir görüntü…
27
2010
Karga Mecmua’da Futuristika!
Karga Mecmua‘nın Ağustos-Eylül 2010 tarihli 41. sayısında Futuristika! taifesiyle gerçekleştirdiğim “Futuristipolojik” -o da ne demekse!- bir söyleşi yer almaktadır.
Söyleşinin tam metnine https://www.futuristika.org/curva-f/kargamecmua-futuristika-roportaj/ adresinden ulaşabilirsiniz.
27
2010
Hareketsizliğin Araştırılması (Philippe Petit)
Hareketsizlik ipte dansın gizidir. Özsuyudur.
Ona “ulaşabilmek” için zaman o kadar önemli değildir.
Yoksa “yaklaşmak” için mi demeliydim?
(…)
En uygun adımlarınızı atarak ipin ortasına gelin.
Dengenizi sağlayın. Bekleyin. Sırık yatay durumla karışacak, beden iki güçlü ve sabit ayak üstünde duracaktır: Bundan sonra hızla hareketsizlik gelir.
Bunu düşüneceksiniz.
Hareketsiz sanacaksınız kendinizi; kımıldamıyorum artık, hareketsiz durumdayım.
Ya gözeten ve başıboş dolaşan bakışlarınız? Ağaçlarda dolaşan bakışlarınızı yakaladım. Ya kafanızın içindeki, soldan sağa kekeleyen düşünceler? Yağmur mevsiminde dereler gibi çağıldayan damarlarınızdaki kan? Ya saçlarınızdaki rüzgâr? Ya havada sallanan ip? Çiğnediğiniz ve yuttuğunuz hava? Ne gürültü patırtı ama!
(…)Nefesinizi tutacağınız anı kollayın. Dünya ötesi bir ağırlık, soluğunuzu yönelteceğiniz bu ip karşısında ezecektir sizi; hava ipin bir ucundan girecek, ip boyunca yavaş yavaş yol alacak, ayaklarınızın altını delecek, bacaklarınızdan yükselecek, bedeninizi istila edecek ve nihayet burun deliklerinize ulaşacaktır. Ve bu hava aynı şekilde aynı yerden geri dönecektir; aşağı inecek, her kasın çevresinde akacak, ayak çizgilerinizle birleşecek, iple bütünleşecek olan havayı dudaklarınızın ucundan yavaşça atacaksınız. Havayı yarı yolda bırakmayın, geldiği gibi ipin ucundan kaçıncaya kadar peşinden ayrılmayın. Solunum, yavaş, gevşek, ip gibi uzun olacaktır.
Beden, iple, bir kaya gibi bütün olacaktır bir şekilde.
Denge objesini hissedeceksiniz. İp siz olacaksınız.
Philippe Petit
“İp Cambazı”, Çev: İsmail Yerguz, Sel Yay., 2006, s.38-39
27
2010
İp Cambazı
(…)
Korkusundan gurur duyan.
Tellerini uçurumların üstüne germeye cesaret eder,
(…)
Uzaklara gider ve dağları birleştirir.
(…)
İp cambazıdır.
Philippe Petit
“İp Cambazı”, Çev: İsmail Yerguz, Sel Yay., 2006, s.23
26
2010
Özge dir.
1. bu yalnızlığı kendisinin yaratmadığını bilirdi.
2. diliyle keskin görüp uçarak öğrenmişti.
3. ikincil yanı vardı, her şeyle buluşmuştu.
4. kendi güneşini kapatan kızgın bir buluttu.
5. gölgesiz bir ipte elli cambaz oynattı.
6. koşarken ayaklarının altına sabun bağlardı.
7. toprağa gider her gece şiir tohumları atardı.
Zafer Yalçınpınar
19 Eylül 2004 Pazar
Özge Dirik’in ölümünden üç hafta sonra.
25
2010
İmgelenebilme
(…)Somut bir nesnenin, herhangi bir gözlemcide güçlü bir imge uyandırabilme olasılığının yüksek olması. Çevrenin zihindeki imgesinin işe yarar ve canlı bir biçimde belirlenebilmesini, güçlü bir biçimde kurulabilmesini kolaylaştıran şeyler, biçim, renk ya da düzenlemedir. Buna okunabilirlik, hatta belki daha da yüceltilmiş bir anlamda görünürlük de diyebiliriz, bu durumda nesneler yalnızca görünebilmekle kalmaz, duyulara çarpıcı bir biçimde şiddetle sunulurlar.
Yarım yüzyıl önce Stern, sanatsal bir objenin bu niteliğini ele almış ve ona “gözle görülebilirlik” adını vermiştir. Sanatın tek amacı bu değilse de, Stern sanatın iki temel işlevinden birinin, biçimsel belirginlik ve uyumluluk sayesinde güçlü bir biçimde algılanacak görünüş gereksinimini karşılayacak imgeler yaratmak olduğunu sezmişti. Stern, içsel anlamın ifade edilebilmesi yolunda atılacak ilk önemli adımın bu olduğunu düşünüyordu.
Bu alışılmamış anlam çerçevesinde imgelenebilen (…) iyi biçimlendirilmiş, farklı ve ilginç görünür; gözün ve kulağın daha dikkatli olmasını, olaya katılmasını ister. Böylesi bir çevrenin duyumsal açıdan kavranışı yalnızca basitleştirmekle kalmayacak aynı zamanda genişletilip derinleştirilmiş olacaktır. (…)
Kevin Lynch
“Çevrenin İmgesi”, Çev: İlknur Özdemir, Cogito Dergisi, Yaz, 1996, s.159
25
2010
Ağustos Adası’ndan…
Marmara Adası, Ağustos, 2010
Fotoğraflar: Zy
Ayrıca bkz: https://zaferyalcinpinar.com/kendinianlatan/kendinianlatan.html
24
2010
Liberal Paradigma
(…) Meşru olan ile meşru olmayan iktidar arasındaki temel liberal ayrımı bir kenara bırakan Foucault, modern iktidarın “yerel, süreğen, verimli, kılcal ve dışadönük” karakterini gün ışığına çıkarır. İktidarın “maddi zorlamalarla sıkıca örülmüş ağı” -uysal bütünlüklerin ve kendi kendini gözeten öznelerin üretilmesinde kullanılan değişik mikroteknikleri-, öyle uzun bir süre boyunca görünmez kalırlar ki, biz buna bir “bağımsızlık” gibi muamele ederiz. Yine de bu, anlaşma üstüne kurulu ve liberal kuramın, meşruluk sorunsalına empoze ederek tekrar tekrar ileri sürdüğü hakların korunmasını amaçlayan klasik iktidarın bir tarihi hata olan modelidir. Liberal paradigma, böyle yaparak, modern disiplinin ve hükümranlığın giderek gelişen sinsi biçimlerini gözden ırak tutmaktadır. (…)
Dana R. Villa
“Postmodernlik ve Kamusal Alan”, Çev: Bahar Öcal Düzgören,Cogito Dergisi, Yaz, 1996, s.264
19
2010
Yeni Kapitalizm’in Kurumsal Mimarisi
Bu yeni yapı bir MP3 çalar gibi işler. MP3 makinesi, repertuarından yalnızca birkaç parça çalmaya programlanabilir; keza, esnek şirket de, herhangi belli bir zamanda pek çok olası işlevinden yalnız birkaçını seçip yerine getirebilir. (…) Doğrusal gelişmenin yerini, oradan oraya sıçramaya istekli bir mizaç alır. (…)
Kurumların üç yapıtaşı -geçicileştirme, katmansızlaştırma ve doğrusal olmayan sıralama- bir arada ele alındığında, şirketin zaman çerçevesini daraltır; acil ve ufak görevler odak noktası haline gelir.(…) Yeni analitik teknolojiler, firmaların Michel Foucault’nun “panoptik gözetleme” dediği şeyle meşgul olmasını olanaklı kıldı; bu teknolojiler kaynakların ve performansın gerçek zamanlı haritalarını bilgisayar ekranına taşıdı. (…)
Yeni, esnek düşünüşte önemli olan, en iyi sonucu mümkün olan en kısa sürede üretmektir. Bu daha modern bir verimlilik ölçütüdür. Bu tür bir şirket içi rekabet, iktisatçı Robert Frank’in “kazanan her şeyi alır” dediği türden ödüllere yol açar: Büyük ödüller sadece kazanan takıma verilir, teselli ödülü ya birkaç tanedir ya da hiç yoktur.(…)
Danışmanlık işi, toplumsal mesafenin gerçek hayatta nasıl işlediğini anlamak için mükemmel bir örnek. Danışmanlar, modern bürokratik hayatın temel bir malzemesi; onun makinelerini yağlıyorlar. İlkede, danışmanların amacı nesnel tavsiyeler vermek ve stratejiler geliştirmek; oysa uygulamada, şirketin çevresindekilerin etkinliklerini örgütlemek -zorunlu emekliler, departmanların kaldırılması, hayatta kalmayı başaranlara yeni görevler vermek- gibi acı verici bir iş yapıyorlar. (…)
Yöneticiler firmalarının “kağıt üzerinde üstünkörü örgütlenmiş” olduğunun farkına vardılar. Sonuç, kolaylıkla parçalanabilen ağlardır.
Düşük toplumsal sermayeli kurumlarda, bir firmada toplumsal sermayeyi kimin inşa ettiği konusundaki farkındalık da genellikle eksiktir; toplumsal sermaye aşağıdan yukarı doğru inşa edilir. Bir firmanın kültürü, bütün kültürler gibi, sıradan insanların o kurumdan çıkardığı anlama bağlıdır, tepeden gelen açıklamaya değil. Kapitalizmde başı çeken tuhaf firmalarda buyruk üstüne buyruk verilir, hızla ve durmadan; yorumlama olanağı, sıradan işçiler arasında, düşer ve yorumlama süreci -bu bukalemun şirketlerden anlam çıkarmak- giderek daha fazla güçleşir.
Kurumların denetimini elinde tutmayanlar açısından en büyük sorun, bir toplumsal içerme duygusu oluşturmadaki güçlüktür ve kökeni mesleki kimlik meselesinde yatmaktadır.(…)
Kimlik ne yaptığınızdan çok nereye ait olduğunuzla ilgilidir; bu genel bir kuraldır. 1970’lerde görüşme yaptığım erkek işçiler için çalışmanın ailevi ve toplumsal bir onur kaynağı olarak derin bir öneme sahip olduğundan ve bu önemin işin kendi içinde getirdiği her türlü tatminden tamamen ayrı olduğundan emindim. Yani mesleki kimliklerini oluşturan, emeklerinin toplumsal sonuçlarıydı. (…) O günden bu güne zaman pek çok şeyi değiştirdi.
(…) Toplumsal kapitalizmin erozyonu yeni bir eşitsizlik formülasyonu yarattı. Yeni sayfa tezi, değişimin insanları demir kafesten (piramid örgütlenme ve bürokrasiden) kurtaracağını iddia etmişti. Eski kurumsal yapı, esnek örgütler alanında gerçekten de yıkıldı. Onun yerine yeni bir iktidar coğrafyası geldi: Bürokrasinin ara katmanlarının durmadan azaldığı kurumlarda iktidarın merkezi, çevreyi kontrol ediyor. Bu yeni iktidar biçimi kurumsal otoriteden sakınıyor, toplumsal sermayesi düşük. Başı çeken örgütler, sadakat, enformel güven ve kurumsal bilgi konularında eksiklikler yaratıyor. Bireyler söz konusu olduğunda, çalışmanın değeri yüksek kalabilse bile, işin kendisinin manevi prestiji dönüşüyor; başı çeken şirketlerdeki işler, çalışma etiğinin iki kilit unsurunu yerinden çıkarıyor: sonraya bırakılmış doyum ve uzun vadeli stratejik düşünme.
Toplumsal olan her şey böyle böyle küçülürken kapitalizm yerinde duruyor. Eşitsizlik giderek artan bir şekilde yalıtıma bağlanıyor. Siyasetçiler ise bu tuhaf dönüşümü kamu alanındaki “reformlar” için bir model olarak kullanıyorlar.
Richard Sennett
“Yeni Kapitalizmin Kültürü”, Çev. Aylin Onacak, Ayrıntı Yay., 2009, s. 15-61
18
2010
Birbirlerinin üzerine yığılıyorlardı.
(…)
Kafka her zaman düşüncelerini ifade etti ve buna kesin olarak karar verdiği andan itibaren (günlüğünde ya da düşüncelerini not aldığı yazılarında) her kelimeyi bir tuzağa dönüştürdü (tehlikeli yapılar inşa ediyordu; kelimeler belli bir mantık düzenine göre sıralanmıyor, birbirlerinin üzerine yığılıyorlardı; sanki tek yapmak istedikleri şaşırtmak, yoldan çıkarmaktı; sanki doğrudan doğruya şaşırmakla başlayıp yolunu kaybetmeye kadar giden süreçlerden asla bıkmayan yazarın kendisine hitap ediyorlardı).
Gösterilecek en boş çaba, salt edebi nitelik taşıyan kimi yazılarına bir anlam vermektir; bu tür yazılarında okur, olmayanı yaşadığı izlenimine kapılır; okuyucunun edineceği en iyi izlenim ise, daha önce var olanı yaşamaktır, ama bir kez olsun kabaca biçimlendirilmeye kalkışıldığında ve en utangaç doğrulamayla karşı karşıya kalındığında bile, daha önce var olanı hemen gizler.
Georges Bataille
“Edebiyat ve Kötülük”, Çev: Ayşegül Sönmezay, Ayrıntı Yay. 2.baskı, 2004, s. 123
18
2010
1967’de Kerim Çaplı
Sağolsun, Metin Kızılcalıoğlu, yine Kerim Çaplı‘ya ilişkin önemli buluntuları Evvel Fanzin’e iletti. https://www.60sgaragebands.com/sundowners.html adresinde yer alan bilgiler bizim için gerçekten çok değerli… Bu web sitesinde yazılanlara göre Kerim Çaplı, The Sundowners’da davul çalarken grup 1967 yılında The Monkees’le birlikte turneye çıkıyor. Ardından The Sundowners, Jimi Hendrix’le birlikte turnesine devam ediyor. Sitede Kerim Çaplı’nın iki ilginç fotoğrafı bulunmakta… Aşağıda fotoğrafları paylaşıyorum. Bununla birlikte, The Sundowners’ın sözkonusu 1967 turnesinden bir kayıt da paylaşılmış. Kayıtta Kerim Çaplı davulları çalıyor. Kaydın mp3’üne https://zaferyalcinpinar.com/sundowners67.rar adresinden ulaşabilirsiniz.
Tüm bu materyaller ve bilgiler The Sundowners’dan Dominick Demieri’nin arşivinden…
Kerim Çaplı, 1967’de The Sundowners’da çalarken…
(İşbu fotoğrafı “Kim Capli” olarak imzalamış.)
*
18
2010
Yavuz Çetin ve 1977 Peugeot
Yavuz Çetin’in 34 KBP 09 plakalı 1977 model Peugeot marka arabası…
Fotoğraf, “Satılık” adlı albüm çalışmaları sırasında çekilmiş.
Kaynak: https://www.fankitonki.com
Hamiş: https://www.fankitonki.com adresinde yer alan web sitesinin Yavuz Çetin’e adanmış web sitelerinin içerisinde en sıkısı olduğunu da ifade etmem gerekiyor.
18
2010
Yavuz Çetin’in albümlerinde yer almayan bazı kayıtları…
Yavuz Çetin’in albümlerinde yer almayan bazı şarkı ve cover kayıtlarına https://www.fankitonki.com/icerik/diskografi/albumdisikayitlar.html adresinden ulaşabilirsiniz…
16
2010
Yeni Kapitalizm
(…)İstikrarsız, parçalara ayrılmış toplumsal koşullarda ancak belli türden bir insan başarıya ulaşabilir. Bu ideal kadın ya da erkeğin başa çıkması gereken üç güçlük vardır.
Birincisi zamanla ilgili: Görevden göreve, işten işe, bir yerden başka bir yere göç ederken insan kısa süreli ilişkileri ve kendini nasıl yönetir? Kurumlar artık uzun süreli bir çerçeve sağlamaz olduğunda, birey kendi yaşam anlatısını doğaçlamak, hatta süregiden bir benlik duygusundan yoksun yaşamak zorunda kalabilir.
İkinci güçlük yetenekle ilgili: Gerçekliğin talepleri değişirken yeni beceriler nasıl geliştirilir, potansiyel kabiliyetler nasıl günışığına çıkarılır? Pratikte, modern ekonomide pekçok becerinin raf ömrü kısa; teknolojide ve bilimlerde, tıpkı ileri imalat biçiminde olduğu gibi, işçilerin ortalama olarak her sekiz, on iki yılda bir yeniden eğitilmeleri gerekiyor artık. Yetenek de bir kültür meselesi. Ortaya çıkmakta olan toplumsal düzen, zanaatçılık idealini, yani tek bir şeyi gerçekten iyi yapmayı öğrenme idealini köstekliyor; bu tür bağlılık ekonomik açıdan çoğu zaman yıkıcı olabiliyor. Modern kültür, zanaatçılığın yerine, geçmiş başarıyı değil potansiyel kabiliyeti öven bir meritokrasi fikri geliştiriyor.
Üçüncü güçlük bunun devamı olarak ortaya çıkıyor ve feragatle, yani geçmişi geçmişte bırakmakla ilgili. Dinamik bir şirketin başkanı geçenlerde, onun şirketinde çalışan hiçkimsenin oturduğu koltuğun sahibi olmadığını, geçmişteki hizmetlerin hiçbir çalışanın koltuğunu garanti altına almadığını ileri sürdü. İnsan böyle bir iddiaya nasıl olumlu tepki verebilir ki? Bunu yapmak için, halihazırda sahip olunan deneyimleri hesaba katmayan ilginç bir kişilik özelliği gerekiyor. Bu, halihazırda sahip olduğu şeyleri kıskançlıkla koruyan mal sahibinden çok, mükemmel şekilde iş görür de olsa eskiyi elden çıkaran, hep yeni şeylere heves eden tüketicide bulunabilecek bir kişilik özelliğine benziyor. (s.11)
(…)Karakter Aşınması adlı kitabımın konusuydu bu. Böylelikle, yeni kapitalizmin kültürel idealini en gürbüz haliyle görme şansım oldu. Bu yeni insana, kısa vadeli düşünerek, potansiyelini geliştirerek ve hiçbir şeyden pişmanlık duymayarak zengin olacağı fikrini aşılayan bir patlama söz konusuydu sanki. Oysa ben, akıntıya kapılmış sürüklendiğini hisseden koca bir orta sınıf bireyler grubu buldum karşımda.(s.13)
(…)Yeni kapitalizmin havarileri, bu üç konuyu -iş, yetenek, tüketim- kendi ele alış biçimlerinin, modern topluma daha fazla özgürlük, akıcı bir özgürlük, düşünür Zygmunt Bauman’ın yerinde deyişiyle “akışkan modernlik” kattığını iddia ediyor. Bu insanlarla aramdaki çekişme onların “yeni” yorumunun doğru olup olmadığı konusunda değil; kurumlar, beceriler ve tüketim kalıpları gerçekten değişti. Benim iddiam, bu değişimlerin insanları özgürlüğe kavuşturmadığı.(s.17)
Richard Sennett
“Yeni Kapitalizmin Kültürü”, Çev. Aylin Onacak, Ayrıntı Yay.,2009
16
2010
En la membrana (Mauro Cesari)
Andrew Topel‘in “Avantacular Press” projesi son dönemde çok ilginç görsel şiir deneyimleri ortaya koymaya başladı. Bunlardan biri de Mauro Cesari‘nin “En la membrana” adlı çalışması…
Kitabın tümüne https://www.scribd.com/doc/35953954/En-La-Membrana adresinden ulaşabilirsiniz.
“En la membrana” by Mauro Cesari