ÇATIDA
karar
an
kar
lar.
Oruç Aruoba
Sayıklamalar’dan…
(…)Tavanı aynalıdır oranın.
Çağrılılar baş aşağı sarkıyorlar tavandan; üzerine mumlar dikilmiş pespembe bir düğün pastası tavanın tam ortasından aşağı sarkıyor—bir ineğin memesi gibi.
Çevresinde, smokinlerden ve tuvaletlerrden siyah yuvalarına geçirilmiş ampuller gibi kel kafalar ve yapılı saçlar parlıyor. Yüzlerini hiç göremiyor insan. Birisinin tepesinde ufacık bir açıklık var; bir çorabın topuğundaki delik kadar; öylesine ufak ki, istese kapatabilir insan siyah mürekkeple.
Bir başka kel kafa, olgun bir elma gibi ışıl ışıl parlıyor; derisinin altında, tıpkı elmanın çekirdekleri gibi, üç düşüncenin durduğunu görebiliyor insan: İkisi kara, birisi açık renkte, olgunlaşmamış daha.
Özenle taranmış saçların ayrım yerleri, çocukların domuz biçimi kumbaralarının yarıkları gibi parlıyor.(…)
Andrey Voznesenski
“Oza”, Çev: T. Gönenç, Ada Yayınları, 1986, s.34
(…)
Özgürlüge adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi, hep birlikteyiz,
ey halkım, unutma bizi, unutma bizi, unutma bizi, UNUTMA BİZİ!
Uğur Mumcu
(1942-1993)
Orta kişi, ölçü olarak işe yarar sözgelişi. Bütün ortaların, ortalamaların görevi de budur. Bir ortalama, değişmez bir başörnek olarak bulgulanmamıştır. Ne gülünç bir bir yanılgıya düşmüşüzdür Orta Kişi konusunda. Gerçekte o, karşılaştırma işinde bir ölçüt olsun diye bulgulanmıştır. Bir ölçüt olarak bulgulanmıştır, tıpkı öbür ölçütler gibi, metre gibi, gram gibi, para birimi gibi. Budur işi –başka hiçbir şey değil. Tapınılsın diye bulgulanmamıştır. (…) Ama insan kafası bu kurumu kendi işlerine yarasın diye bulgulamıştır. Güzel. Nedir bu işler? Her şeyden önce, gerekli durumlarda, yaşayan bir insanı, yaşayan başka bir insanla karşılaştırmak: tıpkı paranın, bir koyun budunu Keats’ın şiirlerini toplayan bir kitapla karşılaştırmamıza yarayacak bir buluştan başka bir şey olmayışı gibi. (…) Orta Kişi, insanlığın birimidir.
D.H. Lawrence
Anka Kuşu, Çev: Akşit Göktürk, Bilgi Yay. s. 84
Orkide Bahçesi. Fevkalede şeyler söylüyor: “Yüzebiliyorum işte! Ama yalnız iki kez. Sonra ölesiye yorgun düşüyorum.” (…) Günler sıcak ve güneşli, asfalt bana göre değil, kafamın ardında durmadan süren bir basınç var. Bu arada bol bol zaman geçiyor, onu kullanmıyorum, tersine, güneş yanığı olduktan sonra derinin kalkıp dökülmesi gibi, zamanın geçmesinden hoşnutum. Her şeyi suçluyorum, çok ışık alarak göz kamaştıran ve camından bulanık ve sahte bir gökyüzü gösteren büyük pencereyi de. (…) Hiçbir zaman Goethe ya da Hebbel gibi gelişmiş bir felsefem olacağını sanmıyorum, onlar düşünce yönünden, tramvay biletçilerinin belleklerine sahiplerdi. Kendi görüşlerimi her defasında unutuyorum, onları ezberlemeye bir türlü karar veremiyorum. Kentler, serüvenler, yüzler beynin kıvrımlarında bir otun yaşamından çok daha hızlı sönüyor. Birgün yaşlanınca, ne yapacağım, tırpanlanmış geçmişimle ve kendini beğenmiş çolaklıktan fazla bir şey olmayacak, örselenmiş düşüncelerimle birlikte ne zavallı yaşayıp biteceğim. (…) Yağmur insanın kafasındaki son düşünceleri de siliyor. (…) Düşünceler kışın birikirler. Kâğıt beni çekmiyor artık, bir yarasa gibi tembelliğin çatısına asılıyorum: Ense kökü aşağıya sarkık! (1920)
(…)
Garga’yı bir deha yapmak gerekirdi. Yoksa, bir ödül dövüşçüsü olacak. O, yalnız dövüşmekle kalmamalı, aynı zamanda tütün içmeli, çocukluk etmeli ve ilgi duymalı. Belli bir üstünlük, çocuksu alaycılık, kaygısızlık! Yavaştan yürümeli, tembel, gaddar, büyük el ve ayaklarla. (…) Ayrıca, suratlar değil, çehreler çiziyorum. Asıl dışavurumculuk işte burada yatıyor! İnsan kılığında kuvvetler değil, zihinsel yaratıklar olarak insanlar! Ben aslında öykü-düşünce’den hareket ediyorum. Önce öyküm ve insanlarım var. Öyküyü ben yapıyorum, daha doğrusu: o beni yapıyor.
Beynin kara hırsı: Kazanmak. (1921)
Bertolt Brecht
“Günce”, Çev: Y. Pazarkaya, Düşün Yayınevi, 1998, 2. Baskı
Yaşar Kemal’in “Deniz Küstü” adlı romanı için Abidin Dino tarafından çizilen desenlerden bazıları aşağıdadır:
*
*
(…)
1.
sıcak soğuk ayırt etmeden
sabah akşam kendimizden geçtik
gerçeğe dokunduk diyedir
uzuncaovaya gönderildik
2.
zorlandık iplikhanedeki sürgünümüzde
görünmez ve kalın halatlar ördük
yalanlardan yalanlarla
yalanların arasına
nakış gibi eliböğründeler diktik
hırslıların hırslarının
tüm çıkıntılarına
3.
bir el arabası bile yoktu
gaz tenekesiyle taşlar taşıdık
kalbsizlerin kalbinin olmadığı yerden
(…)
Şiirin tamamına https://zaferyalcinpinar.com/s76.html adresinden ulaşabilirsiniz.
Sahicilikle/ Zafer Yalçınpınar
Tanpınar’ın Narmanlı Yurdu’ndaki günlerini Haldun Taner kaleme almış. Milliyet Sanat’ın 1980’de yayımlanan yeni dizisinin 14-15 numaralı ortak sayısındaki işbu yazıya https://zaferyalcinpinar.com/ahmethamdi.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.
Bildiğiniz gibi Karga Mecmua taifesi, 33. ve 34. sayılarında edebiyat, müzik, sinema, tiyatro, plastik sanatlar, spor ve tv dizileri üzerine bir 2000’ler dosyası oluşturdu. İşbu özel hafızaya aşağıdaki adreslerden ulaşabilirsiniz;
edebiyat: https://www.kargamecmua.org/?d=32,13,6
müzik: https://www.kargamecmua.org/?d=32,19,7
tiyatro, sinema, plastik sanatlar, tv dizileri:
https://zaferyalcinpinar.com/2000ler2.jpg
spor: https://www.kargamecmua.org/?d=32,6,3
St. Louis’den Chris King ve Poetry Scores taifesi, Murat Nemet-Nejat’ın İngilizce çevirisiyle birlikte birçok “Orhan Veli” şiirini uyarlayarak şarkılaştırmış… Örnek olarak, “Trucks carry melons” adlı şarkının MP3’üne https://www.box.net/shared/f7ojbpafo4 adresinden ulaşabilirsiniz.
Hamiş: Poetry Scores taifesi, daha önce çeşitli Ece Ayhan şiirlerinin çevirilerinden oluşan “Blind Cat Black” projesini gerçekleştirmişti.
(Bkz: https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=399)
Jack Kerouac’in orjinal rulo metniyle yayımlanan “YOLDA” üzerine… Şenol Erdoğan‘ın yazısına https://www.kargamecmua.org/?d=32,36,16 adresinden ulaşabilirsiniz.
“Felsefe üzerinde çalışma –ki mimarideki çalışmaya çokça benzer- aslında daha çok kişinin kendi üzerinde çalışmasıdır. Kendi anlayışı üzerinde. Nesneleri nasıl gördüğü üzerinde. (Ve onlardan ne beklediği üzerinde.)” (Vermischte Bemerkungen, 1931)
(…)
“Nasıl bir küçük düşünce tüm yaşamı doldurabilir? Aynen insanın hayatı boyunca, aynı ufacık tarlada dolaşması ve kendinde başka hiçbir şeyin olmadığını düşünmesi gibi! Adam her şeye tuhaf bir perspektif (ya da projeksiyon) ile bakıyor: Adamın durmaksızın dolaştığı bu tarla muazzam bir büyüklüğe çıkıyor. (…) Dibe inmek için, insanın uzakları dolaşması gerekmiyor.” (Vermischte Bemerkungen, 1946)
(…)
“Nesneleri gerçekte olduğundan daha basit görmek istemenin altında yatan tehlike günümüzde çoğu kez fazla önemsenmiyor. Oysa gerçekte bu tehlikeyi arz eden büyük ölçüde duyumların fenomenolojik araştırmasıdır. Bunlar her zaman olduklarından daha basit görülüyor.
Bir figürün daha önce görmediğim bir düzenini gördüğümde, başka bir figür görürüm. Böylelikle //////’ü, // // //’ın veya /// ///’un özel durumu olarak görürüm vs. Bu açıkça gösteriyor ki gördüğümüz göründüğü kadar basit değildir. “(Philosophische Bemerkungen)
Ludwig Wittgenstein
(İşbu metinler Şenol Erdoğan’ın hazırladığı ve 6:45 yayınlarından yayımlanan “Mimar Wittgenstein” adlı kitaptan alıntılanmıştır.)
Milliyet Sanat Dergisi’nin 1980’deki yeni dizisinin 2. sayısında yer alan “Özgürlüğe Kavuşan Görüntüler” adlı yazıya https://zaferyalcinpinar.com/prevert.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.
René Bertelé’nin işbu yazısı, j. Prévert’in kolajları üzerinedir…
(…)
Hava kurşun gibi ağır!
(…)
Nâzım Hikmet’i Saygıyla anıyoruz:
“Tristan Tzara – Nâzım Hikmet Üzerine…”
https://zaferyalcinpinar.com/nazimustune.jpg
“Biz bu gece nerede yatacağını bilmeyen üç kişiyiz…”
https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=388
“Bu pencerenin arkasında beş yüz insan yaşıyordu…”
https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=374
“Bir defter al…”
https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=377
MUHAFIZ— (Yüksek sesle) Tıp ilminin zirvesi, Kral’ın hekimbaşı, sarayın cerrahı, cellâdı, müneccimbaşı ve bakteriyologu.
(Doktor, sahnenin ortasına kadar yürür, bir şey unutmuş gibi geri döner ve aynı kapıdan çıkar. Muhafız, bir süre sessiz durur. Yorgun bir hali vardır. Kargısını duvara dayar, ısınmak için ellerine hohlar. Isınmak için garip jimnastik hareketleri yapmaya başlar, zırhı gıcırdar.)
MUHAFIZ— Halbuki sıcak olması gereken bir saat. Yansana kalorifer! Boşuna… Yanacağı yok. Haydi ısıtsana radyatör!.. Hep buz gibi. Kabahat bende değil. Ateş yetkisini elimden alacağını söyledi mi? Hiç olmazsa resmen? Kral’ın işlerine akıl sır ermiyor.
(Birden kargısını kapar. Kraliçe Marguerite, sol dipteki kapıdan görünür. Havası sertçedir.)
MUHAFIZ— Yaşasın Kraliçe!
(…)
MARGUERITE— Burası çok soğuk.
MUHAFIZ— (Radyatörü eliyle göstererek) Yakmaya çalıştım majeste, çalışmıyor. Radyatörlerin kimseye kulak astığı yok.
(…)
MARGUERITE— (Kral’ı göstererek, Doktor’a) Şimdi ona anlatmaya çalışın.
DOKTOR— (Kral’a) Majeste, yıllarca önce, ya da üç gün önce krallığınız güllük gülistanlıktı. Üç gün içinde kazanmış olduğunuz bütün savaşları kaybettiniz. Kaybetmiş olduklarınızı ise yeniden kaybettiniz.
(…)
MARGUERITE— Her şey artık dünün malı.
(…)
MARIE— Evet, açıkça gör Kral’ım, sevgilim. Artık kendini yiyip bitirme. Var olmak sadece bir kelime, bir kalıp; ölmek de öyle. Düşünce eseri şeyler. Bunu anlarsan hiçbir şey sana dokunamaz, erişemez. Kendine tutun, hep kendine. (…) Bitmeyen bir soru ol: bu nedir?, bu nedir? Cevap vermek imkânsızlığı cevabın ta kendisidir, kabından taşan ve yayılan varlığının ta kendisi.
Eugéne Ionesco
“Krallar da ölür”, Çev: Sermet Sami Uysal – Bülent Gürkut, 1968
Bir yerde, Mısırkalyoniğne’yi okurken, “Bu şiirleri anlamaya çalışmayın, bir denize bakar gibi bakın. Denize bakmaktan ne anlıyorsunuz? Buna da öyle bakın” demek gereğini duymuştum. Böyle deyişimin bir nedeni var: Okuyucunun anlamak isteğine karşı çıkmak.(…)Boşluğun özel bir yeri var o kitapta. Buna ben boşluğun dili diyorum. Bunun anlaşılması ise salt göze bağlıdır. Söz gelişi, birisine okunmaz. Şiiri görmeyi gerektiren bir yöntemdir bu.(…) Bu dediğim bir beyazlık ya da boşluk, eşyayı bir yer, bir uzay içine yerleştirmektir. Bir resmin, bir yontunun, özellikle de yontunun yerini bulup koymak, Mısırkalyoniğne’de boşlukların böyle bir anlamı var benim için.(…)Böylece, Mısırkalyoniğne, ilk anda bir şiirden duyulan kıvancın (ben buna duyurma demek isterim) yerine, bakış’ı koyuyor. (20 Mart 1958)
İlhan Berk
“El Yazılarına Vuruyor Güneş”, YKY, 1992, s.44
(…)
Islanınca esmer defterleri yüzümüzün
bu çamurla kanla alınteriyle gizli bir yazgı
çakıyor bir an. Karanlık feneri ülkemizin.
Nasıl bir yalnızlık, unutulmuş bir ışık diliyle
çırpınırken biz üstümüze geliyor büyük gemisi geleceğin
Bir tenis topu, koşan bir çocuk, bir gözyaşı bile değiliz.
Yalnızca bir ağaç ailesi ve bir köşede
yıllardır bizi gözleyen hep aynı balta: Dalgınlık.
Düşünüyorum nasıl budandık bahara ulaşmak için.
Şimdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin
unutmamak için çünkü unutuşun kolay ülkesindeyiz
ölü balıklar geçiyor kırışık bir deniz sofrasından
ve ellerinde fenerlerle benim arkadaşlarım
durmadan düşünüyorum ne kadar çok öldük yaşamak için.
Onat Kutlar
“Unutulmuş Kent”ten…
“İshak’ı yirmi yaşlarındayken yazdım. Büyük kente gelmiş bir taşralıydım o sırada. Gürültü ve soğukta yazdığım o öyküler hep çocukluğumun kentiyle ilgili: Antep. İshak, bir Anadolu kentindeki gerçeklerin ne yorumudur, ne de sorunlarının çözümü. Küçük alçakgönüllü kesitlerdir bu öyküler. O kenti tanımaya çalıştım yıllar önce. Mevsimlerine, yapı taşlarının çeşitlerine, toprağının kokusuna ve tüm sokaklarına, insanlarına, çocuklarına dikkat ettim: Avcının iyisi uçanı vurur. İyi öykücü, akıp giden zamanın ritmine, onu durdurmadan kalemini uydurandır. Bir süre birlikte döner o çarkla. Ve bir ölü noktayı geçince bırakır. Öyle gördük ustalarımızdan.”
Onat Kutlar
(…)
Yeter ki sorun—
Ama sormuyorsunuz
Susuyoruz biz de
Susarız sorulmayınca
(…)
Biz taşırız işte onu:
Zorludur, güçlüdür—ağır
Ama neler yüklenmedik
Ki biz şimdiye dek
Havayı, suyu, toprağı
Hepsinden önce ve sonra
Ateşi—evet, asıl onu—
Yakıp kavurur içimizi
Taşıdık ama, yüklendik
Ya bir kez : dağlar
Dağladı da, dağlayacak
Daha—hiç sönmeyecek
Ateşimiz—sizinkidir
Ama taşımazsınız siz
Aldırmazsınız ona
Bilmezsiniz bile ne
(…)
O : özünüzdür oysa
Neyseniz, ne olduysa
O olan neliğiniz—
Olduğunuzu bilmezsiniz
(…)
Oruç Aruoba
“Doğançay’ın Çınarları”ndan…
Neal’ın nesi vardı ki sonuçta; hepsini toplasan, en basit haliyle, adam hayata karşı muazzam bir heyecan duyuyordu.
(…)
Neal evime gelmiş, beni bekleyerek pek çok gece burada kalmış, öğleden sonraları annemle muhabbet etmişti; o konuşurken annem de, evde yıllardan beri duran, kimsenin giymediği elbiselerden kocaman bir kilim yapıyordu; kilim artık bitmişti ve şu anda yatak odamda yerdeydi: zamanın akışı gibi girift ve zengin.
(…)
“Ve sonra tatlı hayata doğru yol alacağız çünkü artık zamanı geldi ve HEPİMİZ ZAMANI BİLİYORUZ!”. Şiddetle çenesini ovuşturdu, arabayı bir anda yana savurdu ve üç kamyonu geçti; hızla Rocky Dağı şehir merkezine girdi; her yöne bakıyor, başını hareket ettirmeden, gözlerini oynatarak 180 derecelik görüş açısındaki her şeyi görüyordu. Çaat diye anında bir park yeri bulup arabayı park etti ve hemen fırladı. Hiddetle tren istasyonuna doğru koşturdu; biz de koyun gibi onu takip ettik. Sigara aldı. Hareketlerinde tam bir delilik hâkimdi: her şeyi aynı anda yapıyor gibiydi. Aynı anda başını aşağı yukarı, sağa sola sallıyor, güçlü kuvvetli elleriyle ani hareketler yapıyor, hızlı hızlı yürüyor, oturuyor, bacak bacak üstüne atıyor, bacaklarını düzeltiyor, ayağa kalkıyor, ellerini ovuşturuyor, gözlerini ovuşturuyor, pantolonunu çekiştiriyor, başını kaldırıp “Ee” diyor ve birden gözlerini kısarak her yeri görmeye çalışıyordu; ve sürekli beni kaburgalarımdan dürtüyor ve konuşuyor, konuşuyordu.
(…)
Söylediği şeylerin hiçbiri net değildi ama anlatmak istediği şey bir şekilde saf ve temizdi.
Jack Kerouac
“Yolda”yken…
Ümit Bayazoğlu -sağolsun- arşivindeki birtakım Ece Ayhan fotoğraflarını benimle paylaştı. Fotoğraflar aşağıdadır… (ZY)
Beyin ameliyatının ardından Ece Ayhan, hastanede…
***
Ece Ayhan ve Tuncel Kurtiz
***
Ece Ayhan anlatıyor…
***
Ece Ayhan ve Cihat Burak
***
Hamiş: İşbu fotoğraflar Ece Ayhan Web Sitesi‘nde “efemeralar” bölümüne eklenmiştir.
Oruç Aruoba’ nın “Nietzsche: Temel Görüşü, Temel Kavramları” başlıklı metnine https://zaferyalcinpinar.com/nicetemelkavramlar.jpg adresinden ulaşabilirsiniz. İşbu önemli yazı, “Yazı” adlı derginin 1978 yılında yayınlanan 3. sayısında yer almıştır.
(…)
İyiliğin fenalığı alt etmesi bizi acaba niçin heyecanlandırıyor? Kötülüğün ezilmesi neden hoşumuza gidiyor?
Çünkü dünyaya iyi olarak geliyoruz.
Fakat bu zaferi, bu galibiyeti insanlara yalnız romanla, tiyatroyla, sinemayla değil bizzat hayatla göstermeliyiz.
İşte hemen hemen hiç görülmeyen şey.
Bunun sebepleri şunlardır: Birincisi, insan iyi olarak doğmakla beraber aynı zamanda kendini beğenmiş ve egoist bir mahlûktur, ikincisi, çoğunluğun tam aksini yaptığını gördükten sonra iyi olmak güç bir iştir.
İşte ben, en sefil bir surette geçen hayatım müddetince yukarıda söylediğim güçlüğü yenerek iyi bir insan olabilmek için uğraştım. Evet, bugün hayatım adi bir soğuk algınlığının keyfine bağlıyken dünyaya karşı haykırabilirim: Geçmişimi eşeleyin, istediğiniz yalanı uydurun, ne yaparsanız yapın, bende bugün insaniyeti mahveden, insanları başka insanların acılarına karşı hissiz yapan egoizmden bir iz bulamazsınız.
Benim Adrien Zografi’m işte budur.
O herkese hayatını örnek olarak göstererek yaşamak ve iyi kalplilik göstermek için kuvvetli ve faziletli bir ruha lüzum olmadığını ispat edecektir. Bu çok basit bir iştir. Çünkü iyi kalplilik ruha egoizmden daha fazla ferahlık verir.
Hayatın güzelliği, yalnız insanlığın acıları yanında sefaletten kurtulmuş olarak villâlarda, güzel kadınlar, dalkavuklar, cins köpekler arasında yaşamakla değil, bir tahta karyola üzerinde medeniyetin pislik saçan lekelerinden sıyrılmış bir vicdanla yaşadıklarından pişman olmadan ölürken de duyulabilir. (…)
Panait İstrati
“Keşiş Sofronie”, Çev: Yamaç, Yankı Yayınları, 1967, s.29
Bilmeden benim tanığım oldu, dış dünyaya saldığım bir ucum, bir dikiz aynası. (s.26)
(…)
La Sibylle’in açık ve net bir halde, en basit hesabı kitabı hiçe sayması, önemsemeyişi karşısında şaşıp kalıyordu. Onun için olasılık hesapları, analizleri olan şey (parasal kaynak oluşturma girişimlerine güvenmek ya da seçim yapmak gibisine) la Sibylle için ‘yazgı’nın ta kendisi oluyordu. “Ya benimle karşılaşmasaydın?” diye sorduğunda Oliveira, “Bilmem, ama yanımdasın işte burada…” olurdu yanıtı. Soruyu açıklanamaz biçimde sakatlayan yanıt, mantığın çivilerini ortaya çıkarıyordu, yaylarını, çarklarını. (s.48)
(…)
İçinde bulunduğumuz ana iyice, yeniden yerleşmek gerek. (s.118)
Julio Cortazar
“Seksek”, Çeviren: Necla Işık, YKY, 2006, s.48
Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com