Önemli Not: “Sıkı şiire öncelik vermek” ve “imgelemin özgürleşmesini sağlamak” amacıyla dijital yayıncılık serüvenine başlayan UPAS Yayın’ın tüm kitaplarını upas.evvel.org adresinden, Yalçınpınar’ın tüm kitaplarını ise https://zaferyalcinpinar.info adresinden ücretsiz olarak okuyabilirsiniz.
işinin kolayı yok ve olmayacak kendini bağırıyor bulacaksın, sahtelenmiş pis bir güzelliğin bağlı kırklıca zamanlarında, çevirme.
seninle bir ilgisi yok hâlâ _______________gökyüzünün, bu kızıllaşan evrendir pencerelerin yüzeyinde. herkes her şey oldu şimdi; insan gübreleştirme, çevirme.
Öğle güneşinde çözülen zehir, kabuğu boyunca sızar ve gün battığında donarak karanlıkta koyu bir mücevher gibi parlar.
Ne bir kuş yaklaşır yanına, ne de bir kaplan sokulur, yalnızca siyah ve vahşi kasırga saldırır ölüm ağacına ve sırtında ölümle birlikte sürüklenip yok olur.
Aylak aylak dolaşan birkaç bulut parlak damlalarla lekelese de o kurşun gibi yaprakları, yalnızca birkaç zehirli yağmur damlası olur yanan kumun alacağı.
(…)
Aleksandr Sergeyeviç PUŞKİN İngilizce’den Çeviren: Berna Kabacaoğlu
“(…)Her şeyden önce Yavuz Çetin’i “sıkı gitarist” yapan şeyin ondaki eşsiz “tuşe” olduğunu -tüm ağırlığıyla- ortaya koymalıyız. Tuşe; bir şarkının, bir melodinin ya da bir müzikal tipolojinin ruhunu/özünü dinleyiciye aktarabilmedeki ustalıktır. Bir tür içtenliktir. Senelerini gitar tekniğini güçlendirmekle harcamış biri, evet, her türlü şarkıyı çalabilir, gitar üzerinde her türlü akrobasiyi yapabilir, fakat çaldığı şeyin ruhunu içselleştiremeyip ömrü boyunca tuşesiz bir gitarist olarak kalabilir de… Böylesine sportmen bir gitaristin çaldığı her şey saman gibi gelir dinleyiciye. Yavuz Çetin ise bastığı her notayı içselleştirebilen nadir gitaristlerdendi. 1998 yılının kış aylarından birinde Yavuz Çetin’in “İLK” adlı albümünü “ilk” kez dinlediğimde, albümü hemen beğenmemin nedenlerinden biri de -sanırım- bu güçlü tuşeydi. Özellikle de şarkılardaki blues rifflerinin zamanlamasından, yerlemlerinden ve şarkının armonisine pürüzsüzce eklemlenebilmiş olmalarından dolayı çokça etkilenmiştim. Albümü defalarca dinledim ve albümdeki dinginliğin nasıl olup da bu kadar “enerji dolu” olduğunu, olabildiğini düşündüm, durdum. Hatta bu kimyayı -kendimce- matematiksel (modal/makamsal) olarak hesaplamaya bile çalıştım. O zamanlar cevabı bulamamıştım fakat şimdi, bugün, özellikle de gitar için düşündüğümüzde bu sorunun cevabının Blues Ruhu’yla açıklanabileceğini biliyorum.(…)”
Şiirin özütünün, evrensel poetikanın, şiirsel alan derinliğinin, dilin yüceliğinin ve haysiyetle ışıldayan hakkaniyet yükünün zerre kadar farkında ol(a)mayan bazı kifayetsiz muhterisler, Seyyit Nezir’e karşı yeni bir “itibarsızlaştırma” operasyonu başlatmışlar. Kimse kusura bakmasın, söz konusu mutat zevat -hiçbir açıdan- Seyyit Nezir’in sahip olduğu “dil ve hakkaniyet görgüsü”nün kıyısına bile yaklaşamaz. Seyyit Nezir, 40 yıl boyunca okura sunduğu kaliteli dergilerle, yönettiği sıkı yayınevleriyle ve işaret ettiği doğrularla Türk Şiiri’nin birikmiş emeğidir. Bu emeği itibarsızlaştırmaya çalışmak beyhude bir çabadır ve söz konusu bu kötücül çabayı sergileyen mutat zevat için tuhaf bir “hezeyanlar girdabı” oluşturur. 20 yıldır icra edilen o girdaptır ki edebiyatımıza -ve dilimize- en büyük zararı vermiştir, vermektedir. Hezeyan girdapları “mahsulü öldürmek” mertebesini çoktan geçmiştir artık… Sıra toprağa gelmiştir! Mutat zevat ve kifayetsiz muhterisler bizatihi toprağı -toprağın verimliliğini- yok etmeye heveslenmektedir.
Her koşulda Seyyit Nezir’in ve birikmiş emeğin yanında olduğumu ifade etmekten onur duyuyorum. O girdaplar mı? Çokça umursamıyoruz, şimdilik… Çünkü bizim varoluş biçimimiz de yaşadığımız dilsel ekosistem de hezeyan girdaplarına düşenlerle aynı değil. Rahvan göndermişiz onları… Kendimize yeni bir yaşam kurmuşuz. 10 yıllardır rahvan gönderiyoruz, kendi yanlışlarıyla ve öfkelerinin ağırlığıyla yere düşmelerine izin veriyoruz o kötücül tipolojinin…
Biz sıkı şiirin ve imgesel alan derinliğinin gücüne inanırız ve birikmiş emeğe saygı duyarız. Hezeyan girdaplarından çıkan o kötücül çöp kokusunu bizden önce fark edenler olacaktır elbet… (Önce kendi komşularının, hezeyan girdaplarına komşu olan diğer tiplerin fark etmesi gerek bu bozuk kokuyu…) Biz ne mi yapacağız? Haklılığın inadı ile kalb ve vicdan arayışımızı sürdüreceğiz; kendi dilsel auramızda çöp kokusuna izin vermeyeceğiz. Zaten bizim bazen sevilmemizin (ve bir kesim tarafından hiçbir zaman sevilmeyişimizin) nedeni de budur: Çöp kokusuna izin vermemek!
Eksik olmasın Okan Tanın, koleksiyonundan çok önemli bir İlhan Berk imzasını/desenini -aşağıdaki bilgi notunun yanı sıra- EVV3L’in takipçileriyle paylaştı. Okan Bey’e içtenlikli paylaşımı için çok teşekkür ederiz. (Zy)
“4000 adet basılan eserin ilk 10 nüshasının numaralı 01 nolu, şairin kendisine ayırdığı nüshası. İlk defa karşılaştığım bir ithaf. Desenlerle beraber; “Sevgili bir, İlhan Berk’ten İlhan Berk’e” ithafıyla imzalı. Şahsi nüsha gördüm, ancak şairin kendisinin kendisine ithafını ilk defa görüyorum…” (Okan Tanın)
(…) Nefes nefese kalmış dağcıyı zirvede karşılayan olağanüstü bir sessizlik, onu hiç beklememiş olan, oraya gelişini hiç umursamayan ve bu haliyle onu ürküterek şaşırtan bir sessizlik; o amacını yerine getirmişken ve bununla gurur duymak isterken hırsı tanımayan bir sessizlik…
(…) Sanki düşünceler tümüyle çözülüp gidiyor; sessizlik dünyanın üzerinde yer etmiş, insan sadece kalbinin çırpınışını ve beraberinde kulağının içine doğru uğuldayan rüzgârı duyuyor. Bir an kayanın etrafında süzülen küçük, siyah bir kuzgun tiz çığlıklarla uzaklarda kayboluyor ve geriye çevresindeki tüm hayatı, her çığlığı sanki hiç olmamış gibi yutan bu yalnız sessizlik kalıyor; bu isimsiz sessizlik belki Tanrı’nın ya da hiçliğin kendisi.
Dağcının katlanabileceği bir şey değil bu sessizlik.
(…) Belki de çok duru bir vicdan gerekiyor böylesine duru bir sessizliğe katlanabilmek için; yoksa insanın hayatı boyunca itinayla inşa ettiği, üzerine titrediği ne varsa bir saat içinde çöküp dağılabilir, belki de kahramanca nitelenen hırsın kibirden başka bir şey olmadığı, sadece kaçış olduğu ortaya çıkabilir; insan orada uzun süre oturursa geriye sadece kara bir leke, insanın sezdiği ve eskiden beri her daim korktuğu, yüzlerce teşebbüsle üstünü kapatmaya çalıştığı, yüreğin esas yalanlarından biri kalır, çünkü insanın cesareti yoktur açık bir içgörüye, gerçek bir değişime.
(…)
Max Frisch “Sessizliğin Yanıtı”, Çev: Saliha Yeniyol Kolektif Kitap, 1.Baskı, Haziran 2019, ss.22-24
EVV3L’in sıkı takipçilerinden -eksik olmasın- Halûk Cengiz, Sait Faik’e dair ilginç bir buluntu paylaştı. Buluntuyu ve buluntuya dair Halûk Cengiz’in oluşturduğu bilgi notunu aşağıda ilginize sunuyoruz. (Zy)
saitfaikmuzesi.org adresinde kronolojik bir liste bulunuyor. Bu listede Sait Faik’in muayene için Paris’e seyahatiyle ilgili olarak şu ifadeler yer alıyor:
29 Ocak 1951: Doktor Kazım İsmail Gürkan’ın tavsiyesiyle Doktor Justin Besançon’a muayene olmak için Paris’e gider. Doktor, on beş gün kadar hastanede yatması ve karaciğerinden parça alınması gerektiğini söyler. Bütün bunlardan korkan Sait Faik beş gün sonra İstanbul’a döner.
“(…) Sait Faik’in karaciğer problemleri ilerleyince Burgazada’da artık tam zamanlı kaldığını, tedavi için Fransa’ya gittiğini, hepimiz biliriz -kitaplarının biyografi kısmında yazanlar ezberimizdedir-. Wikipedia’yı açabilirsek şu bilgiyle karşılaşabiliriz: “Yazara, 1948 yılında siroz teşhisi kondu. Sık sık doktorlara da görünmesine rağmen hastalığının kötüye gitmesi üzerine 1951 yılında Fransa’ya gidip orada tedavi olmaya karar verdi. 31 Ocak 1951’de amcası ve Samet Ağaoğlu’nun desteği ile gittiği Paris’te sadece beş gün kalıp, İstanbul’dan uzakta öleceği ve tedavinin ağırlığının korkusu ile geri döndü. Sait Faik, daha sonra amcasına yazdığı bir mektupta geri dönüş sebebini doktorlarla olan konuşması ile hastaneye yatması kararı verildikten sonra düştüğü panik ve yaşadığı kriz olarak açıkladı. Paris’teki doktorlar, Sait Faik’e ciğerinden parça almaları gerektiğini söyleyince yazar paniğe kapılmıştı. Fransa’dan döndükten bir hafta sonra pişman oldu. Annesinin de baskısıyla Paris’e tedavisine geri dönme arzusunu ölene kadar muhafaza etti. Paris yolculuğunun ardından büyük bir umutsuzluğa düşen Abasıyanık, aynı zamanda yazarlık kariyerinin en verimli günlerini geçirmeye başladı.” Peki gerçekten ne olmuştu o beş günde Sait Faik’e? Onu Paris’ten kaçarcasına uzaklaştıran sadece ciğerinden alınacak parçanın verdiği panik miydi? Ne hissediyordu Sait Faik? Ne yiyor, ne içiyor, kendine dar ettiği o beş günde aslında ne yapıyordu? (…)”
Naim Tirali’nin (o tarihlerde Tirali de Paris’tedir ve sıklıkla birliktedirler) 16 Mayıs 1975 tarihli Milliyet Sanat’ın 132. sayısında yayımlanan yazısı önemli. (Bkz:“Sait Faik’in Paris’teki Bilinmeyen Beş Günü” )
İnsan Ömrü başlıklı kitabın bendeki 1945 yılında yapılan 3. baskısı. Ne yazık ki kitabı dilimize çeviren Sadık Gören, kitaba bir önsöz yazmış olmasına karşın doktorun kimliğine ilişkin pek fazla bir bilgi vermiyor. Sadece “Fransa tıp âleminin meşhur simalarından olan Doktor Besançon’un İNSAN ÖMRÜ adını verdiği eserini kısaltarak dilimize çevirdim” diyor. Bu konuda oldukça fazla kaynağa rastladım. Ama hep benzeri bilgiler paylaşılıyor. Ne var, hemen hepsinde tam adı Justin Besançon olan doktorun adı Doktor Besançon olarak anılıyor. 1940’ların ortalarında “Fransa tıp âleminin ünlü simalarından” olan, 1951’de Sait Faik’in tedavi amacıyla gidip görüştüğü doktor bence bu doktor Justin Besançon olmalıdır.
Halûk CENGİZ halukcengiz57@gmail.com 30 Temmuz 2019
Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “Sait Faik” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/sait-faik adresinden ulaşabilirsiniz.
Şahin Çetin‘in çizimleri, sosyo-politik bellek, identite, coğrafya, maruziyet ve aidiyet gibi olguların biriktirdiği kuvvetli bir poetika taşıyor. Sessizlik Nesnesi, Canavar‘ın kapsamındaki 36 çizim, yaşamla kesişim noktalarında farklı farklı şiirsel boyutlar sunan canavarlaşmanın ve çürümenin zihinsel kurgusunu oluşturuyor.
Önemli Not: “Sıkı şiire öncelik vermek” ve “imgelemin özgürleşmesini sağlamak” amacıyla dijital yayıncılık serüvenine başlayan UPAS Yayın‘ın tüm kitaplarını upas.evvel.org adresinden ücretsiz olarak okuyabilirsiniz.
Bir süredir üniversite mizah dergilerini, lise edebiyat dergilerini toplamaya çalışıyorum. Bu dergilerin hoş detaylar barındıran ‘efemera niteliğinin’ ötesinde, biyografi çalışmaları için gizli hazineler barındıran özellikte olduğunu keşfettim, keşfediyorum. Şu an okuduğunuz bu yazı da sözünü ettiğim çabanın ürünüdür.
Üniversite mizah
dergilerinin belki de en meşhuru Kazgan.
Kazgan, Ankara Üniversitesi Siyasal
Bilgiler Fakültesi (Mülkiye) öğrencilerinin her yıl yayımladığı, –ve
yayımlanmaya halen devam eden- okulun hoca ve öğrencileri hakkında karikatürler
ve nükteli yazılar içeren bir mizah dergisi. Aynı zamanda “İnek Bayramı” gibi
bir Mülkiye geleneği.[1]
Kazgan’ın
çeşitli sayılarını incelerken “Mülkiyeli Edebiyatçılar” isimli bir dosya
hazırlamayı düşünüyordum. Ancak bu çalışmada bir sınırlamaya gitmek hem biçim
hem de içerik bakımından daha doğru olacaktı. Bu düşünce zihnimi meşgul ederken
Cemal Süreya ve Ece Ayhan’ın İkinci Yeni için kullandığı tabir aklıma geldi:
bir Mülkiye hareketi olarak İkinci Yeni.
Ece Ayhan, İkinci
Yeni’den bahsederken şu ifadeleri kullanır:
“Bana baka; ‘İkinci Yeni’ (ben, ‘Sıkı Şiir’ diyorum şimdi buna; o başka, ya da ‘Sivil Şiir’) 1950’lerden sonra, Türkçede, taşradan gelmiş ve çok genç parasız yatılıların oluşturdukları hiçbeklenmedik, garip bir biçimde de özgün, çağdaş, çağcıl ve önemli bir şiir ve bir düşünce ‘sıçrama’sıdır; yani 13/15 bir akım. Çok özgül bir anlamda belki de bir Mülkiye hareketi, hiç değilse ilginç bir Ankara şiir olayı. (Ne tuhaf; uç beylerini de birlikte getiren, iyice sınırda ve yeni şiir atılımları, ikidir Ankara’dan çıkıyor Cumhuriyet tarihimizde!)”[2]
Şu
cümle de onun:
“İlginç bir saptama: Sezai Karakoç ile Cemal Süreya, Mülkiye’yi (Siyasal Bilgiler Fakültesi) bitirmişlerdir ama ‘mülkiyet’le bir ilinti kurmamışlardır.
(Cemal Süreya bana İkinci Yeni olayının temelde ve bir anlamda (İnek Bayramı gibi) bir Mülkiye Hareketi olduğunu da söyler.)”[3]
Bahsettiğim sınırlamayı “Mülkiyeli İkinci Yeni Şairleri” yapmak da bir tercihti. Ancak literatürü incelediğimde, Cemal Süreya: Şairin Hayatı Şiire Dahil ve Doğunun Yedinci Oğlu Sezai Karakoç çalışmalarında Kazgan değinilerini görünce[4] daha özgün bir çalışma yapmak niyetiyle yazıyı sadece Ece Ayhan’a özgülemek istedim ve bu yazı ortaya çıktı.
BİR YIĞIN KEÇİBOYNUZU
1959 Kazgan’ında Kazgancı Cafer İdris
Damsarsar, “Şaban’a Mektup” isimli yazıda Ece Ayhan’ın Kınar Hanımın Denizleri kitabını alaycı bir dille müjdeler: “Ece
Ayhan Çağlar’ın ‘Kınar Hanımın Denizleri’ adlı bir yığın keçiboynuzuyla dolu
bir şiir kitabı çıktı.”[5]
Keçiboynuzu kavramı (zahmeti çok faydası az) Ece Ayhan şiiriyle kuvvetli bağ kuramayan her okuyucunun kullanacağı türden bir benzetme. Ancak yazının sahibine dikkat çekmek isterim: İdris Damsarsar. Bilindiği üzere İdris Damsarsar, Ece Ayhan’ın kullandığı takma isimlerden biri. Bu bilgiyi bilenler için yukarıdaki değini daha da komik bir hal alabilir ancak 1959 Kazgan’ındaki İdris Damsarsar’ın Ergin Günçe olduğu bilgisini vererek işleri daha da karmaşık bir hale getireceğim, maalesef.[6]
Ergin Günçe’nin Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden yakın arkadaşı ve Kazgan’ın yayın kurulunda bulunan Dinçer
Günday, İdris Damsarsar hakkında Hakkı Avan’a şunları anlatır:
“Mülkiye’nin bir geleneği vardır: İnek Bayramı. Aslında bir şenliktir. Fakültenin son sınıfındaki öğrenciler, bu etkinliğin kapsamı içinde bir de Kazgan adındaki mizah dergisini çıkarırlar. 1959 yılının Kazgan’ında yayımlanmak üzere, Apollinaire’nin ‘Marizbill’ adlı şiirinin bir uyarlaması yapılır, ama nedense bu uyarlama dergide yer almaz. ‘Marizbill’, Ergin Günçe’nin el yazısıyla, ‘Mürebbiye’ adı konularak uyarlanır. Uyarlama çevirinin altında “İdris Damsarsar” imzası görülür. Apollinaire’nin anılan şiirini Sabahattin Eyüboğlu ile N. Cumalı dilimize çevirmiştir.”[7]
İşleri daha da karmaşık
hale getirmeden, yazıyı kimliğinden bağımsız ‘dönemselliği’ bakımından
inceleyeceğim. 1950’lerin ikinci yarısında, pek çok edebiyat dergisindeki
meşhur tartışma “İkinci Yeni ve anlamsız şiir” başlıkları üzerine eğilir.
Tartışmaların çoğu İkinci Yeni şiirinin, toplumsal sorunlardan uzak ve toplum
karşısında “faydasızlığına” işaret eder. Bu nedenle Kazgan’daki yazıyı da tipik bir örnek olarak değerlendirebiliriz.
Ancak bu tipikliğe karşı Ece Ayhan’ın savunması ve bugünden bakınca onun
şiirinin nerede durduğu göz önüne
alındığında bir keçiboynuzundan mı yoksa kurucu babadan mı bahsettiğimiz
sorusunun cevabı gayet açık sanırım.
Bu bağlamda Ece Ayhan’ın, İkinci Yeni hakkında yapılan ilk soruşturmada verdiği cevabı önemsiyorum:
“Yeni ozan yeni müteşebbistir, toplum içinde halen var olan ya da var olması istenilen gereksinimleri duyar, sezer, piyasaya gelir, üretime başlar. Yeni gereksinmeleri karşılayacak olan müteşebbisin üretimi, en az halen var olan gereksinmeleri karşılayan müteşebbisin üretimi denli, belki de daha çok, önemlidir.”[8]
TATARA TİTİRİ
1959 yılının Kazgan’ından bir buluntu: Ece Ayhan
Adında Biri Tatara Titiri.
Yukarıdaki alıntı iki
güzel tesadüf barındırıyor. Birincisi, Ece Ayhan hakkında yapılan bir
betimlemenin bir argo deyimle yapılmış olması.[9]
İkincisi ise “tatara titiri” deyiminin Ece Ayhan’ın yazı ve söyleşilerinde
sıklıkla kullandığı bir tabir olması.
“Tatara titiri”, Hulki Aktunç’un Büyük Argo Sözlüğü’nde şöyle tanımlanmış:
Kazgan’da Ece Ayhan’ın bu şekilde tarif edilmesi tahminimce onun “tatara titiri” deyimini gündelik hayatta sıklıkla kullanması nedeniyle dergiyi hazırlayan arkadaşlarının, Ece Ayhan’a yaptıkları küçük bir şakadan kaynaklanıyor. Ece Ayhan’ın yazı ve söyleşilerinde, sekiz farklı yerde “tatara titiri” deyimini kullandığını gördüm.[11] Yani sevdiği bir deyim. Bu nedenle okul yıllarında da bu deyimi sıklıkla kullanıyor olabileceğini düşünüyorum. Ancak bu ilişkiden bağımsız olarak Kazgan’ı hazırlayan ekip, “tatara titiri” deyiminin olumsuz anlamını kullanarak bu türden bir betimleme yapmış da olabilir. Bu deyimin tespit edebildiğim ilk kullanımlarından biri Oktay Rifat’ın Jacques Prevert’den yaptığı çeviri:
“Bu şiir bizim ünlülere uygulanarak da okunabilir. İşte:Peyami Safa adında biri Tatara titiri”
O yıllarda bu deyimin
gündelik hayatta ya da matbuda ne düzeyde dolaşımda olduğunu bilemiyorum ancak
çok yaygın bir kullanım olmasa gerek. Bu nedenle yukarıda yaptığım ilk okumaya
daha yakınım.
BABİL’İN EN KÜÇÜK KAPISI
Yukarıdaki
buluntuda geçen “Şiirlerine bakılırsa Babil’de doğmuştur.” ifadesi başlı başına
önem arz ediyor. Tunç Tayanç’ın yayına hazırladığı, “Adım Ece Ayhan
Çağlar…” isimli çalışmadan
öğrendiğimiz kadarıyla Ece Ayhan’ın ilk dönem şiirlerinde “Babil imgesi” önemli
bir yer tutmakta. Ece Ayhan’ın ilk dönem şiirlerinden haberdar olan arkadaşları
da belki sataşarak belki de hoş bir jest yaparak tarihe not düşmüşler.
Şiirlerden
birkaç örnek verelim. İlk örnek “Babil’de Arkadaşlık” şiirinden:
“Sonra Kötü İlgi’m Ben yitmiye devam etmek istiyorum dedim (tükenmez bir kızlık bu kapıda sıkışmış) Bir Çarşamba günü Ve sonraki günler yitmiye devam ettik (sen Babil’de arkadaşlığın ne demek olduğunu bilir misin).”[13]
İkinci
örnek “Babilde” şiirinden:
“Babil’in en küçük kapısı açık Sokaklarda bir bakır çocuğun Güzel yüzünü bir veba maskesi gibi Bir hüzün gizliyor.”[14]
“Babil’de Babil’de bir çocuk demek Bizi kullanıp kullanıp duruyormuş Ama biz bu değiliz ki Daha ilk sayfalarda Karşımıza çıkıveriyor Başkasının gözleri Başkasının ağızları dudakları Babil’de basılmış”[16]
Peki
neden Babil? En sarih açıklama Edip Cansever’in sanırım:
“Peki neden bu kadar seviyor dille oynamayı Ece Ayhan? Ben şöyle diyeceğim: Yaşamadığı çağların, hatta yaşarken bile yaşamıyor göründüğü bir çağın, o hiç yazılmamış duygular tarihini ele geçirmek için. Bu yüzden kurulu bir şiir dili onun ilgisini çekmez hiç.”[17]
“Babil
imgesinin” kökenini Ece Ayhan şiirindeki tarihimsilikte[18]aramak da mümkün. Orhan Koçak’ın anlatımıyla:
“Eğer bazı eski metin ve söylemlere kayıtlı olan ’yabansı’ sözcüklerin şiirdeki varlığı nedensizse, şiiri ‘aydınlatacağına karartıyorsa’ ve buna rağmen şiir de ‘tarihsel tabakalarla’ bağlantısını bu sözcükler aracılığıyla kuruyorsa eğer, o zaman şiirin tarihselliği de sorunlu bir nitelik alır. Bu durumda, tarihten değil de ‘tarihimsilikten’, ‘tarihmiş gibi yapmaktan’ söz edilebilir ancak.”[19]
Ancak
bu arayışı gerçekleştirirken Ahmet Soysal’ın uyarısını da dikkate almak
gerekir:
“Ece Ayhan’ın şiiri tarihe gönderir. Bu göndermeleri açmak, çözümlemek, ilginç olabilir. Ama bu çözümleme, şiirin şiir olarak değerinin bize veremez. Ece Ayhan’ın şiiri bulmaca değildir, ve bulmaca çözücülerin oyuncağı değildir.”[20]
Buluntudaki
bir diğer önemli nokta da şu elbette: “ ‘İkinci Yeni’ adında bir şiir akımını
milletin başına bela etmiş, ortalığı karıştırmış, sonra da sessiz sessiz
gülmüştür.”
Ece
Ayhan personanasının
en belirgin iki
özelliği, “ortalığı karıştırma” ve “sessiz sessiz gülme” denebilir. Ortalığı
karıştırma onun kışkırtıcılığına bir gönderme sanırım. Ama bununla sınırlı
değerlendirmemek lazım. Ortalığı karıştırırken kendine yer açan, kendi değerini
ve özerkliğini direten bir “eylem” olarak da düşünülebilir. Kendisi de niçin
yazdığını şöyle açıklıyor:
“Kimbilir, belki de, yerimi (hakkımı) aramak uğruna çiziktiriyorum. Issız bir uçta ve kendi kendine bir şeyleri yoklamak anlayacağınız. (Efendi efendi ayakta durmaya çabalarken, bak bu bir budak da ne oluyor?”[21]
“Sessiz
sessiz gülen” tarafı da onun muzipliğine ve oyunbazlığına bir gönderme
kuşkusuz. Bu durumu en iyi anlatan yine kendisi:
“Köylü kentten köyüne dönüyor, yalnız ve ansızın karşısına bir ayı çıkıyor. Kaçış yok. Köylü çırılçıplak soyunuyor. Ayı anadandoğma adamı görünce ters geri kaçıyor. Ben de böyle yaptım, çok ayı ürkütüp kaçırttım.”[22]
Ece
Ayhan, İkinci Yeni’yi milletin başına bela etti, ortalığı karıştırdı, çok ayı
ürkütüp kaçırttı, sonra da sessiz sessiz güldü. İyi ki de öyle oldu.
TARIK ÖZCAN,9 Temmuz 2019 tarikozcan1@gmail.com
DİPNOTLAR
[1]Kazgan
hakkında kısa
bir bilgi için bkz. Bahanur Garan Gökşen-Erol Gökşen, “1923’ten 1960’a Kadar
Ankara’da Çıkan Edebiyat-Kültür ve Sanat Dergileri Üzerine Tanıtıcı Bir
Kaynakça Denemesi”, Kültürel Mirasın
İzinde Ankara, Hacettepe Üniversitesi Basımevi, Ankara, 2016, s.168.
[2] Ece Ayhan, “Ayağa Kalkarak
‘İkinci Yeni’ Akımı”, Bir Şiirin Bakır
Çağı, YKY, İstanbul, 2016, s.14.
[4] Feyza Perinçek-Nursel Duruel, Cemal Süreya: Şairin Hayatı Şiire Dahil,
Can Yayınları, İstanbul, 2017, s.77 Turan Karataş, Doğu’nun Yedinci Oğlu Sezai Karakoç, Kaknüs Yayınları,
İstanbul, 1998, s.55.
[9] Ece Ayhan şiirinin argoyla
kurduğu güçlü ilişki malum. Meseleye farklı açılardan yaklaşan birkaç okuma
için bkz. Enis Batur, BaşkalaşımlarI-X, Kırmızı Kedi, İstanbul, 2016, s.75;
Erdoğan Kul, Ece Ayhan’ın Şiirleri
Üzerine Bir Araştırma, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Yayımlanmamış Doktora Tezi, 2007, s.464-471; Cihat Duman, “Bozuk Ağzın Şiiri Ya
da Şiirin Vesikalı Baldızı: Argo”, Hece,
Sayı 165, 2011, s.99.
[10] Hulki Aktunç, Büyük Argo Sözlüğü, YKY, İstanbul, 2015,
s.275
[11] Ece Ayhan, Aynalı Denemeler, YKY, İstanbul, 2012, s.10, s.74; Ece Ayhan, Başıbozuk Günceler, YKY, İstanbul, 1997,
s.250; Ece Ayhan, Şiirin Bir Altın Çağı,
YKY, İstanbul, 1993, s.16, s.26, s.77, s.275, s.279.
[12] Jacques Prevert, “Sıkıntılı
Bahis”, çev. Oktay Rifat, Yaprak,
Sayı 14, 1949, s.1.
[15] Aynı şiir küçük farklılıklarla Bütün Yort Savul’lar! kitabında da yer
almaktadır. Bkz. Ece Ayhan, Bütün Yort
Savul’lar!, YKY, İstanbul, 1994, s.237.
[17] Edip Cansever, “Ecegilleri
Okumak”, Şiiri Şiirle Ölçmek, haz.
Devrim Dirlikyapan, YKY, İstanbul, 2012, s.152-153.
[18] Farklı kavramsallaştırmalar
kullanılabilir elbette. Necmiye Alpay, benzer bir gerekçeyle uzayzamanı kavramını, Ali Özgür Özkarcı
ise tarih toplayıcısı kavramını
kullanıyor. Bkz. Necmiye Alpay, Yaklaşma Çabası, Edebi Şeyler, İstanbul,
2018, s.98; Ali Özgür Özkarcı, Ece Ayhan
(Şiir, Tarih, İdeooji), Edebi Şeyler, İstanbul, 2018, s.44.
[19] Orhan Koçak, Kopuk Zincir, Metis, İstanbul, 2016, s.165.
[20] Ahmet Soysal, A’dan Z’ye Ece Ayhan, YKY, İstanbul,
2003, s.45.
Duman Cihat, “Bozuk Ağzın Şiiri Ya da Şiirin Vesikalı Baldızı: Argo”, Hece, Sayı 165, 2011
Garan Gökşen Bahanur – Gökşen Erol, “1923’ten 1960’a Kadar Ankara’da Çıkan Edebiyat-Kültür ve Sanat Dergileri Üzerine Tanıtıcı Bir Kaynakça Denemesi”, Kültürel Mirasın İzinde Ankara, Hacettepe Üniversitesi Basımevi, Ankara, 2016
Günday Dinçer, Ergin Günçe’yi Hatırlamak, Manisa Kültür Sanat Kurumu Yayını, Manisa, 2011
Karataş Turan, Doğu’nun Yedinci Oğlu Sezai Karakoç, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 1998
Koçak Orhan, Kopuk Zincir, Metis, İstanbul, 2016
Kul Erdoğan, Ece Ayhan’ın Şiirleri Üzerine Bir Araştırma, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, 2007
Özkarcı Ali Özgür, Ece Ayhan (Şiir, Tarih, İdeooji), Edebi Şeyler, İstanbul, 2018
Perinçek Feyza – Duruel Nursel, Cemal Süreya: Şairin Hayatı Şiire Dahil, Can Yayınları, İstanbul, 2017
Soysal Ahmet, A’dan Z’ye Ece Ayhan, YKY, İstanbul, 2003
Tayanç Tunç , “Adım Ece Ayhan Çağlar…”, YKY, İstanbul, 2014
YAYINCININ NOTLARI
-Yazının temel buluntusu olarak dikkat çeken 1959 tarihli Kazgan Dergisi‘nin pdf dosyası biçemindeki tam metnini https://evvel.org/kazgan1959.pdf adresinden inceleyebilirsiniz.
-İşbu kıymetli araştırmayı EVV3L ve takipçileriyle paylaşan Tarık Özcan‘a yerden göğe kadar teşekkür ederiz.
#15Temmuz, 2000’lerin başından günümüze uzanan fetbaz tipolojinin tepe noktalarından biridir! 15 Temmuz, Neoliberalizm’in veya #YeniSinsiyet‘in Kötü Yolu’dur!
Yeni Sinsiyet Tipolojisi Üzerine Kavramsal Yazılar:
٢ gize doğru açılan hayat kerkinerek çoğalıyor bir akarsuya en yabanıl hareketlerinden anlaşılıyor yasanın ta kendisi olduğu ölümün unutmak ey belleğimin altın çağı av bitti. sıyrıl gecenin anlamına öykünmeden (…)
Kenan Malik tarafından New Humanist’te kaleme alınan ve sosyolojik açıdan insanlık tarihi için son derece önemli bir yol ayrımının detaylarını işaret eden “Çokkültürcülüğe Karşı” başlıklı makaleyi M. Kaan Erdoğan dilimize kazandırmış… Mutlaka okumalı ve üzerinde düşünmelisiniz: https://www.sosyalbilimler.org/cokkulturculuge-karsi/
(…)Bazen suçun şehirlerin kendisinde olduğunu düşünüyorum. Görsel ve ekonomik tekbiçimlilik, büyük zincir işletmeler, sınırları aşan ortak modalar ve tarzlar, yöreye özgü olanı ikinci plana itiyor, onu solmuş renklerle silik bir fona dönüştürüyor. Sokaklarda yöreye özgü farklılıklarla nadiren karşılaşıyorum; ama onları görüp tanısam bile, yerel dil sanki sessizlikten yapılmış gibi, yerine her yeri ele geçiren yaygın bir dil dayatılıyor, herkes tarafından bilinen, hiçbir özelliği olmayan, belirsiz, hatta gereksiz bir dil. (…) (s.21)
(…) Sergio CHEJFEC “Benim İki Dünyam”, Çev: Bülent Kale Jaguar Yay., 2019, 1. Baskı, s. 58