Eyl
19
2021
--

“Arslan Tomson” Çizimlerinden… (Orhan Kemal, 1976)


Orhan Kemal‘in “Arslan Tomson” adlı öyküleri için
Milko Dikov tarafından gerçekleştirilen çizimlerinden…
(Cem Yayınevi, 1976)


Written by Adabeyi in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) | Etiketler:
Haz
02
2021
--

Seçilmiş Hikâyeler Dergisi, Orhan Kemal Özel Sayısı, 1951 (Abidin Dino’nun Çizimleriyle…)

Seçilmiş Hikâyeler Dergisi, Sayı: 30-31, 1951
Orhan Kemal Özel Sayısı (Abidin Dino‘nun çizimleriyle…)
(Kemal) Sülker’e ithafen imzalı (Zafer Yalçınpınar Koleksiyonu’ndan…)


Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “İmzalı” ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/imzali adresinden ulaşabilirsiniz.

Haz
02
2021
--

İmzalı: “Arka Sokak” (Orhan Kemal, 1956)


İ. Sabuncu‘ya ithafen Orhan Kemal tarafından imzalı…
“Arka Sokak”, Roman, 1. Baskı, 1956, Yeditepe Yayınları
(Kapak Kompozisyonu: Fikret Otyam)



Orhan Kemal‘in eserlerinin çeşitli baskıları…


Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “İmzalı” ilgilere https://evvel.org/ilgi/imzali adresinden, “Yeditepe Yayınları” başlıklı ilgilere ise https://evvel.org/ilgi/yeditepe-dergisi adresinden ulaşabilirsiniz.

Eyl
04
2013
0

Buluntu: “Uçurum” (Orhan Kemal, 1961)

“Orhan Kemal, önümüzdeki yıl doğumunun 100. yılı dolayısıyla bir dizi kitapla anılacak ve gündeme taşınacak.

Yayımlanacak kitapların ilki, 1961 yılında “Büyük Gazete” isimli dergide tefrika edilmiş “Uçurum” adlı roman. Romanı gün yüzüne çıkaran Orhan Kemal’in oğlu Işık Öğütçü, bir araştırmacının Türker İnanoğlu Vakfı’nın (TÜRVAK) müzesinde derginin nüshalarına rastlayıp haber vermesinin sonrasında esere ulaşmış.(…)”

Haberin tam metnine  https://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=439018 adresinden ulaşabilirsiniz.

 

Şub
09
2010
0

Orhan Kemal’den Kemal Sülker’e…

Seçilmiş Hikâyeler Dergisi’nin 1951’de yayımlanan “Orhan Kemal” konulu özel sayısının, Orhan Kemal tarafından Kemal Sülker’e imzalı nüshasıdır. Kitap, Zafer Yalçınpınar koleksiyonundandır.

Oca
07
2008
1

Orhan Kemal, Sait Faik’i anlatıyor…(TRT Arşivinden…)

https://www.youtube.com/watch?v=QBrd8xKBwNk adresinden ilgili videoyu izleyebilirsiniz.

Ve fakat, videoyu izlerken, şu aşağıda yazanları da aklınızda bulundurunuz:

Sait Faik/ Biraz haksızlık edildi adama. Yapayalnız bırakıldı. Bir gün Nisuaz’da bir grup adama bir şeyler anlatmak ister. Aslında edebiyat çevrelerine pek girmezdi ama, o gün orada işte. Orhan Kemal’de orada… Orhan Kemal, Sait Faik konuşmak isteyince şapkasını çıkarıyor, Orhan Kemal köylü kökenli olduğu için kapalı yerde şapkayla oturur, köylüler kapalı yerde şapka çıkarmaz ya evet bu sefer şapkasını çıkarıyor, “Sen şapkama anlat” diyor, kendi konuşmasını sürdürüyor. Sait Faik dövünerek çıkıyor. Bir şey de yapmıyor. Horlandı.

Ece Ayhan, Aynalı Denemeler, YKY, 2.Baskı, 2001, s.48

Şub
24
2007
0

Orhan Kemal’in gözünde Nâzım Hikmet

(…)“Hapishanede çehrelerini sık sık görmeye mecbur olduğumuz bir topluluk var, kravatlı, bey ıskartası, muhasip, kasadar –hakaret olsun diye veznedar demiyorum- kâtip, tahsildar, maliye memuru, ne bileyim ben, bu çeşit “Küçük burjuva”lar. Bunların karakterleri malum: Hem kel, hem fodul. Bütün hareketlerinden, sözlerinden kendini beğenmişlikleri akar. Mesela Nâzım Hikmet’e bunlardan birisi der ki:

-Bana bak Nâzım, sen insandan anlamıyorsun azizim, sen insanları ayırt etmekten yoksunsun!

Ben kudururken Nâzım Hikmet “Sen insan ayırt etmekten yoksunsun,” diyen “Serseriye” hiç kızmaz, özellikle gülümser ve ona bomboş gözlerle bakar. Biliyorum bu bakış o kadar anlamsız ve boştur ki, anlayana sivrisinek saz… O böyle bakarken kim bilir hangi konu üzerinde düşünüyor, çok iyi bildiği karşısındaki bu budalayı –kim bilir kaç milyonuncu misalini- tekrar önündeki bir aynaya bakar gibi okuyor.”

Orhan Kemal, Yazmak Doludizgin, Günlük, Tekin Yayınları, 2002,s.30-31

Written by Adabeyi in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) | Etiketler:
Haz
03
2023
--

Haziran’da ölmek zor…

Orhan Kemal ve Nâzım Hikmet (Bursa Cezaevi yılları…)

2 Haziran 1970’te vefat eden
“gerçek toplumcu” Orhan Kemal’i saygıyla anıyoruz:
https://evvel.org/?s=Orhan+Kemal


3 Haziran 1963’te vefat eden büyük şair
Nâzım Hikmet’i saygıyla anıyoruz:
https://evvel.org/ilgi/tas-ucak

Haz
12
2017
--

“9. Kadıköy Kitap Günleri Üzerine İzlenimlerim” (Zafer Yalçınpınar)

2006 yılında, TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’nın onur konuğunun ‘Doğan Hızlan’ olarak belirlenmesiyle (bu türden bir liyakatsizliğin onurlandırılmasıyla) birlikte kitap fuarlarına aktif olarak katılmamaya karar verdim. Sahaflar ve sahafiye/koleksiyon kitapları çerçevesinde gerçekleştirilen birkaç türev etkinliği saymazsak, kitap fuarlarına katılmamak yönündeki kararımı 11 yıl boyunca sıkı sıkıya uyguladım. 11 yıl boyunca hiçbir kitap fuarını gezmedim, hiçbir panele veya ödül törenine dinleyici olarak katılmadım, herhangi bir kitap fuarından bir adet kitap bile satın almadım ve yayımlanmış/basılı kitaplarımı herhangi bir fuarda veya yayınevi standında satışa sunmadım.

Ancak, bu yıl -biraz da kaderin cilvesiyle- gönlünü kıramayacağım ve tüm edebiyat çalışmalarını çok önemsediğim bir editör dostumun zorlamasıyla, 4-9 Haziran 2017 tarihleri arasında (6 gün), 9. Kadıköy Kitap Fuarı’na katılmak durumunda kaldım. Bu zorunlu katılım, kitap fuarları kapsamında sergilenen kötücül “endüst-realite”ye dair bir şeylerin değişip değişmediğini anlamak ve biraz da 2000’li yılların başındaki üniversite öğrenciliğim boyunca ulaşımda kullandığım Haydarpaşa Tren Garı ile anılarımı hatırlamak/tazelemek için iyi bir fırsat oldu.

Hemen söyleyeyim: Kitap fuarlarında hiçbir şey değişmemiş! Okurlarıyla, yazarlarıyla, yayınevleriyle ve belediyesiyle birlikte sergilenen bu tuhaf âyin daha da kötücül bir “endüst-realite” doğrultusunda korkutucu boyutlara ulaşmış. Ülkemizin genelinde olduğu gibi kitap fuarlarında da “nitelik/liyakat/içerik” gerilemiş “yok” denecek kadar azalmış, buna karşın “nicelik/popülizm/sayısallık” üssel olarak artmış. Bu kötücül durumun birçok nedeni var ancak bunlarla uğraşacak, bu nedenleri örnekleriyle birlikte tek tek anlatacak fazladan zamanım yok. Ki zaten, iktidardaki tipolojiyi yıllarca ve sayfalarca anlattık. Aynı tas, aynı hamam…

“Peki, madem öyle, 9. Kadıköy Kitap Günleri kapsamında sen neler yaptın?” denebilir. Yapıp ettiklerimi parçalı biçemde paylaşıyorum:

Kitap Günleri’nde, genel olarak Cemal Süreya Derneği ile Broy Yayınevi standının çevresindeydim. Derneğin standında -4 Haziran 2017 Pazar günü- elimde bulunan çok az sayıdaki ‘Rüzgâr Defteri’ ve ‘Tarihinsancısı’ adlı kitaplarımın basılı nüshaları için imza günü gerçekleştirdim.

Cemal Süreya Derneği ile Broy Yayınevi çevresindeki en büyük kazanımım Mecit Ünal’la tanışmak oldu. 2000’li yılların başında “Sessizlik Saati” adlı şiir kitabını büyük bir hayranlıkla okuduğum Mecit Ünal, şair-yazar kimliğinin yanı sıra Kaz Dağı Çevre Koruma Dayanışması’nı temsilen Kitap Günleri’ne gelmişti ve yüksek sesle, iki büyük pankartla “Zeytinime Dokunma!” diyordu. Ayrıca, B Salonu’nda gerçekleştirilen iki önemli açık oturumda (Demirtaş Ceyhun ile Cemal Süreya’nın odak alındığı geniş katılımlı söyleşilerde) Mecit Ünal’la birlikte konuşmacı olarak bulunduk. Her iki konuşmada da Mecit Ünal’ın söylemlerinin ekseninde “dil hassasiyeti, anti-emperyalist mücadele, doğa, çevre, şiir, kültür ve tarih ilişkisi” bulunuyordu. Bununla birlikte, gerçekleştirilen söyleşilerin tümünde “zeytinlik alanların yok edilerek maden ile sanayi kuruluşlarına imtiyaz verilmesine ilişkin yasa tasarısına” karşı sürdürülen mücadeleyi anlattı ve yüksek sesle “Soframızda zeytin görmek istiyoruz, termik santral değil!” dedi.

7 Haziran 2017 tarihinde İlyas Orak ve Hüseyin Alemdar’la birlikte şair, çevirmen ve grafik sanatçısı Sait Maden’in yaşamına odaklanarak eserlerindeki imgesel gücün incelendiği “Şiirin Yeryüzü Konuğu: Sait Maden” başlıklı bir açık oturum gerçekleştirdik. Açık oturumda Sait Maden’in yaşamı boyunca tasarımını gerçekleştirdiği özel yazı tipleri, logolar, afişler ve kitap kapakları teknik ayrıntılarıyla birlikte tanıtıldı. İlyas Orak, grafik sanatı çerçevesinde Sait Maden çalışmalarının üstünlüğünü vurgularken, Hüseyin Alemdar, Sait Maden’in poetikasını Türk ve dünya şiirindeki örneklerle karşılaştırmalı olarak inceledi. Sait Maden’in Türkçe’ye armağan ettiği Paul Eluard, Charles Baudelaire, Pablo Neruda ve Federico Garcia Lorca gibi ünlü dünya şairlerinden çevirileri, ‘imgesel alan derinliği’, ‘şiirsel yük’ ve ‘şiir dili’ kavramlarıyla birlikte kapsamlı olarak anlatmaya çalıştım.

Cemal Süreya Derneği ile Broy Yayınevi çevresinde Zuhal Tekkanat, Aydan Ay, Melodi Aksoy, Duygu Gündeş, Seyyit Nezir, Rasim Savak, Mustafa Işık, Beyazıt Kahraman, Hüseyin Alemdar, İbrahim Hacıbektaşoğlu, Tamer Tezin ve Berkiz Berksoy ile derinlemesine sohbetler gerçekleştirdik; Cemal Süreya’nın hayatı, edebiyat, şiir, kültür-sanat, çeviri ve yayıncılık üzerine karşılıklı olarak fikir paylaşımlarında bulunduk. Ayrıca, Cemal Süreya Derneği standında bulunan Üvercinka Dergisi’nin tüm sayılarını ve Cemal Süreya’nın eserlerini de tekrardan inceleme fırsatı buldum.

Kadıköy Kitap Günleri kapsamında en çok alışverişi Sel Yayıncılık standından gerçekleştirmişim: Sel Yayıncılık’ın ünlü ‘Geceyarısı Kitapları’ serisinden ‘Emile Zola-Kim Nasıl Ölüyor?’, ‘Honore De Balzac-Paris’ten Cava’ya Yolculuk’, ‘Kazimir Maleviç-İnsanın Esas Gerçekliği: Tembellik’, ‘Jules Renard-Yazmak Üzerine Notlar’ adlı kitapları satın almışım. Bununla birlikte, uzun zamandır bulamadığım ve 2012 yılında Sel Yayıncılık tarafından yeniden yayımlanan ‘Salâh Birsel-Şiir ve Cinayet’ başlıklı kitaba da erişmenin mutluluğunu yaşadım. Yapı Kredi Yayınları’nın ‘Doğan Kardeş Seçme Şiirler’ serisinden ‘Oktay Rifat-Bir Aşka Vuran Güneş’ ile ‘Fazıl Hüsnü Dağlarca-Dağ Uykusu’ adlı şiir seçkileri,  Everest Yayınları’nın ‘Keşif’ serisinden Orhan Kemal’in ‘Unutulmuş Öyküler’i, Broy Yayınevi’nin standından ‘Sait Maden-Çağdaş  İspanyol Şiiri’ ile gene Sait Maden tarafından yayıma hazırlanarak F. G. Lorca’nın yaşamını ve ölümünü anlatan ‘Cinayet Granada’da İşlendi’ adlı kitaplar satın aldığım sıkı eserlerdi. Eski iş arkadaşım Koray Löker’in sıkı editörlüğünde Kara Plak Yayınevi kapsamında yayımlanarak caz müziği üzerine müzisyen ve eleştirmenlerle çeşitli söyleşileri içeren ‘Batu Akyol-Caz Çok Zor’ adlı kitabı satın almak, hem eski bir dosta selâm vermek hem de Türkiye’deki caz aurasını tekrardan okumak anlamında çok önemliydi.

Kadıköy Kitap Günleri’nde bulunduğum son gün (9 Haziran 2017) Seyyit Nezir’in yayına hazırladığı Üvercinka Dergisi’nin 32. sayısı matbaadan çıktı ve Cemal Süreya Derneği standında okuyucusuyla buluştu. Böylelikle, Üvercinka Dergisi’nin yeni sayısında yayımlanan ‘Ece Ayhan’ın İktidar Karşıtlığı’ başlıklı yazım da Kadıköy Kitap Günleri’ne ‘selâm çakmış’ oldu!

Sonuçta, 9. Kadıköy Kitap Günleri kapsamında bir kavga-gürültü çık(ar)madan gözlem/katılım sürecimi tamamladım. Elbette, dile getirmek istediğim -meclisten dışarı- bir sonsöz var:

“Bu tip kitap fuarlarına bir şekilde dahil olan (düzenleyen, yayımlayan, katılan, konuşan, dinleyen ve satın alan) yüz binlerce insan, işbu fuarların odağı olan kitaplardaki özü/hakikati doğru bir biçimde anlayarak okusalardı ve içselleştirebilselerdi, coğrafyamızın fikir ve edebiyat atmosferi böylesine kötücül bir ‘endüst-realite’ye maruz kalmazdı!”

Kadıköy Kitap Günleri’nde bir adet 50 cl. pet şişe su 1 TL bedelle satılıyordu. Buna karşın, bir kez tuvalet kullanım bedeli 1,5 TL’ydi. Demek istediğimi anlatabildim mi, bilinmez!

Sahicilikle
Zafer Yalçınpınar
12 Haziran 2017, Haydarpaşa


Hamiş: Zafer Yalçınpınar’ın tüm inceleme yazılarına https://zaferyalcinpinar.com/inceleme.html adresinden ulaşabilirsiniz. Kitap incelemeleri ise https://evvel.org/ilgi/kitap-incelemeleri adresinde bulunuyor.

Eki
17
2015
0

ÜVERCİNKA Dergisi’nin EKİM 2015 tarihli 12. sayısında “1. FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA ŞİİR ÖDÜLÜ, EDEBİYAT YARIŞMALARI, EDEBİYATTA UYGULANAN KARA PROPAGANDA FAALİYETLERİ ve HAKSIZLIKLAR” eleştiriliyor…

Beşiktaş Belediyesi tarafından ‘Fazıl Hüsnü Dağlarca’ adına ilki düzenlenen şiir yarışmasını skandal olarak değerlendiren aylık edebiyat dergisi ÜVERCİNKA, edebiyat ödülleri konusunu Ekim 2015 tarihli 12. sayısında derinleştirerek işliyor…


uvercinka12sinsiyet

https://haber.sol.org.tr/kultur-sanat/uvercinkadan-bu-kez-odule-nester-131548

Konunun kimi yerleşik edebiyatçılarca “edebiyat dışı bir kavga üslubuyla tehditkâr boyutlara taşınması üzerine” düzenlenen bir soruşturma, derginin ekim sayısında “Dağlarca’nın Parsellenmesi” başlığı altında sunuldu.

Uğur Yanıkel’in hazırladığı soruşturmayı yanıtlayan Kaan Arslanoğlu, Cengiz Orhan, Ali Rıza Özkan, Örsan Gürkan Aplak, Kerem Bereketoğlu, Kenan Bıyıklı, Bünyamin Durali, Kaan Turhan, Onur Bayrakçeken , Serkan Köçek, Hakan Kamışoğlu, Hüseyin Algül, Tolga Çınar ve Zafer Yalçınpınar, “Türkiye’de skandal boyutlara varan ödül ilişkilerini” mercek altına yatırdılar. Enver Ercan’ın da sert biçimde eleştirildiği dergide B. Sadık Albayrak, “Ödül ve Ceza” başlıklı yazısında, 12 Eylül 1980 darbesinin hemen ardından, gerçekçi edebiyata darbe indirmek üzere Orhan Kemal Roman Armağanı’nın Erdal Öz yönetiminde kötüye kullanılmasıyla birlikte ödüllerin yozlaştırılmaya başlandığını sergiledi ve olayın tanıklarından biri olan Nurer Uğurlu’yu televizyonda yayımlanan “Edebiyat Cephesi” programında gerçekleri açıklamaya çağırdı.

Berkiz Berksoy, Fransa’da 2015’in tartışılan edebiyat ödüllerini irdelerken, Volkan Hacıoğlu, “ödülün burjuva ideolojik aygıtı oluşunu” vurguladı. Haluk Cengiz, Dağlarca Şiir Ödülü’nün tutarsızlığını sergiledi. Yazar Mecit Ünal da, “Edebiyat Kanonu” ve “Yurttaşlık Kanonu” arasındaki ilmekleri çözdüğü yazısında, tartışmanın 2000 yılında Öküz ve Papirüs dergisindeki yansımalarına değindi.

Engin Turgut’un resimlediği “Postmodern Özne ve Sinsiyeti” başlıklı kapak yazısında, Hilmi Yavuz’dan Enver Ercan’a “defolu ben” olgusu, soruşturmaya katılan Pasaj69 yazarlarının saptamaları ışığında ortaya kondu. Ercüment Gençer’in yazısında insan ve şair olarak Cemal Süreya ele alınırken, Mehmet Sadık Kırımlı, Aziz Nesin’i 100’üncü yaşında aydın ve yazar kimliğiyle sergiledi. Üvercinka’nın yeni sayısında  İnci Ponat, Abdullah Şevki, Ahmet Ada, Koray Feyiz ve Günay Güner de yazılarında çeşitli sorunları tartıştılar. Aydan Ay ve Refik Yoksulabakan da öyküleriyle dergide yer aldı. Bu arada ağustosun son günlerini yoğun bakımda geçiren Zuhal Tekkanat, Aydınlık Günceler’de, ağır sağlık sorunlarına karşın edebiyattan uzak kalamayışını ve tartışmaları izleme çabasını yansıttı. Turgut Tan, Anı/Günlük’ünde Güngör Gençay’ı anımsatırken, “Dergilerden” köşesinde Eliz ve Edebiyat Nöbeti dergileri sergilendi. Derginin “Genç Üvercinka” bölümünde Cemre Sarıkaş ve Erdi Tokgöz’ün şiirleri ele alındı. Koray Feyiz’in İngilizceye çevirdiği şiirlerin yanı sıra, Ahmet Ada, Emine Erbaş, Ogün Hakan ve Melahat Babalık da Üvercinka’nın ekim ayı şairleri oldular.

Kaynak: soL Haber Portalı


Konuyla ilgili olarak yayımlanan diğer haberler ise şu adreslerde yer alıyor;

“Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Gerçek Vasiyeti”
ve “1. Fazıl Hüsnü Dağlarca Şiir Ödülü” Hakkında…
https://evvel.org/fazil-husnu-daglarcanin-gercek-vasiyeti-
ve-1-fazil-husnu-daglarca-siir-odulu-hakkinda

“Fazıl Hüsnü Dağlarca Şiir Ödülü ve Yaşanan Olaylar”
https://www.edebiyathaberleri.com/haber/1359/
fazil-husnu-daglarca-siir-odulu-ve-yasanan-olaylar.html

“Dağlarca Ödülü’ne Ağır Eleştiri…”
https://sanatatak.com/view/Daglarca-odulune-agir-elestiri/2019

“Soruşturma: ‘Bir Şiir Emlâkçılığı ya da Dağlarca’nın Parsellenmesi’
https://www.insanokur.org/sorusturma-bir-siir-emlakciligi
-ya-da-daglarcanin-parsellenmesi-hakkinda/

“Üvercinka’da Ödüle Neşter Çağrısı”
https://www.guncelmersin.com/haber/egitim-kultur_1/
uvercinkada-odule-nester-cagrisi/1199.html

uvercinka12


Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “Fazıl Hüsnü Dağlarca” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/daglarca adresinden ulaşabilirsiniz.

May
30
2015
0

Oligarşik Dehşetin Sürekliliği: “Damperli Ödül Furyası’nın Yeni İstatistikleri”

Sağolsun Koltukname taifesi, 2013’te olduğu gibi 2014’te de geçer akçe kılınan dehşet verici bir oligarşinin istatistiğini hesaplamış ve sayı saymayı (en azından parmak hesabı yapmayı) bilen ya da bildiğini varsaydığımız edebiyat ortamının ortak aklına (vicdanına) sunmuş…


2014 boyunca, 25 edebiyat ödülünde, birden fazla jüri üyeliği yapmış isimlerle karşınızdayız.

Listenin başında 10 kere jüri üyeliği yapmış olan Doğan Hızlan yer alıyor. Hızlan’ı, 5 kere jüri üyeliği yapan Refik Durbaş ile 4 kere jüri üyeliği yapan Egemen Berköz, Enver Ercan, Eray Canberk, Handan İnci, Hilmi Yavuz ve Metin Celâl izliyor. 3 kere jüri üyeliği yapanlar Asuman Kafaoğlu Büke, Cemil Kavukçu, Faruk Şüyün, İnci Aral, Leyla Şahin, Müslim Çelik, Nursel Duruel, Selim İleri, Semih Gümüş, Turgay Fişekçi, Turhan Günay ve Cevat Çapan’dan oluşuyor. 2 kere jüri üyeliği yapanların listesi ise şöyle: Abdullah Uçman, Adnan Binyazar, Ahmet Telli, Ali Cengizkan, Buket Aşçı, Emin Özdemir, Erendiz Atasü, Feyza Hepçilingirler, İhsan Yılmaz, İlknur Özdemir, Mehmet Zaman Saçlıoğlu, Murat Gülsoy, Mustafa Öneş, Sennur Sezer, Sevin Okyay, Sinâ Akyol ve Metin Cengiz.

25 ödülde toplam 117 jüri üyesi bulunuyor. Yukarıda anılan isimler ise bu toplamın yaklaşık %32,5’ine tekabül ediyor.

Analize konu olan yarışma ve ödüllerin listesi: Altın Portakal Şiir Ödülü, Behçet Aysan Şiir Ödülü, Behçet Necatigil Şiir Ödülü, Cemal Süreya Şiir Ödülleri, Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü, Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü, Duygu Asena Roman Ödülü, Dünya Kitap Yılın En İyileri, Erdal Öz Edebiyat Ödülü, Everest İlk Roman Yarışması, GİO Ödülleri, Haldun Taner Öykü Ödülü, Melih Cevdet Anday Şiir Ödülü, Metin Altıok Şiir Ödülü, Necati Cumalı Edebiyat Ödülü, Necip Fazıl Ödülleri, Orhan Kemal Roman Armağanı, Orhan Şaik Gökyay Şiir Ödülü, Ömer Seyfettin Hikâye Yarışması, Sait Faik Hikâye Armağanı, Sedat Simavi Ödülleri, Selçuk Baran Öykü Ödülü, Tanpınar Edebiyat Ödülü, Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri, Yunus Nadi Ödülleri

Bilinirliğinin en yüksek olduğunu düşündüğümüz beş ödülde ise durum şöyle:

Haldun Taner Öykü Ödülü, Sait Faik Hikâye Armağanı, Yunus Nadi Ödülleri, Dünya Kitap Yılın En İyileri ve Sedat Simavi Ödülleri’nin jüri üyeleri toplam 45 kişiden oluşuyor. Bu 45 kişi arasında birden fazla jüride yer alan 8 kişi var; bu da toplam rakamın %18’ine tekabül ediyor. Jüri üyelerinin 13’ü kadın, 32’si erkek. Kadınlar toplamın %29’unu oluşturuyor.

Listenin başında, 5 jüride de yer alan Doğan Hızlan var. Hızlan’ı 3 kere jüri üyeliği yapan Faruk Şüyün ile Metin Celâl izliyor. 2 kere jüri üyeliği yapanlar ise şöyle: Cemil Kavukçu, Faruk Duman, Hilmi Yavuz, Nursel Duruel ve Selim İleri.

Kaynak: https://koltukname.com/2015/01/07/2014un-one-cikan-juri-uyeleri/

 


Şimdi herkes biliyor, 2014’ün yaz aylarında Taylan Kara da bu konuyu analiz etmişti; Taylan Kara‘nın ortaya koyduğu hakikatler, kuvvetli tartışmalara ve özel yansımalara, yorumlara sebep olmuştu.

bakınız:
Türkiye’de Edebiyat Ödülleri Nasıl Verilir? (Haziran 2014)

Geçmiş yıllarda,  edebiyat ödüllerini (damperli ödül furyasını)  ve edebiyat ödüllerinin çevresinde dönen statüko oyunlarını bin türlü eleştirmiştik:

bakınız:
Ödüller İnsansızdır! (2011)
Yeni Sinsiyet ve Bazı Enstrümanları (2010)
Damperli Ödül Furyası ve Saygınlık Cukkalamak (2008)

Nisan 2011’de, Hande Edremit ile gerçekleştirilen bir söyleşide “jüricilik” mesleği hakkında şunlar dile getirilmiş:

Hande Edremit: “Denizaltı Edebiyatı” adlı bildirinizde “Ödüller insansızdır.” diyorsunuz. Ece Ayhan da “Şairlere ödüller verileceğini duyunca, şunları düşündüm: Demek yasalar da yetmemiş, ölüm şairlerle toplu fotoğraf çektirmek istiyor.” demişti. Günlük hayatta da biraz bu şekilde var olmaya çalışıyoruz sanki. Fotoğraflarla önceden belirlenmiş bir sahneyi yaratmaya daha kötüsü yaşamaya çalışarak…

Zafer Yalçınpınar: Ödül konusu son derece karışık bir konu… Şimdi, her şeyi bir kenara bırakalım ve meseleye dil açısından bakalım: Bugün, “Ödül” dediğimiz anda imgesel olarak ödülü alan kişiyi ya da eseri değil “ödül sistematiği”nin kendisini ya da ödülün metasını işaret ediyoruz, yüceltiyoruz, ayrıcalıklandırıyoruz. Eskiden böyle değildi. Şimdilerde, rekabet, kazanmak, yarışmak, hırs, farklılık, üstünlük filan gibi şeyler doğrudan aklımıza geliyor. Ödüllendirme denen şey, Yeni Kapitalizm’in yönetim süreçlerinin içerisinde düşünüldüğünde bir “isteklendirme” türüdür ve iktidar heveslileriyle iktidar sahiplerinin buluştuğu bir podyumdur. Ödül, iktidarın, kendi iktidarını kuvvetlendirdiği bir araçtır. Ödüller sahici değildir. “Ödül Sistematiği” denen şeyden podyumu, ışıkları, jüriyi, ödülü takdim edeni, alkış seslerini, o kırıtışları, gazetelerdeki haberleri, duyuruları filan kaldırın, geriye ne kalır? Şiltler, plaketler filan kalır. Zaten, bu şiltler, plaketler filan birer “simge” değil midir? İmgelemi kuvvetli bir şair için “ödül” denen şeyin karşılığı böylesi bir “sıradan simge” olamaz. Çünkü ödül sistematiğinin demin saydığım bileşenlerinin hiçbiri de imgelemin özgürleşmesiyle bağlantılı değildir. Şairin ödülü sıkı şiir yazmak, yazabilmektir. Şairin ödülü; tüm baskılara rağmen özgür bakışını, imgeselliğinin biricikliğini kaybetmemektir. Derdi şudur şairin; töze nüfuz edebilmek, tözü imlemek… Şair, şiirinin sıkılığını, dizelerinin gücünü yarışmalarla, ödüllerle filan teyit ettiremez. Bakın, bugünün edebiyat ortalığını birazcık araştırdığınızda “ödülsüz” bir şair bulmakta zorlanırsınız. Herkesin bir yığın ödülü var yahu… Nerede kaldı bu adamların ayrıcalığı filan? Ama benim dediğim anlamda, yani imgelemin özgürleşmesi ve töze nüfuz edebilmek yönünde ödüllendirilmiş şair sayısı bir elimin parmaklarının sayısını geçmez. Bu nedenle “Ödüller insansızdır” dedim.

“İstatistikler(statistics)” dediğimiz şey “statüko”nun hem göstergesidir hem de yaratıcısıdır. Bir tür “çift taraflı/karşılıklı nedensellik”ten imtiyaz alır. İstatistik veriler ve “ödüllendirme mekanizması” birlikte düşünüldüğünde katmerli bir statükonun dehşet verici görüntüsüne ulaşırsınız. 2013 ve 2014 kapsamında bakıldığında, Koltukname taifesinin ortaya koyduğu istatistik, jüri oligarşisini ve bunun edebiyat ortamına verdiği/verebileceği zararı, bu topraklarda yazılan edebiyatın özünün nasıl ve kimler tarafından manüple edildiğini/edilebileceğini bir kez daha -hem de açık açık, sayılarla- görmemizi sağlıyor.

Sonuçta, içimden “Yuh!” demek ve şunu eklemek geliyor; “Binlerce okur ve binlerce edebiyat heveskârı bir oligarşi tarafından -sürekli, yıllardır- salak yerine koyuluyor…”

Sahicilikle

Nis
25
2014
0

Sait Faik’ten Çeşitli Anketlere İlginç Cevaplar -1-

KİMLER BEĞENİLİYOR?

-Devlet adamı olarak kimi beğeniyorsunuz?
Sait Faik: Hiç kimseyi beğenmiyorum.

-Takdir ettiğiniz parlamenter kimdir?
S.F.: Bilmiyorum.

-Fıkracı?
S.F.: Vâlâ Nurettin.

-Şair?
S.F.: Herhalde Yahya Kemal değil. Melih Cevdet.

-Hikâyeci?
S.F.: Orhan Kemal

-Sahne san’atkârı?
S.F.: Hepsinden nefret ediyorum.

-Perde san’atkârı?
S.F.: ……………

-Ses san’atkârı?
S.F.: Hiçbirini dinlemem. En korkuncu Celal Şahin.

-Karikatürist?
S.F.: Hepsini severim.

-Röportaj muharriri?
S.F.: Yaşar Kemal.

-Beğendiğiniz romancı?
S.F.: Osman Cemal’den başka kimseyi tanımıyorum.

İnci Mecmuası, 29 Aralık 1952

Açık Hava Oteli
Hazırlayan: Muzaffer Uyguner, Bilgi Yay., 1980, 1.Baskı, s. 193-194

Hamişler:

-Ayrıca bkz: https://evvel.org/cesitli-anketlere-sait-faikten-ilginc-cevaplar-2

-Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “Sait Faik” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/sait-faik adresinden ulaşabilirsiniz.

 

Oca
02
2014
0

Yüzde Otuz Bir: “Damperli Ödül Furyası, Oligarşi, Jüricilik ve 2013 İstatistiği”

Sağolsun, Koltukname taifesi, -bilerek ya da bilmeyerek- aşağıdaki yazıyla dehşet verici bir istatistik ortaya koymuş:

2013 boyunca, 23 edebiyat ödülünde, birden fazla jüri üyeliği yapmış isimlerle karşınızdayız.

Listenin başında 12 kere jüri üyeliği yapmış olan Doğan Hızlan yer alıyor. Hızlan’ı, 5 kere jüri üyeliği yapan Hilmi Yavuz ile 4 kere jüri üyeliği yapan Cevat Çapan, Egemen Berköz, Metin Celâl ve Refik Durbaş izliyor. 3 kere jüri üyeliği yapanlar Cemil Kavukçu, Enver Ercan, Eray Canberk, Faruk Şüyün, Nursel Duruel, Selim İleri, Semih Gümüş, Turgay Fişekçi, Turhan Günay ve Ülkü Tamer’den oluşuyor. 2 kere jüri üyeliği yapanların listesi ise şöyle: Adnan Binyazar, Ali Cengizkan, Emin Özdemir, Erendiz Atasü, Feyza Hepçilingirler, Güven Turan, Handan İnci, İhsan Yılmaz, İlknur Özdemir, İnci Aral, Leyla Şahin, Mehmet Zaman Saçlıoğlu, Murat Gülsoy, Müge İplikçi, Müslüm Çelik, Osman Şahin, Prof. Dr. Abdullah Uçman, Sennur Sezer, Sevin Okyay ve Tahsin Yücel.

23 ödülde toplam 115 jüri üyesi bulunuyor. Yukarıda adı anılan isimler ise bu toplamın yaklaşık %31′ine tekabül ediyor.

Ödüllerin tam listesi şöyle:

Altın Portakal Şiir Ödülü, Behçet Aysan Şiir Ödülü, Behçet Necatigil Şiir Ödülü, Cemal Süreya Şiir Ödülleri, Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü, Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü, Duygu Asena Roman Ödülü, Dünya Kitap Yılın En İyileri, Erdal Öz Edebiyat Ödülü, Everest İlk Roman Yarışması, GİO Ödülleri, Haldun Taner Öykü Ödülü, Melih Cevdet Anday Şiir Ödülü, Metin Altıok Şiir Ödülü, Orhan Kemal Roman Armağanı, Orhan Şaik Gökyay Şiir Ödülü, Ömer Seyfettin Hikâye Yarışması, Sait Faik Hikâye Armağanı, Sedat Simavi Ödülleri, Selçuk Baran Öykü Ödülü, Tanpınar Edebiyat Ödülü, Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri, Yunus Nadi Ödülleri

Bkz: https://koltukname.com/2014/01/01/2013un-one-cikan-juri-uyeleri/

 

Geçmiş yıllarda,  edebiyat ödüllerini (damperli ödül furyasını)  ve edebiyat ödüllerinin çevresinde dönen statüko oyunlarını bin türlü eleştirmiştik:

bakınız:
Ödüller İnsansızdır! (2011)
Yeni Sinsiyet ve Bazı Enstrümanları (2010)
Damperli Ödül Furyası ve Saygınlık Cukkalamak (2008)

Nisan 2011’de, Hande Edremit ile gerçekleştirdiğimiz bir söyleşide “jüricilik” mesleği hakkında şunları dile getirmişiz:

Hande Edremit: “Denizaltı Edebiyatı” adlı bildirinizde “Ödüller insansızdır.” diyorsunuz. Ece Ayhan da “Şairlere ödüller verileceğini duyunca, şunları düşündüm: Demek yasalar da yetmemiş, ölüm şairlerle toplu fotoğraf çektirmek istiyor.” demişti. Günlük hayatta da biraz bu şekilde var olmaya çalışıyoruz sanki. Fotoğraflarla önceden belirlenmiş bir sahneyi yaratmaya daha kötüsü yaşamaya çalışarak…

Zafer Yalçınpınar: Ödül konusu son derece karışık bir konu… Şimdi, her şeyi bir kenara bırakalım ve meseleye dil açısından bakalım: Bugün, “Ödül” dediğimiz anda imgesel olarak ödülü alan kişiyi ya da eseri değil “ödül sistematiği”nin kendisini ya da ödülün metasını işaret ediyoruz, yüceltiyoruz, ayrıcalıklandırıyoruz. Eskiden böyle değildi. Şimdilerde, rekabet, kazanmak, yarışmak, hırs, farklılık, üstünlük filan gibi şeyler doğrudan aklımıza geliyor. Ödüllendirme denen şey, Yeni Kapitalizm’in yönetim süreçlerinin içerisinde düşünüldüğünde bir “isteklendirme” türüdür ve iktidar heveslileriyle iktidar sahiplerinin buluştuğu bir podyumdur. Ödül, iktidarın, kendi iktidarını kuvvetlendirdiği bir araçtır. Ödüller sahici değildir. “Ödül Sistematiği” denen şeyden podyumu, ışıkları, jüriyi, ödülü takdim edeni, alkış seslerini, o kırıtışları, gazetelerdeki haberleri, duyuruları filan kaldırın, geriye ne kalır? Şiltler, plaketler filan kalır. Zaten, bu şiltler, plaketler filan birer “simge” değil midir? İmgelemi kuvvetli bir şair için “ödül” denen şeyin karşılığı böylesi bir “sıradan simge” olamaz. Çünkü ödül sistematiğinin demin saydığım bileşenlerinin hiçbiri de imgelemin özgürleşmesiyle bağlantılı değildir. Şairin ödülü sıkı şiir yazmak, yazabilmektir. Şairin ödülü; tüm baskılara rağmen özgür bakışını, imgeselliğinin biricikliğini kaybetmemektir. Derdi şudur şairin; töze nüfuz edebilmek, tözü imlemek… Şair, şiirinin sıkılığını, dizelerinin gücünü yarışmalarla, ödüllerle filan teyit ettiremez. Bakın, bugünün edebiyat ortalığını birazcık araştırdığınızda “ödülsüz” bir şair bulmakta zorlanırsınız. Herkesin bir yığın ödülü var yahu… Nerede kaldı bu adamların ayrıcalığı filan? Ama benim dediğim anlamda, yani imgelemin özgürleşmesi ve töze nüfuz edebilmek yönünde ödüllendirilmiş şair sayısı bir elimin parmaklarının sayısını geçmez. Bu nedenle “Ödüller insansızdır” dedim.

“İstatistikler(statistics)” dediğimiz şey “statüko”nun hem göstergesidir hem de yaratıcısıdır. Bir tür “çift taraflı/karşılıklı nedensellik”ten imtiyaz alır. İstatistik veriler ve “ödüllendirme mekanizması” birlikte düşünüldüğünde katmerli bir statükonun dehşet verici görüntüsüne ulaşırsınız. 2013 kapsamında bakıldığında, Koltukname taifesinin ortaya koyduğu istatistik, jüri oligarşisini ve bunun edebiyat ortamına verdiği/verebileceği zararı, bu topraklarda yazılan edebiyatın özünün nasıl ve kimler tarafından manüple edildiğini/edilebileceğini bir kez daha -hem de açık açık, sayılarla- görmemizi sağlıyor.

Sonuçta, içimden “Yuh!” demek ve şunu eklemek geliyor; “Binlerce okur ve binlerce edebiyat heveskârı bir oligarşi tarafından -sürekli, yıllardır- salak yerine koyuluyor…”

Sahicilikle
Zafer Yalçınpınar

Tem
04
2013
0

Arslan Kaynardağ Koleksiyonu Müzayedesi için Kısa Notlar: “Ece Ayhan, Agop Arad…”

7 Temmuz 2013 Pazar Günü, Beyoğlu Rixos Pera Oteli’nde gerçekleştirilecek olan özel müzayedeyi, imzalı kitap ve edebiyat efemerası kapsamında -biraz da heyecan içerisinde- düşündüğümüzde son senelerin en önemli ve en sıkı kitap müzayedesiyle karşılaştığımızı söyleyebiliriz; 2008 yılında vefat eden felsefeci-sahaf Arslan Kaynardağ‘ın koleksiyonundan eserlerin satışa sunulacağı bu müzayedeyi, imzalı kitap ve edebiyat efemerası heveskârları açısından, daha önceki yıllarda -belki de bir on yıl kadar olmuştur- gerçekleşen Kemal Sülker Koleksiyonu Müzayedesi’ne benzer bir kuvvette, içeriksel açıdan son derece heyecan verici, aydınlatıcı ve sahaflık mesleği için de çok özel bir devinim olarak görüyorum. Müzayedenin beni özellikle ilgilendiren en değerli kısmı müzayede listesinde “Nadir İmzalar” başlığıyla ifade edilmiş.
(Bkz: https://www.buyukpazarmezati.com/index.php?sayfa=mezat-listesi&arama=Nadir İmzalar)  Bu başlığın altında Ahmet Haşim’den, Süleyman Nazif’ten, Halide Edip Adıvar’dan, İsmail Hakkı Baltacıoğlu’ndan, S. E. Siyavuşgil’den, Orhan Veli’den, Sait Faik’ten, Halikarnas Balıkçısı’ndan, A. Şinasi Hisar’dan, Sabahattin Ali’den, Orhan Kemal’den, Oğuz Atay’a, Onat Kutlar’a, Edip Cansever’e, Özdemir Asaf’a, İlhan Berk ve Ece Ayhan’a kadar inanılmaz derece önemli imzalar ve efemeralar bulunuyor… Şüphesiz, her imzalı kitap ve edebiyat efemerası heveskârı Arslan Kaynardağ’ın koleksiyonunda farklı farkılı, başka başka önem ve ilgiler bütünü bulacaktır, ancak, benim inceleme ve araştırmalarım için İlhan Berk ile Ece Ayhan’ın imzalı kitapları her açıdan çok değerli… Zaten pek bilinmez -daha doğrusu bilen bilir- ama, Arslan Kaynardağ 1979 yılında Ece Ayhan‘la çok ilginç bir konuşma-söyleşi gerçekleştirmiştir. Daha önce (Ekim 2010’da) bu söyleşiyi E V V E L fanzin ilgileri/buluntuları kapsamında yayımlamıştık. (Bkz: https://evvel.org/1979da-ece-ayhanla-soylesmek-arslan-kaynardag)

ecekaynardag

Ayrıca, müzayedede Arslan Kaynardağ’a ithafen imzalanan kitapların yanısıra efsanevi Yeditepe Dergisi ve Yayınevi için kuruluşundan itibaren resim-grafik tasarım çalışmaları yürütmüş olan ressam-grafiker Agop Arad‘a ithaflı kitaplar, edebiyat tarihimiz ile edebiyatın oluşturduğu dostlukları anlamak adına çoklu ve bütünsel bir önem arz ediyor. A. Arad’a ithafen imzalı eserlerin içerisinde Sait Faik imzaları son derece derinlikli ve etkileyici…

saitkaynardag

Uzun lafın kısası,  7 Temmuz 2013 Pazar Günü gerçekleşecek bu özel müzayede, kitap ve edebiyat efemerasıyla ilgilenen heveskârlar için son yılların en önemli hadisesi… Sıkı koleksiyonerlerin bu büyük müzayedeyi kaçırmamasını öneririm.

Sahicilikle
Zy

 

Hamiş: Müzayedenin çağrı metni aşağıdadır:

Değerli kitapseverler ve koleksiyoncular;

Sizleri bu hafta sonu yapılacak olan Arslan Kaynardağ Koleksiyonu Müzayedesi ile ilgi bilgilendirmek istiyoruz. Aslan Kaynardağ’ın Cumhuriyet dönemi Türkiye sahaflık geleneğinin önemli bir ismi olması dolayısıyla bu önemli müzayedeyi siz kitapseverler duyurmayı bir borç ve görev biliyoruz.. Bu önemli müzayedeyi dost ve meslektaşımız olan “Pazar Mezatı” şirketi düzenlemektedir..

Felsefeci ve sahaf Aslan Kaynardağ’ın (1923-2008) koleksiyonundan imzalı kitapları, felsefe kitapları, ve belgeleri 7 Temmuz 2013 Pazar günü müzayede yoluyla satılacak.

Beyazıt sahhaflar çarşısı’nda önceleri bir tezgahta kitapçılığı başlayan ve daha sonra dükkanında faaliyetlerine devam etmiş  olan Kaynardağ’ın felsefe, kütüphanecilik, Türk dili ve folkloru ile ilgili çok geniş çalışmaları sonucu birikmiş ve uzun süredir ortaya çıkmamış olan arşivi ve koleksiyonları nihayet kitap ve bilgi dostlarıyla buluşuyor.

Son derece nadir imzalı ve ithaflı kitaplardan felsefe arşivine, el yazısı mektuplardan fotoğraflara kadar zengin ve çeşitli bir seçki kitap meraklılarını, koleksiyonerleri ve araştırmacıları bekliyor.

Cumhuriyet dönemi tüm entelektüelleriyle bilhassa felsefecileriyle yakın ilişkisi ve dostluğu olan Arslan Kaynardağ aynı zamanda yayıncı ve yazar olarak bir çok eser vermiştir.

Arslan Kaynardağ’ın kütüphanesinde nadir eserlerin yanısıra, kendisine ithaf edilmiş ve yazar dostlarından ve kütüphanelerinden kalmış olan sıradışı kitaplar (örneğin Sait Faik’ten Asaf Halet Çelebi’ye veya Mehmet Akif Ersoy’dan Mithat Cemal Kuntay’a ithaf edilmiş kitaplar) ve çok geniş bir felsefe arşivindeki eski yazı, ve yabancı dilerdeki felsefe kitaplarının yanısıra dil ve dilbilim  konusunda başvuru kitaplar bulunmaktadır..

Müzayede 7 Temmuz Pazar Gün saat 14:00 ten itibaren Beyoğlu Rixos Pera otelinde gerçekleştirilecektir.

Tüm koleksiyon www.buyukpazarmezati.com sitesinde detaylı olarak incelenebilir. Ayrıca 28.06.2013 tarihinden itibaren Hazzopulo Pasajı 1/B adresinde müzayede gününe kadar görülebilir.  Bilgi için 0212 252 9010-0533 554 5696 numaraları arayabilirsiniz.

Librairie de Pera ekibi

Şub
14
2012
0

Nâzım Hikmet’ten Sabahattin Ali’ye… tarihsiz..

3 Mart 2012 tarihine kadar CKM’de(Caddebostan Kültür Merkezi’nde) sürecek olan “Sabahattin Ali” Sergisi‘ne ait “Fotoğrafını Bekliyorum” adlı sergi kitabını inceledim. Kitabın editörlüğünü Sevengül Sönmez üstlenmiş. Sergide yer alan tüm edebiyat efemaraları ve Sabahattin Ali’nin hayatındaki dönüm noktaları hem görsel hem de metinsel olarak kitabın kapsamına alınmış. (YKY tarafından yayımlanan “Fotoğrafını Bekliyorum” adlı sergi kitabını  tüm edebiyat ve edebiyat efemerası meraklılarına öneririm.) Kitapta -tıpkı sergide olduğu gibi, doğallıkla- ilgimi çeken birçok efemera var… Özellikle, Nâzım Hikmet’in Sabahattin Ali’ye yazdığı “tarihsiz” mektubu çok önemsiyorum. Mektuptan bir bölüm aşağıdadır. (Zy)

 

(tarihsiz)

Kardeşim,

(…)Romanını nasıl sabırsızlıkla ve ne büyük güvençle beklediğimi  tasavvur edemezsin. Bak konkre konuşmuyorum: Hikâye ve romanda bugün sen varsın, senden sonra Kemal Tahir var, sonra Orhan Kemal var, Suat Derviş var. Kemal Tahir’le Orhan Kemal biri daha ilerde, biri henüz civciv, fakat dehşetli vaatlerle dolu biri civciv, biri yazdıklarını neşretmek imkânsızlığı içinde, ötekisinde bu imkân henüz belirmiş, Suat Derviş’e gelince galiba artık yazmıyor, velhasıl büyük Türk hikâye ve romanının tek bayrağı bilfiil sensin. Bugünkü durumda bu böyle. Bunun zorluklarını, mesuliyetlerini gayet iyi anlıyorum. Fakat sana her zaman o kadar güvendim ve o kadar güveniyorum ki bu zorlukları, yüklendiğin ağır yükün altından kalkarak yeneceğine inanıyorum. (…)Edebiyatımızın bugünkü şartları seni öyle bir yere getirmiştir ki, rehberlik etmeye ve bunun mesuliyetlerini yüklenmeye mecbursun. Verimlisin, bu sana rehberliğinde en büyük yardımcıdır. Beni sekterlikte ittiham etme. Katiyen değilim. Sadece olanı olduğu gibi görmeye çalışıyorum. Sait Faik diye bir yazıcı var. Belki istidatlı, fakat hâlâ ne yapmak istediğini bilmeyen (…) bir delikanlı. Onu seninle birlikte, senden sonra bile saymıyorsam sekterliğimden değil. Sonra Sefer Aytekin diye bir delikanlı var. Orhan’dan daha civciv, bak eğer onunla şahsen uğraşırsan iyi olur. Bir de Denizin Çağırışı mı ne diye bir kitap çıkaran bir delikanlı var. (…) Eskilerden Reşat Nuri dama demiş vaziyette. Bir kitap yazdı ömründe: Yeşil Gece, ondan sonra ve dahi duralar. Yakup Kadri dünyaya biraz daha geç gelseymiş yani şimdi 20-25 yaşında filan olup senin kürsünde ders alacak durumda bulunsaymış adam olurmuş. Gel gelelim ki çok erken gelmiş dünyaya. Ve onun da yıllardır yazdığı yok. (…)

Bütün bunları sekter olmadığımı anlatmak için yazıyorum sana. Belki benim tanımadığım gençler ve ihtiyarlar vardır. Onları bilmem. Varsa onları toplamak, toparlamak, ayarlamak bugün senin üstüne düşen bir memleket vazifesi. (…)

(…)Seni hasretle kucaklarım sevgili kardeşim.

Nâzım Hikmet

 

“Fotoğrafını Bekliyorum” Sabahattin Ali Sergi Kitabı, Haz: Sevengül Sönmez, YKY, Şubat 2012, s. 67

Hamiş: Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “Nâzım Hikmet” ilgilerinin tümüne https://evvel.org/ilgi/tas-ucak adresinden ulaşabilirsiniz.

Eki
11
2011
0

Bir Fotoğrafın Çağrıştırdığı “Futbol…”

Yukarıdaki fotoğrafı Evvel Fanzin’e -sağolsun- Ümit Bayazoğlu ulaştırdı. Facebook’taki bir grupta, Serhat Sencer’in albümünde bulmuş/görmüş bu fotoğrafı… Solda, topun başında duran Orhan Kemal, yanında Halit Kıvanç ve sağda ise Haldun Taner…  Sanırım, 1960’lı yılların ortası… Fotoğraf, “Futbol, sadece futbol değildir” tümcesini imliyor bana… Gerçekten de edebiyat ve düşünce tarihinde “Futbol sadece futbol değildir!” tümcesinin işaret ettiği birçok önemli “yaşantı” var.

Albert Camus‘un kaleciliğine ilişkin hikâyeyi hatırlayalım: Cezayir’de doğan Albert Camus, yeniyetmelik döneminde Cezayir Üniversitesi’nin(RUA’nın) kalecisiymiş. RUA’nın maç günlüklerine göre Albert Camus, bir kaleci olarak çok zor maçları atlatmış ve RUA, 1930’da bulunduğu bölgesel ligin şampiyonu olmuş. Sonra, Camus, yakalandığı tüberküloz hastalığı nedeniyle futbola veda etmiş. Albert Camus’a neden kaleci olduğunu, neden kaleciliği seçtiğini sorsaydık şu cevabı alabilirdik: “Ayakkabılarımın eskimediği, yıpranmadığı ve bana en uygun mevki kalecilikti.”  Camus, bir şöyleşisinde şöyle demiştir: “Ahlâk ve insanlığın yükümlülükleri(moral kavramlar) hakkında güvenebileceğim tüm bilgileri spora ve Cezayir Üniversitesi’ndeki futbol günlerime borçluyum.”

Futbol, Ludwig Wittgenstein‘ın “Felsefe Soruşturmaları” adlı kitabında ele aldığı ve okuyucuya sezdirdiği “felsefenin sınırları” sorunsalı açısından da çok önemli bir çağrışımsal öğedir. Felsefe Soruşturmaları’ndaki “Dil Oyunları” bağlamının oluşmasına futbol vesile olmuştur. Wittgenstein, “Sözcükler, sadece, bir oyunun içeriğinde (context’inde) anlam taşırlar” görüşünü bir futbol maçını izledikten sonra edinmiştir. İnsan, futbol üzerine öncül bilgileri olmadan futbol maçını izlediğinde, futbol denen şey ona raslantısal ve anlamsız gelecektir. Onu anlamlandırmak için önce oyunun kuralları, içeriği bilinmelidir: -Futbol, birbirine karşı çekişen iki takım halinde, herbiri 11 kişiden oluşan bu takımların bir topu diğer takımın alanında yer alan kalenin ağlarına göndererek skor elde edilebildikleri bir oyundur- gibi… Bu içeriği kavramadan “futbol” sözcüğü, bir topun peşinde koşturan insanların ‘anlamsız görüntü’sünde kalacaktır. Wittgenstein, çalışmalarında, futbol örneğindekine benzer bir koşutluğu “Dil Oyunları” ile “Felsefe” arasındaki ilişki için de kurmuştur. Wittgenstein’ın incelediği sorunsallar, dilin sınırları çerçevesinde oluşan mantıksal bir alan derinliği üzerinde bulunmaktadır. Kısacası, Wittgenstein’ın maç sahası, gerçeğin ve yaşamın yapısını/sınırlarını belirleyen dildir. Wittgenstein, en önemli maçını dilde oynamıştır.

“Futbol ve tarih” dediğimizde, sıkı muhalif Eduardo Galeano’nun “Gölgede ve Güneşte Futbol” adlı kitabı ilk aklımıza gelen eserlerden biri… Kitapta Eduardo Galeano, Dünya Kupası ve Latin Amerika futbol tarihini “büyülü gerçekçi” bir dille anlatır. (Zico’nun Golü başlıklı yazı güzel bir örnektir.  Fenerbahçeliler şuraya baksınlar: https://evvel.org/alinti-ziconun-golu-eduardo-galeano)

Sonuçta, tüm bu yaşantı örneklerini incelediğimizde futbolun kavramsal arka-planında birçok mihenk noktasını içerdiğini görürüz. Ve dileriz ki futbol endüstrileşmesin; çünkü futbol, bugünkü merhaleden biraz daha ileri gidip topyekün endüstrileştiğinde yeni mihenk noktaları bulmak -en azından benim için- imkânsızlaşacak.

Zy

Eki
07
2011
0

Şiirsel Maksat: “Narteks Sahaf ve Kitap Müzesi”

Aşağıda bulunan metin, Narteks Sahaf (Sıtkı Altuner), Kitap Müzesi, bir koleksiyoner olarak edebiyat üzerine imzalı kitap ve efemera toplamaya başladığımdan bu yana duyduğum en güzel yaşantı hikâyesi, karşılaştığım en hakikatli fikir ve maksat… Bunu, bu coşkuyu yerden göğe desteklediğimi bildiririm. (Zy)

NARTEKS SAHAF VE KİTAP MÜZESİ

İlk Ateş

Enstitü yanıyor! Enstitü yanıyor!” çığlıklarıyla bütün Pazarören halkı enstitüye doğru koşmuştu. Ben de annem ve teyzemle oraya gitmiştim. Enstitünün bahçe duvarlarından hiçbir şeyi göremiyordum, parmak uçlarımda yükselerek bir aralıktan baktım. Enstitünün çatı katında çıkmış yangın. Binadan kara kara dumanlar yükseliyor. Enstitü öğrencilerinin bir kısmı kütüphanenin de bulunduğu çatı katındalar. Ellerine geçen tüm kitapları aşağıya fırlatıyorlar. Yangını izleyen halkta büyük bir sessizlik ve korku olduğunu anımsıyorum. Çatıdan fırlatılan kitaplar enstitü bahçesine doğru düşerken kuşların kanat çırpmasına benzeyen bir ses çıkarıyorlar. Ben o an “Kuşlar yanıyor!” diye bağırmışım.

 “Delice Bir Koşu”

 Anadolu’nun gitmediğim bölgesi kalmadı. Öğretmenlik için gittiğim her yerde elimde bir bavul olurdu. Bu bavulda kıyafetler vs. vardı. Bu bavulun dışında dinamit sandıkları… İçinde elbette kitaplar. Böyle bütün Anadolu’yu gezdim. Gittiğim her okulda kütüphaneler kurdum. Öğrencilerime iyi şeyler okutmaya çalıştım. Nereye gidersem gideyim o dinamit sandıkları bütün ağırlıklarıyla yanımdaydılar. En son Tunçbilek’teki kooperatif evine taşınırken üç adamla anlaştık, kitapları taşıyacaklar. Sandıkları yüklendiler. Bir süre yürüdük. Kendi aralarında fısır fısır konuşuyorlar. Nihayet içlerinden biri dayanamadı. “Beyim kusura bakma bunlar çok ağır, canımız çıktı, yüklendik falan ama devam edemeyeceğiz. Para falan da istemeyiz,” diyip gittiler. Onları oradan tek tek taşıdım. Sadece bu sandıklar yüzünden başıma gelenleri anlatsam…”

 Narteks

“Ben yıllarca kitap topladım. Topladığım binlerce kitap sıkı yönetimlerde, faşist cuntalarda toplatıldı, yakıldı ama vazgeçmedim. İstanbul’a döndüğümde ansiklopedi satıcılığından, düzeltmenliğe, dergicilikten ansiklopedi yazarlığına kadar pek çok iş yaptım. Ardından kitaplara bir adım daha yaklaşmak için bir sahaf dükkânı açtım. Adı: Narteks. Narteks, kadim bir bitkinin adı. Antik çağda henüz kandiller yokken kutsal ateşin evlere taşınmasında kullanılırdı. Boğumlarında yer alan kimyasal madde sayesinde yanmadan ve ateşi söndürmeden taşımaya yarardı. Kimi kaynaklara göre Prometheus tanrılardan ateşi bir Narteks ile çalmıştır. Pek bilinmeyen bu kelime bende bazı çağrışımlar yarattı ve dükkânın adını Narteks koydum. Girişe şöyle bir yazı yazdım. “Narteks ateşi taşıyan bir bitkidir ki ‘kitap’a benzer ‘insan’a da”…

 “Arada Şiir Varsa…”

 “Bir gün Behçet Necatigil’in bir kitabını buldum, imzalı. “Arada şiir varsa güzelleşir yaşamak..” diye imzalanmış. Tüm şiirlerini taradım, hiçbirinde böyle bir dize yok. Böylece başladı imzalı birinci baskı kitap toplama fikri. Bu fikir, ardından bir kitap müzesi fikrine dönüştü. Şimdi yaklaşık olarak dört yüz bin kitaplık bir arşivim var. Bunların yaklaşık altmış bini imzalı birinci baskı kitaplar. Nâzım Hikmet, Neruda, Oğuz Atay, Kafka, Sartre, Camus, Orhan Kemal, Tanpınar, Halid Ziya, Edip Cansever, Tomris Uyar, Bilge Karasu gibi pek çok yazarın imzalı kitapları var. Bu kitaplar iki evde üst üste yığılmış bir şekilde beklemek zorundalar. Yer yok! Zaman zaman bazı bankalar, yayınevleri bunları satın almak istediler, kimileri kendi isimleri altından bir müze için yer vermeyi teklif ettiler ama kabul etmedim. Ben istiyorum ki hiç kimseye ait olmayan bir müze olsun. Müzenin girişine asacağım teşekkür tabelasında yazacak yazı bile hazır. Kitaplarım ve ben bekliyoruz. Bu bekleyişi Jacques Prevert’in bir şiirine benzetiyorum… Adı: “Bir Kuşun Resmini Yapmak İçin”

“Önce bir kafes resmi yaparsın/ Kapısı açık bir kafes
Sonra kuş için/ Bir şey çizersin içine/ Sevimli bir şey
Yalın bir şey /Güzel bir şey/ Yararlı bir şey
Sonra götürür bir ağaca/ Asarsın bu resmi/ Bir bahçede
Bir koruda/ Ya da bir ormanda / Saklanır beklersin ağacın arkasında
Ses çıkarmaz/ Kımıldamazsın / Kuş bazen çabuk gelir
Ama uzun yıllar bekleyebilir de / Karar vermezden önce
Yılmayacaksın/ Bekleyeceksin/ Yıllarca bekleyeceksin gerekirse
Resmin başarısıyla hiç ilişiği yoktur çünkü /
Kuşun çabuk ya da yavaş gelmesinin / Geleceği olup da geldi mi kuş
Çıt çıkarma yok / Kafese girmesini beklersin
Girdi mi kafese fırçanla / Usulcacık kapısını kaparsın
Sonra kuşun bir tüyüne dokunayım demeden
Bütün kafes tellerini teker teker silersin
Yerine bir ağaç resmi yaparsın
Dallarının en güzeline kondurursun kuşu / Tabii ne yapraklarının yeşilini unutacaksın
Ne yellerin serinliğini / Ne de yaz sıcağındaki böcek seslerini
Otlar arasında. / Sonra beklersin ötsün diye kuş
Ötmezse kötü / Resim kötü demektir / Öterse iyi olduğunun resmidir
İmzanı atabilirsin artık / Bir tüy koparırsın usulca
Kuşun kanadından / Ve yazarsın adını resmin bir köşesine.”

Sabahattin Eyuboğlu, muhteşem çevirmiş şiiri. Bizim durumumuz da buna benziyor biraz. “Kuşlar” hazır, kafesin tellerini de sildim tek tek, kuşun bir tüyüne zarar vermeden, her şey hazır bekliyoruz -yanmış kuşun ötmesini de-…”

“Aramızdaki Şey”

Birkaç yıl önce Aslıhan Pasajı’nda birkaç kitap  ararken tanıştık; Sıtkı Hocayla, Narteks Sahaf’la ve kitap müzesi fikri ile… Ardından ‘kitap’ın kitaptan fazlası olduğu konusundaki ortaklığımızla bağlandık, büyük bir dostlukla birbirimize. Neler yapabileceğimizi düşündük ardından, yapabileceğimiz şey sadece bu fikrin insanlar tarafından öğrenilmesini sağlamaktı.  Bunu yaygınlaştırmaya çalışıyoruz. Bu yüzden Sıtkı Altuner’in izniyle bu sayfayı oluşturmayı düşündük. İsteğimizi hayata bir adım daha yaklaştırmak için belki…

BURCU ŞAHİN & ASLAN ERDEM

 

Ayrıca bkz: https://www.facebook.com/notes/narteks-sahaf/narteks-sahaf-ve-kitap-m%C3%BCzesi/110432059058007

Narteks Sahaf:
https://www.facebook.com/profile.php?id=100002736403146

Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “imzalı” ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/imzali adresinden ulaşabilirsiniz.

Haz
01
2011
0

“Sana doludizgin güveniyorum. Göster kendini Raşit.” (Nâzım Hikmet)

Nâzım Hikmet ve Orhan Kemal (Bursa Hapishanesi yılları)

Nâzım Hikmet’in Orhan Kemal’e (Raşit Öğütçü’ye) yazdığı mektuplardan;

(…)
Muhakkak ki bir sıçrama devresindesin. Ve bu sıçramanın başarıyla gerçekleşmesi gelecek edebiyat faaliyetinin üzerinde çok tesirli olacaktır. Ben senin memleketimin en büyük muharrirlerinden biri olacağına eminim… İnsanların birçok taraflarını doğru olarak değerlendirmekte çok yanılmışımdır. Yanılmadığım bir şey varsa o da bir insandaki sanat kabiliyetidir. Beni yalnız bu hususta dolandırmadılar. Sende sanatkâr malzemesi, yapısı, soluğu mükemmeldir. Sana dolu dizgin güveniyorum. (“Nâzım Hikmet’in Orhan Kemal’e iki mektubu”, Sanat Emeği Dergisi, Sayı:4, 1978, s.39)
(…)
Ben şahsen, gün geçtikçe ve aramızda zaman uzadıkça seni bir kat daha seviyorum. Memleketime, Türk halkına, dünyaya ve insanlarıma faydalı ve onlara lâyık olacağından eminim. Sana güveniyorum. Sahici Türk edebiyatı senden dünya ölçüsünde eser beklemektedir. Göster kendini Raşit. (Nâzım Hikmet,”Yayımlanmamış Eserler”, Cem Yay., 1977, s.350)

Şu başlıklara da bakınız;

-Orhan Kemal’in Gözünde Nâzım Hikmet
-Bir Doğumgünü Armağanı

-Orhan Kemal, Sait Faik’i anlatıyor…
-Orhan Kemal’den Kemal Sülker’e imzalı…

 

Oca
20
2011
0

Büyük Pazar Müzayedesi-II (23 Ocak 2011)

Denizler Kitabevi ve Pazar Mezatı’nın düzenlediği büyük müzayedelerin ikincisinin kapsamında ilginç şeyler var. 23 Ocak 2011, saat 12.30‘da Point Hotel Barbaros‘ta gerçekleşecek müzayedede  Orhan kemal, Can Yücel, Kemal Tahir, Oktay Rifat, A. Ş. Hisar, Melih Cevdet Anday, Cemal Süreya, Edip Cansever, A.M. Dranas, Asaf Halet Çelebi, B. Necatigil, F.H. Dağlarca, Tezer Özlü, Kemal Tahir, Sevim Burak gibi edebiyatçıların bazı imzalı kitapları da açık arttırmaya sunulacak…

Bkz: https://www.buyukpazarmezati.com/index.php?sayfa=mezat-listesi&arama=Edebiyat

Written by Adabeyi in: Buluntular (Efemeralar),Duyurular, Tartışmalar | Etiketler:
Haz
12
2010
0

Yeditepe Dergisi ve Sait Faik (1956)

Yeditepe Dergisi’nin 1 Mayıs 1956 tarihli 106. sayısını Kadıköy’de, İmge Sahaf’ta buldum. Derginin çoğu sayfası 1954’te (derginin yayımlanışından iki yıl önce) vefat eden Sait Faik’i anmaya yönelik yazılara ayrılmış. Dergide en çok ilgimi çeken Şerif Hulusi’nin aktardığı “Sait Faik’le Geçen Günler” adlı anı yazısı  ve Sait Faik’in kendi elyazısıyla çeşitli tashihler içeren “Ormanda Uyku” adlı öyküsünden bir sayfanın görüntüsüydü.
Bunlarla birlikte, Tahsin Yücel’in 1956 Sait Faik Hikaye Armağanı’nı kazanışına ilişkin bir haber (anlaşılıyor ki Ahmet Hamdi Tanpınar ve eseri yarışmadan çekilmeseydi, Tahsin Yücel’in “Haney Yaşamalı” ile bu ödülü kazanması zordu), Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun “Sait Faik” adlı şiiri (ah Zibâ ah!) ve Turgut Uyar’ın “Göğe Bakma Durağı” adlı şiirinin tarihte ilk kez Yeditepe’nin Sait Faik’e ayrılmış işbu özel sayısında yayımlanmış olması (anlaşılıyor ki Turgut Uyar’ın “Göğe Bakma Durağı” adlı şiiri Sait Faik’le ilişkilendirilmiştir ya da Sait Faik’e ilişkindir) ve Orhan Kemal ile Sait Faik’in Burgaz Adası’nda (Kalpazankaya’da, sahilde… Anlaşılıyor ki Orhan Kemal ve Sait Faik birbirlerine düşman değildirler) çekilmiş bir fotoğrafı beni çoşkuyla doldurdu. (Zy)


***

***

1936 yılının soğuk bir aralık ayı gecesiiydi. İstiklal caddesindeki Petragot kahvesinde cadde tarafındaki pencereye yakın bir masada Cahit Sıtkı Tarancı, Baki Süha Ediboğlu oturuyorduk. Yahya Kemal’in o günlerde Foto Magazin‘de çıkan şiirlerinin güzelliği üzerinde Cahit Sıtkı’nın hayranlık dolu sözlerini dinliyordum. O sırada Sait Faik yanımıza gelip oturdu. Çakır keyif bir hali vardı. Yahya Kemal lâfını yarıda kesip:
-Ölüm kartviziti basan bu şairin methiyesinden bıktık birader! dedi
Cahit Sıtkı’nın şairce;
-Ölümü yaşamak kadar güzel anlatıyor, insanın ölesi geliyor! lafına kulak asmadı, ayağa kalkıp elimden tutarak bana:
-Haydi, kalk, gidelim! dedi.
(Parmakkapı’dan çıkıp, tramvayla Nişantaşı’na Suphi Nuri İleri’nin evine giderler. Evde misafir olan genç bir şair Yahya Kemal’in “Rintlerin Ölümü” adlı şiirini okur.)
Suphi Nuri İleri:
-Doğrusu güzel bir şiir. Güzel, ama hiçbir cazibesi olmayan, insanı allak bullak eden o iç zenginliklerinden yoksun, mermer kadar duygusuz bir kadın gibi güzel. Hatta, mutfak duvarlarını kaplayan süt beyazı fayanslar gibi. Güzel, tertemiz, ama ne yazık ki hiçbir mânası yok. Yahya Kemal’in bu şiiri de öyle. Hemen hepsi de öyledir, diyebiliriz.
(…)

ŞERİF HULUSÎ

***


Eyl
15
2009
1

Bir Doğumgünü Armağanı

(…)

Ölümünden yıllar sonra kütüphanesindeki kitapları incelerken, kendi yapıtlarının bulunduğu rafta arada kalmış iki kitabı sanki kendilerini göstermeye çalışıyorlardı. Fark ederek aradan çekip aldım onları. Bir tanesi “72. Koğuş”tu. Sayfaları çevirirken gözlerim bir an parladı. İç sayfada benim için imzalı bir yazı vardı, “Şeker oğlum Işık Öğütçü’ye, Merhaba! Orhan Kemal – 26.11.965”. Üstat, bu kitabı yıllar sonra bulmamı sağlayarak bir bahar günü bana merhaba demişti. İlahi baba! Bu imzaladığın kitabı söyleseydin, başının etini yemez, bana kitap imzala diye tutturmazdım.

En büyük sürpriz ise son kitaptaydı ki, bunu ben 7 aylıkken imzalamıştı. Yeni yaşında kendisini anımsamamı istemişti herhalde. Benim ona vermem gereken doğum günü armağanını, böylece yıllar sonra o bana vermişti, “Henüz ‘Baba’ deyişini olsun işitemediğim şeker oğlum Işık’a. Orhan Kemal. İst. 4.5.1958”. Bu satırları annemi anlattığı “Cemile”nin içine yazmıştı.

(…)

Yazının tamamına https://www.cumhuriyet.com.tr/?im=yhs&hn=81852 adresinden ulaşabilirsiniz.

Kas
25
2007
0

“İmzacılık Oynamak” Yerine Faydalı Bir Şey Yapmak!

Birçoğunuzun da bildiği gibi bu hayatta tutkuyla –belki de patolojik bir dürtüyle- yapmaktan kendimi alamadığım şey, sahaflarla sohbet etmek, kitap peşinde koşmak, kitapların yolculuğunu ve o yolculuğun hikâyesini düşünmektir. Ece Ayhan, Turgut Uyar, İlhan Berk, Orhan Kemal, Sait Faik, A.Muhip Dıranas, Can Yücel, Haldun Taner, Oktay Rifat gibi şair ve yazarların imzalı kitaplarının çoğunu büyük (göreceli) bedeller ödeyerek sahaflardan edinmişimdir. Bazen bu uğurda toz ve pislik dolu hurdacı yığınlarının, paslı beyaz eşya eskilerinin ve kırık dökük eski mobilyaların üstünde/arasında bile kitap peşinde koştuğum olmuştur ki birçok önemli ismin imzalı ya da ilk baskı eserlerini de buralarda(hurdacıda)  bulup -kilo hesabıyla- satın almışımdır. Bunu kendimce “entelektüel serserilik” olarak adlandırıyorum. Özellikle imzalı ve ithaflı kitaplara dikkat eder, imzaların morfolojisine, yazarın ve ithaf edilen kişinin kim olduğuna, ne iş yaptığına ve kitabın nerede, hangi dönemde imzalandığına önem verir, bunları araştırırım. Son iki sene içinde kitap peşinde dolaşırken karşılaştığım çeşitli durumlar bu uğraşımı daha da ilginç kılıyor:

İlk olayı çok sevdiğim dostlarımdan biriyle bir sahaf ziyaretimde yaşadım. Sahaftaki kitapları incelerken şiir kitaplarının arasında birçok imzalı kitapla karşılaştık. Hilmi Yavuz’dan, Seyhan Erözçelik’ten, Hakan Arslanbenzer’den, Engin Turgut’tan, İzzet Yasar’dan, Güven Turan’dan ve daha birçok yazar ve şairden Lale Müldür’e imzalı kitapları sahafta görmek bizi oldukça şaşırtmıştı. Şaşırtmıştı çünkü bu isimler sıradan, edebiyat dışı veya adı, sanı duyulmamış şairler değildi ve Lale Müldür de bir şair olarak hâlâ hayattaydı. Sahafa bu kitapların bedelini sorduğumda “fiyatı adet hesabına vurup, inceliğine ve kalınlığına göre” tanesini 2 ya da 3 YTL’den bana satabileceğini söyledi. İçinde bulunduğum durum bana çok ilginç gelmişti ve kitapları hemen satın aldım. İmzaların bazılarını koleksiyonuma ekledim, bazıları da beni –gerçekten- fazlaca ilgilendirmiyordu; tek bildiğim koleksiyonuma katmayacağım bu kitapların da sahafta 2-3 YTL bedelle -satılık- durmasından/kalmasından rahatsız olduğumdu. Bir de tabii durum ilginçti, misal; Hakan Arslanbenzer gibi radikal derecede İslâmik bir adamın Lale Müldür’e (Lale Ablacığı’na) kitap imzalaması bana değişik/çelişik geldi. Sonradan, dükkânın sahibine bu kitapları nerden bulduğunu sorduğumuzda “genç bir adamın gelip, bu kitapları kendisine sattığını” ifade etti. Gene de, eğer işin içinde bir “hırsızlık” meselesi yoksa kitapların Lale Müldür’ün arzusu dışında sahafa geldiğine inanamıyordum. Acaba Lale Müldür bu kitapları neden elinden çıkartmıştı/bırakmıştı? Büyük ihtimalle Lale Müldür bu kitapların kendisi için bir şeyler ifade etmediğine inanıp –kitaplara kıymet vermeyip- evde, kütüphanesinde “toz yuvası” olarak duracağına ya da gereksiz yer kaplayacağına karar kılmış ve kitapları sahafa göndermişti…

Bu noktada yazarların, şairlerin neden kitap imzaladığı üzerine daha çok düşünmeye başladım. Okuyucu ya da yazar matbaa endüstrisinden matbuat olarak çıkmış çeşitli fabrikasyon kitapları işbu matbuu durumdan kurtarmak ve bir şekilde kişiselleştirmek için çift taraflı olarak “biricik” hâle getirmek istiyorlar. Bu nedenle de çeşitli el yazıları, ithaflar, atıflar, çizimler ve imzalar kitapları matbuatın samimiyetsizliğinden kurtarır bir yol olarak görünüyor. Fakat kitapların bazıları özenle ve içtenlikle imzalandığı gibi bazıları da imza günlerinde ya da benzer samimiyetsiz etkinliklerde önceki fabrikasyon konumundan kurtulamıyor. İşin içinde tanışıklık, dostluk ve içtenlik olmayınca yazarın ya da şairin el yazısı/imzası/ithafı bile anlamını, biricikliğini kaybediyor ve “imza günlerinde bileğe kuvvet kitap imzalamak hatası”yla birlikte metalaşmış, prefabrik bir şeye dönüşüyor. Bu durum üzücüdür ve aşikârdır.

Bir diğer “imza” yönelimi de dergi veya yayınevi editörlerine ithafen imzalanmış kitaplardır. Editörlere ve dergilere ünlü ya da ünsüz kişilerden birçok kitap imzalandığı, gönderildiği bilinen bir gerçek hatta zorunlu bir süreçtir. Bunun amacı –yazar veya şair ilgili editörü tanımamasına rağmen- “ben de varım ve işte yeni kitabım!” ya da “derginizde benim kitabımı da tanıtın!” söylemini alttan alta sunmaktır. Peki, editörler veya yayınevi sahipleri bu tanımadıkları insanların kitaplarını ne yapıyor, bunlara nasıl davranıyor? Öncelikle, editörlerin tüm bu kitapları doğru dürüst (başından sonuna, eksiksiz) olarak okuduklarına inanmıyorum; özellikle de tanınmamış birinin kitabı söz konusu ise… Belki hızlı hızlı göz gezdirip, birkaç dize ya da paragraf okuyup kitap hakkında hızlı bir yargıya varıyorlardır. Peki, editörler ellerine gelen kitaplar hakkında şu veya bu şekilde yargıya da vardılar/varabildiler, sonra neler oluyor, kitaplar nereye gidiyor?

Kitapların nereye gittiğiyle ilgili düşüncelerimi, karşılaştığım başka bir olay üzerinden size aktarayım. Bundan bir ay önce sahaflardan birinde –gene-  kitap incelerken üç adet imzalı kitapla karşılaştım. Kitaplar, Tarık Dursun K.’dan Cem Erciyes’e ve Salih Bolat ile Nevzat Çelik’ten  İlhan Selçuk’a ithafen özenle imzalanmıştı. Bu kitapları da –daha önce olduğu gibi- tanesi 2 YTL’den satın aldım. İlginç olan şey bu yelpazedeki hiçbir ismin sıradan olmamasıdır; Tarık Dursun K. birçok edebiyat yarışmasında jürilik/bilirkişilik yapıyor, Nevzat Çelik birçok yarışmada ödül almış ve tanınmış/duyulmuş bir şairdir, Salih Bolat özel bir üniversitede ve başka dışsal projelerde “yazarlık dersi” veren bir öğretim görevlisidir, Cem Erciyes ise Radikal Gazetesi Kitap Eki’nin editörüdür ve İlhan Selçuk’u ise tanımayanımız yoktur. En önemlisi, bu isimlerin hepsi de hayattadır. Sonuçta ne olup bittiğini bütünüyle bilmiyorum veya tahmin edemiyorum ancak işin içinde bir “kıymet vermemek veya dikkate almamak” durumunun olduğu açıktır.

Bütün bu olayları, çok sevdiğim değerbilir bir sahaf dostuma anlattığımda konuya hiç şaşırmadığını belirtti. Birçok dergi editörünün senenin çeşitli zamanlarında dükkânına gelip toplu halde (200-300 adet) kitap sattığını, bu kitapların çoğunun imzalı olduğunu, bazı editörlerin ise daha kurnazca davranıp imzalı sayfaları yırtarak kitapları sattığını söyledi.

Düşünüyorum da önemsemedikleri kitapları ellerinden çıkarmak isteyen editörler ve yayıncılar işbu kitapları doğuda kitap bekleyen okullara, köylere, kütüphanelere ve insanlara ulaştırsalar daha akıllıca ve faydalı olmaz mı? Hatta, kitap çıkaran/bastıran insanlar, şairler veya yazarlar da kitaplarının kıymet görmeyeceğini, sahaflara düşeceğini bile bile kabzımal mizaçlı editörlere kitaplarını göndereceklerine, en baştan –doğrudan- kitapları bir “hayır kuruluşu”na bağışlasalar ya da doğuya bizzat kendileri gönderseler çok daha faydalı olmaz mı?

Olur.

Birgün Gazetesi-25.11.2007

May
29
2023
--

SEÇİMLERE DAİR İKİ ÇİFT LAF! (29 Mayıs 2023)


İKİ ÇİFT LAF!

Uzun zamandır “kendimle konuşmalar” başlığı altında bir şeyler kaleme almıyordum. Fakat, 2023 seçimleri vesile oldu, bu köşeden zaman zaman yazmaya devam edeceğim. Çünkü birilerinin yalın gerçekleri dile getirmesi gerekiyor.

Öncelikle hemen ifade edeyim; ben bir AKP’li değilim ve hayatımın hiçbir döneminde AKP’ye oy vermedim. 44 yaşımdayım. Ailemin üç kuşağı da doğma büyüme Kadıköylüdür, Cumhuriyet’in ilk yıllarından günümüze -tüm zorluklara ve problemlere rağmen- Kadıköy’de yaşıyoruz, evimiz barkımız, işimiz gücümüz Kadıköy’de…

Kendimi bildiğimden beri siyasal görüşüm sosyalizmdir ve felsefi açıdan diyalektik materyalizmi benimseyerek yaşamımın her alanında uygulamaya çalışırım. Özellikle entelektüel ve kültürel alanda sol görüş ve aydınlık bir gelecek için mücadele ettim, bedeller ödedim.

Kılıçdaroğlu’nun 11. yenilgisini yaşadığı bu seçimde de -tıpkı yenildiği diğer seçimlerde olduğu gibi- gene Kılıçdaroğlu’na oy verdim. Üstelik bu kez yenileceğinden tamamen emin olmama rağmen, gittim son kez -haklılığın inadına inanarak- gene oyumu Kılıçdaroğlu’na verdim. Fakat, bu seçimle birlikte anladım ki Kılıçdaroğlu kazanmak istemiyor ve küresel neoliberal düzenin ayarlı muhalefetiyle tatlı tatlı yoluna devam etmek istiyor sadece…

Entelektüel ve kültürel açıdan bağımsızlık ile özgürlük adına memleketimizde sosyalist birikimin oluşması için en çok emek verenlerden, en çok inananlardan -ve en çok bedel ödeyenlerden- biriyim. Bugün ise Kılıçdaroğlu’nun kişisel hırslarla, parti içi anti-demokratik yaklaşımlarla, yanlış kararlarla, uzgörü eksikliğiyle ve yanlış modellerle bir kez daha başarısız olduğunu görüyorum. Gezi parkı direnişinden günümüze 10 yılda olgunlaşan tüm entelektüel ve eylemsel sosyalist birikimin 2023 seçimlerinde heba edildiğine tanık oldum.

Hicap duyuyorum!

Kılıçdaroğlu’nun en büyük hatası -belki de zaafı veya tutsaklığı- neoliberal düşüncenin sinsi yöntemleriyle kandırılarak, gerçeklere gözünü kapamış olmasıdır. İkinci büyük hatası da, gene neoliberalizmin dümen suyunda giderek yerel kitlelere bu gerçekliği aşılamaya çalışmasıdır. Seçim yenilgisinden sonra bile neoliberal düşünceye ve hayallere kapılarak seçmeninin gerçeklerle bağını “kökünden” koparmaya çalışmak da çok büyük bir yanlış… Çünkü memleketimizde neoliberalizmin besleyerek marjinalleştirdiği yarı-aydın tipolojiyle (Tarkanlarla, Cem Yılmazlarla, twitter-youtube fenomenleriyle, zikzak kuşağının pop kültürüyle, hızlı tüketim kültürüyle, finansal plazacıların spekülasyon planlarıyla, yerel yönetimlerin liyakatsiz ve rantçı kadrosuyla, beyaz yaka şımarıklığıyla, sahte entelektüellerle, bölgesel çıkar gruplarına lehtarlıkla) sosyal medya muhalefetiyle, bol keseden atıp tutmakla, sosyal medyadaki görüngülerle, tatlı su solcularıyla, duyarlılık kasmakla, tıklanma sayılarıyla, anlamsız aritmetik seçim hesaplarıyla, kaset siyasetiyle falan “güven veya itibar” kazanılmaz. Seçim de kazanılmaz tabiî ki… Bu hâllerle, bu yarı-aydın tipolojisi davranışlarını takip ederek sadece ve sadece kendi içinize hapsolduğunuz dar çevrenizi oyalarsınız!

Güven ve itibar “elini taşın altına koyarak” kazanılır. “Elini taşın altına koymak ne demek?” diye soranlara Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün hayatını, mücadelesini, bağımsızlık savaşını ve 1923 devrim tarihini “doğru” okumalarını öneririm. Kazanmak için gerçek bir şey yapmalısınız!

Söylemlerinin ve eylemlerinin merkezine Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün açtığı anti-emperyalist yolu ve sosyalizmin yalın gerçeklerini koymadığı sürece CHP’nin başarılı olması mümkün değildir. Şu anki mevcut yaklaşımla devam ederse ve kurucu özüne dönmezse varlığını idame ettirmesi bile çok zor CHP’nin… Böyle devam ederse başka oluşumların, düşüncelerin ve neoliberal tuhaflıkların içinde eriyip gider… Emmanuel Macron modelini takip ederek “benzemezlerin bir araya geldiği neoliberal bir ittifak”la bu seçimin kazanılamayacağını, halkımızın böylesi bir ittifaka güvenmeyeceğini, teveccüh etmeyeceğini herkesten çok CHP kadrolarının biliyor olması gerekirdi. Biliyorlardı zaten!

Sözüm o ki kendinizi daha fazla kandırmayın! Halkı oyalamayın!

Eğer bir kişi “Ben sosyalistim!” diyorsa, şu üç temel kurala bağlı kalmak zorundadır:

1- Hakikat yolundaki kalb ve vicdan arayışınızı -her şeye rağmen- sürdürmelisiniz. İnsancıl sosyalist düşüncenin tarihini bilmelisiniz ve bu doğrultuda erdemli davranmalısınız. Kapitalizmin pazarda alıp sattığı bir metaya veya eşyaya dönüşmemelisiniz! Büyük insanlığınıza -her zaman, her yerde, her koşulda- sahip çıkmalısınız.

2- Küresel sömürü düzenine karşı memleketinizin özgürlüğü ve bağımsızlığı için gerçekten mücadele etmelisiniz. Memleketinizin ve halkın sömürülmesine izin vermemelisiniz.

3- Halkı kandırmanın hiçbir mazereti yoktur! Halka yalan söylemek suçtur! Yalın gerçeklerle bağınızı koparmamalısınız!

Aydınlık bir gelecek isteyen ve bilmem kaç şeçimdir sahte muhalefet unsurları tarafından oyalanarak yenilgi ve umutsuzluk duygusuyla iç içe yaşayan kitleler, bahsettiğim üç kuralla kendi kapılarının önünü süpürmek zorundalar… Ben öyle yapacağım. Kimse kusura bakmasın: Dost acı söyler! Kılıçdaroğlu ve kadroları çekip gitmeli artık!

Zafer Yalçınpınar / 29 Mayıs 2023



Orhan Veli, Yaprak Dergisi, 15 Mayıs 1950

Hamiş: Yalçınpınar’ın tüm köşe yazılarını https://evvel.org/ilgi/kendimle-konusmalar adresinden okuyabilirsiniz.

Nis
13
2023
--

14 Mayıs 1950 seçimleri sonrasında Nâzım Hikmet’e aydınlardan mektup: “…açlık grevinize fasıla vermenizi rica ediyoruz.”

(Resimleri büyütmek için üzerlerine tıklayın…)


Birinci Mektup İmzacıları: (Ön Sayfa) Oktay Rifat, Dr. Hakkı Balamir, Muvaffak Şeref, Cahit Sıtkı Tarancı, Niyazi Ağırnaslı, Ferit Anlar, Ayhan Anlar, Melih Cevdet Anday, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Cevdet Kudret Esendal, Prof. Dr. Behçet Kamay, Ordinaryüs Profesör Vasfi Raşid Sevig, Doç. Dr. Hüseyin Cahit Özen, Adnan Saygun, Asım Ruacan, Dr. Kemâl Narin, Doç. Dr. Sadun Aren, Ahmet Cevat Emre (Arka Sayfa) Ahmet Evintan, Nazım Kâmil Bayur, Mümtaz Faik Fenik, Ulvi Uraz, Prof. Dr. Behçet Tahsin Ramay, Melek Gün

İkinci Mektup İmzacıları: Halide Edip Adıvar, Adnan Adıvar, Orhan Veli, Sabahattin Eyüboğlu, Fikret Adil, Mina Urgan, Ahmet Hamdi Tanpınar, Abidin Dino, Sait Faik


Nâzım Hikmet, 8 Nisan 1950’de açlık grevine başlamıştı. Avukatının isteği üzerine açlık grevini bir süre durduran şair, 1 Mayıs 1950’de tekrar greve başladı, 13 Mayıs’ta Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi’ne kaldırıldı. Nâzım’ın annesi Celile Hanım, tek başına bir kampanya açmıştı. 9 Mayıs 1950 günü Celile Hanım üzerinde “Haksız yere mahkum edilen oğlum Nâzım Hikmet açlık grevindedir. Ben de ölmek istiyorum gece gündüz oruçluyum. Bizi kurtarmak isteyenler bu deftere adreslerini yazarak imzalasınlar” yazılı bir dövizle Galata Köprüsü’nün üzerine çıktı, kısa bir süre sonra “trafiği engellemek” suçlamasıyla gözaltına alındı. (…)

(…) Üç şair, Orhan Veli, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet Anday, Nâzım’a destek için Ankara’da üç günlük açlık grevi yaptılar. (12 Mayıs 1950) (Bkz: https://evvel.org/garipciler-nazim-hikmet-icin-aclik-grevinde-1950)

14 Mayıs 1950’de yapılan seçimleri DP kazanmıştı ve yeni hükümetin kurulması bekleniyordu. Seçimden üç gün sonra, Adnan Adıvar, Halide Edip, Sait Faik, Cahit Sıtkı Tarancı, Cevdet Kudret gibi aydınlar Nâzım’a bir mektup yazarak yeni hükümet kurulana kadar eyleme ara vermesini istediler.

Nâzım Hikmet, 19 Mayıs 1950’de açlık grevine son verdi. 14 Temmuz 1950’de çıkarılan hükümlülerin cezalarında indirim düzenleyen madde Meclis’te kabul edildi. Nâzım, 14 Temmuz 1950’de, tam 13 yıl sonra cezaevinden çıktı.

Kaynak: Nâzım Hikmet’in Açlık Grevi, Haz: Yeşim Bilge Bengü, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2011

Nis
07
2023
0

66 Yıldır Yeniden Ölen Adam: Sait Faik

S.H. Dergisi: Sait Faik sağ olsaydı, kendi adına kurulan bu armağanı üç yıldan beri kazananlar için ne derdi?

Ece Ayhan:
Sait Faik sağ olsaydı, herhalde; “Yahu teselli mükafatı mı bu?” derdi.


Mart-Nisan 1957 tarihli “Seçilmiş Hikâyeler” dergisinde yer alan “Sait Faik: Her Yıl Yeniden Ölen Adam” başlıklı dosyayı tekrardan yayımlıyoruz. Dosyanın tam metnine https://zaferyalcinpinar.com/olenadamsaitfaik.pdf (18  Mb.) adresinden ulaşabilirsiniz.

Salim Şengil’in yönettiği “Seçilmiş Hikâyeler” adlı derginin Mart-Nisan 1957 tarihli 62. sayısı çok önemlidir. Önemlidir çünkü modern edebiyat tarihimizde ilk kez kayda değer şekilde -dimdik durarak, topluca ve ayağa kalkarak- bir edebiyat yarışmasının(armağanının) sonucuna ve dağıtımındaki haksızlığa karşı çıkılmıştır. Salim Şengil ve “Seçilmiş Hikâyeler” dergisi çevresinde yer alan yazarlar, 1957 yılının “Sait Faik Hikâye Armağanı”nın adil bir şekilde dağıtılmadığına işaret etmişlerdir; derginin 62. sayısı “Sait Faik: Her Yıl Yeniden Ölen Adam” adında oylumlu bir dosyaya ayrılmıştır. Salim Şengil ve arkadaşlarının iddiası; 1954-57 yılları arasında Sait Faik Hikâye Armağanı’nın Varlık Dergisi çevresindeki yazarlara haksız bir şekilde dağıtıldığı yönünde eleştirel bir bakış içeriyor. Dosyanın başında Salim Şengil’in açıklaması ve Seçilmiş Hikâyeler dergisi çevresinin “Sait Faik Hikâye Armağanı”ndan çekilişinin, ayrılışının öyküsü ile açık/sert bir mektup yer alıyor. Ardından konuya ilişkin olarak Attila İlhan‘ın “İş İştir”, Burhan Arpad‘ın “Sait Faik Adına Saygı Gerekir”, Tevfik Çavdar‘ın “Varlık Sanat Tekeli” ve Orhan Duru‘nun “Maskeli Balo” adlı ağır eleştiri yazıları yer almaktadır. Ciddi haksızlıklara karşı yayımlanan bu dosyada kısa bir soruşturma da gerçekleştirilmiş… Soruşturmaya Fikret Otyam, Ece Ayhan, Çetin Altan, Suat Taşer, Tarık Buğra, Mehmed Kemal, Sabahattin Batur, Vüs’at O. Bener, Baki Kurtuluş, Nezihe Meriç, Muzaffer Erdost, Güner Sümer, Tarık Dursun K., Orhan Duru, Tevfik Çavdar, Celâl Vardar, Sevgi Batur, Şükran Özkutlu, Can Yücel, M. S. Arısoy, Mahmut Makal ve Tektaş Ağaoğlu cevap vermiş. Soruşturma cevaplarının çoğu Sait Faik Hikâye Armağanı’nda yaşanan haksızlığı işaret ediyor…

Seçilmiş Hikâyeler dergisinin 1957’de sergilediği “karşı duruş ve haklı tepki” bize şunu göstermektedir: “Günümüzdeki hakkaniyetsiz edebiyat yarışmaları, edebiyat oligarşisi, edebiyat kâhyaları, üleştirmenler ve ödüllendirme sistematiği arasındaki habis birliktelik “yeni” bir şey değil… Yeni olan şey, söz konusu  habis birlikteliğe tepkisiz kalışımız…”

Sonuçta, Evvel fanzin kapsamında (sözkonusu edebi ayaklanmadan tam 61 sene sonra, yani 2018 yılında) herkese ibret olsun diyedir, “Seçilmiş Hikâyeler” dergisinin “Sait Faik: Her Yıl Yeniden Ölen Adam” başlıklı dosyasını tekrardan yayımlıyoruz. Dosyanın tam metnine https://zaferyalcinpinar.com/olenadamsaitfaik.pdf (18  Mb.) adresinden ulaşabilirsiniz.

Sahicilikle
Zafer Yalçınpınar

Hamiş: 66 yıl sonra, günümüzde, hâlâ aynı yerde saydığımızı görmek beni üzüyor.

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com