Ellerinde ve ceplerinde şarap şişeleri taşıyan, kırmızı suratlı adamlarmış bunlar; yürürken ikide bir durup kavga edercesine ateşli ateşli konuşuyor, konuşurken de ellerini kollarını sallayarak sürekli şehri gösteriyorlarmış. Hatta, hep birlikte dönüp bakıyorlarmış şehre doğru. Kimi zaman birbirlerine tutunup abartılı bir nezaketle hafifçe hafifçe öne eğilerek, kimi zaman kendi varlıklarının dışında kalan her şeye meydan okurcasına ısrarla geriye kaykılarak, kimi zaman da tıpkı ipi kopmuş kuklalar gibi komik ve acınası bir şekilde iki yana sallanarak bakıyorlarmış.
Nasıl bakacaklarını bilemiyorlarmış sanki.
Ya da, bir şehre bakmanın kaç türlü yolu varsa hepsini baştan sona deneyip kendilerine uygun olanı bulmaya çalışıyorlarmış.
(…)
Böyle alelacele içince, çok geçmeden suratları kırmızıdan da kırmızı olmuş tabiî. Hem de öyle kırmızı olmuş ki, sonunda içlerinden biri bu rengin ağırlığına daha fazla dayanamayıp yerinden fırlamış ve gözlerini kısarak şehre doğru kıpkırmızı bir sesle uzun süre küfretmiş. Midesinde, ruhunda ve aklında ne kadar kırmızı varsa, bir hamlede hepsini kusmuş sanki.
Hasan Ali Toptaş
Uykuların Doğusu, Doğan Kitap, s.s. 39 – 40