(…)
Emmanuel Levinas’da, modern merkezci ahlâk felsefecilerinin kuşkuyla karşıladığı üç farklı yaklaşım vardır.
İlki, modern kültürün merkezsizleşmiş olduğu kabul edilir, en azından Max Weber’in kültürel (değer) alanların farklılaşması hakkındaki dahiyane teorisinin piyasaya çıkmasından beri. Bilindiği gibi Weber modern dünyayı çoktanrılı Olimpos’la karşılaştırır; her kişi (en azından, her sahici kişi) çoğulcu bir evrende kendi kutsalını seçer; farklı insanlar kendine farklı tanrılar bulur. Her alanın kendi -içkin- ahlâkı vardır ve belli bir alanda ikamet eden insanlar, bu alana-içkin ahlâkiyatıdiğer alanlara taşıyamazlar. Değerlerin merkezsizleşmesi ahlâkın da merkezsizleşmesiyle sonuçlanır. (…)
İkincisi, bilgi ve paradigmalar değişir. Bilgi hâlâ kümülatif bir ürün olarak görülebilirse de, onun yaklaştığını söyleyebileceğimiz bir merkez noktası yoktur. Bir merkeze yaklaşma tasavvuru metafizik bir kurgudur; merkez diye bir şey yoktur. Belki bilgimiz hâlâ bir yerlere yaklaşmaktadır, ama biz nereye doğru yaklaşması gerektiğini bilemeyiz; demek ki hiçbir yere yaklaşmıyor. (…)
Üçüncüsü, yaklaşılacak hiçbir şey olmadığına göre, hepsinden önce, hem doğru bilginin hem de normların haklılığının nesnelliği (veya öznelerarasılığı) tesis edilmelidir. (…) Bir söyleme katılanların üzerinde anlaşmaya vardıkları şeyler, söz konusu olan bilgiyse “doğru”, normlarsa “haklı” diye adlandırılacaktır. Biçim (söylem), içeriği (doğrunun veya iyinin hakikati) üretir. Her türlü söylemin etiği bu doğrultudan hareketle ahlâki sorunları keşfeder, bununla birlikte, en başta adil ya da uygun bir usulün ne olduğu meselesi olmak üzere birçok şeyde anlaşamayabilirler. Sonuçta, söylem-öncesi ahlâki sezgiler, tıpkı bilim-öncesi bilgi türleri gibi ele alınır.
(…)
Kant için etik ve bilgi arasındaki fark, iki söylem türü arasındaki fark değildi. Aralarında mutlak bir ayrım vardı, kayıtsız şartsız özsel bir fark. (Ahlâkiyat ve kavrayış -özgürlük ve doğa- arasında tefekkür ürünü yargılarla -güzel ve doğanın erekselliği- dolayım kurulması, ahlâkiyata mutlak anlamda merkez kazandırılması sürecini değiştirmez, daha çok, doğayı bu merkeze yaklaştırır veya onunla uyum içine sokar.) Ahlâkta kişi, aşkınlıkla bağlantılıdır (aşkın özgürlük belirler); bilgide her şey içkindir ve içkin kalır. Kişi, aşkınlığa pratik olarak bağlanır, içkinliğe ise teorik. Eğer insan bu tabloyu değiştirir ve iki söylemi (teorik ve pratik) birden tartışmaya başlarsa ahlâk, aşkınlıkla dolaysız ilişkisini kaybeder ve böylece bir tür bilgiye indirgenmiş veya dönüştürülmüş olur. ahlâki söylemde, benzer kültürlerde yaşayan kişiler, beraberce, hangi normların akla yatkın veya akılcı olduğunu (ve tabii tersi de) ortaya çıkarır. Ahlâki söylem eylem hakkında pek bir şey söylemez ve eğer söylüyorsa, o artık bir eylem değildir. Kötülük timsali bir insan, söylem düzleminde en iyi ya da en doğru fikirlere sahip olabilir.
(…)
Agnes Heller
“Günlük Hayatın Temel Etiği”
Çev: Ertuğrul Başer