Şub
27
2007
0

Kambur Remi’nin Eksik Dilekçesi ve Dilekçenin Neden Tamamlanamadığıdır.

1.  Açıkça anlaşıldığına göre, sayın başkanı bulunduğunuz baskın birliği,  
Chinche’ye yeni bir mezarlık inşa etmek üzere yola çıkmış bulunmaktadır.

2. Yüksek korumanız altındaki askerler, bu gibi durumlarda, yokluk ve açlık gibi sudan bahanelerle başkaldıran komünerolara, ulusal gülmece ve tuzak kitabımız olan anayasamızın yüzbinbirinci maddesi gereğince, hapishane olarak mezarlığı gösterir.

3. Yukarıdaki madde gereğince, ya da aşağıdaki, hangisi olduğunu bilmiyorum, gözlüklerimi unutmuşum, zaten ha o olmuş ha öbürü, önemli değil… Heh, evet işte o madde gereğince baskın birliğinin elindeki mezarlık ayaklanan köylüleri barındıramayacak kadar küçük olursa, birlik komutanı yeni bir yer, özellikle, sonradan ellerini yıkayabileceği bir dere kıyısı seçer ve yeni mezarlığı oraya açar; Bu kamu girişiminde arsa belediye tarafından, ölüler de ordu tarafından temin edilecektir.

4.Chinche’nin zaten bir mezarlığı vardır, kapısız bir mezarlık ama bu.

5. Chinche peyzajı böyle önemli bir kamu kuruluşu için anayasanın öngördüğü koşullardan hiçbirine sahip olmamakla…

(…)

“Kim bu adam?”

Remi eğildi, yerden bir taş aldı.

“Kim olursa olsun,” dedi teğmen. “Ateş!”

Bir makineli tıkırdadı. O zaman açığa çıktı ancak, Remi’nin nasıl bir onulmaz hastalığın acısını çektiği. Mermiler kafatasının üstünü alıp götürmüştü. Kafatasının içinde beyin yerine bir sardunya duruyordu.

 

Manuel Scorza

Toprak Acısı, Çev: Müntekim Ökmen, 2.Baskı, 1986, Can Yayınları

Şub
24
2007
0

Orhan Kemal’in gözünde Nâzım Hikmet

(…)“Hapishanede çehrelerini sık sık görmeye mecbur olduğumuz bir topluluk var, kravatlı, bey ıskartası, muhasip, kasadar –hakaret olsun diye veznedar demiyorum- kâtip, tahsildar, maliye memuru, ne bileyim ben, bu çeşit “Küçük burjuva”lar. Bunların karakterleri malum: Hem kel, hem fodul. Bütün hareketlerinden, sözlerinden kendini beğenmişlikleri akar. Mesela Nâzım Hikmet’e bunlardan birisi der ki:

-Bana bak Nâzım, sen insandan anlamıyorsun azizim, sen insanları ayırt etmekten yoksunsun!

Ben kudururken Nâzım Hikmet “Sen insan ayırt etmekten yoksunsun,” diyen “Serseriye” hiç kızmaz, özellikle gülümser ve ona bomboş gözlerle bakar. Biliyorum bu bakış o kadar anlamsız ve boştur ki, anlayana sivrisinek saz… O böyle bakarken kim bilir hangi konu üzerinde düşünüyor, çok iyi bildiği karşısındaki bu budalayı –kim bilir kaç milyonuncu misalini- tekrar önündeki bir aynaya bakar gibi okuyor.”

Orhan Kemal, Yazmak Doludizgin, Günlük, Tekin Yayınları, 2002,s.30-31

Şub
08
2007
0

MONOKL 2 çıkmıştır…

Deneysel sanat ve edebiyat dergisi MONOKL’ın 2. sayısı çıkmıştır.

Ayrıntılı bilgi için:

https://groups.google.com/group/pustahali/browse_thread/thread/b9a37031e7a850c7

adresine ya da

www.monokl.net adresine bakabilirsiniz

Şub
06
2007
0

Görsel İş: Tipografik İllüstrasyonlar

Aşağıdaki adreste sıkı ilüstrasyonlar bulunmaktadır:

https://www.ni9e.com/typo_illus.html

Şub
06
2007
0

Şubat 2007 Varlık Dergisi, Enver Ercan ve Sonsözüm

Varlık dergisinin Şubat 2007 sayısında (Ali) Enver Ercan hakkımda şu sözleri söylemiştir:

“Sözgelimi, sıkıntılı ruh halini yazınsal üretime dönüştürmek yerine, saçma sapan mektuplara akıtıp başkalarına rahatsızlık verdiğinin farkında bile olmayan Zafer Yalçınpınar, yıllardır tanıdığım bir kitapçının espirili yaklaşımına verdiğim yanıtı büyük bir açıklamada bulunuyormuş gibi hemen kaleme alıp internet ortamına salarak güya beni küçük düşürmeye çalışıyor, üstelik hiç tanımadığım halde yanıma yaklaşıp kendini tanıtınca, incelik gösterip elimi uzattığım için garipsediğini söylüyor. Dedim ya, üzülüyorum… (…) Bunları niye anlattım? İki nedeni var; birincisi kerametin kendilerinde değil, bizim hoşgörülü tavrımızda olduğunu artık öğrensinler diye. İkincisi sizin için; bir edebiyat insanının ancak ve ancak düzgün duruşu ve yazdıklarıyla varolabileceğini, bu tür davranışlar sergileyenlerin edebiyat yolunda yıllarca ayakkabı eskitseler de hiçbir zaman ciddiye alınmadıklarını bilesiniz diye. Şimdiden söyleyeyim dedim; testi kırıldıktan sonra uyarmak neye yarar…”

Bu yazıyı okuduktan sonra kendisine şu mektubu yazdım:

Bay Ali Enver Ercan,

Bu yaşta, yani bunca yaşantıdan sonra, o kitapçıda olanlar hakkında soğukkanlılıkla düpedüz yalan söylemeniz ve “köylü kurnazlığı” icra etmeniz beni sevindirdi. Çünkü bu durum benim “ben” olduğumun ama sizin “siz” olamadığınızın kanıtıdır. Bakın, böylesine numaraları yemeyecek, bu retoriklere kanmayacak sıkı bir kuşak yetişiyor, bilesiniz. Bu yalanınızdan ve çarpıtmanızdan sonra size söyleyecek bir söz bulamıyorum.

Şu testi lakırdınıza gelince; testiyi siz ve Şeref Bilsel, Özge Dirik olayında/fırsatçılığınızda ya da Nalan Barbarosoğlu olayında/umarsızlığınızda kırdınız. Ben de testinin sapını kırdım, kıracağım da. Basitçe, zaman ve vicdan yargıçtır. Sizi kendi yalanlarınızla ve çelişkilerinizle baş başa bırakıyorum. Çünkü, neresinden bakarsanız bakın siz ve sizin gibiler iflah olmazsınız. Bu aşikardır.

Zafer YALÇINPINAR

Şub
01
2007
0

Ekim 1975, Paris ve Ece Ayhan

Ekim 1975

(…)Zürih’ten trenle Paris’e gidiyorum. (…) Önce Opera meydanına yakın yerde Türk Hava Yolları’nın bürosuna uğradım. Enis Batur’a baktım, daha gelmemiş. Kalacağım otelin adını söyledim, oraya telefon edilebilir. Enis Batur Zürih’e mektup yazmıştı, dergisi YAZI için bir şiir istemişti benden. Bu yazışmadan biliyorum onu.(…) Enis Batur beni aldı Art et Metier’deki evine, daha doğrusu stüdyosuna götürdü. (Paris’te ‘Stüdyo’nun anlamı başka akla yalnız resim, ressamlar gelmesin) (…)

Enis Batur’un evinde laflıyoruz. Ertuğrul Özkök adlı bir genç geldi, Paris’te sanıyorum iletişim filan okuyor. Sonra da Nedim Gürsel geldi.

(Nedim Gürsel bana “Neden Zürih’ten Paris’e ‘indim’ diyorsun?” diye sordu. Bilmeden ‘inmek’ fiilini kullanıyormuşum da. “Haritaya göre!” diyip geçiştiriyorum. Şairin işi bu dünyada çok zor gerçekten. Herkes alıştığı sözdizimini istiyor, acaba haklılar mı?) Neyse.

Ertesi günü Nedim Gürsel geldi yine. Bizi ufak arabasıyla Paris’te biraz gezdirecek. Önce Eifel kulesinin dibindeyiz, yukarı çıkacağız herhalde.

“Bırakalım bunu” diyorum “beni bir kahveye götürün de iki çift laf edelim”

Bir kahveye götürdüler beni. Sonra Doğu Garı’nın karşısındaki köşede bir ‘bistro’. Enis Batur’la Nedim Gürsel bir konuyu ya da bir düşünceyi tartıştılar, tartışıyorlar.

Sonra beni uğurladılar. Böylece Paris’e ilk inişim bir gün falan sürdü.

Ece Ayhan,

Başıbozuk Günceler, s.91-92 , 1993, YKY

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com