Eki
12
2010
0

Tarihlendirilen Zaman (Latife Tekin)

(…)Tarihlendirilen zamanın dışına kaçmak istiyorlar.(…) Zaman baş ağrısı gibidir, unutmazsan geçmez, ağrıya bırakacaksın kendini. (…)

Latife Tekin
“Gümüşlük Akademisi”, Nisan Yayınları, 1997

Written by in: Buluntular (Efemeralar) | Etiketler: ,
Eki
12
2010
0

Fahri Şişeler

“Bizden başka herkes fahri şişedir burda” diyor Londra ikametli Feyyaz Kayacan ve  Ahmet Haşim’in söyleyemediği üç dizeyi kaydediyor: “Akşam, akşam, yine akşam / Bu dem göllere / bir kamış atsam.”

Hatay Meyhanesi Defterleri’nden…

Written by in: Buluntular (Efemeralar) |
Eki
12
2010
0

Sting’in Berklee Konuşması (1994)

İşte burada, tuhaf bir şapka ve tuhaf, dökümlü bir cüppeyle seyirci gibi görünen bir kalabalığın önünde duruyorum ve insanların karşısında konuşmak gibi hiç de sık yapmadığım bir şey yapmak üzereyim. Ve kendi kendime soruyorum, buraya nasıl geldim?

Bu hiçbir zaman planladığım bir şey değildi. Yine de buradayım ve hepiniz ağzımdan tutarlı, belki de anlamlı bir şeyler çıkmasını bekliyorsunuz. Deneyeceğim, ama garanti veremem. Biraz gergin olduğumu söylemek zorundayım. Hayatını insanlarla dolu stadyumlarda çalarak kazanan biri için bunun garip olduğunu düşünebilirsiniz; ama ben hâlâ kendime aynı soruyu soruyorum: “Nasıl oldu da geldim buraya?” Buna verilebilecek en basit cevap benim bir müzisyen olduğumdur. Ve neden bilmiyorum, müzisyen olmaktan başka bir arzum olmadı. Anlatmaya en başından başlayacağım.

İlk anım aynı zamanda ilk müzikal anımdır. Annem piyano çalarken onun dizinde oturduğumu hatırlıyorum. Neden bilmem, her zaman tango çalardı. Belki o zamanlar modaydı, bilmiyorum. Aşınmış pirinç pedalları olan upright(?) bir piyanoydu. Annem tangolarından birini çaldığında başka bir dünyaya gitmiş gibi olurdu. Ayakları yüksek ve alçak pedallar arasında ritmik olarak sallanır, kolları tangonun aksak ritmiyle inip kalkar, gözleri önündeki notalara dikkatle bakıyor olurdu.

Annem için piyano çalmak, dünyasının merkezinde benim olmadığım tek uğraşıydı – beni önemsemediği tek zaman. Anladım ki değerli bir şey vardı – burada önemli bir ayin yürütülüyordu. Sanırım bir şeyin içine çekiliyordum – bir tür gizeme katılıyordum. Müziğin gizemine.

Böylece piyanoya heves ettim ve saatlerce tuşlara atonal bir şekilde vurmaya başladım, yeteri kadar uzun süre devam edersem gürültümün müziğe dönüşeceğini hayal ederek. Hâlâ bu hayalle çabalıyorum. Annem beni bir müzisyenin hassas kulağı ve bir muslukçunun elleriyle lanetlemiş. Her neyse, piyano mali bir zorluktan kurtulmak için satılmak durumunda kaldı ve atonal bir solist olarak kariyerim merhametlice engellendi. Amcalarımdan biri, beş paslı teli olan eski bir İspanyol gitarı arkasında bırakarak Kanada’ya göç ettiğinde, kocaman ve biçimsiz parmaklarım da müzikal bir ev bulmuş oldu. Bu gitar benim en iyi arkadaşım olacaktı. Piyanoya aklım ermezken, gitarda neredeyse hemen müzik yapmaya başlamıştım.

Melodiler, akorlar, şarkı tasarımları parmak uçlarımdan dökülüyordu. Her nasılsa radyodan bir şarkı dinliyor ve ardından onu çalmak adına iyi bir deneme yapabiliyordum. Bir mucizeydi. Bu mucizenin sevinci içinde ve muhtemelen annemle babamı delirterek saatlerce, günlerce, aylarca çaldım. Ama bu onların hatasıydı. Müzik bir bağımlılık, bir din, bir hastalıktır. Çaresi yoktur. Panzehiri yoktur. Yakalanmıştım bir kere.

O zamanlar İngiltere’de sadece bir tane radyo istasyonu vardı – BBC. Beatles’la Rolling Stones’u yan yana, biraz Mozart, Beethoven, Glenn Miller ve hatta blues ile birlikte dinleyebilirdiniz. Bu benim müzikal eğitimimdi. Annemlerin Rodgers ve Hammerstein, Lerner ve Lowe, Elvis Presley, Little Richard ve Jerry Lee Lewis plaklarının da eklenmesiyle oluşan bir eklektizm. Fakat yaşamımı müzikten kazanabileceğimi fark etmem Beatles sayesinde oldu.

Beatles da benim gibi işçi sınıfı arkaplanından gelmişti. İngilizdiler ve Liverpool da benim yaşadığım şehirden daha süslü ya da romantik değildi. Gitarım yalnızlığıma arkadaşlık ederken kaçış yolum olmuştu.

O zamandan beri hayatım hakkında çok şey yazıldı, dolayısıyla hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğunu hatırlamıyorum. Resmi bir müzik eğitimi almadım. Fakat öyle zannediyorum ki aptal şans, ucuz kurnazlık ve meraktan doğan risk alma bileşimi sayesinde başarılı oldum. Hâlâ da aynı şekilde çalışıyorum. Ancak müzikte merakınızı asla tamamen gideremezsiniz. Müzik hakkında henüz bilmediklerimle kütüphaneleri doldurabilirsiniz. Her zaman öğrenecek daha fazla şey vardır.

Şimdi, müzisyenler toplumda özellikle örnek alınacak kimseler değildir. Gerçekten çok iyi bir ünümüz yok. Kadın peşinde koşanlar, alkolikler, bağımlılar, alimony jumpers(?), vergi kaçıranlar. Üstelik sadece rock müzisyenlerinden de söz etmiyorum. Klasik müzisyenlerin ünü de aynı derecede kötü. Caz müzisyenleri ise, unutun gitsin. Fakat bir müzisyeni çalarken seyrettiğinizde -o özel müzikal dünyaya girdiğinde- çoğu zaman oyun oynayan bir çocuk görürsünüz, masum ve meraklı, sadece gizem olarak tanımlanabilen kutsal bir olaya duyduğu hayranlıkla dolu. Derin bir şey. Tuhaf bir şey. Hem keyifli, hem kederli. Kelimelerle anlatılması imkânsız bir şey. Demek istediğim, bize saatlerce, günlerce, yıllarca gamlar ve arpejler çaldıran şey ne olabilir ki? Muğlak bir şan, para ya da şöhret vaadi mi? Yoksa daha derin bir şey mi?

Enstrümanlarımız bizim bu gizemle bağlantı kurmamızı sağlar ve bir müzisyen ölene kadar bu hayranlık duygusunu korur. Büyük aranjör Gil Evans’la yaşamının son yılında bir süre birlikte olmak ayrıcalığına sahip oldum. Hâlâ dinliyordu, yeni fikirlere açıktı, müziğin mucizesine açıktı. Hâlâ meraklı bir çocuktu.

Şimdi burada cüppelerimizin içinde diplomalarımızla, unvanlarımızla dururken -bazıları sadece onursal, bazıları gayretlice çalışılmış(?)-, armoni yasalarını ve kontrpuan kurallarını, aranjman ve orkestrasyon tekniklerini, temalar ve ritmik motifler geliştirmeyi çok iyi biliyoruz. Fakat herhangi birimiz gerçekten müziğin ne olduğunu biliyor muyuz? Yalnızca fizik mi? Matematik mi? Nedir onun özü?

Biliyormuş gibi görünemem. Yüzlerce şarkı yazdım, piyasaya sürdüm, listelere soktum. Grammy benim hakiki, başarılı bir şarkıyazarı olduğumun yeterli bir yazılı kanıtıdır. Yine de, biri bana nasıl şarkı yazdığımı sorarsa “Gerçekten bilmiyorum” demeliyim. Gerçekten nereden geldiklerini bilmiyorum. Bir melodi her zaman başka bir yerden gelen bir armağandır. Sadece minnettar olmayı öğrenmeniz ve başka bir zaman tekrar kutsanmak için dua etmeniz gerekir. Sözler için de aynı şey geçerli. Metaforsuz bir şarkı yazamazsınız. Kıtaları, nakaratları, geçişleri, ara sekizlikleri mekanik bir şekilde birleştirebilirsiniz; ama merkezi bir metafor olmadan hiçbir şey elde edemezsiniz.

Sık sık merak ederim: Melodiler ve metaforlar nereden geliyor? Bunları bir dükkândan satın alabilseydiniz, sıranın en başında ben olurdum, inanın. Zamanımın çoğunu bu gizemli ürünleri aramakla, ilham aramakla geçiriyorum.

Paradoksal olarak, müzikte sessizliğin önemine inanmaya başlıyorum. Bir müzik cümlesinden sonraki sessizliğin gücü. Örneğin, Beethoven’ın Beşinci Senfonisi’nin ilk dört notasının ardından gelen dramatik sessizlik, bir Miles Davis solosunun notaları arasındaki boşluk. Müzikteki bir durakta çok özel bir şey var. Pedaldan ayağınızı kaldırıyorsunuz ve dikkat kesiliyorsunuz. Düşünüyorum da müzisyenler olarak yaptığımız en önemli şey acaba yalnızca sessizlik için bir çerçeve sağlamak mı? Sessizliğin kendisi belki de müziğin özündeki gizem mi? En mükemmel müzik sessizlik mi?

Şarkı yazmak bildiğim tek meditasyon şekli. Melodi ve metafor armağanları da sadece sessizlik sırasında sunulur. Modern dünyadaki insanlar için gerçek sessizlik nadiren yaşadığımız bir şeydir.Sanki ondan kaçınmak için işbirliği yapmış gibiyiz. Üç dakikalık sessizlik çok uzun bir zaman gibi görünür. Pek az zaman ayırdığımız düşüncelere ve duygulara dikkatimizi vermek için bizi zorlar. Bunu uygunsuz ve hatta korkutucu bulan insanlar var.

Sessizlik rahatsız edicidir. Rahatsız edicidir çünkü o ruhun dalgaboyudur. Eğer müzikte boşluk bırakmazsak -ve bu konuda ben de diğer herkes kadar suçluyum- oluşturduğumuz sesi tanımlayıcı bir bağlamdan yoksun bırakmış oluruz. Bu da çoğu zaman daha fazla endişe yaratmaya yarayan endişeden doğmuş bir müziktir. Sanki boşluk bırakmaktan korkuyoruz. Müziğin güzelliği notaların kendisi kadar onların arasındaki boşlukla da ilgilidir. Bir barlık durak, öncesindeki yarım sekizliklerden oluşan bir bar kadar önemli ve anlamlıdır. Burada söylemeye çalıştığım şey şu ki, dindar olup olmadığım sorulduğunda her zaman “Evet, sofu bir müzisyenim” diye cevap veririm. Müzik beni aklın ötesinde, başka bir dünyadan, kutsal bir şeyle temasa geçiriyor.

Nasıl oluyor da bazı müzikler bizi gözyaşlarına boğuyor? Niye bazı müzikler anlatılamayacak kadar güzel? Samual Barber’ın Adagio For Strings’ini, Faure’nin Pavane’sini ya da Otis Redding’in Dock Of The Bay’ini dinlemekten asla bıkmam. Bu parçalar benimle anladığım tek dini dilde konuşuyor. Beni derin bir meditasyon durumuna, bir hayranlık durumuna sürüklüyor. Beni sessizleştiriyor.

Müzik hakkında kelimelerle konuşmak çok zordur. Kelimeler müziğin soyut gücü karşısında gereksizdir. Kelimeleri şiire uydurabiliriz, öyle ki onlar da müziğin anlaşıldığı biçimde anlaşılsınlar; ama onlar böylelikle müziğin zaten bulunduğu bir konuma sadece ulaşmaya çalışıyor olurlar.

Müzik herhalde en eski dinsel törendir. Atalarımız melodiyi ve ritmi ruhların dünyasını amaçları yolunda harekete geçirmek, evreni anlamlandırmaya çalışmak için kullandılar. İlk rahipler muhtemelen müzisyenlerdi, ilk dualar da şarkılar.

Asıl söylemek istediğim şeye gelirsek, müzisyenler olarak, başarılı da olsak -her gece binlerce kişiye de çalsanız-, pek başarılı olmasak da -küçük barlarda ve kulüplerde de çalsanız-, hatta hiç başarılı olmasak da -evinizde yalnız başınıza kedinize de çalsanız-, ruhları iyileştiren bir şey yapıyoruz, kalbimiz kırıldığında onu onaran bir şey. Milyonlarca dolar da kazansanız, bir sent bile kazanamasanız da, müzik ve sessizlik paha biçilmez armağanlardır. Onlara her zaman sahip olun. Onlar da size sahip olsun.

Sting

Çev: Akın Demirci

Eki
11
2010
0

Yeats, Pound ve James Joyce

James Joyce’un 1916 yılında bir edebiyat dergisine gönderdiği ve dergide Joyce’u tanıtmak için kullanılan yazıdan bir fragman:

8 Kasım 1916

(…) Daha öğrenimdeyken Yeats’in Kontes Cathleen’ini protesto eden bir mektubu imzalamayı reddetmiştim. İmzayı reddeden tek öğrenci bendim. Birkaç yıl sonra Bay W. B. Yeats’in tanışıklığını kazandım. Beni tiyatrosu için oynamaya davet etti ve on yıl içinde onun davetini kabul edeceğime söz verdim. (…) Paris’te tıp öğrencisiyken Bay Yeats’in Kontes Cathleen’ini İtalyanca’ya çevirdim fakat proje biz ilk biçimini çevirdiğimiz ve Bay Yeats bu biçimin İtalyan yayıncıya verilmesini istemediği için başarısız oldu.
1913’te Trieste’de Bay Ezra Pound bana yazarak yardımını önerdi. Romanın elyazısını sürekli yayınladığı The Egoist’e getirdi. Aynı zamanda Amerika ve İngiltere’de yayınını ayarladı. İngiliz ve Amerikan gazetelerinde (çok arkadaşça ve takdirle) makaleler yazdı. Fakat onun arkadaşça yardımları ve The Egoist’in yayıncısı Bayan Weaver’in girişimine karşı “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi” bütün yayıncılarca reddedildi ve halen romanım basılamadı.

James Joyce

“James Joyce’un Mektupları”
Düşün Yayınevi, 1983, Çev: Kudret Emiroğlu

Eki
07
2010
0

SES

(…)Manavdan sonra ortaokuldan eski edebiyat öğretmenime rastladım.
-Unutma, dedi, sende bir şey vardı -o kadarını hatırlıyorum- sese dönük bir şey vardı, veresiye bir gırtlaktan çıkmışa benzemeyen. Yalın bir dal gibi konuş, okundukça yapraklanan, gövde devşiren.
(…)
Gene de bir köşede bir bucakta, sesini kullanmak, takma dişli bir tanrıya en uydurma dilini kaptırmamak diye bir yol var. Dilim uydurmaymış. Ne çıkar. Onu ben uydurdumsa? Bunu yapmak da, temel atmak, bir duvara pencereler taşımak kadar emek isteyen bir şey değil mi?
Kulağın hep doğada olsun, türünden sözcükler de eklemişti öğretmenim. Hangi doğa? Kimin doğası. Benim doğam, ne bileyim, bal yapan bir akrep de olabilir. Bu da var, demek istiyorum, işin içinde. En iyi niyetler uçurumlarla süslenmelere gidebilir. Sonra uydurmaların insanı sömürmede öyle bir yanı vardır ki duman attırır gerçeğin kırıtkan yiğitliklerine. Yani al birini vur uzun uzun ötekine. Bunların ötesinde en önemlisi pireye file bakmadan yaşayabilmek.
(…)
Sendeliyor olsa bile, ortada bir ses var dolaşan, arayan, sorunlarımın yükünü taşıyan. Bir topraksızlığın önünde sıraya girip beklemekten daha iyi değil mi bu?

Feyyaz Kayacan
“Gibiciler”, Yeditepe Yay., 1967, s.22-23

Eki
05
2010
0

Baudelaire’in “Kötülük Çiçekleri” İçin Tasarladığı Önsöz

Kötülük Çiçekleri’nin -Baudelaire tarafından yapılan
tashihlerle birlikte- ilk baskısının kapak görüntüsü


Charles Baudelaire’in “Kötülük Çiçekleri” için yazdığı -fakat sonradan kitaba eklemekten vazgeçtiği- önsöz taslağının Türkçe çevirisiyle Adam Sanat Dergisi’nin Kasım 1997 tarihli 144. sayısında karşılaştım. Taslağın tam metnine https://zaferyalcinpinar.com/tasarionsoz.jpg adresinden ulaşabilirsiniz. Çeviri Gürhan Tümer’e ait…

Eki
04
2010
0

Hüseyin Cöntürk’ün Mektupları

Borges Defteri (https://borgesdefteri.blogspot.com), E-Kitap Projesi kapsamında altıncı özgün e-kitabını yayımladı.  Hüseyin Cöntürk’ün mektuplarından oluşan bu sıkı çalışmaya https://www.mediafire.com/?hhsjlrcfuuaguqa adresinden ulaşabilirsiniz.

Eki
03
2010
0

491’e YEDİ!

491‘e YEDİ!

“Yemcilerin yemlerini yeme!”

https://zaferyalcinpinar.com/491yedi.pdf

*

Yokoluşlarının ağıtını yazan o kifayetsiz muhterislerle senin ilgilenmeyişinin 2010’daki  yüzüdür 491
DÖRTDOKUZBİR “Evvel Fanzin” cakasıdır ve Kadıköy tribidir.

491‘in tüm sayılarını https://zaferyalcinpinar.com/491.html adresinden indirebilirsiniz. (E-posta: dortdokuzbir@gmail.com)

Not: 491‘in 8. sayısı  “Müzayede Özel Sayısı” olarak Kasım ayının son haftası yayımlanacaktır.

Eki
03
2010
0

Uyanışın Başlaması (Henri Michaux)

“Uyanışın Başlaması”, Henri Michaux

Eki
03
2010
0

Sonsuz ve Öbürü (Turgut Uyar)

En değerli vakitlerinizi bana ayırdınız
sağolunuz efendim
gökyüzününün sonsuz olduğunu bana öğrettiniz
öğrendim
yeryüzünün sonsuz olduğunu öğrettiniz
öğrendim
hayatın sonsuz olduğunu öğrettiniz
öğrendim
zamanın boyutlarının sonsuzluğunu
ve havanın bazen kuşa döndüğünü öğrettiniz
öğrendim efendim
ama sonsuz olmayan şeyleri öğretmediniz
efendim
baskının zulmun kıyımın açlığın
bir yerlere kıstırılıp kalmanın susturulmanın
aşk mutluluğunun ve eski hesapların
aritmetiğin bile
bunları bulmayı bana bıraktınız
size teşekkür ederim

18.5.82

İşbu şiir Borges Defteri arşivinde Turgut Uyar’ın kendi el yazısıyla bulunmaktadır.

Eki
02
2010
0

Siyaset Tüketimi ve Yeni Kapitalizm Kültürü

(…)
Tüketici-seyirci-yurttaşın nasıl ilerici siyasetten uzaklaşıp daha edilgen duruma yöneldiğini ele alacağım. (…)Bu liste hiç de geniş kapsamlı değil; ama her unsurun kaynağı, doğrudan doğruya,yeni kapitalizm kültüründe yatıyor.
Tüketici-seyirci-yurttaşa ürün platformlarına benzer siyaset platformları ve altınla kaplanmış farklar sunulur; ondan “insanın eğri büğrü bir odundan yapılmış olduğunu” hesaba katmaması ve daha kullanıcı dostu politikalara itibar etmesi istenir.
(…)
İş dünyasında olduğu gibi siyasette de bürokrasiler bir yandan yurttaşlarının sorumluluğunu almayı reddederken bir yandan da iktidarı artan bir şekilde merkezileştiriyor. İktidar ile otorite arasındaki bir ayrılma diyasi açıdan hiçbir suretle ilerici değil. (…) Yeni kurumsal düzen, kendi aldırmazlığını çevredeki bireyler ya da grupların özgürlüğü olarak etiketleyerek, sorumluluktan sıyrılıyor; yeni kapitalizmden türeyen siyasetin kusuru aldırmazlık.
(…)
En basit siyasi altın kaplama biçimi, simge enflasyonudur. Britanya’da, köpeklerle tilki avı yapılmasına izin verilip verilmeyeceği konusunda siyasi partiler karşıt fikirleri tutkuyla savunuyorlardı; Birleşik Krallık Yüksek Mahkemesi’nin kurulması konusunda on sekiz saat tartışılmışken, kısa süre önce bu av meselesine yaklaşık yedi yüz saat parlemento mesaisi harcandı. Simgesel ıvır zıvır enflasyonunun yeni bir tarafı yok; yeni olan, ürün reklemı ile siyasi davranış arasındaki uyum. Siyasi kişiliklerin pazarlanması gittikçe sabun pazarlamaya benzer hale geliyor; reklamcılar küçük farkların üzerine kaplanan altının halkın dikkatini çekmesini bekliyor. (…) Siyasetçi, niyetleri, arzuları, değerleri, inançları, beğenileri kendinde cisimleştiriyor -bu, yine, iktidarı sorumluluktan ayırma etkisine sahip.
(…)
Mevcut gerçekliği askıya alma şekli, yetenek arayışında, sınavvı hazırlayanın dikkati fiili başarıdan farazi kapasiteye kaydırdığında meydana geliyor. Tüketimde de aynı şey geçerli…
(…)
Yurttaşlar modern tüketiciler gibi davrandığında zanaatçı gibi düşünmeyi bırakırlar. Bu endişe politika saptayıcıların dikkatsizliğini tamamlar; fakat daha inceden inceye; tüketici olarak yurttaş, siyasi meseleler anlaşılması güç ya da anlaşılmaz hale geldiğinde, ilgisini kesebilir. (…) Kullanıcı dostu kavramı demokrasiyi keşmekeşe çevirir. Demokrasi, yurttaşların etraflarındaki dünyanın nasıl işlediğini anlamak için bir miktar çaba harcamaya istekli olmasını gerektirir. (…) Demokrasi, tüketimi örnek aldığında, kullanıcı dostu hale geldiğinde, bilme isteği yok olur. (…) Enformasyonun boğucu miktarda olması “masum” bir sorun değildir. Büyük miktarlarda ham veri siyasi bir gerçek yaratır: Hacim arttıkça denetim merkezileşir. (…) Bu enformasyonun hacmi arttıkça alıcı enformasyona daha az tepki verebilir, hatta enformasyonu yorumlamayı bırakabilir.
(…)
Yeni kapitalizmin kültürü tek tek olaylara, bir seferlik işlemlere, müdehalelere ayarlıdır; oysa ilerlemek için, bir politikanın süregiden ilişkileri geliştirmesi ve deneyim biriktirmesi gerekir. Kısacası, yeni kültürün ilerici olmayan sürüklenişinin nedeni, yeni kültürün zamanı şekillendiriş biçimidir.

Richard Sennett
“Yeni Kapitalizmin Kültürü”, Çev. Aylin Onacak, Ayrıntı Yay., 2009, s. 111-124

Written by in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) | Etiketler:
Eki
02
2010
0

Efsane koleksiyoner; Şefik Atabey

Sahaf Nedret İşli, NTV Tarih’in Eylül sayısında efsane koleksiyoner Şefik Atabey’i anlatmış… Kitap koleksiyonu heveskârlığımda -ya da hastalığımda- bana yol gösteren, Marmara Adası’ndaki çocukluğumun ve yeniyetmeliğimin kahramanı, komşumuz;  Şefik Atabey’i saygıyla anarak:

https://zaferyalcinpinar.com/sefikatabey.jpg

Eki
01
2010
0

Sokakta (Oktay Rifat)

Kedi gözü gibi incelmiş sokakta,
Omzumda kaygan urganı yağmurun,
Eski bir ölü çekiyorum yedekte.

Görüntümün ekseninde dönüyorum
Bir kapı açıyorum kendime benzer
Bir gözüm uyudu, bir gözüm ayakta.

Gece akrep gibi iniyor duvardan.

Oktay Rifat
“Şiirler”, Bilgi Yayınevi, 1969

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com