S Gazetesi’nin 113. sayısında yayımlanan “Damperli Ödül Furyası ve Saygınlık Cukkalamak” başlıklı yazıma https://zaferyalcinpinar.com/i17.html adresinden ulaşabilirsiniz.
04
2008
Görsel İş: Süpermen Zor Durumda (Zafer Yalçınpınar)
“Süpermen Zor Durumda” – Zafer Yalçınpınar
13
2008
Editörcülük Oynamak
“gaSte” adlı derginin Mart 2008 tarihli 111. sayısında yayımlanan “Editörcülük Oynamak” başlıklı yazım aşağıdadır:
EDİTÖRCÜLÜK OYNAMAK
Edebiyatımızdaki tüm suçları araştırmak, çözmek sonra da belgelemek amacıyla yüzlerce “edebiyat polisi”ni ve “edebiyat noteri”ni tam zamanlı olarak eğitip tesis etsek bile, işbu meseleyi bütün hatlarıyla çözemeyeceğimiz, ortaya koyamayacağımız açıktır. Bu yazıda, doğal olarak, birkaç editöryal sakatlıktan ve artık neredeyse “sistematik hata” olarak görebileceğimiz birkaç temel sorundan bahsedeceğim.
Edebiyat dergiciliğinin süreçlerinde ya da faaliyet adımlarında yaşanan binlerce sıkıntı vardır ve bunları kabul etmek gerekir: Dağıtım, okur ilişkileri, bilgilendirme, düzeltme, yazı toplama, yazı değerlendirme, dosya konusu belirleme, dosya konusuna ilişkin çağrılar oluşturma, görsellik, ödüllendirme, duyurular, eserlerin niteliği, niceliği, yazarların ve okurların kaprisleri vs. Fakat tüm bunlardan önce, “kök neden” olarak yönetsel bir “karakter aşınması”nı özellikle vurgulamalıyız: Günümüz editöryal yaklaşımı, içerik ya da yetkinlik odaklı olmak yerine “ilişki/şebeke yönetimi”ne ve “retorik arsızlığı”na yönelmiştir. Bugünkü “dirsek temasları”, edebiyat dergiciliğinde birincil “denge” ya da “tutarlılık” unsuru olmuştur ve geleceği belirlemektedir, yani belirleyicidir. Kim, kime, nerede, ne şekilde, ne dedi, ne yazdı, neyi sundu, neyi yerdi veya neyi övdü, hangi isimler hangi isimleri destekledi ya da köstekledi, kim kimin himayesindedir, kim nerede ne kadar sattı? Bu çeşit ilkel ilişkileri takip etmek, tanışıklıklardan yararlanarak “yapay bir tutarlılık” oluşturmaya çalışmak edebiyat dergiciliğinde ve yayın kurullarının sohbetvari toplantılarında bir “editöryal el yordamı” olarak kendini göstermektedir. Ne yazık ki birçok yazarın ve şairin söz konusu ettiğimiz bu el yordamını, bu ilkelliği “verili, sabit bir değer” olarak kabul ettiği –buna gerdan kırdığı ya da boyun eğdiği- de açıktır. Düzenek bu kadar basit ve vahimken, editörlerin editörlükten çıkıp “ağalık” mizacına bürünmesinin önünde belirgin bir sistematik engel de yoktur. (Nasıl olsa bizim insanlarımız “ağalık” düzeneklerine alışıktır.) Zamanla, yayın kurulu üyeleri de -“karakter aşınması”na uğrayarak- editörü (ağayı) destekleyen birer “edebiyat kâhyası” ya da “edebiyat kabzımalı” olup çıkmışlardır artık…
Peki işbu düzeneğe kim karşı koyacaktır, koymaktadır;
Kahramanlar! (Eminim ki sizi güldürdüm, bu söylediğime güldünüz değil mi?)
Aslında “kahraman” diye nitelediğim kişilerin birer üstün/süper kimlik olmadığını, sadece, “bir halay takımının ayak dansları”nın ya da “ilişki biçimleri”nin içinde olmak istemeyen ve efeler gibi tek başına yazmayı yeğleyen “bireyler” olduğunu açıklamama gerek var mı? Kısacası tarih, işbu ağalık düzenekleri karşısında değişik yöntemlerle, araçlarla dura(bile)n birkaç yalınayak, cefakâr -fakat bir yandan da sıkı- “birey”ler yaratmıştır. Bu siviller (başıbozuklar) ne pahasına olursa olsun “karakter aşınması”na ya da politika(çokyüzlülük) salınımlarına itibar etmemişlerdir. Bu başıbozuk adamlar sıkı bir şeyler “yazmak/söylemek/yapmak” için destur, icazet ya da termin de beklemezler; böylesine apansız, bağımsız özgür çıkışlar edebiyat ağalarının ve kâhyalarının canını sonsuz sıkmaktadır.Haysiyetini düşünen ve birey olabilmiş insanın kullanacağı en etkin şey, ahbap çavuşluk ilişkilerini, çelişkilerini, çıkar hesaplarını göstermek ve uygulanan “editöryal el yordamı”nı ifşa etmektir. Günümüzdeki “dosya konularını, jüri tayinlerini, köşk sofralarını” filan biraz kazır biraz kurcalarsanız, görünenin ardından hangi editörlerin hangi uyduruk bağlamları (ve hangi uyduruk kavramları) “şebekelerinin canlılığı” adına araç olarak kullandığını ortaya çıkarabilirsiniz… Hatta aynı ağa-editörlerin, bahsettiğimiz “dirsek teması şebekesini” şiir yıllıkları, antolojiler veya etkinlik organizasyonları gibi statü araçlarında da kullandığını görürsünüz. Bugün, kalburüstü ya da saygın geçinen editörlerin yazdıklarına, yaptıklarına ve “ilişki şebekeleri”ndeki konumlarına baktığımızda ne yazık ki feodal düzenden çok farklı bir görüntüyle, dağılımla karşılaşmayız. Geçmişle bugünün arasındaki tek fark “iktidarın merkezileşme olmadan yoğunlaşması”dır.
Sonuçta, demem o ki, bugünün edebiyat dünyasında olup bitenler “bir halay takımının editörcülük oynaması”ndan başka bir şey değildir. İşte bu oyun -bu haysiyetsizlik gösterisi, yapay saygınlık- edebiyatımızda, çeşitli çevreler tarafından eşanlı olarak icra edilen en büyük suçtur. Büyük suçun türevleri ya da kısmi sonuçları ise “editörlerin kendisine gelen yazıları okumaması ya da okuyacak kişileri tesis etmemesi”, “zaman ve süreç yönetimine itibar etmemek”, “nedensellik ilkelerini umursamamak”, “nezaketsizlik”, “sığlık”, “sessizlik suikastı” ya da “adam harcama alışkanlığı” gibi şeylerdir. Bunlara karşın/rağmen kendi ikliminin, kurgusunun veya poetikasının peşinde olan, kendi yolunu alıp götürmeye çalışan sıkı yazar ve şairin, çeşitli halay takımlarının hizasına gelmeyeceği, tersine, onlardan uzaklaşarak kendini gerçekleştirebileceği açıktır. (Tarihe bakarsanız anlarsınız.)
Şimdi, bu yazıyı ufak bir söylenceyle bitirmek istiyorum. Günümüzdeki dirsek temaslarının veya topyekûn uygulanan sessizlik suikastlarının özünü hatırlamak istediğinizde aşağıdaki şu ufak hikâyeyi aklınıza getirin;
“Eskiden, restaurantlarda birlikte yiyip içen muharrirler, yemeğin bitişinin ardından masadan hep beraber kalkarlarmış… Fakat bunun nedeni birbirlerine sıkı sıkıya kenetlenmiş olmaları değilmiş; birbirlerinin ardından, arkasından konuşmasınlar diye böyle yaparlarmış.”
23
2008
Livar: Parçaların Dışı
“Cahil Cühela” mahlasını kullanan birinin “LİVAR” adlı ilk şiir kitabım hakkında yazdığı bir yazı aşağıdadır:
LİVAR: PARÇALARIN DIŞI
Yazıldığı gibi incelenmeli; kapalı. Yazıyı anlamanın mümkünü var mı bilmem; öyleyse ben de bir yineleme yapacağım; tamamlayacağım. Çünkü ‘Livar’ her şeyden önce bir kapalılık hali. Dolayısıyla, modern olan için bir soruşturma bağlamı var. Vurgunun her zaman özne de aranmadığı; öznenin tanımını ve eylemini taş binalara devredişi gibi, söz ve sözcük de yüklenici, taşıyıcı; devreden. Bu bir çoğullama yöntemi aynı zamanda. Bilmeyen yok; kapalılık sivilliğin ruh hali. Anlatı tam da burada şekilleniyor aslında; ses ve anlam ilişkisinde bir parçalanma başlıyor. Evet; kırılmıyor anlatı, parçalanıyor. Demek ki, bütünlük algısının teorik ifşasına karşı, onu aktarmanın duyumsal yolu olarak, sözlerin birbirlerini oluşturdukları yerlerde ciddi bir sarsıntıya ihtiyacımız var. Şiirin gerginliği, anlatıyı eritiyor böylece. Bir biçimsizlik durumuyla, doğallık algısı oluşuyor ve şiir kalıyor geriye; anlamaya çalıştığımız ‘şey’, alışık olmadığımız bir biçim.
Bu noktada ‘Livar’la olan ilişkiyi bir müddet Ponty üzerinden kurmak işimize yarayabilir; şeylerin doğasına erişmek adına Descartes vurgulu bir alan yaratabiliriz. Çünkü Yalçınpınar şiirinde, gördüklerimiz ve algıladıklarımız arasındaki farklar ve ortaklıklar, bize sözcüğün parçalanmasında tesadüfün ötesinde, bir kurallar zincirinin yattığını söylüyor/söylemeye çalışıyor gibi. Tam açılımıyla, “gerçek dünya gördüklerimiz değil, onları oluşturan dalgalar ve parçacıklar”. Burada önem kazanan ve şiire başkalık katan da, gerçekliğin içinde olan şeylerin tanımlanış sürecinde oluşan sözcüklerin, (bu cümlenin içinde olduğu gibi) kendiliklerinden yarattıkları ‘olan’ ve ‘oluşan’ ayrımı. Sözcüğün görevi, ‘başka’yla olan ilişkisinden ancak böyle ayrıştırılabilir. Çünkü, sözcükten sökülen her harf ya da hece, başka olanın tanımıdır/tanımı olabilir. Yalçınpınar’da Livar’ın içinden, dışarıya sızın anlamın ancak bu yolla ortaya koyulabileceğinin farkındadır; ‘Yüzü’, ‘Kıyı’ ve ‘Su Yolcu’ gibi şiirler, bu anlamda Livar’ın temelidir.
“yüzü
gök
yüzü
sissiz
ben
siz
yüzü” ;
“bir
sus
ayakta kalmaktır
iç
indeki
pus”
Bütün bu parçalanmışlık hali, nesnenin soyutluğu üstünden kurulur aslında. Çünkü, Yalçınpınar’ın soyut ve somut ayrımı, onun bir şair olarak kendiliğine dayanır. Kendilik durumu ise, eyleme gerek duymadığı sürece özne olma durumundan ayrı tutulabilir. Kendilik bir aktarım aracı olarak kullanıldığında, her ne kadar araçsallaşmış olsa da pasiftir. İş bu pasiflik, Yalçınpınar’ın kendi anlatısına karşı, sözcüğü parçalayarak giriştiği eylem nihayetinde, özneleşir. Ama, bu öyle bir durumdur ki, elle tutulanın ötesinde, başka bir alanda anlatı her şeyi yeniden kurmuş ve tanımlamış olur. Bu yüzden şiirin eksik kalan bir yanı vardır; bu yan şiirin bütünlüğünün dışında, maddesinin ötesinde aurasında bir eksikliktir. Bu yüzden okuyanla ilişkilendiğine, şiir anlamını başkasının algısına da sunmuş olur; çoğullaşır.
Tanımlama ve yönelme, şiirde izlenmeye başladığında ise, soyut ve somut olan sessizce yer değiştirir; anlam ve yapı, aralıklarla var olmaya başlar. Bu yaklaşım bir önceki paragrafta yazdığımız gibi, bütüne müdahaledir; yöntem farklıdır ancak; çünkü müdahale edilen artık çok daha somut bir duruma (gerçeğin içindeki, özne) tekabül etmektedir. Dolayısıyla daha tematik bir alana geçildiği söylenebilir. Tematik bir tercih, sorgulama sürecinin de kesinliğini belirler. Yalçınpınar’da da durum böyledir. Yargıya varma isteği göze çarpar.
“yokuşlardan iniyoruz
düzayak bir mantığa doğru
zarları bırakıyoruz”
“deniz suyu içelim
uçurumdan
hiç korkmayalım”
Bu noktadan sonra Yalçınpınar, bir eleme sistemi işletmeye başlar; artık tıpkı bir sonsuzun noktaları gibi, belirleyenleri su yüzüne çıkarmayı hedefleyecektir. Böylece soyuttan somuta geçiş süreci Livar üzre tamamlanmış olur. Livar bu anlamda bir çemberdir. Kapalılık hadisesi de asıl önemini, bu sonsuzun noktalarının kullanımında kazanır. Şiir hep yeniden; yalnız kendine başlar. Böylece tanımlanan da, tanımlayış biçimi gibi, bir bütünün içinde devinecektir.
“1. İnsanların kapısını çalıp çalıp kaçardı.”
“9.Çalardı davulunu renkli sağlam ağır aksak” (renkli sağlam uzun aksak)
Maddelemek, sonsuzun noktalarını kapsayıcı kılmaktır. Sayıların, şiirin bir parçası olmasını sağlayan da bu kapsayıcılıktır. İşte bu noktada gerçekleşen, en başta değindiğimiz şeylerin moleküler yapısına ilişkin yanılsama sürecine ait bir “gerçekleşme”dir. Parçalar ne kadar adlandırılırsa, sonuca varılabilir. Maddelenen belirleyenler, bir gövde olarak anlamla iki yönlü bir ilişkinin kurulmasına olanak tanır.
Sonuç olarak, Yalçınpınar’ın yazdıkları, süreçle ilişkilenmiştir. “Olan” da “oluşan” gibi bir süreçtir. Yalçınpınar şiiri bu yüzden okunmaz, düşünülür.
26
2008
30
2007
2007 Zafer Yalçınpınar Oto-Almanağı
2007 Zafer Yalçnpınar Oto-Almanağı’na
https://zaferyalcinpinar.com/almanak2007.html
adresinden ulaşabilir ve 2007 yılının olaylarını inceleyebilirsiniz.
25
2007
Poetika: Boşluğun Dili İçin İbraz
Sıfır sayısı çarpanlarına ayrılamaz. Boşluğun yutuculuğu ve onun karşısında titrememiz, aralarında birkaç sene bulunan iki davul vuruşu ve bu zaman aralığında oluşan kimya (akkor bir kimya hem de)önemlidir, önemseniyordur artık… Bunu her yerde seziyorum. “Görsel Şiir”in (bence görsel işlerin) ya da “imkânsızın dili”nin (bence Ece Ayhan doruğunun) avantajı, forvetliği, büyüklüğü, hızı işbu garip kimya (bazen de ecza) etkileşimiyle oluşan apansız ve rastlantısal bir yuvalanmadan kaynaklanıyor.
Peki, nasıl bir şey bu?
-Parçaların değil de parçalar arasındaki boşlukların, iki nota ya da vuruş arasındaki “sus”ların, iki sayı arasında (örneğin 1 ile 2) sonsuz sayı bulunmasının, çoklu(hareketli) anlam kaymalarının bütünlükten, bir bütün olmaktan sonsuz kere önemli olduğu bir kimya…
-Üzerindeki her şeyden (her yüzey anlamdan, her belirgin işlevden, her yükten) sıyrılıp varoluşuna geri dönmek isteyen bir eşyanın (örneğin bir portmantonun) akkorluğuna sahip bir kimya…
-Bütünlüğü sadece ve sadece boşlukta bulan ve boşluk üzerinde yenilenen bir kimya…
-Yapısal analize imkân vermeyen, oluşumunda termin ya da nedensellik içermeyen, bir şeylerin altını değil de üzerini çizen bir kimya…
-Oktay Rifat’ın deyişiyle “rastlantının bizden çok daha akıllı olduğu” gerçeğini yineleyen, ibraz eden, İlhan Berk’in “sessizlik de/ bilinmek ister/ hakkı bu” dizeleriyle tazmin edilen; suskunun, boşluğa doğru likidite oluşturduğu ve dillendiği, “Mısırkalyoniğne” ve “Perçemli Sokak” adlı kitaplarda vücut bulan, Ece Ayhan’ın (bence Ayhan Çağlar’ın) ise tüm eserlerinde kendisini oluşturan ve gösteren bir kimya…
Zafer Yalçınpınar
25 Aralık 2007
25
2007
“İmzacılık Oynamak” Yerine Faydalı Bir Şey Yapmak!
Birçoğunuzun da bildiği gibi bu hayatta tutkuyla –belki de patolojik bir dürtüyle- yapmaktan kendimi alamadığım şey, sahaflarla sohbet etmek, kitap peşinde koşmak, kitapların yolculuğunu ve o yolculuğun hikâyesini düşünmektir. Ece Ayhan, Turgut Uyar, İlhan Berk, Orhan Kemal, Sait Faik, A.Muhip Dıranas, Can Yücel, Haldun Taner, Oktay Rifat gibi şair ve yazarların imzalı kitaplarının çoğunu büyük (göreceli) bedeller ödeyerek sahaflardan edinmişimdir. Bazen bu uğurda toz ve pislik dolu hurdacı yığınlarının, paslı beyaz eşya eskilerinin ve kırık dökük eski mobilyaların üstünde/arasında bile kitap peşinde koştuğum olmuştur ki birçok önemli ismin imzalı ya da ilk baskı eserlerini de buralarda(hurdacıda) bulup -kilo hesabıyla- satın almışımdır. Bunu kendimce “entelektüel serserilik” olarak adlandırıyorum. Özellikle imzalı ve ithaflı kitaplara dikkat eder, imzaların morfolojisine, yazarın ve ithaf edilen kişinin kim olduğuna, ne iş yaptığına ve kitabın nerede, hangi dönemde imzalandığına önem verir, bunları araştırırım. Son iki sene içinde kitap peşinde dolaşırken karşılaştığım çeşitli durumlar bu uğraşımı daha da ilginç kılıyor:
İlk olayı çok sevdiğim dostlarımdan biriyle bir sahaf ziyaretimde yaşadım. Sahaftaki kitapları incelerken şiir kitaplarının arasında birçok imzalı kitapla karşılaştık. Hilmi Yavuz’dan, Seyhan Erözçelik’ten, Hakan Arslanbenzer’den, Engin Turgut’tan, İzzet Yasar’dan, Güven Turan’dan ve daha birçok yazar ve şairden Lale Müldür’e imzalı kitapları sahafta görmek bizi oldukça şaşırtmıştı. Şaşırtmıştı çünkü bu isimler sıradan, edebiyat dışı veya adı, sanı duyulmamış şairler değildi ve Lale Müldür de bir şair olarak hâlâ hayattaydı. Sahafa bu kitapların bedelini sorduğumda “fiyatı adet hesabına vurup, inceliğine ve kalınlığına göre” tanesini 2 ya da 3 YTL’den bana satabileceğini söyledi. İçinde bulunduğum durum bana çok ilginç gelmişti ve kitapları hemen satın aldım. İmzaların bazılarını koleksiyonuma ekledim, bazıları da beni –gerçekten- fazlaca ilgilendirmiyordu; tek bildiğim koleksiyonuma katmayacağım bu kitapların da sahafta 2-3 YTL bedelle -satılık- durmasından/kalmasından rahatsız olduğumdu. Bir de tabii durum ilginçti, misal; Hakan Arslanbenzer gibi radikal derecede İslâmik bir adamın Lale Müldür’e (Lale Ablacığı’na) kitap imzalaması bana değişik/çelişik geldi. Sonradan, dükkânın sahibine bu kitapları nerden bulduğunu sorduğumuzda “genç bir adamın gelip, bu kitapları kendisine sattığını” ifade etti. Gene de, eğer işin içinde bir “hırsızlık” meselesi yoksa kitapların Lale Müldür’ün arzusu dışında sahafa geldiğine inanamıyordum. Acaba Lale Müldür bu kitapları neden elinden çıkartmıştı/bırakmıştı? Büyük ihtimalle Lale Müldür bu kitapların kendisi için bir şeyler ifade etmediğine inanıp –kitaplara kıymet vermeyip- evde, kütüphanesinde “toz yuvası” olarak duracağına ya da gereksiz yer kaplayacağına karar kılmış ve kitapları sahafa göndermişti…
Bu noktada yazarların, şairlerin neden kitap imzaladığı üzerine daha çok düşünmeye başladım. Okuyucu ya da yazar matbaa endüstrisinden matbuat olarak çıkmış çeşitli fabrikasyon kitapları işbu matbuu durumdan kurtarmak ve bir şekilde kişiselleştirmek için çift taraflı olarak “biricik” hâle getirmek istiyorlar. Bu nedenle de çeşitli el yazıları, ithaflar, atıflar, çizimler ve imzalar kitapları matbuatın samimiyetsizliğinden kurtarır bir yol olarak görünüyor. Fakat kitapların bazıları özenle ve içtenlikle imzalandığı gibi bazıları da imza günlerinde ya da benzer samimiyetsiz etkinliklerde önceki fabrikasyon konumundan kurtulamıyor. İşin içinde tanışıklık, dostluk ve içtenlik olmayınca yazarın ya da şairin el yazısı/imzası/ithafı bile anlamını, biricikliğini kaybediyor ve “imza günlerinde bileğe kuvvet kitap imzalamak hatası”yla birlikte metalaşmış, prefabrik bir şeye dönüşüyor. Bu durum üzücüdür ve aşikârdır.
Bir diğer “imza” yönelimi de dergi veya yayınevi editörlerine ithafen imzalanmış kitaplardır. Editörlere ve dergilere ünlü ya da ünsüz kişilerden birçok kitap imzalandığı, gönderildiği bilinen bir gerçek hatta zorunlu bir süreçtir. Bunun amacı –yazar veya şair ilgili editörü tanımamasına rağmen- “ben de varım ve işte yeni kitabım!” ya da “derginizde benim kitabımı da tanıtın!” söylemini alttan alta sunmaktır. Peki, editörler veya yayınevi sahipleri bu tanımadıkları insanların kitaplarını ne yapıyor, bunlara nasıl davranıyor? Öncelikle, editörlerin tüm bu kitapları doğru dürüst (başından sonuna, eksiksiz) olarak okuduklarına inanmıyorum; özellikle de tanınmamış birinin kitabı söz konusu ise… Belki hızlı hızlı göz gezdirip, birkaç dize ya da paragraf okuyup kitap hakkında hızlı bir yargıya varıyorlardır. Peki, editörler ellerine gelen kitaplar hakkında şu veya bu şekilde yargıya da vardılar/varabildiler, sonra neler oluyor, kitaplar nereye gidiyor?
Kitapların nereye gittiğiyle ilgili düşüncelerimi, karşılaştığım başka bir olay üzerinden size aktarayım. Bundan bir ay önce sahaflardan birinde –gene- kitap incelerken üç adet imzalı kitapla karşılaştım. Kitaplar, Tarık Dursun K.’dan Cem Erciyes’e ve Salih Bolat ile Nevzat Çelik’ten İlhan Selçuk’a ithafen özenle imzalanmıştı. Bu kitapları da –daha önce olduğu gibi- tanesi 2 YTL’den satın aldım. İlginç olan şey bu yelpazedeki hiçbir ismin sıradan olmamasıdır; Tarık Dursun K. birçok edebiyat yarışmasında jürilik/bilirkişilik yapıyor, Nevzat Çelik birçok yarışmada ödül almış ve tanınmış/duyulmuş bir şairdir, Salih Bolat özel bir üniversitede ve başka dışsal projelerde “yazarlık dersi” veren bir öğretim görevlisidir, Cem Erciyes ise Radikal Gazetesi Kitap Eki’nin editörüdür ve İlhan Selçuk’u ise tanımayanımız yoktur. En önemlisi, bu isimlerin hepsi de hayattadır. Sonuçta ne olup bittiğini bütünüyle bilmiyorum veya tahmin edemiyorum ancak işin içinde bir “kıymet vermemek veya dikkate almamak” durumunun olduğu açıktır.
Bütün bu olayları, çok sevdiğim değerbilir bir sahaf dostuma anlattığımda konuya hiç şaşırmadığını belirtti. Birçok dergi editörünün senenin çeşitli zamanlarında dükkânına gelip toplu halde (200-300 adet) kitap sattığını, bu kitapların çoğunun imzalı olduğunu, bazı editörlerin ise daha kurnazca davranıp imzalı sayfaları yırtarak kitapları sattığını söyledi.
Düşünüyorum da önemsemedikleri kitapları ellerinden çıkarmak isteyen editörler ve yayıncılar işbu kitapları doğuda kitap bekleyen okullara, köylere, kütüphanelere ve insanlara ulaştırsalar daha akıllıca ve faydalı olmaz mı? Hatta, kitap çıkaran/bastıran insanlar, şairler veya yazarlar da kitaplarının kıymet görmeyeceğini, sahaflara düşeceğini bile bile kabzımal mizaçlı editörlere kitaplarını göndereceklerine, en baştan –doğrudan- kitapları bir “hayır kuruluşu”na bağışlasalar ya da doğuya bizzat kendileri gönderseler çok daha faydalı olmaz mı?
Olur.
Birgün Gazetesi-25.11.2007
13
2007
“Şiirim Nasıldır?” ya da “Ön-Akort”
Şiirimin gövdesini, köklerini, geleneğini veya benzeri bütünsel genellemeleri bir kenara bırakmalıyız, boş vermeliyiz. Çünkü şiirimdeki ayrıntılar ve yan anlam salınımları gövdenin bütününden çok daha büyük ve önemlidir. Ben şiirde belirleyici olanın “ayrıntının ayrıntısı”nda (1) gizlendiğine, yuvalandığına inanıyorum. Örneğin, Titanik’in batmasının sebebi denizcilik, gözetleme, morfoloji, kaptanlık hataları ya da buzdağının büyüklüğü değildi. Onun batışının asıl sebebi, gövdesindeki demir ve çelik perçinlerin dökümündeki yanlış metalürjidir. Titanik’in batışı ayrıntıda gizlidir, isteyenler araştırabilir.
Gövde ve bütünsellik, ortalama zekâ(2) tarafından işgal edilip, yıkılıp, sömürülüp bana ait olmayan bir sığ algıya tıkıştırılacağı için fazlaca önemli değildir. Günümüz sanatı bu algı uzlaşmasına, düzeltmesine ya da geribildirimine maruz kalmak gibi bir bağımlılık içindedir ve bu çeşit ölümcül hatalar nedeniyle debelenerek, “bata çıka” ilerliyordur. Bu yüzden şiirimin gövdesini, bütününü umursamıyorum; ben, aslında, şiirimin motorları durunca onu taşıyacak gizli yelkenlerin büyüklüğüne ve sağlamlığına bakıyorum, bu gizi önemsiyorum, bunu kurdum. Gizli yelkeni gövdeye bağlayan direklerin (ayrıntıların, tuşelerin) uzunluğuna ve direkle yelken arasındaki makaraların düzgün, etkin çalışıp çalışmadığına (ayrıntıların, tuşelerin niteliğine, eczasına) bakıyorum. Bir “şiir yazarı” (3) olarak, şiirimin hangi rüzgârla nereye gidebileceğine, hangi rüzgâra ne kadar dayanacağına karar vermek benim birincil görevimdir. Şiirimde bulunan ikincil öğeler ise mayınlardır. Benim şiirimde sığlıklara, sığ insanlara karşı mayınlar vardır. Şiirimin tözünü bulduğunu (yakaladığını) zanneden ve şiirimi çürütmek için elinden geleni yapmaya hazır “eğretileme keli” eleştirmenler, ikincil öğelerin üzerine giderek o mayınlardan elini eteğini çekemeyecek kadar tehlikeli bir konuma düşmüşler ve “berber muhabbeti” benzeri yarım yamalak (ve yarım ağızla) bir şeyler söylemek zorunda kalmışlardır.
Ece Ayhan’ın poetikasına baktığımızda şöyle bir ilkeyle karşılaşırız: “İktidarın tezgâh altında gizlenen” ve buna karşın “bağımsızlık üzerine kurgulanan” dizgelerde, dizelerde değişik eczalar veya farklı kırılımlar yaratmak…” Benim derdim ise bütün bütün böyle değil. Benim derdim “şiirimin gizli yelkenleri yeterince sağlam mı ve mayınlar doğru yerde mi?” sorusudur. Ece’nin şiiri pusuda yatar -ki amacı da, yöntemi de budur- ancak benim şiirim ise gizli ve kara yelkenler açar… Benim şiirim, ışığını kaybetmiş bir madencinin yedekte bulunan ufak bir tornavidayı kullanarak, yoluna kara, akkor bir heyecan içinde kör adımlarıyla devam etmesidir. Bununla birlikte, şu söyleyeceğim de sıkı bir ilkedir : “Tipolojiyi bilen kazanır.” (4)
Tüm bu imgesel açıklamalar şiirimin nasıl olduğunu sezmenizi sağlayacaktır. Ancak bunlar şiirimin ne olduğunu göstermez. Çoğu şairin şiirinde yapamadığı, yoklayamadığı şeyleri bir “şiir yazarı” olarak deniyorum ben: Tipolojinin ve duygudurumların tuşelerini, saklı tınılarını sezdirmek, üstelik bunu da bir eskrim inceliğinde yapmak… Şiir bir tipolojiyi verebilecek beceride kurulmalıdır. Şiirimdeki imgecilik, lirizm, dizge, biçem, iş, şu, bu, her şey… yukarıda bahsettiğim şeyi dışsal olarak, ikincil olarak desteklemelidir, destekler de. Şimdi, beni ve şiiri eleştirmek “heves”iyle ortaya çıkışan o ufak, böcek sürüsü benzeri çetesel cemaatlerin (kendi aralarında kurdukları bağımlılıklar, süreçler, çelişkiler ve ilişkiler nedeniyle özgürlüğünü kaybeden o zevatların) düşüncelerini tekrardan akort etmeleri gerekiyor. Ve evet, düşüncelerin de tınısı vardır. Bundan eminim.
——————-
1-Duygudurum tınılarından ve bunlara ilişkin tuşelerden, eskrim inceliğinden ve çeviklikten bahsediyorum.
2-Modern Cehalet, Yeni Sinsiyet ve Eskimiş Köylü Kurnazlığı
3-Ben şair değilim.Ben bir “şiir yazarı”yım.
4-Ece Ayhan
13 Ağustos 2007
Zafer Yalçınpınar