(…)Doğumunun 70. yılını kutlamak için verilen bir konserde Leonard Bernstein’in bir şarkısı sunulacaktır. Soprano Dawn Upshaw ile piyanist Lukas Foss çıkarlar sahneye. Ama, bakarlar ki, şarkının notaları unutulmuş. Kös kös dönerler geri.
Böylece müzik, “Oh olsun! Canıma değsin!” demiş oluyor belki de.
Çünkü şarkının adı “müzikten tiksiniyorum” anlamına geliyor: “I Hate Music.”
Düşündürdü bu ad beni. Senfoni gibi, konserto gibi bir beste türüne, yeni bir türe yaraşık bence. Bir dizi beste yapabilirim bu adla. Ya da eskilerinin adlarını o yolda değiştiririm: Müzikten Tiksiniyorum No. 1, Müzikten Tiksiniyorum No. 2, Müzikten Tiksiniyorum No. 3…
Müziği severek yazmakla sevmeden yazmak arasında bir ayrılık var mı? Bilmiyorum. Her yaptığımı doğallıkla yaparım. “Elma ağacının elma vermesi gibi.” Sever mi elma ağacı verdiği elmaları?
Ama günün birinde, kuruduğunu çürüdüğünü görürse elmalarının, tiksinmeye başlar belki elmadan da, elma ağacı olmaktan da?
Suç elmanın mı? Değil.
Ananasın da değil.
Ece Ayhan, “Müzik Tarihi” kitabımın üçüncü baskısı üzerine Gergedan dergisine yazdığı bir yazıda “…müziğe sırılsıklam aşık olduğu belli…” diye söz ediyor benden.
Buz gibi havalarda sırılsıklam kaldığımı biliyorum. Kurutmaya çalışıyorum kendimi şimdi. Tangonun dediği gibi:
“Senin gezdiğin yerlerde gezmiyorum;
Senin geçtiğin yerlerden geçmiyorum.”
Bir besteciden söz ediliyordu. Yazdığı parçaların notalarını duvar kâğıdı diye kullanıyormuş.
Ali Sirmen anlatmıştı: “Kemanımı yakıp da ateşinde patlıcan kızartabilsem,” dermiş Sadi Işılay.
Bana sorarsanız, o besteci için de, Sadi Işılay için de suç ananasta değildi.
Niye ananas?
Arjantin’in o korkunç günlerinde, binlerce insanın ortadan yokolduğu yıllarda, bir genç kadını da alıp götürürler. Bir zindana atarlar, yokolanlardan birkaçıyla birlikte. Derken, güvenlik görevlisi iki üç kişi girer zindana. Aralarından birinin bir elinde koskoca bir pala, öbür elinde de bir ananas vardır. Bir taşın üzerine koyar ananası. Sonra sallar palasını, zindana tıkılmışlardan birinin kafasını uçurur. O kanlı palayı bir de ananasa vurur; kestiği parçayı ağzına atar. Gene savurur palasını , birinin daha kafasını uçurur; kanları damlayan palayla ananastan bir paça daha kesip yer.
Kadın gerçi bir süre sonra zindandan kurtulmuş ama, nerede ananas görse büyük bunalımlar geçiriyormuş. Yaşantılarımın böylesine bir yoğunlukla korkunç olduğunu söyleyecek kadar duyarlıksız değilim. Ne ki, bir kıyaslama söz konusuysa, yaşantı diye, terazinin öbür kefesinde, bunca yılın birikimi var.
Gene de, biliyorum, suç ananasta değil.
(…)
Gergedan’ın 10. sayısında Ece Ayhan’ın, o yakınlarda yayınlanan “Müzik Tarihi” kitabımın üçüncü basımıyla ilgili gözlemlerini, anılarını, düşüncelerini sunmuş olmasına sevindim.
E. Ayhan’ın, yazısının başında değindiği bir konu üzerinde görüşlerimi belirtmek istiyorum.
“İlhan Mimaroğlu, ABD uyrukluğuna gitmeden önce Türkiye’de ilginç bir müzik eleştirmeniydi…” diyor Ece Ayhan. İlginçliğimi yitirmemiş olduğumu umarım ama, özellikle üstünde durmak istediğim şu “ABD uyrukluğu” konusu. Ece Ayhan’ın ABD uyrukluğuna “gitmek” ile “geçmek” arasında bir ayrım gözetmiş olduğundan kuşkum yoksa da, yanlış anlaşılma olabilirliğinin önleme amacıyla, ABD uyrukluğuna geçmemiş olduğumu, geçmeye de istekli olmadığımı kesinlikle belirtmek isterim.
Doğumla edinilen uyrukluk, bilinç ve bulunç kaygılarıyla bağlantısız bir uyrukluktur; demek oluyor ki, bir seçeneksizlik durumudur. Yılların ilerlemesiyle, Belirttiğim kaygılar gelişedurduğunda, uyrukluk değiştirme yolunda bir seçenek koşulu da ortaya çıkabilir. Oysa benim için, varmış gibi görünüyorsa da, böyle bir seçeneğin gerçek koşulu yok.
Bunca yıldır yaşadığım, kendimce önemli yönleriyle çok iyi tanıdığım bir ülke olan Amerika, uyrukluğunu seçmek istediğim bir ülke değildir.
Öyleyse neden bir başka ülkede yaşamıyorum ve o ülkenin uyrukluğuna geçmiyorum? Çünkü öyle bir ülkenin varolmadığını biliyorum. Hep dediğim gibi, heryer, herbir ülke, uzaklaşılması, kaçılması gereken bir yerdir. Ne ki, kaçacak, sığınacak yer yok.
Ama soruyu bir kez de soyutluğa yönelen bir salt görüşe soralım: Yok mu uyrukluğunu seçmek istediğim bir ülke gerçekten?
Bugün yok, ama birgünler vardı. Doğduğum ve çocukluğumu, ilk gençliğimi geçirdiğim yılların Türkiye’si. Böylece, seçmeden edinmiş olduğumu bir uyrukluk, bu yolda bir seçeneğin bilinci ve buluncu açısından, seçebileceğim tek uyrukluk oluyor. Bu da, en azından, ne idiysem, ne olmuşsam, öyle kalmamı gerektiriyor.
Ölümlü yapıtlar arasında da ölümlü kişiler gibi yaşayanlar var: hiç ölmeyeceklermiş gibi.
İlhan Mimaroğlu
Günsüz Günce, Pan Yayınları, 1.Baskı, 1989
Hamiş: İşbu alıntıları Evvel Fanzin’e ulaştıran, Khalkedonista taifesinden Emin Karabal’a teşekkür ederiz.