Ara
19
2009
0

Hayâl Kurmaya Övgü

Bu olay, Cuzco dolaylarındaki Ollantaytambo kasabasının girişinde geçti. Birlikte olduğum turist topluluğundan biraz ötede tekbaşıma durmuş, uzaktaki taş kalıntılara baktığım sırada, o yörenin çocuklarından biri, sıska ve partal bir şey, yanıma gelip benden bir kalem istedi. Kalemimi ona veremezdim, çünkü bir yığın can sıkıcı not almaktaydım, ama onun avucuna küçük bir domuz resmi çizmeyi önerdim.
Haber hemen yayıldı. Çevremi birden çocuk yumağı sardı; avazları çıktığı kadar bağırarak , o kirden çatlamış, meşinleşmiş yanık tenli avuçlarına hayvan resmi çizmemi istiyorlardı. Biri atmaca, öbürü yılan istiyor, başkaları da papağan ve baykuşları seçiyordu. Hayalet ve ejderha resmi isteyenler bile çıktı.
Derken, bu curcunanın orta yerinde, alçaçık boylu, boynu bükük bir çocuk, kol bileğine siyah mürekkeple çizilmiş olan saati gösterdi.
“Lima’da oturan amcam yolladı bunu bana,” dedi.
“İyi işliyor mu bari?” diye sordum.
“Biraz geri kalıyor,” diye itirafta bulundu.

Eduardo Galeano
Kucaklaşmanın Kitabı, Çev: Nihal Yeğinobalı, Can Yayınları, s.33

Written by Adabeyi in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) |
Ara
18
2009
1

Düzen

Bukalemun Çağındayız: İnsan soyuna en büyük dersi bu kendi halinde küçücük yaratık öğretmiştir.
Aramızdaki gizleme uzmanları çok saygın; maske kültürü övülüp göklere çıkarılıyor. Mim üstatlarının çifte dilini konuşuyoruz. Çifte dil, çifte hesap, çifte ahlâk kuralı: bir kural konuşmalar için, öbür kural eylemler için. Eylem ahlâkına da gerçekçilik deniliyor.
Gerçekliğin yasası iktidarın yasasıdır. Gerçekliğin gerçekdışı gözükmemesi için iktidardakiler bize, ahlâkın ahlâkdışı olması gerektiğini söylüyorlar.

Eduardo Galeano
Kucaklaşmanın Kitabı, Çev: Nihal Yeğinobalı, Can Yayınları, s.170

Written by Adabeyi in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) |
Kas
14
2009
0

lepisma saccharina

Boyutu ve parlaklığıyla bir gözyaşına benziyor. Bilim adamları onu lepisma saccharina olarak adlandırıyorlar; bu, “gümüş balığı” adına karşılık geliyor, ama onun balıklıkla hiçbir ilgisi yok, su nedir, onu bile bilmez.
Hayatını kitapları yemeğe adamış, ama güvelikle de bir ilgisi yok. Her dilde kelime kelime çiğneyerek ne bulursa azar azar yiyor; romanlar, şiirler, ansiklopediler…
Hayatı kütüphanelerin karanlık köşelerinde geçiyor. Başka her şeyden habersiz. Gün ışığı onu öldürüyor.
Alim olurdu… böcek olmasaydı.

Eduardo Galeano
Zamanın Ağızları, Çev: Bülent Kale, Çitlembik Yayınları, s. 135

Written by Adabeyi in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) |
Kas
29
2008
0

Bir Söyleşi: Muhterisler için toplu cevap…

Senem Korkmaz ile bir söyleşi gerçekleştirdik…

Hamiş: İşbu söyleşinin kapsamı “muhterisler için toplu cevap” niteliği taşımaktadır.

—-

Senem Korkmaz: “Karşı”, “Korkak Düşler” ve “Siya” adlı öykü kitaplarından sonra 2007’de “Livar” adlı ilk şiir kitabın yayımlandı. “öykü”den “şiir”e geçiş aşaması nasıl oldu? Neydi seni “şiir”e iten?

 

 

Zafer Yalçınpınar: Birtakım görüngülerin, olayların ve tipolojinin inceliklerini düzyazıyla ortaya koyamadığımı fark ettim. Bazı imgelemler ve sözler düzyazının içerisinde yer aldığında yan-anlam zenginliğini, gücünü, ağırlığını, belki de imgesel devinimini, sahiciliğini ve hızını kaybeder. Bazıları da ancak düzyazıyla anlam kazanır, ayakta, sapasağlam durabilir. Bu bir tercih meselesi… Örneğin, Eduardo Galeano’nun yapıtlarındaki imgeselliği düşünelim; “Kucaklaşmanın Kitabı”, “Yürüyen Kelimeler” ve “Zamanın Ağızları” adlı kitaplarında Galeano, şiir mi yazmıştır, öykü mü? Misal, Turgut Uyar adında sıkı biri çıkmış ve dünyanın neredeyse en uzun öyküsünü tek bir dizeyle yazmıştır: “İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım”
S. K. : Yazın tarihine bakarsak, tüm yazınsal türlerin temelinde “şiir”in olduğunu görürüz. Kısacası insan dille beraber “şiir”i de yaratmış ve kendisini “şiir”le ortaya koymuştur. Dünya edebiyatında da Türk edebiyatında da böyledir bu. Bu anlamda Davut Yücel’in ifadesiyle “Öykü nesrin alt başlığı olarak şiire atılan bir adım” mıdır gerçekten senin için yoksa “asıla rücû” mudur?


Z. Y. : Bunu bilemeyiz. Böylesine bir alt-üst küme yaklaşımına ya da köşeli parantezlere gerek olduğunu sanmıyorum. Bana göre, bazı imgelemler, olaylar, karakterler var ki şiirle ifade edilmelidir. Bazı şeyler de öyküyle… Bu dünyadan Sait Faik adında sıkı biri geçmemiş olsaydı, şiirin öyküden daha “doğuşkan” olduğunu iddia edebilirdim. Artık, böyle bir şeyden bahsedemeyiz.
S. K. : Sait Faik de öyküyle yetinememiştir ama şiir de yazmıştır. Turgut Uyar’ın tek dizeyle dünyanın en uzun öyküsünü yazdığını az önce sen söyledin. Yani şiir, öyküyü yaratabilmiştir tek bir dizeyle. Galeano örneği de aynı şekilde; öykü, şiire yürümüştür bu anlamda. Bütün bu örnekler “Aslolan şiirdir.” önermesine götürmez mi bizi?


Z. Y. : Şiirin “sezgiler”le kurduğu ilişkinin, daha önce söylenmemiş, düşünülmemiş olanı işaret etmek imkânı açısından öykünün “anlamlar”la kurduğu ilişkiden daha üstün olduğunu söyleyebiliriz. Ama bundan emin olamayız. Ayrıca, bir felsefe metni de yan-anlamlarla veya sezgisellikle dolu olabilir… Wittgenstein, felsefenin şiirle kurulması gerektiğini ifade etmiş. Örneğin, bazı zamanlarda Oruç Aruoba’nın felsefi metinlerini “şiir” olarak yeniden okuyorum. Oradaki tümcelerde de bir “poetika” var. Fakat tüm bunlara rağmen, bilmiyorum. Bunu bilemeyiz… Gerçekten…

S. K. : “Livar”dan sonra şiirlerinle tekrar tekrar yüzleştiğini, sonuçta da “şair” değil “şiir yazarı” olduğunu fark ettiğini anlatmışsın. Nedir “şair” ve “şiir yazarı” arasındaki fark? Ve seni bu sonuca götüren ne oldu?


Z. Y. :Her şeyden önce, günümüz “Şair Endüstrisi”ne karşı ve karşıt olmak adına kendimi bir “Şiir Yazarı” olarak kabul ediyorum.  Eli kalem tutanların ¾’ünün kendine “şair” dediği, üstelik bu yönde statüko üleştirmek için çeşitli edebiyat kâhyalarının sabah akşam türediği, fasonlaşmış bir edebiyat ortamında ben kendimi “şair” olarak göremem. Yani onlar şair ise ben şair değilim demektir… Aslında bu mesele, yazım süreçleriyle de ilgilidir. Günümüzde, “şair” dediğimiz tipoloji kendini de yazdıklarını da apansız olarak var etmek istiyor. Bu nedenle, hem yazdıklarında hem de davranışlarında apansız bir kopyacılık sergileyerek, birden bire “şair” olmak istiyorlar. Böylece, apansız heveslerin peşine takılıp yapaylaşıyorlar ve sonuçta ortaya “şair” değil de garip bir “yaratık” çıkıyor… Oysa benim yazdıklarımın çoğu bir birikim, bir çalışma, bir yaşantı veya bir içselleştirme sonucu kendini var eden, teyit eden şeylerdir. Her yazdığımda bir “süreç” ve bir “zamanlama” söz konusudur. Bu yüzden kendimi “şiir yazarı” olarak görüyorum.

S. K. : “Sessizlik müziğin çerçevesidir.” şiarını “şiir”e uygulayan biri olarak “şiiri konuşmak/yazmak”tan ziyade “şiiri susmak” çabasında olduğunu söyleyebilir miyiz?

Z. Y. :
Böyle bir şeyi söyleyemeyiz, tersten yaklaştın… Şiiri susmaya çalışmıyorum, aksine, boşlukta yuvalanmış sıkı şiiri ve boşluğun büyüklüğünün bir parçası olan özellikleri ortaya çıkarmaya, imlemeye çalışıyorum. Birçoğu farkında değil ama nesneleri, olayları esinleyen ve çerçeveleyen tek bölünmez büyüklük “boşluk”tur. Yani birtakım gerçeklikleri indirgeyeceğimiz, sağaltacağımız en büyük anakütle boşluktur.

S. K. : Wittgenstein’e göre “söz” ağızdan çıktığı anda içinde bulunulan “durum” ve  ona eşlik eden davranışlar çerçevesinde anlam kazanan bir şeydir. Senin derdin de şiirinde “sus”arak  “durum”unu sezdirmeye çalışmak, o hâlde.  Doğru mu?


Z. Y. :
İyi yerden yakaladın. Ben bu eşanlı denklemi “duygudurum tuşesi” olarak adlandırıyorum. “İmgeler ve dizeler” arasındaki geçişler ile “anlam ve sezgi” arasındaki geçişlerin özel bir kimyası var. Bu kimya okuyucunun duygudurumunu da doğrudan etkiliyor. Eşanlı bir düzenek bu…  Birçok yan-anlam ile farklı farklı duygulara aynı anda nüfuz ediyorsunuz.  Söz konusu etkinin kuvveti de şiirdeki “sus”larda ve “sus”ların zamanlamasında gizlidir…  Müzikte de böyledir.
S. K. : Senin yaratına da yansıyan şiir-müzik ilişkisi şiir geçmişimiz boyunca var olagelmiştir. Örneğin Hâşim, Yahyâ Kemal, Tanpınar… Yaptığın okumalarda şiirin yakın geçmişinin yanı sıra daha uzak geçmişine de yer verir misin? Örneğin “Divan Şiiri” ya da “Fecr-i Âtî” şiirini araştırır mısın?


Z. Y. :
Güzel bir soru sordun. Divan şiirini anlamak, oradaki incelikleri ve duygudurum tuşelerini fark etmek için Osmanlıca bilmek gerekiyor. Fakat ben Osmanlıca bilmiyorum. Ama bu gidişle, öğrenmek zorunda kalacağım. Örneğin Arap Ahmet büyük ve derin bir şair… Onu Osmanlıca’dan okuyabilmeyi isterdim.
S. K. :“Anlam”la verdiğin kavgaya dayanarak “Zafer Yalçınpınar’ın şiirini doğuran, anlamın günlük dilde sıradanlaşmasının yarattığı infialdir.”diyebilir miyiz?


Z. Y. :
Bahsettiğin uzaklıkta ya da uzak durma çabasında bir infialden çok bir “sorgulama” geçerlidir. Anlamın coşkusuzluğunu yani ortalama zekâyı sorgu sandalyesine oturtmak, sorgulamak, ölçmek, bu yokuşun ölçüsünü almak ve “anlam”la “aksak” bir ilişki içinde olmak… Bunun peşindeyim.
S. K. : Peki bu “dizge”nin ayağa/ortalama zekâya düşmesini önlemenin biricik yolu mudur?

Z. Y. :
Tek yol değildir, fakat şiiri anlam ile sezgi arasında, aksak bir yapıda ve cazvari bir özgürlükle kurmak gerekiyor. Cazın kontrpuan bilgisine benzeyen bir düzenekte şiir yazmaktan bahsediyorum… Geleceğin şiiri “aksak anlamlar ve aksak imgelemler” üzerine kurulacaktır. Milyonlarca yan-anlamdan oluşan bir rastlantısallıktan, ahenkten, coşkudan, tüm bunların oluşturduğu farklı bir senkoptan ve özgürlükten, genişlikten bahsediyorum… Bu bir tuşe veya zamanlama meselesidir… İster inan, ister inanma fakat söz konusu durumun, sözettiğim kimyanın farkına varabilen yani rastlantısallığı hesaplayabilen ya da sezebilenler geleceğe kalacak. Gerisi de “hikâye” olacak. Böyle düşünüyorum.
S. K. : Peki -sanatta ya da günlük yaşamda-gerçekten “ortalama zekâ”dan kurtulmanın bir yolu var mı? Sonuçta hepimiz “karşımızdakinin anladığı kadar” değil miyiz?


Z. Y. :
Hepimiz karşımızdakinin rastladığı kadarız. Ortalama zekâdan kurtulmanın yolu “stokastik süreç”lere itibar etmektir. Eğer rastlantının bizden akıllı olduğuna inanırsanız, rahat edersiniz.
S. K. : “İm” nedir?


Z. Y. :
Sıfır sayısının çarpanlarına ayrılamamasıdır. Katlanmaz bir boşluğun hem kendisidir hem de sürekli kendini yenileyen ve çoğaltan büyüklüğüdür. Bakın, “im” kolaylıkla kavranacak bir şey değil. Dilden önce “im” vardı. Biz ise dil aracılığıyla düşünüyoruz. Yani düşünerek “im”e ulaşmamız zor.

S. K. :Deneysel işleri seven biri olarak 2004 yılından beri “görsel şiir”le içli dışlı olduğunu ve çalışmalarını “görsel iş” adı altında yayımladığını biliyoruz. Nedir “görsel şiir”? Kelimenin zincirlerinden kurtulma çabası mıdır?

Z. Y. :
“Görsel Şiir” üzerine kalıcı, sarsılmaz bir karara varamadım henüz… Fakat, sanıyorum, görsel şiir denen macera “imge”nin “im”e geri dönüşüdür… Bu konuda daha fazla bir şey söylemek istemiyorum. Ayrıca, Serkan Işın bu işlere çokça kafa yoruyor, senelerdir uğraşıyor. Bir tek o adam bu konuları göze alabildi.  Onun görsel şiir üzerine yazdığı kuramsal yazılar okunabilir. Bir de Derya Vural ile Barış Özgür’ün görsel işlerini beğeniyorum. O örnekler de incelenebilir.
S. K. : “Görsel iş”lerinde kullandığın “Ş” ne anlam ifade ediyor ya da etmeli?


Z. Y. :
Öncelikle şunu söyleyeyim; “Ş” harfinin tipolojik özellikleri hoşuma gidiyor. Yani “Ş”ye duyduğum ilginin birincil nedeni o harfin “şiir” kelimesinin baş harfi olması değil. “Ş” harfini yılankavi, akışkan ve devingen duruşuyla başlı başına bir karakter olarak görüyorum ben. Aynı zamanda coşku dolu, kabına sığmaz bir karakter… Görsel işlerimde böylesine bir karakteri maceraya çıkardığım, eyleme gönderdiğim söylenebilir. Artaud “Bir kelimenin ilk harfini unuttuğunuzda onu sözlüklerde arayamazsınız” der. Eğer Ş harfini unutursak,  “şiir” kelimesinin anlamını sözlüklerde arayamayız. Görsel işlerimdeki Ş harfi, içinde ya da başında bulunduğu herhangi bir kelimenin diğer harflerini unutmuş, özgür, coşkun, belki de “deli” bir karakter gibi gözüküyor…  Garip bir karakter…
S. K. : Kullandığı malzeme “sözcük” değil de “görüntü” olduğu için “Görsel şiir”in “yazın”dan ziyade grafik sanatına yakın olduğu; ayrıca anlaşılmak/yaratılmak için mühendislik zekâsına ihtiyaç duyduğu yönünde birtakım görüşler var. Bu konuda ne düşünüyorsun?


Z. Y. :
Sanıyorum, Görsel Şiir’de “girdi, çıktı, yerleştirme, aşama, planlama, yapı ve süreç” gibi konular çok daha önemli… Görsel Şiir, bir sanat ise mühendislikle ilişkisi azdır diye düşünüyorum. Çünkü bugün, mühendislik zekâsının her türlü açılımı endüstriyel yaklaşımlarla yönetilir. Ayrıca, mühendisler her şeyi deterministik denklemlerle ifade etmeye çalışırlar. Oysa sanatta rastlantısallık da var, endüstri karşıtlığı da… Bakın, bence mühendislik, sanatta bir “çeşitleme ve farklılık” unsurudur. Bir seviyeye kadar yapıta faydalıdır. Bir seviyeden sonra ise yapıta zarar verir. Dozajı iyi belirlemek gerekiyor. Sonuçta, bilemiyorum… Ayrıca, daha önce de dediğim gibi bu tip soruları Serkan Işın’a sormak gerekiyor… Görsel Şiir kuramının ayrıntılarını o biliyor.
S.K. : Şiirde “akım”lar dönemi gerçekten bitti mi?


Z. Y. :
Bana sorarsanız, akım icat etmeye çalışan adamlar senelerdir top çevirip, paslaşıp duruyorlar… Yeni bütüncülük, dördüncü yenicilik, soylu yenilikçilik, neo-epikçilik, şu, bu… Kısacası, gol yok ve bu golsüzlük etrafımızın “akım” derken “bokum” diyenlerle dolup taşmasına neden oluyor. Bence son sekiz sene içerisinde “Madde Şiir” taifesinin bazı söylemleri ve Serkan Işın’ın “Görsel Şiir” yakınsamaları dışında işlevsel bir şeyler ortaya koyan, farklı bir açılım sağlayan yok. Bahsettiğim işlevsel taifenin ise söylemlerini daha da derinleştirmesi ve daha sağlam, daha tutarlı örneklerle söylediklerini temellendirmesi gerekiyor. Şunu da söyleyeyim, bütün bunların yanında farklı bir çizgi seziyorum ben… Oktay Rifat’ın Perçemli Sokak’ında,  İlhan Berk’in Misirkalyoniğne’sinde ve Ece Ayhan’ın tüm kitaplarında kendini sunan bir çizgi… Bu çizgi de geleceğe bir şeyler taşıyacaktır.
S. K. :Türk yazınının özellikle şiirin günümüzdeki çizgisi nedir? Nereye doğru gitmektedir sence?


Z. Y. :
Türk Şiiri’nde irticai faaliyetler var… Şiir ve şairlik heveslilerinden oluşan birtakım kifayetsiz muhterislerin başarılı olmasının tek yolu irtica sağlamaktır. İrticai unsurlar üzerinden değerleme yapılmasının, bu unsurları kabul ettirmenin peşindeler…  Türk şiiri günümüz iktidarıyla olan pozitif ilişkisini akort ederek, yani irticai unsurlara itibar ederek ve bu unsurları kullanarak ilerleyemez. Çünkü şiir,  bir özgürlük ve bağımsızlık meselesidir.
S. K. :Ece Ayhan’ın yaşamındaki ve şiirindeki yeri aşikâr. II. Yeni şairleri arasında onu senin için daha farklı kılan şey ikiniz arasında bazı yakınlıklar bulman mıdır?


Z. Y. :
Bir kere Ece Ayhan’a yanlış bakılıyor… Onu “Ece Ayhan” olarak değil de “Ayhan Çağlar” olarak düşünmek gerek… 1950’lerde Ece Ayhan, çeşitli dergilerde yayımlanan birçok şiirini “E. Ayhan Çağlar” olarak imzalamıştır. Şimdi, aslında, bu konu hakkında daha fazla bir şey söylemek istemiyorum. Çünkü bu konu hakkında söylediklerim ya yanlış anlaşılıyor ya da bana karşı kötü niyetle kullanılıyor. Sabırlı olmak lazım. Gelecekte ortaya çok önemli şeyler çıkacak…
S. K. : Okuyucu gözüyle ve sanatçı gözüyle kendine dışarıdan bakmaya çalışarak cevaplarsan; Zafer Yalçınpınar’ın “alâmet-i fârika”sı nedir?


Z. Y. :
İnsandan çok eşyaya benzememektir. “Duvar saatleri gibi ahmak” olmamaktır.
S. K. :Süveyda Sezgin’le yaptığın son söyleşide dile getirdiğin üzere “Puşt Ahali”nin çıkış noktası “sessizliği bozmak”. “Susmuştum ve pisliklere mâruz kalmak sırası bana gelmişti.” diyorsun. Tam tersine susmaya devam etseydin, senin için daha iyi olmaz mıydı? Belki “ödüllü” bir edebiyatçı olarak “saygın” bir yerde olurdun şimdi! Peki, ne demeye konuştun?


Z. Y. :
Konuşmasaydım, olana bitene “ses” çıkarmasaydım -diğerleri gibi yapsaydım- haysiyetimi kaybedecektim.  Edebiyat ortamındaki muhterisler ve fırsatçılar için “sessizlik”ten daha güzel bir zemin yok. Bu zemini onlara sağlamamak, bu pusuculuğa imkân vermemek gerekir. Birilerinin ayağa kalkarak, söz konusu sessizlikten faydalananlara “Bizi aptal yerine koyamazsınız!” demesi gerekiyordu. Şeref Bilsel’in “Özge Dirik” meselesinde sergilediği fırsatçılık, Ali Enver Ercan’ın gençlere karşı takındığı haller, iktidar adına uyguladığı kâhyavari, kabzımalvari numaralar, kurduğu dirsek temasları, halay takımı mantığı filan benim sabrımı taşırmıştı.  Bu olan biten onursuzluklara karşıydım ve çıkıp mücadele ettim. Edebiyat ortamındaki herkes söylediklerimin, bu adamlara ilişkin işaret ettiğim çelişkilerin doğruluğundan emindi. Hz. Müptezel’in en yakınındakiler bile beni içten içe destekliyordu. Fakat herkes “yüksek sesle değil de fısıldayarak” konuşmaya alışmıştı. Sonra, bir de baktım, kimse yüksek sesle bu tip adamlara karşı bir şeyler ifade etmeyecek, edemeyecek… Zamanla anladım ki çevremdekilerin hepsi üç aşağı beş yukarı bir “statüko” peşinde koşuyor. Yüksek sesle konuşmamalarının sebebi buydu.  Kimisi antolojilerden, kimisi etkinliklerden, kimisi ödüllerden, yarışmalardan kimisi de dosya konularından bir şeyler umuyordu. Yani kendilerine bir şeylerin üleştirilmesini bekliyorlardı. Edebiyat kâhyaları edebiyat ortamındakileri yemlemek için çeşitli “statüko enstrümanları” oluşturmuşlardı. Durumun böyle olduğunu fark edince, “Puşt Ahali!” dedim… Sonra, zamanla bu söylem, bu mücadele benim üzerime kaldı.
S. K. : Puşt Ahali’nin sessizliği “gümbür gümbür” bozduğu açıkça ortada. Puşt Ahali’nin “duruş”u,  “retorik arsızlığı”na, “yeni sinsiyet”e karşılık “haysiyet” mücadelesi vermek. Bu kavramları açalım mı biraz; nedir “retorik arsızlığı”ndan ve “yeni sinsiyet”ten kasıt?


Z. Y. :
“Retorik arsızlığı” ifadesi, aslında Serkan Işın’a aittir. Zamanında Serkan Işın,  Şeref Bilsel’in “Şiir Defteri” denen üleştiri makinesini tanımlamak için kullanmıştı bu ifadeyi… Haklıydı. Retorik arsızlarının bir tarafından kâğıt koy diğer tarafından da mürekkep koy, bir makine gibi size istediğiniz yazıyı ve fikri çıkarırlar, yazarlar… Bu tip adamlar toplumun hafızasının zayıflığına güvenir.  Bir gün bir şeye A derler, bir sene sonra çıkıp aynı şeye B derler. Fakat bahsettikleri şey aslında C’dir. Retorik arsızları, gerçeğe nüfuz edemezler veya nüfuz etmekten kaçınırlar; gerçeğin etrafında dolaşıp dururlar, lafı uzatırlar ve yazık ki meselelerin ağırlık noktasını, mihenk taşını okuyucuya göstermezler. Bazı meselelerden sadece bahsetmiş olmak için bahsederler. Sahici değillerdir. Retorik arsızlığı,  Yeni Sinsiyet’in bir enstrümanıdır. “Yeni Sinsiyet” konusunun kendisinden çok içerdiği enstrümanlar daha önemli… Bu konuda uzun bir yazı hazırlıyorum. Önümüzdeki günlerde okursunuz.
S. K. : TYS meselesine gelelim. Senin TYS’den ihrâç edilme sürecin, Salih Bolat meselesiyle başladı. Puşt Ahali’de epeyce yazılıp çizildi bu konu hakkında. Bu meseleden bağımsız olarak, genel anlamda şu noktayı anlaşılır kılalım; karşı çıktığın şey “liyâkat sahibi olmayanlar”ın ödül alması mı, “liyâkat sahibi olmayanlar”ın ödül vermesi mi, yoksa  “liyâkat sahibi” sıfatını hak edebilecek bazı kişilerin dahi mevcut “edebiyat kabzımallığı” ortamına  “statü” ve “saygınlık cukkalamak” adına boyun eğmesi mi?


Z. Y. :
Bir kere, henüz TYS’den ihrâç edilmedim, ama üyeliğim önümüzdeki genel kurulda karara bağlanmak üzere askıya alındı.  Ve aslında TYS meselesinde Salih Bolat bir  piyondur; onun gerçek bir hususiyeti ya da şahsiyeti yoktur.  Hikâyenin aslı şu; Kadıköy’de, Ali Enver Ercan’ın kendi dandik gerçeğini onun kendisine hatırlatmamdan, “Eksik Yaşam” adlı ilk şiir kitabını Enver Ercan’ın kendi eline tutuşturmamdan bir hafta sonra, bana TYS’den cezalar, uyarılar ve çeşitli kâğıtlar gelmeye başladı. Fakat gelen kâğıtlarda Salih Bolat’a karşı takındığım tavır gerekçe olarak gösteriliyordu. Ayrıca, TYS tarafından hakkımda verilen “askılama” kararı, savunmam alınmadan, sorgusuz, sualsiz ve faşizan bir şekilde uygulandı. Bakın, bugün TYS, Enver Ercan ve avanesinin çiftliği ya da kuytusu haline gelmiştir. Tıpkı Varlık Dergisi’ne olduğu gibi… Bugün TYS, Enver Ercan’ın çeşitli kişisel çıkar ilişkilerini ve çıkar haritalarını yönettiği, düzenlediği sıradan bir statüko enstrümanından başka bir şey değildir.  Bunu Frankfurt Turizm Fuarı’nda olup bitenlerde de bir kez daha gördük.  Ödül meselesi ise basit… Günümüzde “ödül” denen şey, “müesses ölüm”ün toplu fotoğraf çektirmek istemesidir. Eskiden, yani bundan 7-8 sene önce bütünüyle böyle değildi. Şimdi, gelinen seviyede, bütünüyle böyledir. Ödül işine karışan herkes, neresinden bakarsanız bakın, ölü toprağından yapılmış bir çamura burnuna kadar bulaşmıştır. Bu çamurdan kurtulmalarının imkânı da yok artık.
S. K. :Bir de “Kötülük Dayanışması” meselesi var. Birtakım “cemaat şairleri”nin başını çektiği bir klan tarafından türlü saldırılara uğradın. Hatta işi ekmekle oynamaya kadar vardırdılar. Nedir bu adamların seninle alıp veremediği?


Z. Y. :
Bu konuda asıl sorulması gereken şey şudur: “Bu adamların kendileriyle alıp veremedikleri nedir?” Yazamıyorlar! Asıl mesele bu adamların haysiyetsizlik nedeniyle “yazamaz” bir duruma gelmiş olmalarıdır. Artık, tuvalet duvarlarına bile yazacak bir şeyler bulamıyorlar. Yani asıl dertleri “yazamamak”tır. Bu tip adamlar haysiyetli biriyle karşılaştıklarında onu haysiyetsiz kılmak, kendi seviyelerine getirmek isterler. Yazan biriyle karşılaştıklarında da onu “yazamaz” hale getirmek isterler. Muhteris ve saygısızlardır… Sonuçta, başaramayacaklar. Çünkü istesem de onlar gibi muhteris ve haysiyetsiz olamam.
S. K. : “Ne kadar haksızlığa uğrarsa uğrasın, bir sanatçı kavgasını yapıtı üzerinden vermeli. Nasılsa zaman onun değerini biçer!” Çoğu insanda -kafası az çok çalışanda bile- böyle bir bakış açısı var. Sanatçının meydanı yapıtıdır, evet; ama bu önermeye sığınmak da işin kolayına kaçmak değilse nedir?

Z. Y. :
Böylesine bir düşünce, teslimiyet zihniyetinin milyonlarca türevinden biridir. Bilinçli bir eylemsizlik, eblehlik ve edilgenlik hali… Bir “öğrenilmiş çaresizlik” durumu… Bana çok aptalca geliyor. Günümüzün iktidar odaklarına karşı “sessiz kalarak hakkını savunmak” mümkün değil. Sessizlik, iktidara maruz kalanların değil, bizzat iktidar odaklarının kullandığı etkin bir yöntemdir.
S. K. :Puşt Ahali oldukça geniş bir kesim tarafından takip ediliyor artık. Peki bu kalabalığın içindeki durumun nedir? “Yalnız” mısın, “tek başına” mı?


Z. Y. :
Melih Cevdet’in şu dizeleri geldi aklıma; “Yine çıktık yollara/hem yalnızım hem değilim.”

S. K. :Puşt Ahali’nin destekçisi de var; köstekçisi de. Fakat seni en çok yaralayan kesim “etliye de sütlüye de karışmayanlar” mı; yoksa “hem nalına hem mıhına” vuranlar mı?


Z. Y. :
Bu iki davranış biçimi de çok önemli bir işe yarıyor aslında… “Etliye sütlüye karışmayanlar” ile “hem nalına hem mıhına gidenler” işbu tavırları sergiledikçe Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun girişinde, ana sayfasında yer alan şiarları, alıntıları teyit eder, güçlendirir bir konuma düşerler. Böylece, istemeseler bile Puşt Ahali’nin söylemlerini sessizlikleriyle ve kaypaklıklarıyla bir kez daha teyit etmiş olurlar. Beni daha kuvvetli bir şekilde haklı çıkarır böyle tavırlar.
S. K. : Bu camiada Puşt Ahali’nin “duruş”unu anlamayanlar, anlamak istemeyenler olduğu kadar senin “prim yapmak” için ona buna saldırdığını düşünenler de var. -Eğer değecekse-bunlara karşı söylemek istediğin bir şey var mı?

Z. Y. :
Var… Bu tip söylemleri ortaya atanlar, bir ara bana uğrasınlar da onlara primlerini vereyim, primlerini üleştireyim…
S. K. : Şiirinde “duygudurum”unu “sus”arak ortaya koyan bir adam olarak hayatın içinde belli bir mücadele uğruna sürekli konuşmak zorunda kalmak ne hissettiriyor? Zaman zaman çaresizlik duygusuna kapıldığın oluyor mu?


Z. Y. :
Çaresizlik, haksızlığı kabullenenlerin içine düştüğü bir durumdur. Ben, henüz, çaresiz kalmadım. Sürekli konuşmak değil de derinlikli düşünmek, işin doğrusunu, kazın ayağının öyle olmadığını anlatmak ve bu yönde karşılaşılan haksızlıklara boyun eğmemek en önemli şey… Bugünün ortamında, bir kişinin sessizliği ve meydansızlığı yüz binlerce kişinin içindeki fırsatçılığın alevlenmesine neden olabilir. Derdi olan çıkıp söylemeli… Sessizlik Suikastı’nın edebiyat kâhyaları dışında kimseye bir faydası yok. Şu şiar da önemlidir:  Hem davul olacak hem de sancak. Sadece davul olursa sünnet düğünü var zannederler. Ece Ayhan hatırlatmıştır bu sözü… Yani, çıkardığınız seslerin yanı sıra bir bütünsellik, çelişkisizlik, kararlılık ve belirginlik gerekiyor.
S. K. : Son olarak, Puşt Ahali’deki güncel soruşturma konusunu sana kısmen sormak istiyorum. Zafer Yalçınpınar kimleri okuyor?


Z. Y. :
“Eşyadan çok insana benzeyen” ve “duvar saatleri gibi ahmak olmayan” herkesi okuyorum.
S. K. : Bu keyifli söyleşi için çok teşekkür ederim.


Z.Y. :
Asıl ben çok teşekkür ederim. Sağolasın…


May
03
2008
0

SİNEKLER…

Jose Miguel Corchado’nun sorularla dolu bir bedeni var. Kendisini sürekli kovalayan soruların hesabının ucunu kaçıralı yıllar oluyor; ama ilk sorunun içine girdiği akşamı bugün gibi hatırlıyor.

Sevilla şehrinde olmuştu. Geleneğe uygun olarak portakal çiçeği aromalı, güneşli bir ikindi vaktiydi. İlk soru bir karasinek gibi uçarak geldiğinde, başka herhangi bir yalnızlık gibi bir yalnızlıkta, insanların arasından tek başına, evine doğru yürüyordu. Onu korkutmak istedi, ama soru turlar atarak içine girip, artık çıkmayıncaya kadar çevresinde döndü durdu. Ve bütün gece onu uyutmadı.

Ertesi gün Jose Miguel bir sandalyeye oturdu ve şunu ilan etti:

-Kim olduğumu öğreninceye kadar buradan kalkmayacağım.

Eduardo Galeano
“Zamanın Ağızları” adlı kitabından…

Written by Adabeyi in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) |
May
01
2008
0

Ceza

Televizyona bakan bir çocuğun yüzü beni korkutuyor. Daha doğrusu, küçük ya da büyük, televizyona bakan herkesin yüzü beni korkutuyor; totemin karşısında hareketsiz, pasif, ama çocuklarda beni daha çok etkiliyor. Yarı açık ağız, hipnotize gözler: Onunla konuştuğunda seni duymuyor; dokunduğunda fark etmiyor. Trans halinde, uyumuyor ama uyanık da değil, seri olarak imal edilmiş heyecanları tüketiyor. Çocuklar bizim -kaç yıl önce?- okurken keşfettiğimiz görüntüleri hazır olarak alıyorlar. Ben çocukken evde kalmak bir cezaydı.

Eduardo Galeano
Biz Hayır Diyoruz, Çev: Bülent Kale, Metis Seçkileri, 2008, s.75

Written by Adabeyi in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) |
Eyl
13
2006
0

Hâlâ…

Hâlâ aynı durumdayız: Korkudan ölerek, soğuktan donarak kelimeler arıyoruz.

Eduardo Galeano
Zamanın Ağızları 

Written by Adabeyi in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) |
Tem
17
2006
0

Varlıklar Ve Uğraşları Üzerine Pencere

Ütücünün derisi dümdüzdür.
Kırık şemsiye tamircisi uzun ve sivri kafalıdır.
Tavuk satıcısı tüyleri yolunmuş bir tavuğa benzer.
Engizisyoncunun gözleri şeytanca parlar.
Tefecinin göz kapakları arasında iki bozuk para durur.
Saatçinin bıyıkları saati gösterir.
Kapıcının elinde anahtar vardır, parmak yerine.
Gardiyanın yüzü hapishane kaçkını gibidir, psikiyatrınki deli.
Avcı izini sürdüğü hayvana dönüşür.
Zaman âşıkları ikiz kardeşe benzetir.
Köpek kendisini gezdiren adamı gezdirir.
İşkence işkencecinin düşlerine işkence eder.
Aynadaki mecazla karşılaşan şair kaçar.

Eduardo Galeano
Yürüyen Kelimeler, Çitlembik Yayınları, 2003, s.51

Written by Adabeyi in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) |

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com