Eyl
25
2010
0

Yeni Sinsiyet Tipolojisi’nin “Biz” Söylemi ve Retorik Arsızlığı (22 Eylül 2010)

Yeni Sinsiyet olarak kavramlaşan tavrın projelendirdiği birliktelik görüngüsü, hayret verici bir biçimde “tipoloji” tanımıyla çelişmektedir. “Yeni Sinsiyet ve Bazı Enstrümanları” adlı yazımda bu durumdan kısaca bahsetmiştim. Şu an okumakta olduğunuz yazıda ise söz konusu “kök çelişki”nin ya da “kök yanılsama”nın salınımlarından, Yeni Sinsiyet’in sentetik yüzlerinden ve haysiyetsizlikle çoğalan, yaygınlaşan “biz” söyleminden bahsetmeye çalışacağım.

Yeni Sinsiyet’in çeşitli enstrümanlarını kullanarak “cehalet alanı”nda icra ettiği girişimler ve bu enstrümanların işlediği çürük değer yargılarıyla ateşlenen yandaş-paydaş etkileşimleri, söz konusu alanın bir ortama dönüşüm sürecini tamamlamıştır. “Cehalet ortamı” şeklinde ifade ettiğimiz bu oluşumun tamamlanmasının hemen ardından -kendi tanımıyla çelişen- yeni bir tipolojinin çerçevelenmesi de kaçınılmazdı.

Yeni Sinsiyet’in oluşturduğu -şimdilerde belirgin bir şekilde niceliksel geçerlik kazanmaya başlayan- tipolojiyi incelediğimizde söz konusu birliktelik biçiminin zihinsellik boyutunun olmadığını görürüz. Ortamdaki tüm etkileşimler cehalet ve türevi tözsüz söylemlerle yapay bir şekilde hızlandırılmıştır.  Bu nedenle Yeni Sinsiyet’in uygulayıcılarının ağzına dolanan “biz” söyleminin niteliksel bir derinliğinin olmadığı aşikârdır.  Yeni Sinsiyet tipolojisinin “biz” söylemi -her şeyden önce- liyakata dayalı değildir. “Kifayetsiz bir muhteris” olmak, Yeni Sinsiyet’in aradığı, cehalet ortamına katabileceği en elverişli ve yaygın karakter olumsuzluğudur, kullanım potansiyelidir. Kifayetsiz muhteris, yıllar öncesinden başlayan bir deneyim aktarımı  ya da analitik çıkarım, süreç, emek, odaklanma, zanaat,  haysiyet ya da uzgörü  gibi değerleri umursamaz. Ancak tüm bu değerlere -üstelik de eşanlı olarak- sahipmiş gibi bir aşırı özgüven telkiniyle kendini sürekli besler. (Bkz: Dunning-Kruger Etkisi) Kifayetsiz muhteris  tipolojisinin özgüveninin temel dayanakları cehalet ortamının niceliksel büyüklüğü ve özdeğerlendirme yeteneksizliğidir.

Cehalet ortamında -ortamın kuruluşu gereği- “liyakat” söylemlerine güven yoktur. Çünkü Yeni Sinsiyet’in uygulayıcıları için kullanım değeri olmayan bir şeydir liyakat; cehalet ortamında şüphe uyandıran, kişilerin kafasını karıştıran bir temayüz ya da ayrımcılık gibi tanıtılmış ve önemsizleştirilmiştir. Cehalet ortamının “biz” söylemlerinin hiçbirinde liyakat olgusuna yönelik atıflar bulamazsınız;  Yeni Sinsiyet’in temel yaklaşımı bir konunun tözünü gizlemekle ya da geçiştirmekle ilgili olduğundan cehalet ortamındaki çeşitlemelerde, bir konunun tözüne ulaşmaya çalışan liyakat söylemleri geçersiz ve işlevsiz sayılmaktadır. Yeni Sinsiyet’in retoriği ve dolaşımı -tam da kifayetsiz muhterislerin arzu ettiği gibi- cehalet ortamında yer alanların birbirini ve birbirinin yetkelerini “değer” ya da “kazanım” olarak görmemesi yönünde bir imkân da verir. Bu imkân, cehalet ortamındaki özdeğerlendirme eksikliğini kümülatif olarak arttırmakta ve yanılgıları sürekli kılmaktadır. Yeni Sinsiyet’e göre liyakat, boşunadır ve bulandırıcıdır; cehalet ortamındaki ütüyü bozar.

Yeni Kapitalizm’in meritokrasi anlayışı da böyledir. Tıpkı “tipoloji” tanımındaki çelişkide olduğu gibi, modern meritokrasi kapsamında da tuhaf bir şekilde “liyakat” yoktur. Modern meritokrasinin ilgilendiği tek şey, farklı nedenlerle, farklı zamanlarda, farklı disiplinlerden farklı söylemleri yapay bağlamlar aracılığıyla birleştiren arsız bir retoriği oluşturabilme becerisidir. Bu retorik sarmaşığı, arkaplanında şu tümceyi imler; “Bizimle işbirliği yapın… İşbirliği yapın ki biz niceliksel olarak daha da güçlenelim. Bizi, beraberce büyütelim.” Yeni Sinsiyet’in fetbazlarının “biz” söylemindeki arkaplanı bir katman kadar daha tercüme edip boyayı kazımaya devam edersek; “Yeni garabet alanlarının oluşması ve ardından yeni cehalet alanlarının mevcut cehalet ortamına eklenlenmesi” ezberiyle karşılaşırız.  Günümüzün meritokrasisi “işbirliği yapabilmek potansiyeli” ve “ikna edilebilirlik” üzerine kuruludur.

Tekrarlamamız gerekiyor: Yeni Sinsiyet’in “biz” dediği şey, ön-kabulleri açısından niteliksel değildir; öyle olsaydı, tarihte, tüm tarihimizde “cehalet” denen şeyi bir liyakat olarak kabul etmek zorunda kalırdık ki Yeni Sinsiyet’in fetbazlarının arzu ettiği, dayatmaya çalıştığı tipolojik çelişkilerden biri de budur. Yeni Sinsiyet’in “biz” dediği şey niceliksel bir söylemdir: Nemalanıcılarının zihninde, cehalet ortamını yüksek bir “biz” niceliğine ulaştırmayı amaçlar. Bu nedenledir ki yapısal incelemeler de, araştırmalar da, yüksek sesli mücadeleler de, kitaplar da, yazılar da, kuramlar da, tarihsel gerçekler de Yeni Sinsiyet’in cehalet ortamının “olmayan” niteliğini yıpratamaz.

Yeni Sinsiyet’in  değişken söylem yapısı çelişkileri arttırarak  sentetik bir ön-kabul çeşitliliğine, parçalanmasına yol açmaktadır. Bilgiler, rakamlar, olaylar, aktarımlar ya da alıntılar yapay bağlamlarla -ve bağlaçlarla- kullanıldığında sürekli olarak gerçek öncül önermelerinden, nedensellik ilkesinden, tarihsel arkaplanından, mantık silsilesinden kopmaktadır. Kuramların semantik ve kavramsal bütünlüğü de sürekli olarak parçalanmaktadır; sessiz yığınlara aktarılan ve dolaşıma sokulan bilgiler sürekli konum değiştiren birer lego parçasına, farklı bağlamlarda kullanılan birer enstrümana dönüşmüştür. Bu noktada gerçeklik de legolaştırılmıştır. Söz konusu deformasyon, bilginin ve tarihin göreceli olmayan taraflarını, nedensellik silsilesini, bir bilgiyi öncülleri ve ardıllarıyla birlikte doğru kavramanın, “anlam” denen şeye ulaşmanın önemini -yani bilgiyi bilgi yapan öğeleri- de yıpratır. Legolaşmış ve fragmanlanmış bilgiler farklı formlarda aynı “retorik arsızlığı”na hizmet eder. Yeni Sinsiyet’in fetbazlarının o önlenemez retorik arsızlığına…

Retorik arsızlığının bünyesinde pragmatik itkiler, muhteris tipolojisinin niceliksel yaygınlığı, kolaycılık, hilebazlık, özdeğerlendirme eksikliği, liyakatsizlik ve kifayetsizlik perçinlenmektedir. Yeni Sinsiyet’in “biz” söylemi; tözün gizlenmesi, bulanıklaştırılması ve gerçek öncüllerinden koparak legolaşmış söylemlerin yarattığı bir “çelişkiler trafiği” üzerine kurulmuştur. Bu trafik, Yeni Sinsiyet’in nemalanıcıları açısından çok önemlidir: Cehalet ortamında geçerli olan retorik arsızlığı ile çelişkilerin akışkanlaşması, kabul görmesi, yargıya dönüşmesi, fark edilmemesi, çelişkilere “sessiz” kalınması devasa bir toplumsal unutkanlığı bir etkileşim olarak tekrar tekrar pekiştirir. Unutkanlık, unutkanlık doğurur ve tözden uzaklaşma yolunda devam eder: Fetbazlığın işlerliği güç kazanmaktadır.

Sonuçta, Yeni Sinsiyet’in fetbazları tarafından “biz” diye ifade edilen şey, cehalet ortamının unutkanlıktan, tözsüzlükten, çelişkilerden oluşan, akışkanlaşan ve salınan görünmez bir tel örgüyle -retorik arsızlığıyla- çevrilmiş halidir. Tüm yazı boyunca işaret etmeye çalıştığım bu tel örgünün içinde yer almamak -tarihsel açıdan düşünüldüğünde- bir insanlık onuru meselesidir.

İnsanlığınıza sahip çıkın!

22 Eylül 2010
Zafer Yalçınpınar
Zy

İşbu yazının pdf biçemine https://zaferyalcinpinar.com/yenisinsiyetretorigi.pdf adresinden ulaşabilirsiniz.

 

Eyl
25
2010
0

Şiddetin Dili (Ahmet Cemal)

Şiddetin dili, bir kez daha kullanıldı. Dünya Kültür Kenti’nin ortalık yerinde sezon açılışı yapan dört sanat galerisi saldırıya uğradı. Açılışa gelenler arasından yaralananlar oldu. (…)
Önce yalın ve açık bir gerçeği dile getirelim: Herhangi bir toplumda şiddetin dili, kullanılması doğal sayılan diller arasına girmişse eğer, o toplumun geleceği her bakımdan tehlikeye girmiş demektir. Çünkü bütün diller, sonuçta iletişim amacına hizmet eder; bu amaca hizmet etmeyen bir aracın dil diye nitelendirilmesi olanaksızdır. Oysa şiddet, iletişim kurmak bir yana, her türlü iletişimin sonudur. İnsana ait ya da insanı insan kılan tüm değerlerin tükeniş noktasıdır. Şiddetin dilinin kullanılmasını amaçları için kışkırtanlar, her zaman başlatılması ellerinde olan bu dile istedikleri zaman susturabilecekleri yanılgısıyla yaşayan gafillerdir. Çünkü şiddet, bir kez ininden çıkarıldıktan sonra yeniden oraya döndürülmesi artık çok zor, çoğu zaman da imkânsız bir canavardır.(…)

Ahmet Cemal
24 Eylül 2010, Cumhuriyet Gazetesi

Yukarıdaki fragmanı okuduktan sonra şu adreste yer alan söylemlerdeki dile bakınız: https://213.243.28.155/Default.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=1020502

Eyl
20
2010
0

Konu (Fujitomi Yasuo)

Biterken o çıplak yorgunluk
Dişlerinizin arasında bir sigarayla
Kendiniz gördünüz ölmüşlüğünüzü
Kendiniz gördünüz kendinizi
Geçerken ölü alayları sokaklarda

Toplayın getirin tüm anlamsızlıkları
Ve bir ateş yakın etrafında
Kalırsa bir parça umutsuzluk
Basın kahkahayı kahkahayla
(…)

Fujitomi Yasuo
“Kapalı Mutluluk”, Çev: Coşkun Zengin, Ataç Kitabevi, 1962, s.54

Eyl
20
2010
0

Bir Görsel Şiir Dergisi

Andrew Topel ve Avatacular Press taifesi “Renegade” adında “on____line” bir görsel şiir dergisi oluşturmuş…

Bkz: https://visualpoetryrenegade.blogspot.com/

“Yığınlar”

by Derek Beaulieu

Eyl
19
2010
0

Bilmek (Can İren)

(…)
bilmek
_____o tortu… benim tortum
yıllardır orada yorgun… yenik
______________________yenik olan…
(…)

uzak bir gelecek gibi geçmişten
______________ve yenilmişti
______________gülüyordu

yıllardır ıslak soğuk bunu saklayışı
_______________yıllardır ama ıslak ama soğuk

uzak bir gelecek gibi geçmişten kaçışı
_________________yavaş yavaş GÜLÜŞLERLE
_________________geriye dönüyordu

yazsa ve çocuksalar
_____________kaplumbağayı tersine çevirirler
__________________BİLİYORDU

(…)

Can İren
“Yeni Dergi”, sayı: 42, 1968

Eyl
18
2010
0

Tekrar Yayım: “Yeni Sinsiyet ve Bazı Enstrümanları” (Zafer Yalçınpınar)

İçinde bulunduğumuz döneme ve dönemin retoriklerine baktığımızda “Yeni Sinsiyet ve Bazı Enstrümanları” adlı yazının tekrar işaret edilmesi hiç de yersiz değil… Yazının tam metnine https://zaferyalcinpinar.com/i21.html adresinden ulaşabilirsiniz.  (Yazının pdf biçemine de  https://zaferyalcinpinar.com/yenisinsiyet.pdf adresinden ulaşılabilir.)
Zy

Ayrıca, “Yeni Sinsiyet” adıyla kavramlaşan şeyin işaret ettiği tipolojiye ilişkin başka yazıların bu platformda devam edeceğini coşkuyla haber verip, gelecekte yayımlanacak bazı yazıların başlıklarını da aşağıda sıralayayım:

Yeni Sinsiyet Tipolojisi’nde “Biz” Söylemi ve Retorik Arsızlığı
Yeni Sinsiyet’in Seçkinlik Arayışı

Eyl
17
2010
0

Oktay Rifat, Samih Rifat ve Marmara Adası

“1955-64 yılları arasında her yıl yaz aylarını Marmara Adası’nda geçirdim. Annem ve babamla (Oktay Rifat). İlk gittiğimde on yaşındaydım, son gittiğimde on dokuz olmuştum sanırım. Babamın yıllık izin süresiyle, bir ayla sınırlıydı Ada günlerimiz -şimdi bu zaman bana daha uzun geliyor, sanki bütün yazı orada geçirirmişiz gibi; öyle değildi oysa.”

Samih Rifat
“Ada” adlı kitabın “Sunuş” yazısından…

Papirüs Dergisi’nin Oktay Rifat bölümünden bir fotoğraf…
(Güneş gözlüğü takan çocuk da Samih Rifat olsa gerek…Zy)

*

Rüzgâr

Rüzgârlarım vardı, tanırdım: Gündoğrusu, Batı, Karayel. Yosun ve balık kokan Lodos, Dipdiri Poyraz. Gece kalır, ay çıkar: sabaha dek sütliman. Sonra ürperir yavaşça, nereden geldiği belirsiz, esmeye başlar, bir bir yükselir, artar. Öğleye doğru kuzuya keser denizin üstü. Burunlardan savurtma eser; kuytulara hafif esintilerle dolar. Yüzmeye giderim yelin tersine, rüzgâr almayan kumsala: Kole’ye ya da Aba’yai Tatlısu’ya, Manastır’a… Dönüşte oradadır, beni bekler patikanın tepesinde, teknedeysem burundaki kayada. Serinletir, kucaklar, okşar. Sonra yemek, öğle uykusu, Çınaraltı’nda buluşmalar. Rüzgâr hiç durmaz bu arada: kıyıda, sokakta, bahçede, dağda; bir o yana, bir bu yana. Bilmem yaşam mıdır bir burgaçtan esip duran, hafifçecik ya da hoyrat, üstümüze.

Samih Rifat
“Ada”, Sel Yay., Geceyarısı Kitapları, 2002

“Ada” adlı kitaptan…

Eyl
17
2010
0

Yapısal bir sorun: BONO (Ulus Atayurt)

Ulus Atayurt’un sıkı yazısına https://birdirbir.org/blog/2010/09/11/yapisal-bir-sorun-bono/ adresinden ulaşabilirsiniz. Ulus’un yazısı yeni kapitalizmin hileli tipolojisi hakkında çok önemli bilgiler de içeriyor…

Eyl
17
2010
0

Robert Plant ve “Band Of Joy”

Robert Plant, Led Zeppelin öncesi üyesi olduğu “Band Of Joy” adlı grupla birlikte yeni bir albüm  yayımlamış…

Bkz:
https://www.hafifmuzik.org/?p=8974
https://www.rollingstone.com/music/news/17386/185269

Eyl
16
2010
0

Bininci

Şu an okumakta olduğunuz bu “yayım” ya da “başlık” Evvel Fanzin’de bininci paylaşıma ulaştığımızı gösteriyor. Yani, 2006 yılından bugüne toplamda bin adet başlıktan oluşan paylaşım/yayım bu sayfalar -ya da işte ekranlar- üzerinden gerçekleştirilmiş…
Sayıların herkesin diline düşen bön ya da “duvar saatleri gibi ahmak” taraflarıyla konuşmayı sevmem, ancak, Evvel Fanzin kapsamında okuyucuyla paylaştığım görsel işleri, değinileri, duyuruları, anlatıları, şiirleri, dizeleri, ifşaatları, lobutları, buluntuları, efemeraları, Ece Ayhan, İlhan Berk, Kuzgun Acar, Kerim Çaplı, Yavuz Çetin, Sait Faik, Oruç Aruoba gibi hususi ilgileri,  alıntıları, etkinlikleri, tartışmaları, incelemeleri, kitapları, Kadıköy’ü, söyleşileri, izlenimleri, deneyimleri, sahafları, e-kitapları, dergileri, sokak sanatını, dilbilimi, mücadeleleri ve tüm bu paylaşımların etrafında yer alan insanları düşündüğümde (nitelikle eşanlı olarak garip bir nicelikte de kendini bulan) söz konusu cehennemvari “Aksak Kolaj”ın imgesel uzamı, içerdiği duygudurum tuşeleri, çeşitlenen morfolojik yapısı ve göstergesel derinliği beni coşkuyla dolduruyor.

Evvel Fanzin’in yayım hayatının üçyüzbininci başlığa/paylaşıma/yayıma ulaşmasını dileyerek ve Turgut Uyar’ın “üçyüzbin” adlı şiirinden kısa bir bölüm alıntılayarak sözlerimi sonlandırayım:

bu kıvırcık ateşten yalanlar
300.000
kimi sularca inanıyorum kimi zulüm yakıcı
çocuksu, deli deli zincirler boğuntusu gök
elimde kolumda senin seslerin var gel de aldırma
(…)
seni kentlere seni bankalar seni seni
300.000
seni zamansız ölümlere karşı koyuyorum hep aklımdasın
yükün ağır, bir irisin bir ufaksın yetiştiremiyorum 300.000
kapattığımız sağnak akşamları açtığımız sabahları
300.000
elimden tut beni acar balıklara alıştır
tekin durmayı öğret acıkmış aç kayalarda
(…)

TURGUT UYAR

Eyl
16
2010
0

Yazmak bu noktayı bulmaktır. (Maurice Blanchot)

(…) Giacometti’nin yontularına baktığımızda, bir nokta vardır ki ondan sonra yontular artık ne görünümün kararsızlıklarına, ne de görüngenin(perspektifin) devinimine bağlı kalır. Onları kesinlikle görürüz: İndirgenmiş değil de artık, indirgemeden kaçırılmış, indirgenemezdirler ve uzamda, sahip oldukları, kullanılamayan, canlı olmayan, imgesele ilişkin derinliği oraya geçirme gücü sayesinde uzamın efendisidirler. Oradan yontuları indirgenemez gördüğümüz bu nokta bizim kendimizi sonsuzluğa koyar, içinde burasının hiçbir yerle çakıştığı noktadır. Yazmak bu noktayı bulmaktır. Dili bu nokta ile ilişkiyi sürdürecek ya da yaratacak duruma getirmeyen hiç kimse yazıyor sayılmaz.
(…)
Orada, dil bir güç değildir, söyleme gücü değildir. Kullanıma uygun değildir, onda hiçbir şeye sahip değiliz. Asla benim konuştuğum dil değildir. O dilde, asla konuşmam, asla sana seslenmem, ve asla seni yüksek sesle çağırmam. Bütün bu özellikler olumsuz biçimdedir. Ama bu olumsuzluk yalnızca daha temel bir olguyu gizler ki bu da, bu dilde herşeyin doğrulamaya dönmesi, yadsıyan şeyin doğruluyor olmasıdır. Yokluk olarak konuşmasındandır bu. Konuşmadığı yerde, konuşmuyordur zaten; durduğunda direnir. Sessiz değildir çünkü onda kesinlikle sessizlik konuşur. Alışılmış sözün özü şudur ki onu anlamak onun doğasının bir parçasıdır. Ama, yazınsal uzamın bu nnoktasında, dil anlamsızdır. Şiirsel işlevin tehlikesi de buradan gelir. Ozan anlamı olmayan bir dili anlayan kişidir.

Maurice Blanchot
“Yazınsal Uzam”, Çev: Sündüz Öztürk Kasar, YKY, 1993, s.43-47

Eyl
16
2010
0

Yazınsal Uzam (Maurice Blanchot)

(…) Yapıt onu yazan kişi ile onu okuyan kişinin açık içli dışlılığı, söyleme yetisiyle dinleme yetisinin karşılıklı itirazlarıyla zorla açılmış bir alan olduğunda bir yapıttır ancak. Ve yazan kişi bitmez tükenmez ile ardı arkası kesilmeyeni “kavramış”, onu söz olarak işitmiş, onunla uzlaşmaya varmış, isteğine boyun eğmiş, onda kendini yitirmiş, ve bununla birlikte onu gerektiği gibi sürdürmüş olmak için, onu durdurmuş, bu kesilme içinde onu anlaşılabilir kılmış, onu bu sınıra sıkı sıkıya bağlayarak dile getirmiş, onu ölçerek ona egemen olmuş kişidir aynı zamanda.

Maurice Blanchot
“Yazınsal Uzam”, Çev: Sündüz Öztürk Kasar, YKY, 1993, s.33

Eyl
14
2010
0

Yeni Kapitalizm’de Meritokrasi-II

Potansiyel kabiliyetle ilgili yargılar, başarıyla ilgili yargılardan daha kişisel bir niteliğe sahiptir. Bir başarı, toplumsal ve ekonomik koşulları, şansı, benlikle birleştirir. “Sende potansiyel yok” demek, “beceremedin” demekten çok daha kahredicidir. Kim olduğunuzla ilgili çok temel bir iddiada bulunur. Daha derin bir işe yaramazlık anlamı taşır.
(…)Young’ın anladığı şekliyle meritokrasi hem bir fikir, hem de bir sistemdir; bu  sistem kurumun, bir kez yargılanmış bir insana aldırmazlığı üzerine kuruludur. (…)
Esnek bir şirketin gerektirdiği sosyal beceri, kısa ömürlü ekipler içinde başkalarıyla, tanıma fırsatına sahip olmayacağımız başkalarıyla, iyi çalışma kabiliyetidir. Ekip dağıldığında ve siz başka bir gruba girdiğinizde, bu yeni ekip arkadaşlarıyla mümkün olduğunca hızlı bir şekilde işe koyulmanın bir yolunu bulmanız gerekir, çözmeniz gereken problem budur. Potansiyel kabiliyetin sosyal ifadesi, “herkesle çalışabilirim”dir. (…)
Bu ideal benlik nitelikleri bir kaygı kaynağıdır çünkü işçi kitlesini güçsüzleştirir. Bu nitelikler işyerinde sadakat ve enformal güven açısından sosyal eksiklikler üretir, birikmiş deneyimin değerini aşındırır. Şimdi, bunlara, kabiliyetin içinin boşaltılmasını eklememiz gerekiyor.(…)
Geçmişteki başarıya bakmaktansa büyüme potansiyelinin peşine düşen yetenek arayışı, esnek şirketlerin tuhaf koşulları için biçilmiş bir kaftandı. Bu şirketler aynı araçları daha büyük bir amaç için, hem bireyleri elemek, hem de teşvik etmek için kullandı: İnsanlar arasında yapılan bu haksız kıyaslama son derece kişisel hale geldi.

Richard Sennett
“Yeni Kapitalizmin Kültürü”, Çev. Aylin Onacak, Ayrıntı Yay., 2009, s. 83-93

Written by in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) | Etiketler:
Eyl
08
2010
0

Yeni Kapitalizm’de Meritokrasi

(…)Zanaatçılık çoğunlukla el işçiliği için kullanılan ve bir keman, saat ya da çömlek yapılırken kalitenin amaçlandığını gösteren bir terimdir. Ama bu fazlasıyla dar bir bakış açısı. Zihinsel zanaatçılık diye bir şey de var, anlaşılır bir şekilde yazma çabası buna ötnek gösterilebilir; sürdürülebilir bir evlilik yapmak toplumsal zanaatçılık olarak görülebilir. O halde zanaatçılığın kapsamlı bir tanımı şöyle yapılabilir: Bir şeyi o şeyin kendisi için yapmak. Öz-disiplin ve öz-eleştiri tüm zanaatçılık alanlarına sıkı sıkıya bağlıdır. (…) Nesneleştirme bu anlama gelir: Kendi içinde anlamlı bir şey yapmak. (…)
Ne var ki, kısa vadeli işlemler ve sürekli değişen görevler üzerine kurulu olan kurumlar bu derinliği üretmez. Hatta şirket bundan korkabilir; buradaki yönetim şifresi içe doğru büyümedir. Sırf bir etkinliği doğru yapmak için o etkinliğin derinlerine inen kişi, diğerleri tarafından, tek bir şeye saplanmış, yani içe doğru büyümüş kabul edilir; ve zanaatçı için saplantı aslında gereklidir. Bu kişi, kaşla göz arasında konup kalkan ve asla yuva yapmayan modern danışmanın tam tersidir. Dahası, kişinin herhangi bir uğraş için becerilerini derinleştirmesi zaman alır. Üniversiteden yeni mezun olmuş genç bir meslek sahibinin incelediği deneklerden aldığı bilgilerin hangilerinin gerçekten işe yarar olduğunu anlaması genellikle üç, dört yıl alır. Kabiliyeti pratikle derinleştirmek, insanların pekçok farklı şeyi kısa sürede yapmasını isteyen kurumların amacına ters düşer. Esnek şirket akıllı insanlardan faydalanır; ama eğer bu insanlar kendini zanaatçılığa verirse sorun yaşar. (…) Şimdi, yetenek yeni bir toplumsal eşitsizlik doğurmuştu: Yaratıcı ve zeki olmak, başkalarından üstün, daha değerli bir insan olmak anlamına geliyordu. Zanaatçılıktan meritokrasiye giden geçit işte burada saklı. Kurumların kendilerini bu eşitsizlik türü üzerine yapılandırmaya başlamasıyla modern meritokrasi şekillendi. (…)
Başarısızlığın nesnelleştirilmesi, yeteneğin keşfedilmesinden, bir bakıma daha önemli hale geldi. Bürokratik bir prosedür artık bireyin derinliklerindeki bir şeyi ölçüyor, kabiliyetsizliğinden dolayı onu cezalandırıyordu. Yetersizliğin mutlak ölçüleri, başarılı olanların “liyakat”ını güçlendirmekten başka bir şey yapmadı; kişisel değeri, kişisel olmayan bir değerlendirme belirledi. (…) Bu bürokratik meritokrasi makinesi kabiliyet için bir demir kafes yarattı; fakat bu demir kafes tek kişilik bir hapishane hücresi. (…)
Modern toplumlarda, özellikle dinamik kurumlarda, yetenek arayışı gerçekten de bir toplumsal içerme çerçevesinde işliyor. Fakat en iyiyi ödüllendiren o testler, değerlendirmeler ve kariyer yolundaki kilometre taşları, bu seçkin düzeyin altında olan diğerlerinden kurtulmak için bir dayanak vazifesi görüyor. (…)
Sosyolog Pierre Bourdieu bu iki yüzlü ilişkiye “temayüz” adını verir.(…)

Richard Sennett
“Yeni Kapitalizmin Kültürü”, Çev. Aylin Onacak, Ayrıntı Yay., 2009, s. 75-83

Written by in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) | Etiketler:
Eyl
05
2010
0

Anlayışın Önündeki Bir Engel Olarak Paradigma Arayışı (Albert O. Hirschman)

Albert O. Hirschman’ın toplumsal bilimlerle ilgili eleştirel makalesinde yer alan ve “teorik!” açısından çok önemli bulduğum bir episoda https://zaferyalcinpinar.com/anlayisengel.jpg adresinden ulaşabilirsiniz. Hirschman’ın yazısı Cogito Dergisi’nin Yaz-1996 sayısında yayımlanmış…

Eyl
04
2010
0

İp Cambazı’nın Antrenmanı (Philippe Petit)

Şaşkınlık günlerce sürmüştür. Her sabah çayırlarda, sıçrayarak ipine koşmuştur, ağlamamak ve fazla mutluluktan dalgınlaşmamak için büyük çaba harcamıştır ve sürekli bir baştan öbür başa yürümüştür. Bu gidiş gelişler sonucunda kendilerini ip cambazı olmuş sananlar vardır. Oysa gerçek ip cambazı bu yatay tekdüzeliği kabul etmez; üstünde bulunduğu çizginin kesinlikle ölçüsü olmadığını bilir. Daha yeni doğan bir cambaz olduğunu hatırlayarak, aklını başına toplar ve çalışmaya koyulur.
Tek başına ve sükûnet içinde, aşağıda öğrendiği her şeyi tele taşır. Mekâna uygun düşmeyen hareketlerden kaçınır ve öteki hareketleri sürekli geliştirir, inceltir, hafifleştirir ve daha çok kendisine mal eder.(…)
İp cambazı, işi öğrendikten sonra, antrenman süresi her seferinde daha uzun olur ve bu süre daha değerli hale gelir; gün ancak bir ip biçimini aldığı takdirde anlam kazanır.

Philippe Petit
“İp Cambazı”, Çev: İsmail Yerguz, Sel Yay., 2006, s.63,64

Eyl
04
2010
0

491’e ALTI!

491‘e ALTI!

“Kendini kendin ver kendine…”

https://zaferyalcinpinar.com/491alti.pdf

*

Yokoluşlarının ağıtını yazan o kifayetsiz muhterislerle senin ilgilenmeyişinin 2010’daki  yüzüdür 491
DÖRTDOKUZBİR “Evvel Fanzin” cakasıdır ve Kadıköy tribidir.

491‘in tüm sayılarını https://zaferyalcinpinar.com/491.html adresinden indirebilirsiniz.

E-posta: dortdokuzbir@gmail.com

Eyl
04
2010
0

Öze duyulan… (1952)

(…) Şair kelimelere, herkesin verdiği anlamı unutturmak, onlara yeni seziş imkânları kazandırmak için sürekli, yorucu bir işe girişir. Hiç şüphe edilmesin! Mısraların dış yapısı üzerinde ne kadar durulmuşsa, iç zenginliği o nisbette artmıştır. Bir solukta şiir yazıldığını romantiklere bırakalım!
Şiire, toplum sorunlarını savunmak görevini verenlerin bu işe kuyumculuk diyeceklerini biliyorum. Varsın desinler. Beğendikleri şairlerin çoğu kelimelerin nabzını yoklayamadıkları, onların esrarlı dünyasına giremedikleri için, bir tarafından şiire varılması mümkün olan toplum olaylarını, kötüsünden olmak üzere, birer makale parçasına çevirmişlerdir.
Şiire dost olmayan bir dönemde yaşıyoruz. Gerçek değerler bir kargaşalık içinde savrulup gidiyor. Öze duyulan açlık, hiçbir zaman kendini bugünkü kadar hissettirmemiştir. (…)

1952

Suut Kemal Yetkin
“Denemeler”, İş Bankası Kültür Yayınları, 1972, s.203

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com