Eki
28
2008
0

Çünkü Don Kişot yeldeğirmenlerinden daha az hakka sahip değil.

Bir Alman Yüksekokul Öğrencisine – Mart 1954

Sevgili Hanım Kız,

(…)Eserlerimin ortaya çıkışında hiçbir amacın yahut eğilimin etkisi olmamıştır. Daha sonra eserlerimde ortak bir mâna arayınca şunu keşfettim: Camenzind’den Steppenwolf ve Josef Kneth’e kadar olanların hepsi kişiliğin, ferdiyetçiliğin savunması (kısmen de imdat çağrısı) olarak yorumlanabilir. Kalıtsal özellikleri, eğilimleri ve eğitimleriyle münferit insan, nazik ve hassas bir şeydir ve kendisini himaye edecek birine muhtaçtır. Çünkü büyük güçlerle karşı karşıyadır. Bunlar, devlet, okul, kilise, her türden topluluklar, vatanperverler, ortodokslar, katolikler, komünistler veya faşistlerdir. İşte ben ve kitaplarım bütün bu güçleri karşımızda bulduk ve onların hem insani hem de vahşi mğcadele araçlarına maruz kaldık. Tek başına kalan ve toplum dışına itilen insanın nasıl tehlikeye sokulduğuna, nasıl düşmanca muameleye tabi tutulduğuna ve savunmasız bırakıldığına,  himayeye, sevgiye ve teselliye ne kadar çok muhtaç olduğuna binlerce defa şahit olmuşumdur.
(…) Yaratılışlarının el verdiği ölçüde eserlerimden bir şeyler alan ve benim gibi bir yazarı (ona bir tarikata veya mezhebe tabi olur gibi bağlı kalmaksızın) ferdiyetçiliğin, ruhun ve vicdanın savunucusu olarak gören başka insanların olmasına güveniyorum. Çünkü bu okuyucular benim için önemli olan şeyin ne insanların birlikte yaşamalarını mümkün kılan değerlerin ve ilişkilerin tahribi olduğunu, ne de ferdin ilahlaştırılması olduğunu, aksine sevginin, güzelliğin ve düzenin hüküm sürdüğü bir hayatı, insanın benzersizliğinin trajedisini, güzelliğini ve değerini koruyabildiği bir toplum hayatını savunduğumu seziyor ve biliyorlar. Zaman zaman yanıldığımdan, hata yaptığımdan ve bazen çok aşırı giderek kimi genç okuyucuyu sözlerimle tehlikeye düşürdüğümden şüphem yoktur. Şayet günümüz dünyasında (…) hayal gücünden yoksun, zayıf ruhlu ve toplumun, bilhassa devletin ideali olan ve yalnızca itaat eden ve birleştirilebilen insan tipini görüyorsanız, bu takdirde küçük Don Kişot’un büyük yel değirmenlerine karşı takındığı mücadeleci tavrı anlayış ve hoşgörüyle karşılamanız zor olmayacaktır. Bu mücadele ümitsiz ve mânasız görünüyor, sadece bir çoklarını güldürür o kadar. Ama gene de mücadeleye devam etmeli, çünkü Don Kişot yel değirmenlerinden daha az hakka sahip değil.

Candan Selamlar

Hermann Hesse
Hermann Hesse’nin Mektupları, Çev: Dr. Battal İnandı, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, ss. 114-116

 

Eki
26
2008
0

Kâhyalardandır Öne Çıkar

KÂHYALARDANDIR ÖNE ÇIKAR

                     (Frankfurt Turizmi için…)

 

lastik ayakkabıların dışına benzeyen bir surat
çocuk mezarı gibi
                bu kuyunun sinsiliği
işte iki celep
            el ele vermişler
listelere isimleri
isimlere listeleri
                bölmüşler
bir yavaş ölüm fotoğrafının içinde yerleşik ve toplu pozlar
“üç” dediğimizde gülümsediler
                                 “ölüm” dediğimizde çıktılar
bu adamlara “gel” dersen eğer
                                  öne çıkarlar
kurnazlığın krallığı için
tahtadan yapılmış bir tahtın
hemen arkasından
                   öne çıkarlar

sonuç gibi bir merdiven
yaşam gibi bir ağaca gülümsüyor:
 
“inmek çıkmak yok
ya da olmaz beleşe” diyor
tersine
kestirip
atıyor
 

25 Ekim 2008
Zafer Yalçınpınar

Eki
22
2008
0

Sahi, Nilgün Marmara ile Tezer Özlü yaşadı mı patron?!

(…) Nilgün Marmara ve Tezer Özlü. Bence ikisi de erkekti! Hodri meydan anlamında. Adımlarını geri almazlardı. (…) Yabancı dili çok iyiydi Tezer’in. Ellias Canetti’nin kitabını “Körleşme” diye çevirdiler. Tezer, “Aslında Körleşme değil, Kamaşma” demişti. Nilgün Marmara’nın en belirgin özelliği; Mülkiyet Duygusu’nun olmamasıdır. Kızıltoprak’taki evinde oturuyorlardı. Evlenecek. Ev kocasının. Salonun parkeleri bir milim inceltildi, yeniden cila yaptılar. Haftasonları onlarda kalıyordum. “Bak ne güzel oldu” dedim. “Misafirler için artık salonu kullanmayın, benim kaldığım odayı kullanın.” Dedim. O da “İnsanlar kullanmayacaksa ne işe yarar!” demişti. Nilgün Marmara’nın nikâh şahidiydim. Kadıköy’deki nikâhta hiç süslenmedi, gelinlik giymedi. Şöyle bir mavi sürmüştü gözüne, herhalde rimel. Ben bazen Tezer Özlü ile Nilgün Marmara’yı birbirine karıştırırım. Sahi, Nilgün Marmara ile Tezer Özlü yaşadı mı patron?!

Ece Ayhan
Öküz Dergisi, Sayı: 2000/2, s.2

 

Eki
21
2008
0

Askeri Uğurlama

Cumhuriyet Gazetesi’nden… Yorumsuzdur…

 

Eki
17
2008
0

Şaircilik,Yazarcılık Oynayanlar ile Oynamayanlar

ŞAİRCİLİK,YAZARCILIK OYNAYANLAR İLE OYNAMAYANLAR

Burada yayımlanan yazılarımda “edebiyat kâhyaları”nın manipülasyon amacıyla kullandığı ödül mekanizmaları, içsiz dosya konuları, sessizlik/susku suikastları ve editöryal dirsek temasları gibi birçok enstrümandan (çalgıdan) bahsetmiştim… Şimdi ise edebiyat alanındaki en işlevsel “yapay saygınlık” unsurlarından biri olan “edebiyat etkinlikleri” konusunda birkaç şey söylemek istiyorum. Şüphesiz, bu konuda söyleyeceklerim ülkedeki bütün edebiyat etkinlikleri için değil de “çoğu” için geçerlidir:

Bugün, çeşitli yörelerde gerçekleştirilen edebiyat etkinliklerine konuk ya da konuşmacı olarak katılan isimleri takip eder ve bir yerlere not alırsanız, belirli dönemlerde ikişerli, üçerli bileşkeler (kombinasyonlar) şeklinde çeşitlenen en fazla 15-20 kişilik bir “mükerrer isimler listesi”ne ulaştığınızı fark edersiniz. Gerçekten de mikrofon arkasında olmayı seven ve ancak bu tip bir konumla (sahnede) yazarlığını ya da şairliğini kayıt (teyit) ettirmeyi düşünen o “yazar/şair havuzu” 15-20 kişiden fazla değildir. Geçenlerde, Samsun’daki bir etkinliğin konuklarını eleştiren Samsun’lu bir yerel gazete muhabiri, söz konusu  “yazar/şair havuzu”nu fark etmiş ve bir “Gezici Edebiyat Kumpanyası”na benzetmişti. Peki bu “edebiyat kumpanyası” nasıl çalışıyor?

Çeşitli yörelerde, çeşitli kültür-sanat etkinlikleri gerçekleştirmeyi ve “program boşluğu”nu doldurmayı düşünen bir tüzel kişi (Belediye, Başkan, Müdür vb.) üst başlığını fazlaca önemsemeden, rastlantısal olarak “herhangi bir edebiyat etkinliği” düzenlenmesi yönünde bir talepte bulunuyor. Bu talep, edebiyat konusunda derinlemesine bilgi ve fikir sahibi olmayan, yaratıcılık vasıflarını kaybetmiş ve “aidat toplamak”tan başka bir şey yapmayan bir başka “tüzel kişi”ye (Dernek, Vakıf, Sendika vb.)  ulaşıyor. Hepimiz biliyoruz ki talep alan bu tüzel kişilikler aslında birkaç “kadavra örgüt”ten veya “saygınlık cukkalamanın kilometre taşı”ndan başka bir şey değildir… Kısacası, bu aşamada -birden bire- derneğin ya da sendikanın (referans noktasının) yönetiminde olan kişiler konuyu bir “tüzel kişilik” olarak ele almayı bırakıp, dirsek temas aralığına getirmektedirler. (Bkz: “Editörcülük Oynamak”, S Gazetesi, Sayı:111) Böylece “yönetici”nin kendi yakınında veya kendine yakın bulunan (önceden tanımlı) ilişki ağından üç-dört kişilik, yazarcılık, şaircilik oynamaya hazır ufak bir ekip seçiliyor. Sonra da “Ver elini Türkiye’nin her yeri!  Tabii ya, vur patlasın, çal oynasın, aman, sabahlar olmasın!”

Dikkat ederseniz, bu yöntemle (dirsek temasıyla) organize edilen etkinliklerin konu başlıklarından veya içeriğinden hiç bahsetmedim. Çünkü bu tip etkinlikler için atışın serbest olduğu bazı dipsiz, bulanık ve mükerrer konular (veya korolar) her zaman hazırdır: Taşra ve Edebiyat, Taşra ve Şiir, Günümüz Edebiyat Dergiciliği, Günümüz Türk Şiiri vs… Örneğin, “merkezin taşrası”ndan gelen bir “gezici edebiyat kumpanyası”nın “Taşra ve Günümüz” üzerine ahkâm kesmesi, “taşranın merkezi”nde bulunanlara büyük bir lütuf olarak görülmektedir!  İfadelerimin karşıtlığından ve komikliğinden de tahmin edeceğiniz gibi söz konusu lütuf, büyük bir tipolojik yanılgıdır. Çünkü artık, günümüz iktidarının karakteri “merkezileşme olmadan yoğunlaşmak” gibi bütünsel bir taktikle yapılanmıştır. Taşra ya da merkez, iktidarın yoğunlaşması açısından farksızdır.

Bütün bu anlattıklarıma karşın yazarcılık, şaircilik oynamayanların ve bir edebiyat etkinliğine gezinti amacıyla değil de “yaşamın vicdanı ve atardamarı” olarak katılan sanatçıların varlığı da söz konusudur. Aslında, gerçek lütuf bu insanlardır. Yazarcılık veya şaircilik oynamayan gerçek bir sanatçı –mikrofonun önünde ya da arkasında- iktidar bataklıklarının her türlüsüne doğrudan karşıdır. Örneğin, geçtiğimiz günlerde Latife Tekin’in Karabük’te başına gelenler, orada Latife Tekin üzerinde denenen “mikrofon kapatma ve boyun kırma girişimleri” bu “iktidara karşı duruş”un bir ürünüdür. Latife Tekin, haklılığın inadını yüklenmiştir.
Sonuç olarak, yazının başında tanımladığım edebiyat kumpanyalarının ve mikrofon ardındaki fıkraların, içsiz, mükerrer söylemlerin “program” doldurmaktan, gezintiye çıkmaktan ve yapay saygınlık cukkalamaktan başka bir “iş”e yaramadığı açıktır. Gerçekten “etkin/etken” olan bir “etkinlik” görmek isteyenler, Allen Ginsberg’in (6:45 taifesi tarafından filmleştirilen) “Uluma” adlı şiirini ve proje kapsamında Şenol Erdoğan tarafından bu şiirin icra edilmesini bir yerlerden bulsunlar ve izlesinler…
Zafer YALÇINPINAR

Edebiyat kâhyalığına karşı yazılan şu yazılar da okunabilir;

Editörcülük Oynamak; https://zaferyalcinpinar.com/i15.html

Ödülcülük Oynamak; https://zaferyalcinpinar.com/i17.html

İmzacılık Oynamak; https://zaferyalcinpinar.com/i14.html

Eki
14
2008
1

Bir Defter Al…

Soğuk. Soba sönmüş. Dar, uzun battaniyemin altında yapayalnızdım. Halbuki bilirsin ki ben en iyi yazılarımı sokakta kalabalığın arasında dolaşarak yazmışımdır, evde okuduğumu anlamak için çocuklarımın gürültüsüne muhtacım ve insanların arasından ayrıldığım vakit karaya vurmuş hazin bir palamuda dönerim.

Nâzım Hikmet

Öteki Defterler, YKY, 2008, s.151

(…)

Karyolanın bulunduğu köşe zifiri karanlıktı. O kadar ki Hatice yanı başında sırt üstü yatan kocasının yüzüne sezdirmeden baktığı halde gözlerinin açık olup olmadığını anlayamıyordu. Halbuki balkon kapısının ve pencerelerin yarı yarıya buzlanmış camları dışında adeta beyaz bir gece vardı. Hatice yattığı yerden karlı çam ağaçlarının harikulade dallarını görebiliyordu.
Karyola eskiden öbür köşede kar ışığının hududu içindeydi. Fakat bu sene çam dalları karların altında kalır kalmaz Hatice kocasına:
-Halim, demişti, gece odamızda ateş yakmıyoruz. Hiç olmazsa en karanlık köşede yatalım. Kışın lamba söndükten sonra bir odanın en sıcak yeri en karanlık köşesidir gibi geliyor bana. Zaten kar aydınlığının içinde uyumak, tıpkı yazın ay ışığını yüzümde gözümde hissederek uyumak gibi sinirime dokunuyor.
Ve bir ay önce bir Pazar sabahı karı koca karyolayı odanın bu en karanlık köşesine taşımışlardı.

Nâzım Hikmet

A.g.e, s.72

Eki
14
2008
0

Kapak: Kınar Hanım’ın Denizleri (1959)

Kınar Hanım’ın Denizleri – Ece Ayhan

1959

Eki
13
2008
0

Görsel İş: “Çıkarım”

“Çıkarım” – Zafer Yalçınpınar

Eki
12
2008
1

Bu pencerelerin arkasında beş yüz insan yaşıyordu.

(…)

Avlu su birikintilerinden geçilmez hale gelmişti.

Şadırvanın arkasından bir adam çıktı. Anadan doğma, çırılçıplaktı. Yalnız sağ ayağının parmaklarını kaba bir bezle sarmıştı ki üzeri çamurlu ve kanlıydı.

Meydancılar onu, yollarının üstünde dikildiği için, şadırvanın saçağı altından dışarı ittiler.

Çıplak adam yağmurun içinde ağır ağır yürümeye başladı. Topraktaki su birikintilerine bastıkça duruyor, eğilip yerdeki suyla bacaklarını yıkıyordu.

Avlunun ortasına, elektrik lambasının direği altına kadar geldi. Orada, direğin dibindeki çimento parçasının üstünde durdu. Bağırmak ister gibi ağzını açtı –ses çıkmadı- kapadı. Harap olmuş genç bir kafası vardı. (…) Başıyla beraber vücudunu da dört tarafa döndürdü. Yağmurun içinden şadırvana, erik ağacına, gardiyan kulübesine ve koğuşların pencerelerine baktı. Bu pencerelerin arkasında beş yüz insan yaşıyordu.

Nâzım Hikmet

Öteki Defterler, YKY, 1.Baskı, 2008, s.18

Eki
06
2008
0

Dünyanın Dümeni

(…)Dünyanın dümeni avuç içine sığan bir küçük lastik tüptür; biraz sağa döndür, bütün ağaçlar tek ağaç olur yolun kıyısına serilir; şimdi de azıcık sola çevir, o yeşil dev yarılır, hepsi de geri geri giden yüzlerce çam ağacına dönüşür, yüksek gerilim tellerini taşıyan kuleler aheste aheste yaklaşırlar, teker teker, neşeli bir müzik tümcesidir bu geçit, sözler bile girebilir araya, imge parçaları, yolda görülenlerle ilişkisiz; lastik boru sağa dönüyor, ses yükseldikçe yükseliyor, bir ses teli dayanılmaz bir gerilimle uzuyor, uzuyor ama düşünmek diye bir şey yok artık, şimdi makinadır her şey, gövde makinaya oturtulmuş ve yüze rüzgâr vuruyor, unutuş gibi.(…)

Julio Cortazar (“Gizli Silahlar” adlı öyküsünden…)

Büyüdükçe, Çev: Nihal Yeğinobalı, Alan Yayıncılık, 1985, s. 88

Eki
06
2008
0

Geriye Gitmek… (1949)

 

Yukarıdaki kupür Orhan Veli’nin çıkardığı YAPRAK dergisinin

15 Haziran 1949 tarihli 12. sayısından alınmıştır.

 

Eki
06
2008
0

Yeteneksiz Dâhi

Karşılaşma(encounter) kavramı, yetenek ve yaratıcılık arasındaki önemli ayrımı da daha net kılmamıza yarayacak. Yetenek nörolojik karşılıklara sahip olabilir ve bireye verilen bir şey gibi ele alınabilir. Bireyin, kullansa da kullanmasa da yeteneği olabilir; yetenek bireyde şu ya da bu olarak ölçülebilir. (…) Bazen, Picasso örneğinde olduğu gibi, büyük yetenekle birlikte büyük karşılaşmaya, bunun sonucunda da büyük yaratıcılığa sahip olabiliriz. Bazen sahip olduğumuz, -birçoklarının Scott Fitzgerald örneğinde hissettiği gibi- büyük bir yetenek ve güdük yaratıcılıktır. Bazense pek fazla yeteneği olmayan yüksek yaratıcılık olabilir. Örneğin romancı Thomas Wolfe’un “yeteneksiz dâhi” olduğu söylenmiştir. Onu böylesine yaratıcı kılan, kendini malzemesinin içine tümüyle fırlatması ve bunu söylemek için gösterdiği mücadeleydi —büyüklüğü karşılaşmasının yoğunluğundan geliyordu.

 

Rollo May

Yaratma Cesareti, Metis Yayınları,2003, s.66

 

Eki
05
2008
0

Görsel İş: “Böl-Yönet”

“Böl-Yönet”

Zafer Yalçınpınar (2008)

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com