“Kadıköy-Karga taifesinden sıkı dostumuz Tayfun Polat, kurguladığı şiir-düşünsel uzamın ânlarına yeni tuşeler katmaya devam ediyor. Anafor‘daki şiirsel önermeleri ve bulguları -hiç çekinmeden- ‘günümüze dair psikoteknik bir zirve’ olarak tanımlayabiliriz.” (Zafer Yalçınpınar)
Önemli Not: “Sıkı şiire öncelik vermek” ve “imgelemin özgürleşmesini sağlamak” amacıyla dijital yayıncılık serüvenine başlayan UPAS Yayın‘ın tüm kitaplarını upas.evvel.org adresinden ücretsiz olarak okuyabilirsiniz.
Garip Akımı’yla ‘İkinci Yeni’ arasındaki dilsel evrimi maksimize etmek (bir doruk noktası oluşturmak) için -o eşikte, o noktada eşsiz bir tuşe yakalayarak- geleceğe uzanacağını ve günümüz şiirinde de belirleyici olacağını -yıllardır- iddia ettiğimiz Perçemli Sokak‘ın yeni baskısı, YKY tarafından gerçekleştirildi. (Mart 2019)
Çeşitli vesilelerle Oktay Rifat’ın Önemi‘ni defalarca tekrar ettik; şimdi, 1956’daki ilk yayımından 53 yıl sonra Perçemli Sokak’ın yeni baskısını görmek bana sonsuz ve sınırsız bir şekilde gurur veriyor. Bu şiir kitabının yeniden yayımlanmasının -ya da böylesi bir hamlenin- 90’ların sonu ve 2000’lerin başıyla biçimlenen “verili vasat” şiir uzamını delerek (yeni bir kara delik oluşturarak) imgelemin özgürleşmesini başlatacağını düşünüyorum. Bu coşkun düşünce, tabiî, ‘okuyan’ -en azından ‘duyumsayan’- bir neslin varlığını ön-koşul olarak kabul etmemiz halinde geçerli olur. Olacak… Olur da…
“That’s what love is…” (Kerim Çaplı) Akın Eldes, Ahmet Çaplı, Yağmur Kerestecioğlu Performansın kısa videosunu izlemek için; https://evvel.org/akineldeskerimcapli.mp4
Dinçer Tuğmaner, Tuncer Tunceli, Göksenin, Soner Doğanca “The Blues Is My Business” (Etta James) Performansın kısa videosunu izlemek için; https://evvel.org/tuncertuncelikerimcapli.mp4
Tarkan Mumkule, Serdar Öztop, Soner Doğanca, Yağmur Kerestecioğlu “All along the watchtower” (Jimi Hendrix) Performansın kısa videosunu izlemek için; https://evvel.org/serdaroztopkerimcapli.mp4
“Müziğin renkleri arasında Blues’un yeri centilmenliktir. O müzikte, bir solo atılırken şiir yazılır. Büyük laflar bir araya gelir, tepelerden aşağıya bir dağ iner. Ben bunu hissederim.”
Kerim ÇAPLI
Hayatınızı müzik gibi koruyun, koruduğunuz müzik gibi yaşayın.
Âh… âh… âh! Tarihinsancısı yayımlanmasının üzerinden iki yıl geçmiş. Âh! Bu kitabın “Sol Kalbim” bölümündeki tüm şiirler Duygu Gündeş‘le birlikte yaşanmıştır ve daima Biricik-mu‘ya (biriciğime, Duygu’ya) ithafen yazılmıştır. Âh! Zihnime ve ruhuma mıhlanan bir ‘büyük yokluk’ görüyorum şimdi.. Sonra bu yokluğun sıkıntılı acısını kalbimde hissediyorum. Âh! Okumak isteyenler için Tarihinsancısı‘nın tam metni şurada duruyor, duracak, ölümsüzlüğü mıhlayan bir ‘âh’ gibi; bit.ly/tarihinsancisi
Geçtiğimiz ay Kadıköy’de hayatını kaybeden biricik çevirmenimiz, canımız Duygu Gündeş, 26 Şubat Salı günü 19.00-22.30 saatleri arasında KargART’ta (Karga Bar’da) şiirlerle anılacak… Anma programı kapsamında Upas Yayın ile Karga Mecmua‘dan yazar ve şairler, Duygu Gündeş’in dünya edebiyatından çevirdiği şiirleri ve çeşitli edebiyat dergilerinde yayımlanan yazılarını okuyacak.
Canımız, biriciğimiz, güzeller güzeli çevirmen Duygu Gündeş, 26 Ocak 2019 tarihinde Kadıköy’de hayatını kaybetmiştir. Duygu’nun Çeviri Şiirler adlı eserini Eylül 2018’de yayımlamıştık. Duygu için gerçekleştireceğimiz anma programına dair bilgiler önümüzdeki günlerde hem web sitemizden hem de sosyal medya platformlarımızdan duyurulacaktır. (Zafer Yalçınpınar)
10 Kasım 1976 tarihinde Ankara’da dünyaya gelen Duygu Gündeş, 1994’te Kadıköy Anadolu Lisesi’nden, 1996’da İstanbul Üniversitesi Turizm Otelcilik Meslek Yüksek Okulu’ndan mezun oldu. 2005 ile 2007 yılları arasında Kanada’da yer alan Güney Alberta İngilizce Dil Vakıfları’nın “Amerikan Edebiyatı ve Yaratıcı Yazarlık” bölümünde eğitimini sürdürdü. Çevirileri ve yazıları birçok edebiyat platformunda (Kaçak Yayın, Yeni Harman, Koridor, Patika, EVV3L, Karga Mecmua, Üvercinka) yayımlanan Duygu Gündeş’in “Psikopat, Keith Ablow” (Pegasus Yayınları, 2008) ile “Duman Hırsızı, Shana Abe” (Erko Yayıncılık, 2007) adında iki roman çevirisi de bulunmaktadır.
Yaşamının büyük bölümünü İstanbul Kadıköy’de (Fenerbahçe-Dalyan ve Erenköy-Ethem Efendi’de) geçiren Duygu Gündeş, 26 Ocak 2019 tarihinde Kadıköy’de yaşamına son vermiştir. Bilinen tüm çevirileri ve yazıları duygugundes.info adresinde toplanmıştır.
Çeviri Şiirler, Duygu Gündeş UPAS Yayın/Şiir, Eylül 2018, 30 Sayfa (2. Edisyon, 3 Şubat 2019) Okumak için: bit.ly/cevirisiirler
William Blake, Charles Bukowski,
Leonard Cohen, Emily Dickinson,
George Eliot, John Milton, Pablo Neruda, Carl Sandburg, Sappho, Robert Snyder,
Humbert Wolfe, Andrei Voznesenski,
William Butler Yeats
“Yeni Harman ve Kaçak Yayın gibi edebiyat dergilerinden tanıdığımız Duygu Gündeş‘in 2000’li yılların başından günümüze özenle gerçekleştirdiği şiir çevirileri (13 şairden 21 şiir) bu kitapta bütünleniyor. Çeviri Şiirler, William Blake‘den Charles Bukowski‘ye uzanan geniş bir yelpazede edebiyatın güçlü şairlerinden imgesel kıvılcımlar yansıtıyor.”
Önemli Not: İlhan Berk’in bu şiiri kitaplarında yer almamaktadır. Şiirin tam metnini, hikâyesini ve buluntuya ilişkin detaylı bilgileri https://parsomen13.blogspot.com/2019/02/ilhan-berkten-yeni-bir-siir.html adresinde okuyabilirsiniz. Bu buluntuda emeği geçen tüm İlhan Berk dostlarına -yerden göğe kadar- teşekkür ederiz. (Zy)
Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “İlhan Berk” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/ilhan-berk adresinden ulaşabilirsiniz.
1998 yılında, yerel bir televizyon kanalında (Ton TV), Ahmet Kaşıkçı’nın sunumuyla gerçekleşen bir programa dönemin Çanakkale Belediye Başkanı İsmail Özay ve Ece Ayhan konuk olarak katılmış. (Programın dört parçadan oluşan eksiksiz kaydını https://pasaj69.org/ece-ayhanin-1998-yilinda-katildigi-televizyon-programinin-kaydi/ adresinde izleyebilirsiniz.)
Programı izlediğimizde, 90’ların sonunda Ece Ayhan’ın zihinsel ve fiziksel açıdan yaşına göre “oldukça sağlıklı” göründüğünü, mantıksal ve kavramsal çerçeveyi kaybetmeden konuştuğunu, yani o dönemde Ece Ayhan’ı itibarsızlaştırmaya çalışan kifayetsiz muhterislerin öne sürdüğü gibi “kötü, sağlıksız, hasta, deli vb.” olmadığını fark ediyoruz. Böylelikle, gözlerimizle gördüğümüz, kulaklarımızla duyduğumuz bu sahici yayın, bizim daha önce edebiyat oligarşisinin kâhyalarına karşı defalarca dile getirdiğimiz “Ece Ayhan’ı yanlış biliyorsunuz, yanlış tanıtıyorsunuz!” suçlamalarımızı da haklı çıkarıyor, diyebiliriz.
Programın eksiksiz kaydının paylaşılmasında emeği geçen Ahmet Kaşıkçı‘ya, Mustafa Önder‘e, Seçkin Ertün’e, Musa Günerigök’e, ayrıca, yayını pasaj69.org ortamından yaygınlaştıran Uğur Yanıkel‘e -yerden göğe kadar- teşekkür ederiz.
Önemli Not: “Sıkı şiire öncelik vermek” ve “imgelemin özgürleşmesini sağlamak” amacıyla dijital yayıncılık serüvenine başlayan UPAS Yayın‘ın tüm kitaplarını upas.evvel.org adresinden ücretsiz olarak okuyabilirsiniz.
Eleni’den önce Daha ben çocuktum daha tütüne daha kahveye alışmamıştım Sabahları, akşamları bilmiyordum daha Bir gün bakıyorum akşam ellerimde gözlerimde Bir gün sabah her yanım.
Eleni geliyor Dünyaya bakıyorum Dünya sanıldığı kadar küçük değil o gün anlıyorum Sanıldığı kadar üzgün değiliz dünyada O gün bütün şiirleri yakmalı yeniden yazmalı diyorum
(“Saint Antoine’ın Güvercinleri”)
“Galile Denizi” (1958) İlhan Berk şiirinde yeni bir dönemi açan karakteriyle ayırıcı öneme sahiptir. Bir anlamda önceki kitaplarını yadsıyan, sözün en aza indirgenmesi olarak gördüğü, ilk 1953’te “Yenilik” dergisinde yayımladığı, sonradan İkinci Yeni’nin habercisi olarak anılacak “Saint Antoine’ın Güvercinleri” şiiriyle başlayan dönemini “Saint Antoine’ın Güvercinleri’yle o zamanki bu korodan (yazılan şiir kalabalığından) ayırıyorum kendimi. Şiir arayışımda bir başkalık var. Çokboyutlu, çokanlamlı, çağrışımlı, bu yüzden de (değil mi sözü geri plana atıyorum) kapalı bir şiir peşindeyim artık” diye tanımlayan İlhan Berk, o tarihten başlayarak gerçeküstücülük etkisinde dil, imge ve anlam arayışlarına yönelerek şiirin başka alanlarına odaklandı. Tarih, erotizm, kent, İstanbul, nesneler ile beslenen şiirinin deltası zamanla genişledi.
Her daim taze, diri bir şiirin peşinden giden İlhan Berk’in “Galile Denizi” söze bir başkaldırı.(Arka kapak yazısından…)“
Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “İlhan Berk” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/ilhan-berk adresinden ulaşabilirsiniz.
12 adadan 12 insanın kendi adalarını anlattığı “Ada Rüzgârı” kitabı geçtiğimiz ay yayımlandı. Bozcaada, Gökçeada, Marmara Adası, Büyükada, Avşa Adası, Heybeliada, Burgazada, Kınalı Adası, Paşalimanı Adası, Koyun Adası, Cunda, Ekinlik Adası gibi Türkiye’de üzerinde yaşam olan adaların hikâyeleri “Ada Rüzgârı” kitabında bir araya geldi. Kitabın yazarları ve ada sakinlerinin yanı sıra ada âşıklarının da katıldığı etkinlik geçtiğimiz hafta sonu adalılar buluşmasına dönüştü. Yazarların, Ada Rüzgârı’nı imzaladığı buluşmaya 150’yi aşkın kişi katılırken kitapta hikâyeleri anlatılan kişiler de etkinliğe katıldı. (…)
Kitabı yayına hazırlayan Mustafa Dermanlı, “İki yılın sonunda önce bir yazı dizisi, sonra da bu kitap ortaya çıktı. Bugün bir imza gününün ötesinde belki belli aralıklarla olabilecek bir Adalılar Buluşması’nın ilk tohumu atılmıştır diye umut ediyorum” dedi. (…) Zehra Akca, Mustafa Emre Çınar, Eyüphan Erkul, Pınar Gezgen, Zeynel Tolga Gürer, Nejat Işık, Hıdır Kayhan, Semra Askeri Uzuner ve Hüseyin Can Yücel hem yazarı oldukları kitabı imzaladılar hem de kendi adalarına dair kısa bilgiler verdiler. (…)
2004 yılında aramızdan ayrılan; birden çok enstrümana virtüöz seviyesinde hakimiyeti, vokal yeteneği ve aykırı mizacıyla Türkiye çağdaş rock müzik tarihinin Kerim abisi Kerim Çaplı’nın, 80’li yıllarda Erekli Stüdyosu’nda kaydettiği ve bu zamana kadar günyüzüne çıkmamış şarkıları oğlu Ahmet Çaplı’nın üstlendiği “Kayıp” projesi kapsamında müzikseverlerle buluştu. (Ayça Han, Cumhuriyet Gazetesi, 5/2/2019)
“Kerim Çaplı’yı 2017 yılında büyük ilgi gören “Blue” belgeseliyle tanıdım. “Delilik ve dahilik arasında” yer alan ince çizginin üzerinde dolaşmasını hayranlıkla izlediğim o hayat, belgesel boyunca Virginia Woolf’un şu cümlesini dolaştırdı aklımda: “Ne hoş bir güzelliği vardır, hafif adımlarla, dünyadan gülümseyerek geçenlerin.” Sayısız şarkı yapmış Kerim Çaplı, bugün yaptığı o şarkıların nerede olduğu bilinmiyor. Ancak Erekli Stüdyosu’nda kaydettiği 8 parçalık bir demonun varlığı uzun süredir biliniyordu. Şimdi ise Kerim abinin oğlu Ahmet sayesinde içinde 5 İngilizce, 1 enstrümantal ve 2 Türkçe parçanın yer aldığı albüm “Kayıp” müzik tarihinde yerini alıyor.” (Ayça Han)
Ayça Han: Projenin de odağında olan “Kayıp”lık meselesi nedir? Neden kayıptı bu kayıtlar, size ulaşana kadarki süreçte bu kadar bilinmiyor oluşlarının sebebi neydi?
Ahmet Çaplı: Aslında kayıplık manasını sadece bu albüme değil hikayenin bütününe atfetmek daha doğru. Mesele kayıp olan kayıtlardan ziyade kayıp bir hayat. Bunu şöyle açıklayayım; aslında bu kayıtlar tahmin ediyorum (sonra öğrendiğim kadarıyla) babamın yakınındaki bazı müzisyen dostları tarafından da biliniyormuş. Yani kaybolmuş bir albümden ziyade çeşitli nedenlerle kendini kaybetmiş ve bulmak için de çabalamamış bir müzisyenin aslında her zaman varolan kayıtları. Ve imkanların daha da kısıtlı olduğu o dönemde böylesi gel gitleri olan bir karakterin bu kayıtları bu kadar titizlikle tamamlaması ama çıkartamamış olması bence bize hayatında boğuştuğu zorluklarla ilgili başka noktaları işaret ediyor. (…)
Şöyle bir baktım da, ikinci şiir kitabım Meydansız‘ın yayımlanmasının üzerinden 10 yıl geçmiş: Dünya -tüm yüküyle birlikte- güneşin etrafında 10 kez dönmüş… Hiçbir şey değişmemiş, hâlâ aynı durumdayız; “Meydansız” olarak yaşamanın burukluğunu ve anlamsızlığını kalbimizde tüm yüküyle hissediyoruz.
Meydansız, Cavit Mukaddes‘in yönlendirmesi sonucunda, Tuncay Takmaz‘ın yayınevi olan Çekirdek Sanat tarafından Savaş Çekiç‘in kapak tasarımı eşliğinde Ocak 2009’da yayımlandı. Kitap Beyoğlu’nda, İSO’nın yönettiği Odakule Sanat Galerisi’nde gerçekleştirilen Taş Uçak Şiir Sergisi‘yle birlikte okura sunuldu.
Ne sergi ne de kitap pek ilgi görmedi… Zaten böyle olacağını biliyorduk. Karga Mecmua’nın Şubat 2009 tarihli 24. sayısında Tayfun Polat’la birlikte bu ilgisizliği değerlendiren çok sert bir söyleşi gerçekleştirdik. (Aşağıda söyleşinin tam metnini paylaşıyorum.) O günlerde hem Meydansız’la hem de Taş Uçak Şiir Sergisi’yle işaret etmeye çalıştığım şeyler edebiyat kâhyaları tarafından örtbas ediliyor ve okuyucu sürekli kandırılıyordu. Bugün de durum aynıdır. O gün de işaret ettik aynı şeyleri, şimdi, 10 yıl sonra da işaret ediyoruz. Çünkü meseleye ‘uzay zaman’ olarak baktığımızda hakikatin sırlı olmadığını görürüz: Hakikat, kalb ve vicdan arayışıyla birlikte yaşamın özüne mıhlanmıştır! (Zy)
Taş Uçak Şiir Sergisi’nin Açılışı’nda (10 Şubat 2009)
TAŞ UÇAK İNECEK MEYDAN ARIYOR…
(İşbu söyleşi Karga Mecmua’nın Şubat 2009 tarihli 24. sayısında yayımlanmıştır.)
Tayfun Polat: Şiir Sergisi ne demek?
Zafer Yalçınpınar: Şiir ihtiva eden ve geneli düşünüldüğünde poetik tarafı ağır basan bir izlek, demek… Tıpkı resim ya da fotoğraf sanatı gibi şiir de imgelerden ve imgesel öğelerin kurgusundan, dengesinden oluşur. Duvarda asılı bir şiirin duvarda asılı olan bir tablodan farkı, şiirin kelimeler tarafından işaret edilen farklı, dolaylı ve belki de ilkel bir imgeleminin olmasıdır. Ayrıca şiirde, fonetik bazen de müzikal bir yapı oluşturabilirsiniz; örneğin soyut bir şiirde -resim sanatında olduğu gibi renklerin tınısını değil de- kelimelerin işaret ettiği imgelerin tınısını bulabilirsiniz. Ya da İlhan Berk’ten Mısırkalyoniğne veya Oktay Rifat’tan Perçemli Sokak’ı, bu iki şiir kitabını birer soyut resmi izler gibi okuyabilirsiniz. Sergide 16 adet şiir ve şiirsel metin ile 14 adet görsel işimden oluşan genel bir kompozisyon var. Ayrıca sergide Nâzım Hikmet ve Ece Ayhan’ın poetikasına çeşitli referanslar da var… Aslında, şiirsel metinlerimin imgeselliği ile çoğu tipografik olan görsel işlerimin imgeselliği arasındaki kimyayı, alaşımı ortaya koymak istedim. Bu alaşımda poetika daha ağır geliyor… Bu nedenle şiir sergisi dedik…
T.P.: Bu serginin açılması süreci nasıl işledi?
Z.Y.: “Odakule Sanat Galerisi” ve “Asanat” danışmanı Necip Yeşiltepe, internetteki çeşitli platformlarda bazı görsel işlerimi görmüş, çok beğenmiş. Bir sergi düzenlemeyi teklif etti ve koşullarını sundu. Ben de kabul ettim. Sonrasında serginin içeriği ve kompozisyonu üzerine çalışırken Necip Yeşiltepe, şiirlerimdeki imgeselliğin daha baskın, daha etkileyici olduğunu ve görsel işlerimi de kapsadığını fark etti. Böylece sergiyi hem şiirlerimden hem de görsel işlerimden oluşturmaya karar verdik. Söyleşiler ise sergiye katılacaklarla ve okuyucuyla etkileşim kurmak için düşünüldü. Bir de baktık ki söyleyecek, anlatacak ve işaret edecek, yani içimizde birikmiş birçok şey varmış… Bunları da paylaşalım istedik.
T.P.: “Görsel iş”ten kasıt nedir? Ya da farkı nedir?
Z.Y.: Şimdi, benim bu parçaları “görsel iş” diye muğlak bırakmamın sebebi onların “ne olduğu” üzerinde kalıcı bir karara varamayışım… Yöntem olarak çeşitli kolajlardan, grafik deneylerinden, stokastik süreçlerden ve tipografiden oluşuyor bu işler… Ayrıca içlerinde, “Ş” harfinin tipolojisinin, matematiğin, tersimlemelerin, istatistiğin ve felsefenin birtakım bileşkelerine işaret eden işler de var… Fakat tüm bu teknikler ya da öğeler görsel işlerimin “nasıl oluştuğu” hakkında bilgi verirken onların “ne olduğu” hakkında aydınlatıcı değiller. Bunun sebebi de görsel işlerime bulaşan “poetika”, o cehennem… Biliyorum ki tüm bu durum, bu bilinmezlik yaptığım işlerin bir “ucube eser” gibi yanlış algılanmasına sebep oluyor, olacaktır da. Fakat inan ki “görsel iş” deyişinden daha iyi bir deyiş bulamadım…
T.P.: Sergi kapsamında gerçekleşecek söyleşilerin konuları nasıl seçildi?
Z.Y.: Söyleşi konuları Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nda iki senedir sürekli tartıştığımız ve sürekli savunduğumuz başlıklar… Bu söyleşiler çeşitli şairlerden çeşitli alıntılarla ve şiir okumalarıyla başlayacak… “Boşluğun Dili” konulu söyleşi dışında, söyleşilerin odağı şairlik halleri ve günümüz edebiyat ortamımızın vasatlığı… Ayrıca, “Haklılığın İnadı” başlıklı söyleşide Ece Ayhan ve Nâzım Hikmet üzerinde özelikle duracağız ve görsel, işitsel paylaşımlarda da bulunacağız… “Boşluğun Dili” ise tamamen benim şiirlerimle ilgili… Bu söyleşide şiirlerim ve şiirlerimde yer alan birkaç duygudurum hakkında konuşacağız… Söyleşiler başından sonuna kadar katılımcılarla etkileşimli gerçekleştirilecek.
T.P.: Sergiye ve bir şiirine adını veren “Taş Uçak” göndermesini açıklar mısın?
Z.Y.: Öncelikle Taş Uçak, Nâzım Hikmet’in mahkûm olduğu dönemde Bursa Cezaevi’ne verilen lakaptır. Abidin Dino’nun aktardığına göre bu lakabı Nâzım Hikmet koymuştur. Şimdi düşünün, taştan uçak yapmaya çalışan ya da yıllarını böylesine karşıt, imkânsız bir düşüncenin, benzetmenin belki de avuntunun içinde geçirmiş bir adam… Bir büyük şair… İfadedeki imkânsızlık duygusu… Fakat gene de şairin bu yöndeki imgesel inadı… Ayrıca, Cemal Süreya şöyle demişti: “Ağır ol bay düzyazı, uçamazsın!” Sıkı şiirin en önemli temsilcisi olan Ece Ayhan da “Anlaşılmayacaksın. Ey kanatsızlık!” diyor. Bugün sıkı şairlerin hepsi yeni Taş Uçak’larda yaşıyor… Bunu işaret etmek istedim. Bir açıkhava hapishanesine benzettiğim, görünmez dikenli tellerle çevrilmiş ve imkânsızlıkları sistemin kaotik yapısıyla örülmüş kentlerde, yeni taş uçaklarda…
T.P.: Bu sergi mevcut edebiyat ortamında nasıl algılanabilir?
Z.Y.: Bugün, edebiyatın içtenliğine ve sahiciliğine inananlardan değil de ticari kâhyalık yapmak ve statüko cukkalamak peşinde koşanlardan oluşan, yani, editörcülük oynayan fırsatçıların maniple ettiği bir edebiyat “ortalığımız” var. Çoğu da modern şiiri bilmiyor, sezmiyor… Her iki türlü de liyakatsizler… Yani “kim kime dum duma” bir ortalık, bir ortalama kavrayış, vasatlıktan kaynaklanan bir retorik arsızlığı söz konusu… Bizim işaret etmeye çalıştığımız şeyler kolay kolay anlaşılmayacaktır. Hatta sezilmeyecektir bile… Diğer birçok konuda olduğu gibi edebiyatta da meydansızız. Sergiye “anlaşılmaz şeyler bütünü” gözüyle bakılacak sanırım… Bu da kötü, belki de “ortalama” bir yaklaşımdır bana göre… Kısacası bu meydansızlıkta serginin iyi ya da yeterince algılanacağını düşünmüyorum.
T.P.: Sence nasıl algılanmalı?
Z.Y.: Eski ve usta şairleri saymazsak sıkı şiir denen şeyin okuyucusu, takipçisi kalmamış gibi günümüzde… Ayrıca birtakım fason şiirleri ve şairleri, yani gerçekte şiir ve şair olmayanları, sahici olmayanları zaten hesaba katmıyorum. Kalburüstü yayınevlerinden çıkan yeni şairlerin yeni şiir kitapları bile en fazla 200-300 adet satıyor. Bu kadar küçülmüş, bu kadar odalaşmış, bu kadar meydansız ve yalnızlıkla, dikenli tellerle çevrilmiş bir ortamda bir tane yamuk bıyıklı ve kısa pantollu adam çıkmış “şiir” diye inat ediyor. Sıkı şiirin içtenliğini ve sahiciliğini savunmaya çalışıyor, onun akkor yapısını işaret etmeye çalışıyor, her şeye rağmen yazıyor, okuyor, tartışıyor, uykusuz kalıyor, kısacası şartlarını zorluyor falan… En azından bu çaba takdir edilmeli… Bununla birlikte açık açık söyleyeyim ki eğer tek bir kişi, tek bir dizemin imlediği şeyi sezdikten sonra o dizeyi aklına mıhlar ve hiçbir zaman unutmaz ise Taş Uçak Şiir Sergisi başarısız değil demektir, benim için…
Oruç Aruoba’nın kitaplarında bulunmayan “Dün” adlı şiirine https://upas.evvel.org/?p=665 adresinden ulaşabilirsiniz.
Önemli Not: “Sıkı şiire öncelik vermek” ve “imgelemin özgürleşmesini sağlamak” amacıyla dijital yayıncılık serüvenine başlayan UPAS Yayın‘ın tüm kitaplarını upas.evvel.org adresinden ücretsiz olarak okuyabilirsiniz.
Janset Karavin şiirleri, coğrafyamızın ‘kara gerçeği’nde yüzeyleşen tarihsel çatlakları bir dantel örgüsü titizliğinde işliyor: Uç Doğu‘nun imgelemi, içerdiği dilsel motiflerle birlikte ‘poème en prose’ (nesir şiir) türünü güncelleyen özel bir nitelik taşıyor. (Zafer Yalçınpınar)
Önemli Not: “Sıkı şiire öncelik vermek” ve “imgelemin özgürleşmesini sağlamak” amacıyla dijital yayıncılık serüvenine başlayan UPAS Yayın‘ın tüm kitaplarını upas.evvel.org adresinden ücretsiz olarak okuyabilirsiniz.
Bir Ürkekliği Yaşatmak, Furkan Berber UPAS Yayın/Şiir, Ocak 2019, 20 Sayfa Okumak için: bit.ly/birurkeklik
“Furkan Berber‘in şiirlerindeki erdem, billurlaştırılmış, dingin ve yalın bir anlatımın tüm imkânlarını okurun zihnine sunuyor. Bir Ürkekliği Yaşatmak’taki dizeleri okuduğunuzda ‘şiirsel töz’ün derin bir gölde(durgun suların altında) veya bir antik kentte(tarihsel gömünün arasında) kamaşarak dinlendiğini duyumsayacaksınız.” (Zafer Yalçınpınar)
Önemli Not: “Sıkı şiire öncelik vermek” ve “imgelemin özgürleşmesini sağlamak” amacıyla dijital yayıncılık serüvenine başlayan UPAS Yayın‘ın tüm kitaplarını upas.evvel.org adresinden ücretsiz olarak okuyabilirsiniz.
2 Ocak 1981’de vefat eden Eflâtun Cem Güney‘i, 1953 yılında Yeditepe Yayınevi kapsamında yayımlanan ‘Halk Türküleri’ adlı kıymetli kitabından -Bedri Rahmi’nin çizimlerini de içeren- çeşitli fragmanlar paylaşarak saygıyla anıyoruz. (Zy)
Kendi hakikatiyle yazılmış/yanmış özel bir tarihtir 12 yıldır yayımladığım bu Almanak…
“Eşya olmadığımızı, insan olduğumuzu vurgulamak” adına hakikat yolundaki kalb ile vicdan arayışımızı 2018 yılında da sürdürmeye çalıştık… 2019 yılının -2018 yılında olduğu gibi- birçok “yıkım, esaret ve ölüm” getireceğini düşünüyorum, hissediyorum. ‘Mezalim’ kapınızı çaldığında eşya olmamaya özen gösterin; insan olmaya veya insan kalmaya çalışın. ‘Denizin sessizliği’ gibi, direnin…
“Kötü” adlı beşinci şiir kitabımda bulunan ‘Joachim Raphaël Boronali’ başlıklı şiir, ironik bir tarihsel gönderme olarak tasarlanmıştır. Şiirde ödüllendirilmiş sanatçılar -ve tabiî ki ödüllendirilmiş fason şairler- tersimleme yöntemiyle eleştirilmekte ve yerilmektedir. Tarihsel göndermeye ilişkin bilgileri https://evvel.org/joachim-raphael-boronali-kimdir adresinden okuyabilirsiniz. Artık, anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az hesabı!
12 Aralık 2018 tarihinde, Vault 34 Yeşilçam Sineması‘nda (Beyoğlu) gerçekleştirilen UPAS Yayın Buluşması kapsamında tutulan defterden çeşitli çıkıntılar ile şiir uçlarını https://upas.evvel.org/?p=558 adresinde okuyabilirsiniz.
Efemeratik açıdan (özellikle de edebiyat ve şiir kapsamında) yıllardır çok çalışıyoruz, yerden göğe kadar emek veriyoruz! E-kitaplar, buluntular, poetika irdelemeleri, incelemeler, soruşturmalar, haberler, özel dijitalleştirme ve indeksleme çalışmalarımız -gerçekten de- takdiri hak eder niteliktedir. Zerre kadar maddi veya manevi bir destek görmeden (aksine, binlerce kösteğe maruz kalarak, birçok engele rağmen) ‘sahici’ bir bellek oluşturmayı başarabilmişiz! Edebiyat ve şiir kapsamında efemeratik meraklılar için en doğru adresler aşağıdadır vesselam! (Yani, belediyelerin köhne köşelerinde liyakatsizler tarafından talana, kaybedilmeye, cukkalanmaya hazırlanan yarım yamalak yığıntılar falan gibi değiliz, çok şükür!)
(…)Kötü, diğer şiir kitaplarıma nazaran teknik açıdan çokça üzerine titremediğim, serbest çağrışımlı ya da nasıl desem, kolajvari bir kitap oldu. Tabiî ki bu durum ‘Kötü’deki şiirleri doğuran yaşantılar ve anlamları için geçerli değil. Tarihinsancısı, yani Kötü’den önceki şiir kitabım, adından da anlaşılabileceği üzere birçok tarihsel gönderme ve hesaplaşma içeriyor. Bu tarihsel çerçeve nedeniyle de bazı şiirlerime yazıldıkları dönemde Tarihinsancısı’nda yer vermedim. İşte o dönemde dışarıda kalan -kişisel diyebileceğim- şiirler ve Tarihinsancısı’nın sonrasında kaleme aldığım şiirler ‘Kötü’yü oluşturuyor. Kötü’nün saflığı ve değişkenliği biraz da bu tip bir yığılma nedeniyle oluştu. Bir şeyleri oymadım, diyebiliriz. Hatta bazı oyukları, dilsel çıkıntıları, pürüzleri, eğimleri bilerek düzeltmedim Kötü’de… Üslup bozukluklarından çivili, imkânsız bir bütün oluşturmak istedim. Yani bu sefer, metaforik olarak, özel boyalar kullanmadım ahşapta… Vernik bile yok Kötü’nün ahşabında… Ya da nasıl desem, hurdacıdan toplanmış farklı tipteki metal parçalarıyla, döküntüyle heykel yapmak gibi… Yontmadım Kötü’yü aslında… Ama özel bir üslup bozukluğu var, bir deneysel, geçişsiz, tuhaf, keskin, kolajvari taraf var tabiî…
(…) Şu önemli ayrımı hemen ifade etmeliyim; bir insanın planlı, sürekli ve yöntemli bir şekilde kötülüğe maruz kalarak kötülüğün oyunlarını tanıması başka bir şey, kötülüğü diğer insanlara bulaştırması, yani kötülüğü yaygınlaştırarak kötülüğün hamiliğini yapması başka bir şey… Benim kitabımın ismi olan “Kötü”, diğer birçok yan anlamı bir kenara bırakırsak, kötücüllüğe ve kötülük dayanışmalarına maruz kalmayı, kötülüğü tanımayı anlatıyor. Yani hiçbir zaman “Yaşasın kötülük!” gibi ifadeyi benimsemediğimi söylemeliyim. Ece Ayhan’ın yaşamı için de hakikat böyledir. Kimse, kötülüğü Ece Ayhan’dan daha iyi tanıyamaz çünkü en çok Ece Ayhan maruz kalmıştır kötülüğe! Ama tabiî, kötülüğün ve yeni sinsiyetin oyunlarına maruz kala kala o oyunları öğreniyorsun zamanla… Benim adım, ailem ve eserlerim üzerinde de son on beş yıldır itibarsızlaştırma yöntemi uygulanıyor sürekli… O oyunları ve sinsi söylemleri yaygınlaştıranların kimler olduğunu da tek tek, çok iyi biliyorum. Bir kötülük çetesi ve bu çeteye mentor olarak atanmış ördek suratlı bir edebiyat kâhyası bu oyunları yönetiyordu falan… Eh, ne yapalım, insan biraz da mücadele ettiği düşmanını tanır, ona benzer yahu! Yani, benim de o kötülük çetesi ve ödüllendirdiği insancıklar gibi ‘kötü şiirler’ yazma hakkım vardır elbet! Ama benim kitabımın mihenk noktası bu açı üzerinde değil… Asıl açı şudur: Hayatımın o zamanki zorluğunu “ayak bağlarından kurtulmak” olarak tanımlayabilirim. Dadacı bir yaklaşım belki de… Şiir dilinde anlam, coşkusuz ve dengeli bir duruştur, yani bir “ayak bağı”dır. Ozan arketipinin benimsenmesi, sabah akşam ödüllendirilmesi de öyle… İş yaşamı, sahte arkadaşlıklar, yalancı dostlar, köpek balığı gibi kan peşinde koşanlar, evlilik sektörü ve girişimci şirketler de öyle… Kötü’yü tüm bu ayak bağlarından kurtulduğum bir dönemde yazdım. Bu nedenle şiirlerde ‘özel bir üslup bozukluğu’ var. Ve evet çok zordu, çok kötüydü o günler… Dadacı bir deney… Ama şu söz de çok önemlidir: Yağmur ne kadar yoğun yağarsa, sonrası o kadar güzel olur!”