Kas
09
2011
0

Oğuzcan Önver’in Yüreği

Oğuzcan Önver, vicdanıyla yazıyor, vicdanıyla yaşıyor. Onun hakkında birçok şey söylenebilir ama esas olan şu: Oğuzcan Önver, haysiyetli davranıp (Yeni Sinsiyet çetesine paydaş/yandaş olmayıp) o çetenin gelecekte kullanacağı ve bu nedenle de şimdiden ödüllerle (cartla curtla, şunla bunla) yemlediği bazı mutat zevatları (misal, Taner Doruk’u filan) eleştirmekten çekinmedi, çekinmiyor. Oğuzcan Önver’in yüreğini, ilerlediği kalb ve vicdan yolunu hayranlıkla izliyorum. Siz de izleyin… (Zy)

Bkz: https://oguzcanonver.blogspot.com/2011/11/taner-cindorukun-56-sayfalk-7-liralk.html

Kas
07
2011
0

Tarihin Yapraklarında… (Onat Kutlar)

“Eski” İstanbul’daki fotoğrafçılar üzerine Onat Kutlar’ın kaleme aldığı “Tarihin Yapraklarında Unutulmuş Çiçekler” başlıklı yazıya https://zaferyalcinpinar.com/cicekler.jpg adresinden ulaşabilirsiniz. Yazı, “Yeni Fotoğraf” dergisinin Aralık 1977 tarihli 15. sayısında yayımlanmış…

Kas
05
2011
0

Tarihsellik Üzerine… (E. Ionesco)

(…)
Sözün davranımla sürdüğü gibi oyun, “pantomime” de sözün yetmediği zaman yerini alır sözün, özdeksel oyunlama öğeleri de kendilerince abartırlar onu. İğreltilerin kullanılması da ayrı, başka bir sorun. (Artaud durmuştu bunun üzerinde.)

Tiyatro salt toplumsal olmalı denince, gerçekte iş şu ya da bu anlamda yurtyönetimsel bir tiyatroya dayanıyor elbet. Toplumsal olmak başka, “toplumcu” ya da “Marx’çı” ya da “faschiste” olmak gene başka, yetersiz bir bilinç anlayışının dillenimidir bu (…)

Sonra kendisi istemese de toplumsal olur kişi, çünkü hepimiz bir türlü tarihsel karmaşaya kapılmışız, tarihin de belli bir kıpısına bağlıyız -bununla birlikte bu kıpı bizi bütün bütün yutmuyor, tersine kendimizin en az özlü yanını da içeriyor, dile getiriyor.

Özenle bir yapımın (technique’in), tiyatro dilinin, tiyatronun kendi dilinin sözünü ettim. Konu ya da toplumsal özler bu dille tiyatronun konusu, özleri olabilir güpgüzel. Kişi belki öznellik zoru ile nesnel oluyor. Tikel genele kavuşuyor, toplum da besbelli nesnel bir veridir: böylece, görüyorum ki toplumsulun, yani daha çok bağlı olduğumuz zamanın tarihsel anlatımı dille olabilir ancak. (her dilde de tarihsel olup çağıyla çevrilmiştir, yadsınamaz bu.) Sanat yapıtına doğallayın sokulu veren tarihsel anlatım, dillenim, isteseniz de istemeseniz de bilinçli ya da bilinçsiz de olsa, kendiliğindendir;  istenilmiş, düşünülüp taşınılmış, “fikrî” değildir.

Zamansal da zaman dışına, evrensele karşı çıkmaz: tersine, boyun eğer.

Salt zamansal–artası, tarih artası, tin duyuşları, sezgileri vardır. Şöyle güzel bir sabah geceki uykumdan olduğu denli, kafa alışıklığının uykusundan uyanınca, varlığımın bilincine, sonra evrensel görünüşün bilincine varınca birden, her şey yabansı geliyor bana; bildik, alışılmış geliyor; olmanın şaşkınlığına uğrayınca bakıyorum bu duygu, bu sezgi herkeste, her zaman olan bir şey. Bu tin duyuşunu, hemen hemen bir sözcükle dile gelmiş olarak ozanlarda, felsefecilerde, gizemcilerde bulabilirsiniz. Kılı kılına benim duyduğum gibi duyarlar, bütün insanların da kafaca ölmemişlerse ya da yurtyönetimsil işler uslarını başlarından almamışsa, yüzde yüz duymuş oldukları gibi. Bu tin duyuşunun açıkça dile gelmişini, kesinlikle, Ortaçağda, eskiçağda ya da herhangi tarihsel bir yüzyılda tıpa tıp bulursunuz. O bengi kıpıda, kunduracı ile felsefeci, “köle” ile “efendi”, papazla dinsiz buluşurlar, bir olurlar.

Tarihsel ile tarihseldışı kaynaşır, birleşir şiirde, resimde. Başını yapan kadının imgesi kimi İran minyatürlerinde, Eski Yunan, Etrüks Dikilitaşlarında, Mısır fresklerinde tıpkıdır; bir Renoir, bir Manet, XVII. ya da XVIII. yüzyılın ressamları bir tutumu yeniden bulmak, dile getirmek için, bir kösnük bengi sunuda barınan tutum karşısında bir çarpıntıyı yeniden duymak için öbür çağların ressamlarını bilmek gereksinmesini duymadılar. İlk örnekte olduğu gibi açıkça kişicil çarpıntılar söz konusu burada. Resimsel anlatı ile belirtilen o imge çağlara göre değişiktir; ama ikincil olarak ortaya çıkan bu “değişik” imge sürekli kalıcının ışıklı dayanağıdır. “Belgeler”, zamansalın -ya da modaya uygun bir sözcük kullanayım- “tarihselin”, zaman dışına (evrensele) nasıl bağlandıklarını, onların bir olduklarını, birinin ötekine nasıl dayandığını gösterir.

Eugéne Ionesco
“Tiyatro Deneyi”, Çev: Teoman Aktürel, De Yayınları, 1961, ss. 25-27

Kas
05
2011
0

Ulusların Zenginliği’nden, Ağların Zenginliği’ne doğru paradigma değişimi…

(…)
IŞIL ÖZ:(…) paradigma dönüşümünü anlamlandırmak için kullanabileceğimiz kavramların olup olmadığını merak ettim…

DR. ÖZGÜR UÇKAN: Evet, birkaç kavram var: küresel ve sınırsız ağ, güç ve iktidar olarak bilgi, organizasyon olarak gayri merkeziyet, uzlaşmaz bir karşıtlık olarak rekabet ve işbirliği, çoktan çoka iletişim ve etkileşim… Bu dönüşüm kendisini özellikle siyaset, ekonomi ve teknoloji alanlarında hissettiriyor. Küresel bir ağ toplumu, ağ ekonomisi, ağ kültürü, ağ düşüncesi ve ağ siyaseti beliriyor. Endüstri devriminin temsil ettiği, ulus-devletler, küresel liberal ekonomi, fordizm ve ölçek ekonomisi, merkeziyetçilik ve tek kutuplu dünya ile somutlaşan paradigma, yerini bilgi ve iletişim devriminin temsil ettiği, (Avrupa Birliği gibi) ağ-devletler, küresel ağ kapitalizmi, post-fordizm ve kapasite ekonomisi, gayri merkeziyetçilik ve çok kutuplu dünya ile somutlaşan yeni bir paradigmaya bırakıyor.

“Paradigma dönüşümü”, devrimden farklı olarak çok hızlı bir şekilde olup biten bir dönüşüm değildir. Paradigma, bir dönemin “ruhu”dur; sosyal, kültürel, ekonomik, teknolojik, düşünsel, insani zihin setine bu adı veririz. Dolayısıyla değişim çok derin olur ve her şeyi değiştirir. Bu dönüşüm de etkisini siyasetten ekonomiye, birey öznelliğinden topluluk ilişkilerine, bilim ve teknolojiden kültüre hayatın her alanında gösteriyor. 2. Dünya Savaşı’nın ardından başlamış ve 2008 küresel kriziyle birlikte doruğuna ulaşmış bu paradigma dönüşümünün en anlamlı işaretlerinden biri WikiLeaks…”

IŞIL ÖZ: (…)dünya nasıl bir medya, siyaset ve ekonomi düzeniyle yüz yüze gelecek?

DR. ÖZGÜR UÇKAN: (…)kısaca özetlemek gerekirse, zaten yeni bir Dünya Düzeni’ne adım atmış durumda olduğumuz söylenebilir. 2008 küresel ekonomik krizi bu dönüşümün zirve anı oldu. Bu krizin, aslında bir krizden çok bir paradigma dönüşümü, iktisatçı Joseph Schumpeter’in deyişiyle bir “yaratıcı yıkım” olduğunu düşünüyoruz. IMF’den Dünya Ticaret Örgütü’ne, Dünya Bankası’ndan OECD’ye bütün uluslararası kurumlar yeniden yapılanıyor. 2. Dünya Savaşı sonrası küresel ekonomiyi biçimlendiren ve ABD egemenliğinin yolunu açan Bretton Woods anlaşması çöktü. Kontrol sanayileri değişiyor. Askeri-endüstriyel kompleksler eriyor. Ağır sanayinin yerini ileri teknoloji sektörleri almış durumda: Biyoteknoloji, genetik, nanoteknoloji, enerji, çevre, bilgi ve iletişim teknolojileri… Bilgi en önemli iktisadi girdi artık. Geçen yüzyılda yaşanan teknolojik gelişmelerin sonucunda ortaya çıkan ve özellikle küresel finans ağlarının entegrasyonuyla karakterize olan “ağ ekonomileri”, pazar dinamikleri ve rekabet stratejilerini altüst etti. Sanayi devriminin, 1973 kriziyle sarsılmaya başlayan neo-liberal paradigmasının, tekelci ulus-devlet kapitalizminin çöküşünü yaşıyoruz. Önce hammadde devleri eridi, sonra askeri-endüstriyel kompleksler, şimdi de sıra eski ekonominin son kalesi finansta. Küresel finansal sistemin yeniden yapılanması dönüşümün tamamlanmasını işaretleyecek. Şimdiden bir Dünya Finans Örgütü’nün kurulacağından, yeni bir küresel para biriminden bahsediliyor. “Ulusların Zenginliği” yerini “Ağların Zenginliği”ne bırakıyor.

IŞIL ÖZ: Bu yeni paradigmanın bir adı var mı?

DR. ÖZGÜR UÇKAN: “Küresel ağ kapitalizmi” adını verebiliriz. Bu hâlâ bir kapitalizm, ama neo- liberal model iflas etti. Bir geçiş anındayız. . . Küresel ağ kapitalizmi ulus ötesi bir örgütsel modele dayanıyor. Ulus-devlet kapitalizmi bitiyor. Küresel ağ kapitalizmi dinamik bir göçebe sistemdir. Öyle ki, bu sistem ve bileşenleri, sürekli olarak sınırlarını değiştirmek ve sermaye birikimi hedefi doğrultusunda farklı sistemleri kapsamak veya dışlamak yoluyla yeniden organize olur. Yani, ölçek ekonomilerinden kapsam ekonomilerine (capacity economy), endüstriyel üretimden esnek ağ üretimine, kol gücünden bilgi gücüne, ulus-devletlerden ulus-ötesi organizasyonlara, tek-kutuplu dünyadan çok-kutuplu, gayri-merkezi ve dağıtık, mekânı tümüyle kuşatan ağ-dünyaya geçiş paradigması…
(…)

Söyleşinin tam metnine şu adresten ulaşabilirsiniz:
https://www.t24.com.tr/turkler-wikileaks-sizintilari-karsisinda-uc-maymunu-oynuyor/haber/179597.aspx#

Kas
03
2011
0

“Düşünce” üzerine… (Wittgenstein)

(…)
123. “Düşünme zihinsel bir etkinliktir” – Düşünme bedensel etkinlik değildir. Düşünme bir etkinlik midir? Eh, insan birine şöyle diyebilir: “Bunu düşün bakalım”. Ama biri bu buyruğu yerine getirmek üzere kendi kendisiyle ya da hatta bir başkasıyla konuştuğunda iki etkinlikte mi bulunur?

124.
Söylenen şeye ilgi göstermenin kendine özgü işaretleri vardır. Kendine özgü sonuçları ve önkoşulları da vardır. İlgi, deneyimlenen bir şeydir; onu kendimize gözleme dayanarak atfetmeyiz. Söylediğimize eşlik eden bir şey değildir o. Bir cümleye eşlik eden bir şeyi o cümlenin içeriğine gösterilen ilgi yapan nedir?

125.
Düşünme fenomenini yanma fenomeniyle karşılaştırın! Yanma, alev, bize gizemli görünmez mi? Pekiyi niçin bir ev eşyası değil de alev? -Ya bu gizemi nasıl bertaraf edersiniz?

Düşünme bilmecesi nasıl çözülecektir? – Alev bilmecesi gibi mi?

126. Alev ele geçmez olduğu için gizemli değil midir? Tamam -ama bu onu niçin gizemli yapar? Ele geçmez bir şey niçin ele geçen bir şeyden daha gizemli olsun? Biz onu ele geçirmek istediğimiz için değilse.-
(…)

135.
Karşılıklı konuşma, sözcüklerin uygulanması ve yorumlanması devam eder ve ancak bu karşılıklı konuşmanın seyri içinde sözcüklerin anlamı vardır.

“Gitti”- “Niçin?” – Bu “niçin” sözcüğünü sözcüğünü söylediğinde ne kastediyordun? Neyi düşünüyordun?

136.
Okulda parmak kaldırmayı düşünün. Birinin parmak kaldırmaya hakkı olması için, yanıtı kendi kendine sessizce prova etmiş olması gerekir mi? Pekiyi, içinden ne geçmiş olması gerekir? -Hiçbir şeyin geçmiş olması gerekmez. Ama parmak kaldırdığında olağan olarak bir yanıt biliyor olması önemlidir; birinin parmak kaldırmayı “anlamasının” kriteri de budur.

İçinden hiçbir şeyin geçmiş olmasıgerekmez; ama yine de böyle durumlarda hiçbir zaman içinden ne geçtiği hakkında bildirecek bir şeyi olmayan kişi olağanüstü biri olurdu.
(…)

143. Şöyle söylenebilir; her durumda “düşünce” ile kastedilen, cümlede canlı olandır. Cümle onsuz ölüdür, seslerin ya da yazılı biçimlerin bir dizisinden ibarettir.
(…)

144. Sözcüklerin nasıl anlaşıldığını tek başına sözcükler anlatmaz.

Ludwig Wittgenstein
“Zettel”, Çev: Doğan Şahiner, Nisan Yay., 1. Baskı, 2004, ss. 35-39

Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan Wittgenstein ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/ludwig-wittgenstein adresinden ulaşabilirsiniz.

Kas
02
2011
0

İkisi de yoktur! (Sabahattin Ali)

(…)
Soru: Sizce sanatta eski-yeni ikiliği mi, yoksa ileri-geri davası mı vardır?

Sabahattin Ali: İkisi de yoktur. Sanatta sadece hakiki sanat, yani içinde geliştiği kitleye organik bağlarla bağlı olan ve bu kitleye bir şeyler vermek isteyen sanatla, kendi içine kapanık gaflet uykusuna yatmış yalancı oyunlar davası vardır.


ANT Dergisi, 8. Sayı, 1 Temmuz 1945

Kas
02
2011
0

“Duygudurum Tuşesi / Tınısı” ya da “Müziğin Poetikası” üzerine… (Igor Stravisky)

Bir mutat zevat, dün, bir e-posta göndermiş bana… Bu zevat, şiirlerimi ve poetik çalışmalarımı okuduğunu (“Şiirim Nasıldır?“, “Şiirim Ne Diyedir?“, “Boşluğun Dili” başlıklı ibrazlarımı okuduğunu) ancak benim “anlamsız kavramlar”la konuşan, şiirden ve şiir yazmaktan anlamayan biri olduğumu, örneğin yazılarımda “duygudurum tuşesi” olarak kullandığım kavramın ne olduğunu bir türlü kavrayamadığını, bu kavramın “salakça” olduğunu filan ifade etmiş.

Şimdi, bu sahte isimlerle bana sahte mektuplar yazanların kim ya da kimler olduğunu (gerçek isimlerini filan…) bilmiyorum. Fakat bu zevatların hangi tipolojiye ait olduklarını çok iyi biliyorum: Yeni Sinsiyet!

Şunu açıkça söyleyeyim: Birileri çıkıp, ezberlenmiş bir iyi niyetle olsa da “Ben senin ‘duygudurum tuşesi, tınısı’ diye ifade ettiğin şeyi anlamadım arkadaş… Bana anlatır mısın?” dediğinde, bir şeyleri seve seve anlatmaya çalışırım. Çünkü “insanlık” bunu gerektirir. Ya da bir şeyleri anlaması için gereken kaynakları, metinleri kendisine işaret ederim. Ama kötü niyetle karşıma çıkan o kurnaz ıskartalarına cevap vermem. Çünkü bu karşı tavrımı da -tıpkı diğer durumda olduğu gibi- “insanlık” gerektirir.

Sonuçta, kifayetsiz muhteris olmayan herkesle (eşyadan çok insana benzeyen ve duvar saatleri gibi ahmak olmayan herkesle) yazılarımda yer alan “Duygudurum Tuşesi ya da Tınısı” gibi kavramların ne menem şeyler olduğu konusundaki bilgileri paylaşmaktan hiç çekinmem, üşenmem.

Z. Yalçınpınar

(…) Görsel perspektif yasalarına uyan, nesnelerin görünüşünde olduğu gibi, yalnız en yakın plandaki şeyleri belirgin kılan tarihsel bir perspektif vardır. Olanlar bizden uzaklaştıkça kavrayışımızdan kaçarlar ve cansız, işe yarar bir anlamı olmayan nesneleri görmemize ancak bir an için izin verirler. Binlerce engel bizi talarımızın zenginliklerinden ayırır, bize yalnızca onların ölü gerçekliğini gösterir. O zaman bile onları bilgiyle olmaktan çok sezgiyle kavrarız. (…)
Zira müzik fenomeni bir spekülasyon fenomeninden başka bir şey değildir. Bu ifadede ürkülecek bir şey yok. Burada yalnızca, müzikal yaratımın temelinin dışa yönelmiş bir ön duygu olduğu; somut bir şeye biçim vermek amacıyla önce soyut bir alanda hareket eden bir irade olduğu varsayılıyor. Bu spekülasyonun hedef alması gereken öğeler ses ve zaman öğeleridir. Bu iki öğe olmadan, müziği düşünmek olanaksızdır.(…)
Plastik sanatlar mekân içinde sunulur bize: Ayrontıları yavaş yavaş ve vakit oldukça keşfetmeden önce, genel bir izlenim ediniriz. Müzik ise zamansal sıralanışa dayanır ve belleğin tetikte olmasını gerektirir. Sonuç olarak, resmin “mekânsal” bir sanat olması gibi, müzik de “zamansal” bir sanattır. Müzik, başka her şeyden önce, zaman içinde belli bir düzenlemeyi, yani -eğer yeni bir sözcük kullanmama izin verirseniz- bir “kronomi”yi varsayar.(…)
Hangimiz, caz dinlerken, ısrarla düzensiz vurguları öne çıkarmaya çalışan bir dansçı ya da solo yapan bir müzisyen, kulağımızı, davuldan gelen düzenli ritmik cümle vuruşlarından uzaklaştırmayı başaramayınca, baş dönmesine yakın hoş bir duyguya kapılmamıştır?
bu tür bir izlenime nasıl tepki gösteririz? Ritim ile ritmik cümlenin zıtlaşmasında dikkatimizi en çok ne çeker? Dikkatimizi en çok çeken, düzenlilik saplantısıdır. Eş ölçümlü vuruşlar bu durumda yalnızca, solistin ritmik buluşundaki gerilimi rahatlatmanın bir aracıdır. İşte süprizi doğuran ve beklenmedik olanı gerçekleştiren budur. Düşündüğümüzde, vuruşlar gerçekten ya da zımnen var olsaydı o buluşun anlamını çıkartamayacağımızı fark ederiz. Burada bir ilişkinin zevkine varırız. (…)
Piyer Sovtçinski’ye göre müziksel yaratım, öncelikle zamanın (kronos’un) müziğe özgü bir yaşantılanmasına dayanan ve doğuştan var olan bu sezgiler ve olanaklar bileşimidir; müzik eseri bize zamanın işlevsel gerçekleşmesini verir yalnızca.
Herkesin bildiği gibi, zaman öznenin içsel eğilimlerine ve bilincini etkileyen olaylara göre değişen bir hızla geçer. Bekleyiş, sıkıntı, elem, zevk ve acı, derin düşünce, bütün bunlar böylece aralarında hayatımızın kendini açtığı farklı kategoriler gibi görünmeye başlar ve her biri özel bir psikolojik süreci, belli bir tempoyu belirler. Psikolojik zamandaki bu değişmeler ancak gerçek zamanın, yani ontolojik zamanın -ister bilinçli ister bilinç dışı olsun- birincil duyumuyla ilişkilendirildiklerinde algılanabilir hale gelir.
Müziksel zaman kavramına özel karakterini veren, bu kavramın psikolojik zaman kategorileriyle birlikte olduğu kadar bu kategorilerin dışında da doğup gelişmesidir. Bütün müzik, ister zamanın normal akışına teslim olsun ister kendini ondan ayırsın, zamanın geçişi (yani müziğin kendi süresi) ile müziğin kendini belli etmesine yarayan maddi ve teknik araçlar arasında özel bir ilişki, bir tür kontrpuan kurar.

Igor Stravinsky
“Altı Derste Müziğin Poetikası”, Çev: Cem Taylan, Pan Yay., 2000, ss. 25-29 

 

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com