Tem
31
2011
0

Bozca (I)

 

*

*

Fotoğraflar: Z. Yalçınpınar
Bozcaada 2011

Ayrıca Bkz: https://zaferyalcinpinar.com/kendinianlatan/kendinianlatan.html

Hamiş: Evvel Fanzin kapsamında yayımlanan “Ada” ilgilerine https://zaferyalcinpinar.com/blog/?tag=mermer-adasi adresinden ulaşabilirsiniz.

Tem
28
2011
0

BozcaDADA

“BozcaDADA” by Z. Yalçınpınar, Temmuz 2011, Bozcaada

“BozcaDADA” by Z. Yalçınpınar, Temmuz 2011, Bozcaada

Ayrıca Bkz: https://zaferyalcinpinar.com/kendinianlatan/kendinianlatan.html

Tem
13
2011
2

Santrfor Yaşar Yalçınpınar (1914-1998)

Fenerbahçe formasıyla santrfor Yaşar Yalçınpınar.
Hava topuna çıkarken… (1938)
(Z. Yalçınpınar Arşivi’nden…)

Aslında, büyükamcam (babamın amcası) Yaşar Yalçınpınar’ın futbolculuk geçmişine ilişkin fazla bilgi sahibi değiliz. Büyükamcam, garip bir şekilde, 1933-1945 yılları arasında futbol oynadığı döneme ilişkin hiç konuşmazdı. Mizacı böyleydi. Televizyonda bir futbol maçı izlerken kendini kaybedip futbolcuların davranışları, skor ya da oyunun gidişatı üzerine bir şey söylediğini de hatırlamıyorum. Her zaman sessiz sessiz oturur, dikkatlice maçı izlerdi. Ben okuduğum lisenin basketbol takımı ile D.S.İ.’nin basketbol takımında oynarken, birkaç kez beni yanına çekerek “Antrenmanlar nasıl gidiyor?” diye sorması ve arada bir “İyi antrenman yapmalısın. Çünkü basketbol yorucu oyundur, futbol gibi değildir. Futbolda top sende değilken dinlenebilirsin ama basketbolda hiçbir zaman dinlenemezsin!” demesinin dışında spor ya da futbol hakkında bana bir şey söylediğini hatırlamıyorum. Bununla birlikte, 50’li yılların sonuna doğru futbolun endüstrileşerek değişmesini, büyükamcamın futbol geçmişini kayıt altına alacak (buna merak duyacak) bir evlâdının olmaması ile ailemin benden önceki kuşağının futbola ve tarihine yeterince ilgi duymamasını da büyükamcamın -özellikle futbol konusunda- takındığı içe dönük mizacın nedenleri olarak görebiliriz. Sonuçta, babamın büyükamcam hakkında aktardıkları dışında tutarlı bir bilgiye sahip değiliz.

Büyükamcam 1914’te Kadıköy’ün Kuşdili semtinde doğuyor. Santrfor Yaşar Yalçınpınar, 30’lu yılların ortasında genç bir delikanlıyken Kuşdili semtindeki arkadaşlarıyla futbol oynamaya başlamış. Kuşdili’nde, sokakta, bir duvarın önünde sürekli olarak duvara topu göndererek sağ ayak sol ayak paslaşma çalışması yaparmış. Arkadaşlarının arasında çok azimli, hırslı, içine kapanık, ters ve inatçı biri olarak tanınırmış gençliğinde… 1936 öncesinde semt takımları arasında oynanan birçok özel maça katılmış. Büyükamcamın Moda, Üsküdar ve Kuşdili’nin yanı sıra Büyükada, Heybeliada, Kınalıada semti takımları için forma giydiğini ve birçok kez İstanbul Karması’nda yer aldığını da ancak eski fotoğraflardan öğrenebiliyoruz.


1937’de İzmir Fuarı münasebetiyle oluşturulan İstanbul Karması.

(Soldan beşinci; Yaşar Yalçınpınar)
(Z. Yalçınpınar Arşivi’nden…)

Santrfor Yaşar, 1934-35’te büyükteyzem Meral ile tanışıyor ve evlenmeye karar veriyorlar. Büyükamcamın evlilikten önce askerlik ödevini tamamlaması gerekiyor. Askerliği Ankara’ya çıkıyor ve İmalat-ı Harbiye fabrikasında kasatura kalıp ustası olarak çalışıyor. Orada büyükamcamın futbola olan ilgisini, kabiliyetini farkediyorlar ve Ankaragücü takımına alıyorlar. Santrfor Yaşar, Ankaragücü’nde çok başarılı maçlar çıkarıyor; 1935-36 sezonunda Ankaragücü formasıyla Ankara Ligi şampiyonluğu yaşıyor. 3 Mayıs 1936’da Ankaragücü’nün Galatasaray’ı 3-2 mağlup ettiği maçta Ankaragücü’nün gollerinden birini büyükamcam atıyor.


Galatasaray’ı 3-2 mağlup eden Ankaragücü kadrosu (1936)

(Oturanlarda soldan ikinci; Yaşar Yalçınpınar)


Ankaragücü formasıyla santrfor Yaşar Yalçınpınar.
(Z. Yalçınpınar Arşivi’nden…)


“Fenerbahçe Tarihi” adlı kapsamlı ve sıkı kitabın yazarı Dr. Rüştü Dağlaroğlu, büyükamcamın Fenerbahçe Spor Kulübü’ne Üsküdar’daki “Anadolu” kulübünden 1938 yılında transfer olduğunu not düşmüş. Ancak bizim bu konuda -ailece- bildiğimiz ise büyükamcamın  Ankaragücü’nde oynarken, dönemin Fenerbahçe Başkanı Sn. Ali Muhittin Hacı Bekir tarafından kulübe transfer edildiğidir. Fenerbahçe’nin eski başkanlarından Sn. Faruk Ilgaz Bey ise büyükamcamın Kuşdili’nde tanınan ve kabiliyetli bir futbolcu olduğunu, Ankaragücü’nden önce de Fenerbahçe tarafından bilindiğini ve takip edildiğini ifade ediyor.

Fenerbahçe formasıyla santrfor Yaşar Yalçınpınar. (Fenerbahçe Stadı, 1939)
(Z. Yalçınpınar Arşivi’nden…)

Fenerbahçe Spor Kulübü müze müdürü Sn. Alp Bacıoğlu’yla birlikte kulübün kayıtlarına baktığımızda, büyükamcamın 1938-1941 yılları arasında toplamda 75 resmi ve özel maçta Fenerbahçe forması giydiği,  toplamda da 60 golün sahibi olduğunu öğreniyoruz.  29 Ocak 1939 tarihinde Fenerbahçe Futbol Takımı, İstanbul Ligi maçında Fenerbahçe Stadı’nda Galatasaray’ı  3-2  mağlup ederken gollerin ikisini Yaşar Yalçınpınar  ve birini de Esat Kaner atıyor. 30 Ekim 1939′da Galatasaray ve Fenerbahçe arasında oynanan Cumhuriyet Bayramı Kupası maçında, Fenerbahçe 1-0 gerideyken santrfor Yaşar Yalçınpınar üst üste iki gol atıyor ve skoru 2-1′e getiriyor. Bunun üzerine maçın 65. dakikasında olaylar ve arbede çıkıyor.  Maç tatil ediliyor, Fenerbahçe kupayı hükmen kazanıyor!* 30 Ekim 1940’ta, Fenerbahçe Futbol takımı, Fenerbahçe Stadı’nda oynanan Vatan Kupası maçında Galatasaray ile  3-3  berabere kalırken Fenerbahçe’nin gollerini Esat Kaner, Melih Kotanca ve Yaşar Yalçınpınar atıyor. 1940 yılında Fenerbahçe formasıyla milli küme şampiyonluğu yaşıyor. Büyükamcam, en ünlü golünü Romanya’yla oynadığımız özel bir milli maçta atıyor: Milli takımımız 1-0 gerideyken 30-35 metreden çok sert bir şut, gol oluyor. Kaleci yerinden kıpırdayamıyor bile.

Sn. Faruk Ilgaz Bey, 11 Şubat 2011 tarihli Fenerbahçe Gazetesi’nde dönemin futbolcularına ve futbol ruhuna ilişkin olarak şu satırları kaleme almış:

“(…)Eski günlerde Fenerbahçe Stadı ilkel olduğu zamanda Kadıköy’deki futbola meraklı gençler mahalleler asındaki çeşitli arsalarda maçlar yapıyorlardı. O tarihlerde Kadıköy’ün muhtelif semtlerinden: Moda, Kuşdili, Bakla tarlası, Kızıltoprak, Erenköy, Bostancı, Hasanpaşa, İbrahimağa mahallelerindeki çayır ve arsalarda yetişen gençler çoğunlukla Fenerbahçe kulübüne giriyorlardı.
Bu anlamda zaman içinde, Moda’dan; Esat Kaner, Kuşdili’nden; Yaşar Yalçınpınar, Bakla tarlası’ndan; Fikret ile Semih Arıcan ve Bülent Büyükyüksel, Erenköy’den; Fikret Kırcan, Erol Keskin ile Naim Şukal ve Hasanpaşa’dan; Halit Deringör, Müjdat Yetkiner, Sabri Kiraz ve Zeynel Üner temayüz ederek Fenerbahçe’ye gelmişler ve onun şampiyonluklarında emek vermişlerdi. (…)”


Fenerbahçe formasıylaYaşar Yalçınpınar futbolcu kartı… (1940)

(Fenerbahçe Spor Kulübü Müzesi Arşivi’nden…)

Santrfor Yaşar Yalçınpınar’ın 1938’de ve sonrasındaki senelerde Fenerbahçe takımındaki en yakın arkadaşları şöyle: Esat Kaner, Taka Naci, Fikret Kırcan, (Çingene) Lebib Elmas, Zeynel Üner ve Müjdat Yetkiner… Esat Kaner’le, Zeynel Üner’le ve Lebib Elmas’la dostluğu çok daha derin, çok daha sıkı dostlar… Büyükamcam, Zeynel Üner’e “Zogo” diye hitap edermiş, arkadaşları arasında Zeynel Üner’in lakabı “Zogo”ymuş. Zogo Zeynel ava çıkmayı çok severmiş, birkaç kez amcamla birlikte ava çıkmışlar. Böylesi dostlukları ve yaşantıları incelediğimizde, günümüzdeki endüstrileşmiş futbol ile o dönemdeki semt futbolu ruhunun çok önemli bir karşıtlık oluşturduğunun farkına varmaktayız.

Fenerbahçe’de 50 maçın üzerinde forma giyen futbolcular listesinden bir görüntü.
(Fenerbahçe Spor Kulübü Müzesi Arşivi’nden…)

1970’li yıllarda eşi Meral’in parkinson hastalığına yakalanmasının ardından büyükamcamın suskunluğunun arttığı ve yaşama sevincinin azaldığı da ailemiz arasında bilinmektedir. Büyükamcam santrfor Yaşar Yalçınpınar, hayatının son yıllarını Marmara Adası’ndaki yazlığımızda büyükteyzem Meral’le birlikte geçirdi. Büyükteyzem Meral  8 Aralık 1987’de,  santrfor Yaşar ise 18 Ağustos 1998’de vefat etti. (Büyükamacam vefat ettiğinde Sn. Faruk Ilgaz Bey, Erenköy’deki evimize taziye ziyaretine gelmişti. 2009 yılında -Lefter heykelinin açılışında- Sn. Faruk Ilgaz Bey’le karşılaştık ve babamla birlikte elini öptük. Sn. Faruk Ilgaz Bey, bize, amcamı ve futbolculuğunu çok sevdiğini ifade etti.)


Yaşar Yalçınpınar’ın Fenerbahçe Spor Kulübü Üye Kimliği

(Fenerbahçe Spor Kulübü Müzesi Arşivi’nden…)

Sonuçta, Fenerbahçe Spor Kulübü’nün 1/1/1933 giriş tarihli ve 582 numaralı üyesi olan büyükamacam santrfor Yaşar Yalçınpınar hakkında bildiklerimiz -şimdilik- bu yazıda aktarmaya çalıştıklarımızdan ibarettir. Eminim ki Sn. Faruk Ilgaz  ve Sn. Zeynel Üner, büyükamcamın futbol yaşantısı hakkında birçok şey biliyorlardır; çeşitli ayrıntılara, anılara, hikâyelere vâkıflardır.

Bu kısa yazıyı Sn. Zeynel Üner Bey’in Sn. Faruk Ilgaz Bey’e aktardığı ilginç bir anıyla bitirmek yerinde olacaktır:

“Futbolcu arkadaşım Yaşar Yalçınpınar ve kız arkadaşlarımızla Belvü Gazinosu’nda oturuyorduk. Bir de baktık ki, o tarihte kulübümüz yönetim kurulunda vazife görmekte olan, sonradan Fenerbahçe Kulübü başkanı olacak  Hacı Bekir Bey orada idi. Biz utanç ve şaşkınlık içinde iken, nur içinde yatsın, Hacı Bekir Bey bize bir garson ile zarf içinde 40 lira göndermişti.. Hesabı ödememiz için!..”

Zafer Yalçınpınar (Zy)
23 Mayıs 2011

Hamişler ve Güncellemeler:

* 30 Ekim 1939’da Galatasaray ve Fenerbahçe arasında oynanan Cumhuriyet Bayramı Kupası maçına ilişkin ayrıntı 12 Temmuz 2011 tarihinde yazıya eklenmiştir.

İşbu yazının PDF biçemine https://zaferyalcinpinar.com/yasaryalcinpinar.pdf adresinden ulaşabilirsiniz.

“Fenerbahçe Tarihi” adlı web sitesinde yer alan “Fenerbahçe’nin Santrforu Yaşar Yalçınpınar” başlıklı incelemeye (pdf olarak) https://evvel.org/yasaryalcinpinarfbtarihi.pdf adresinden ulaşabilirsiniz. (Güncelleme: Mayıs 2020)

EVV3L kapsamında yayımlanan “Fenerbahçe Spor Kulübü” başlıklı ilgilere https://evvel.org/kara-deryalarda-bir-fenersin adresinden, “Yaşar Yalçınpınar” arşivine ise https://evvel.org/ilgi/yasar-yalcinpinar adresinden ulaşabilirsiniz.

Haz
19
2011
0

“Cevap” olarak… (19 Haziran 2011)

Kuşların bana söylediğine/ilettiğine göre, Yeni Sinsiyet‘in nemalanıcıları, şiir simsarları ve edebiyat/sanat kâhyaları sağda solda vızıldamaya başlamış. Zafer Yalçınpınar‘ın ne iğrenç bir adam olduğu yönünde “dezenformasyon” uyguluyorlarmış, dedikodu döndürüyorlarmış. Kulaktan kulağa fısıldaşıp, iç içe iki kaşık gibi haysiyetsizce davranarak sağa sola beni kötülüyorlarmış, filan… Yıllardır aynı şey…
O muhterislere sözüm şudur:  “Devam edin!”
Ki biz de -tarihsel bir vazife olarak- aşağıdaki şiiri bir 80 sene daha size ithaf edelim;

CEVAP

(…)
Yala bal tutan beş parmağını
____________beş çürük muz gibi,
homurdanarak dolaş besili bir domuz gibi
Meydan senin…
___________mi dersin?

Hata edersin,
bizde o göz var mı baksana!!
Ben içirmek için sana
_________kendi kara kanını
bir ateş çemberi çevirdim dört yanını,
sağa git
____yok geçit,
sola git yok,
ileri
___geri
______yok.
Kıvır kuyruk kalemini kalbine sok
bir akrep gibi intihar et…

Nâzım Hikmet

Haz
07
2011
0

E-Kitap: KIZGIN (Zafer Yalçınpınar)

 

“Kızgın”
Zafer Yalçınpınar

Haziran 2011
(2009-2011 şiirlerinden ara imgelem…)

Kızgın‘ı, https://zaferyalcinpinar.com/kizgin.pdf adresinden indirebilirsiniz.

Hamiş: 2003-2011 yılları arasında yayımlanan Zafer Yalçınpınar e-kitaplarının tümüne https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=5982 adresinden ulaşabilirsiniz.

Haz
01
2011
0

Zafer Yalçınpınar E-Kitapları

2003-2011 tarihleri arasında yayımlanan Zafer Yalçınpınar E-Kitapları:

Kızgın – Şiir- 2011
https://zaferyalcinpinar.com/kizgin.pdf

Taş Uçak Şiir Sergisi Kataloğu 2009
https://zaferyalcinpinar.com/tasucakkatalog.pdf

yeniŞ – görselişler -2010
https://zaferyalcinpinar.com/yenis.pdf

Durgun– Şiir – 2009
https://zaferyalcinpinar.com/durgun.pdf

Kelimenin Yüzü– İçSözlük – 2007
https://zaferyalcinpinar.com/kelimeninyuzu.pdf

ŞİİŞ – Görsel İşler – 2006
https://zaferyalcinpinar.com/siis.pdf

Çalgıdönüm – Şiir – 2005
https://zaferyalcinpinar.com/calgidonum.pdf

Kalem Konçertoları – Anlatı – 2002-2003
https://zaferyalcinpinar.com/kalem_koncertolari.pdf

May
26
2011
0
May
21
2011
0
May
21
2011
0

Kendini Anlatan: “Kızgın ve Kırgın”

“Kızgın ve Kırgın”
by Zafer Yalçınpınar (Zy)

Marmara Adası, Mayıs 2011

May
16
2011
0

Sesli Kütüphane’de; “Kelimenin Yüzü”

2007’de Çekirdek Sanat Yayınları tarafından yayımlanan “Kelimenin Yüzü” adlı poetik sözlüğümü Kadıköy Görme Engelliler Sesli Kütüphanesi kapsamında bir sesli kitaba dönüştürmenin coşkusunu yaşıyorum bugün… Böylesi şiirsel bir proje için Kelimenin Yüzü’nü -seve seve- seslendirdim. Yaşamın şiirselliğine ve “imgelemin özgürlüğü”ne inanan tüm Kadıköy taifesini bu projeye destek vermeye davet ediyorum: Sesli Kütüphane Projesi kapsamında gönüllü okuyucu olmak ya da kitabını seslendirmek isteyenler meyse.budakli@kadikoy.bel.tr e-posta adresinden Sn. Meyse Yılmaz Budaklı ile iletişime geçebilirler. (Zy)

Hamiş: Kadıköy Görme Engelliler Sesli Kütüphanesi’nin web sitesine https://www.gormeengelliler.kadikoy.bel.tr adresinden ulaşabilirsiniz.

May
13
2011
0

“İplikhane” ya da “Uzuncaova”

“Uzuncaova” lakaplı İplikhane Fabrikası, İstanbul’un tarihindeki gizemli konularından biridir. NTV Tarih’in Şubat 2009 tarihli ilk sayısında M. Erdem Kabadayı, İplikhane’ye ilişkin bir yazı kaleme almış. Yazının tam metnine https://zaferyalcinpinar.com/iplikhane.jpg adresinden ulaşabilirsiniz.

(…)
1.
sıcak soğuk ayırt etmeden
sabah akşam kendimizden geçtik
gerçeğe dokunduk diyedir
uzuncaovaya gönderildik

2.
zorlandık iplikhanedeki sürgünümüzde
görünmez ve kalın halatlar ördük
yalanlardan yalanlarla
________________yalanların arasına
nakış gibi eliböğründeler diktik
hırslıların hırslarının
_______________tüm çıkıntılarına

3.
bir el arabası bile yoktu
gaz tenekesiyle taşlar taşıdık
kalbsizlerin kalbinin olmadığı yerden
(…)

Z. Yalçınpınar, 2010

Hamiş: Şiirin tamamına https://zaferyalcinpinar.com/s76.html adresinden ulaşabilirsiniz.

May
07
2011
0

KUŞDİLİMGELİMİMDE (Z. Yalçınpınar)

(…)
2.
kafana koy, bu böyledir burada:
yürür suyun akışkanlığı
________________sokaksızdır toprak
yeşersin diye yaşamak
sonsuz dipsiz hafızasıyla
kumrular her şeye kafayı takar
kovalarsın geri gelir
______________böyledir yuvası adına
_____________________________yaşamak

(…)

5.
fakat ben bu yangını bir gül gibi tuttum
aydınlanmak pahasına
yumruklarımda

6.
tek bir boşluğun çoğunluğunu
çoğlayayım da çoğalsın hepsi
kuşdilimgelemimde
seçim öncesi

Zafer Yalçınpınar

Şiirin tamamına https://zaferyalcinpinar.com/s92.html adresinden ulaşabilirsiniz.

May
07
2011
0

Yapayalnız bırakıldı…

“(…)haksızlık edildi adama. Yapayalnız bırakıldı.” (E. Ayhan)

“Sait Faik’in Durumu” adlı yazıya https://zaferyalcinpinar.com/k9.html adresinden ulaşabilirsiniz.

Nis
10
2011
0

Hiledarın Sonu (Z. Yalçınpınar)

sandalyelerinin hepsi gıcırdıyor
___________________yalanlarının ağırlığından
masan tüm köşelerini reddetti
___________________sözlerinin dolambacından
saçların seni terk ediyor
___________________fikrinin arsızlığından
(…)

Hamiş: Şiirin tamamına https://zaferyalcinpinar.com/s91.html adresinden ulaşabilirsiniz.

Nis
02
2011
0

Söyleşi: “Yazıyı Derinliğine Yazmak”

Hande Edremit’le birlikte keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik… Söyleşinin tam metni aşağıda yer almaktadır.

Zafer Yalçınpınar: “İsimlerin hesabı yoktur müdürüm!” diyorum sevdiğini söylediğin bir şiirimde. Sahici edebiyatı, öze dair bir imi, şiirselliğin sıkılığını cetvelle ölçemeyiz gibi geliyor bana… Sıkı şiir nedir senin gözünde? Bunu bir koyalım ortaya… Kafadan…

Hande Edremit: Sıkı şiir.. Herşeyden önce şiirdir yani hiçbirşeydir. İşaret eder ancak kendisi işaret ettiğinden bağımsız bir gerçek-üretecidir. Gerçekle ilişkisi gerçekdışıdır. Yazan kişi hedef tahtasını gördüğünde, okun varmasını ya da ıskalamasını umursamaz. Hareketi, süreci yaratırken, kendi gibi kalamamasına bağlıdır. Böylece hedef hiçbir zaman gerçekleştirilemez. Şiir sıkıysa şair yaptığı şeyi sonradan fark edecektir. Peki, siz sıkı şiir yazan biri olarak bu durumu nasıl açıklarsınız. Şiir ve yazma hareketi arasında nasıl bağlantı var? Nasıl oluyor da o boşluğu yaratabiliyoruz anda?

Z.Y.: Bence, şiir, sözün ötesindekine varmaya, sözün ötesindekiyle buluşmaya çalışır. Söz, özün giysisidir. Tarih boyunca böyle olmuştur. Şiir, verili noktadan ayrı olarak kendini biçimlendirir, böylesi bir meta-imgelemdir. Yani sıkı şiir, sözün ayrıcalığını -kutsallığını- imgesel olarak savunabilir, geliştirebilir ancak. “Anlam ise sonradan gelir” diyor ustam Oruç Aruoba. Aslında “anlam” denen şey, anlamın gücüne inanan bilimsellik, “ilerleme ilkesi”, şu, bu, anlama ilişkin ne varsa filan 2. Dünya Savaşı sonrasında çok büyük bir darbe aldı. “Strateji ile Performans” hastalığı diyebileceğim bir şey kaldı geriye 2. Dünya Savaşı sonrasında… Endüst-realite, kapitalizm, iktisat retoriği, sosyoloji, psikoloji retoriği filan da bu yıkımın ürünüdür. Sonuçta, düşün/düşünce ortamı tıkandı. Çünkü düşün/düşünce ortamı da şiir gibi pragmatik değildir. Yani sonuç odaklı değildir, süreç odaklıdır. Sıkı şiir, senin de dediğin gibi pragmatik bir şey değildir. Gecikmelidir. Bu nedenledir ki şiir ve felsefe arasında tarih boyunca kopmayacak sıkı bir bağ var. Bu nedenledir ki günümüzün sıkı şiirinde dizeler birer “önerme” biçiminde de kurulabiliyor.

H.E.: İkinci Dünya Savaşı sonrası düşün ortamının durumunu ortaya koydunuz. Bunun izleri şiirlerinizde de ifadesini buluyor. “Çöplerinizden tanırım sizi.” diyorsunuz Hafız: Kimlik’in bir yerinde. Çöplerin yüzünde kimliğin göstergesi vücut buluyor. Yeniden üretilmiş gerçekliğin içinde bizi çöpe, “iğrence” yönelten bir şey var gerçekten de. Samimi ve arayışı kucaklayan bir şey. Değerin, çöpe dönüşme süreci çok hızlı, kanıksanmış… Artık çöp deyince muz kabuğu gelmiyor aklımıza; kendimize, hayata yönelişimiz geliyor. Arzu duyduğumuz şeyi çöpe çevirme süreci ömrü ifade ediyor. Ama biliyorum ki biz bunu is-te-me-di-ği-mi-zi fark ediyoruz. Edilgen tüketmeyen süjeler olmak mümkün değilse de kesif durma halleriyle boşluklar koymayı öğreniyoruz; koşullandırmalarla kendi aramıza. İsteğimizi fark etmek için buna mecburuz çünkü. Gene Meydansız’dan gitmiş olacağım ama, ben bu dizeyi rahatsız etmek istiyorum: “sizi/çöplerinizden/bilir/im.”

Z.Y.: Çok önemli bir yerden yaklaşıyorsun, çünkü Meydansız’daki şiirlerimin tümünün Paul Éluard’ın “Boşluk bakışlarımın biçimini taşıyor” dizesini teyit eder nitelikte bir türev işlevselliğe sahip olduğunu düşünüyorum. Bir meydanın boşluğu, böylesi bir boşluğun sürekli yinelenmesi -hatta Ionesco’ya gönderme yapalım; o meydandaki “boşluk selleri”- meydansız kalmanın içe dönük öfkesi, hümanizmin birliktelik olgusunun zayıflaması gibi şeyler o kitabımda belirleyicidir. Peki içimizdeki bu “boşluk” duygusunun kaynağı nedir? Tabiî ki günümüz yaşantısına hâkim olan Yeni Kapitalizm’in aşıladığı “sürekli yenilgi”dir. Bir önceki kuşak bunu açıkça fark ediyordu, ama benim kuşağımla birlikte -yani 2000’lerde- boşluk duygusuyla ve “bezdiri”yle yaşamak içselleştirilmiş bir “tipoloji” haline geldi. 70’lerin ardından, Yeni Kapitalizm’in iktisadi söylemleri, endüstriyel tüketim topluluğunun kavramsal arkaplanına “bezdiri”yi de ekledi. Yeni Kapitalizm’in yönetsel süreçleri sürekli bir psikolojik taciz ve bezdiriyle kamçılanan tüketicileri arzuluyordu: Sürekli tüketecek ve ürettiği değerden fazlasını isteyecek bir insanlığı… Tüketemediğinde bezecek, sıkılacak bir insanlığı… “Bezdiri” nedeniyle sürekli kimlik ya da benlik değiştirecek ve yeniden tüketim arayışlarına girecek bir insanlığı… (Eskiden “anlam-arayış” vardı, şimdilerde ise “tüketim-arayış” var.) Yeni Kapitalizm, hayatın her alanında -evlilikte, dostlukta, sanatta, işyerlerinde- tükettiği kadar mutlu olacak bir tipoloji yarattı. Bu tipolojinin yaşadığı son ekonomik krizin kök-nedeni “ürettiği değerden fazlasını istemek”tir. Bu da son dönemde, her yerde, ama her yerde “bezdiri”yi daha da arttırmaktadır. Bir “hiç” ya da “boşluk” için işyerlerinde, plazalarda birbiriyle psikolojik savaş halinde olan, birbirlerine “bezdiri” uygulayan bir topluluk oluştu. İnsanların kafalarındaki evren tasavvuru, tüketimin sürdürülebilirliğine ve hızına odaklandı… Peki bu dandik ve çöpvari fotoğrafta “şiir” ya da “imgelemin özgürleşmesi” nerede duruyor? Çok önemli bir yerde duruyor. Çünkü sıkı bir şiirin, sahici bir şiirin iktisadı yoktur. İmgelemin özgürleşmesi yolunda yazılan şiirler içinde iktisat barındırmaz. Tüm poetik bildirilerimde bunu işaret ettim. (Son 4-5 sene içerisinde kültür ajansları, şiir festivalleri, antolojiciler, şiir yarışmaları, üleştirmenler, jüriler, edebiyat kâhyaları, üçkâğıtçı editörler filan bu durumu tersine çevirmeye çalıştılar ama başaramadılar.) Bugün, hâlâ, sıkı şairlerin varlığı, şiir yazabiliyor olmak, özgür bir imgelemden bahsedebilmek çok önemli bir yüzleştirmedir. Şiir, biraz önce ortaya koyduğumuz tüketim topluluğunu -gecikmeli olarak- kendisiyle yüzleştirir. Şiir, imgeleminin gücü, özgürlüğü ve biricikliği oranında -gecikmeli olarak- insanların insanlığını uyandırır, ayıltır, hatırlatır niteliktedir. Bu söylediğimin geçerliliğini de, ancak, tarihin ve sözün salınımını araştırarak, kenarda kıyıda kalmış efemeraları inceleyerek yani “tarihi bekleyerek” kavrayabiliriz. “Anlam”, işte böyledir, “sonradan gelir”. En azından ben böyle kavradım, böyle yaklaşıyorum meseleye… Brecht mesela… Brecht’in yarattığı tiyatro, o günkü tipolojiler ile halkı yüzleştirmekten başka neydi ki?

H.E: Brecht de bunu görünür kılarak yapmayı amaçladı. Bezdiri uygulamaları topluluk ilişkilerini açıklamada önemli bir yerde duruyor. “Denizaltı Edebiyatı” adlı bildirinizde “Ödüller insansızdır.” diyorsunuz. Ece Ayhan da “Şairlere ödüller verileceğini duyunca, şunları düşündüm: Demek yasalar da yetmemiş, ölüm şairlerle toplu fotoğraf çektirmek istiyor.” demişti. Günlük hayatta da biraz bu şekilde var olmaya çalışıyoruz sanki. Fotoğraflarla önceden belirlenmiş bir sahneyi yaratmaya daha kötüsü yaşamaya çalışarak…

Z.Y.: Ödül konusu son derece karışık bir konu… Şimdi, her şeyi bir kenara bırakalım ve meseleye dil açısından bakalım: Bugün, “Ödül” dediğimiz anda imgesel olarak ödülü alan kişiyi ya da eseri değil “ödül sistematiği”nin kendisini ya da ödülün metasını işaret ediyoruz, yüceltiyoruz, ayrıcalıklandırıyoruz. Eskiden böyle değildi. Şimdilerde, rekabet, kazanmak, yarışmak, hırs, farklılık, üstünlük filan gibi şeyler doğrudan aklımıza geliyor. Ödüllendirme denen şey, Yeni Kapitalizm’in yönetim süreçlerinin içerisinde düşünüldüğünde bir “isteklendirme” türüdür ve iktidar heveslileriyle iktidar sahiplerinin buluştuğu bir podyumdur. Ödül, iktidarın, kendi iktidarını kuvvetlendirdiği bir araçtır. Ödüller sahici değildir. “Ödül Sistematiği” denen şeyden podyumu, ışıkları, jüriyi, ödülü takdim edeni, alkış seslerini, o kırıtışları, gazetelerdeki haberleri, duyuruları filan kaldırın, geriye ne kalır? Şiltler, plaketler filan kalır. Zaten, bu şiltler, plaketler filan birer “simge” değil midir? İmgelemi kuvvetli bir şair için “ödül” denen şeyin karşılığı böylesi bir “sıradan simge” olamaz. Çünkü ödül sistematiğinin demin saydığım bileşenlerinin hiçbiri de imgelemin özgürleşmesiyle bağlantılı değildir. Şairin ödülü sıkı şiir yazmak, yazabilmektir. Şairin ödülü; tüm baskılara rağmen özgür bakışını, imgeselliğinin biricikliğini kaybetmemektir. Derdi şudur şairin; töze nüfuz edebilmek, tözü imlemek… Şair, şiirinin sıkılığını, dizelerinin gücünü yarışmalarla, ödüllerle filan teyit ettiremez. Bakın, bugünün edebiyat ortalığını birazcık araştırdığınızda “ödülsüz” bir şair bulmakta zorlanırsınız. Herkesin bir yığın ödülü var yahu… Nerede kaldı bu adamların ayrıcalığı filan? Ama benim dediğim anlamda, yani imgelemin özgürleşmesi ve töze nüfuz edebilmek yönünde ödüllendirilmiş şair sayısı bir elimin parmaklarının sayısını geçmez. Bu nedenle “Ödüller insansızdır” dedim. Ayrıca, şu ödül geyiğini bir kenara bırakalım, lanet olsun ödüllere filan… Aslında çok merak ediyorum, “Denizaltı Edebiyatı” bildirisini okuduğunda başka neler hissettin, neler düşündün, neyi gördün?

H.E: Denizaltı Edebiyatı bildirisi…Doğrusu okuduğumda hiç de zarif bir tepki vermedim; “yuh” dedim. Heyecanlanmıştım. Bu ilk tepkiden sonra defalarca okuyacaktım zaten. Bu bildiride gördüğüm, kendi bakışımdı. İnsanların da okuyunca aynı tepkiyi vereceğini sanıyorum. Ama bunun dışında, bildirinin “bizim edebiyatımız” için önemli bir noktada durduğunu düşünüyorum. Felsefenin edebiyatımızla temasının, kesişim kümesidir Denizaltı. Olması gerekendir bir bakıma. Dönem dönem çeşitli bildiriler, konjonktürün önerdiği sanat anlayışını ifade etmek, karşı çıkmak için yer almıştır her zaman. Ama burada olan mevcut zihniyetin karşısına geçip bir tersinleme yapmak ya da bir akıma ismini koymaktan farklı… Uzun zamandır oluşmakta olanın kendini sızdırmasıdır bence durum… Hans Arp’ın dadayla ilgili söylediği birşey var; “Biz hepimiz Dada’nın varoluşundan önce de dadaydık.” der. Denizaltı Edebiyatı için de durum böyle biraz. Gerçeği yeniden kurarak değil ama ona yaklaşarak, içinden, çevresinden geçerek, yine başka bir gerçeği kullanarak ortaya çıkarma arayışı… Daha başından, sonucu hedeflemeyen bir arayış. Denizaltı’nda bu açıdan günlük yaşayışımda hissettiğim, zihnimde duyduğum ve anlatmakta herkesin-her zaman zorlanacağı şeyin adsızlığının ilanını gördüm. Bizi imgelere götüren de bu adsızlık. Kelimeleri içine çeken, varlığı çevresine yaydığı titreşimle hissedilebilen ama dokunamadığımız, henüz. Denizaltı bu dokunuşun açlığıdır. Biçimin kendisine atfedilen soytarılıktan sıyrılıp, nefes aldığının da bir göstergesidir. Bunun gecikmeli olarak titreşimlerini hissetmeye devam edeceğiz. Bir umuttan çok, öngörü diyelim.

Z.Y: Evet… Zaten, Denizaltı Edebiyatı’nı bir “manifesto” olarak değil de “bildiri” olarak dile getirmemin nedenlerinden biri de bahsettiğin öngörüdür. Daha doğrusu diğer bildirilerimle birlikte düşünülmesi gereken sezgisel bir alan derinliğidir. Ben denizaltı edebiyatı bildirisiyle birlikte sıkı şiir için özel bir alan derinliğinin gerekliliğini işaret ettim. Şiirsel derinliğe önem vermemin bir nedeni de “Yeraltı Edebiyatı” denen şeyin endüstrileşmesi, iktidara ve gaddarlığa paydaş olmaya başlamasıdır. Bunu dilde de görüyoruz. Yani, tümü için söylemiyorum ama yeraltı edebiyatı heveslilerinin çoğunluğu imgelemin özgürleşmesi yolunda hareket etmiyor artık… Bir ezberin peşindeler sanki. Oysa ki sıkı şiir, ezber bozar! Ezberlenemez!

H.E: Sıkı şiiri tanımamıza yetecek kadar biliyoruz artık onu. Peki metinlerde, özellikle kurgu metinlerde durum nasıl? Son zamanlarda yaratıcı yazım ve kolektif yazın üretiminden sıkça bahsediliyor. Çeşitli grup çalışmaları ya da bir takım yaratıcı yazarlık kursları düzenleniyor. Bununla ilgili bir takım kitaplar ve “yöntemler” mevcut. Bunun yazın üretimiyle nasıl bir ilişkisi olduğunu düşünüyorsunuz. Kurgu metni yaratan nedir?

Z.Y.: Sözlerinde sanki senin de rahatsız olduğun bir “endüstrileşme” durumu var. Bunu hissediyorsun, bundan rahatsızsın ama açık açık ifade etmiyorsun gibi… Kurgu aslında çok önemli bir şey… Tipoloji, olay, imgelem, uzam ve zamanlama gibi birçok bileşenin arasındaki dengeyi sağlayan bir kimya… Sadece düzyazıda değil şiirlerde, şiirsel metinlerde de önemli… Ancak, özellikle 70’lerin başında “yapısalcılık” hemen hemen tüm kurgu metinlere hâkim oldu. Kurgu metinlere “endüstri” kokusunu bulaştıran da bu “yapısalcılık” zaten… Edebi metinlere birer “mühendislik” işi gibi bakılmaya başlandı. Anlatı yerlemlerinin hesabı tutuldu birer muhasebeci gibi… Bu noktada sinemanın gelişimi ve endüstrileşmesi de önemli… Ancak, kurgu meselesinde bir “doz aşımı” var gibi geliyor bana… Şöyle ki, sorunda bahsettiğin kollektif çalışma, ekip çalışması filan bana Yeni Kapitalizm’in “üretim adası” mantığını hatırlatıyor. Artık, üretimde fordizmin klasik üretim bantları yerine “yarı otonom” diyebileceğimiz üretim adaları mantığı, proje yönetimi kafası var. Projelendirilen bu metin yazarlığı birlikteliklerinde, endüstriyel yaşamda sık sık gördüğümüz maliyet, zaman ve risk yönetimi gibi şeyler söz konusu… İşin içindeki “yaratıcılık” bu “yarı otonom” durumdan kaynaklanıyor. Fakat, yaratıcılık denen şeyin ön-koşulu “farkındalık”tır. Özel bir “bilinç” mertebesidir. Şimdi, sormak lazım; o yarı otonom çalışma gruplarından kaç tanesi içinde bulundukları dönemin post-yapısalcı nitelikte olduğunun ve iktidar denen şeyin de artık merkezileşme olmaksızın yoğunlaştığının, yani imgelemi, imgelemimizi sinsice, yeni sinsiyet aracılığıyla ele geçirdiğinin farkında? Sonuçta, -Turgut Uyar’ı selamlayarak söylüyorum- edebiyat ve edebiyatçılar işine bakmaz, göğe bakar… Fakat, sanıyorum ki o yaratıcı yazarlık mecraları işlerine bakıyorlar sadece… Oysa ki kendilerine Julio Cortazar gibi sıkı yazarları örnek almaları gerekirdi. Bence “kurgu”nun edebiyat tarihindeki zirve noktası Julio Cortazar’dır. Cortazar’ın “kurgu” konusundaki dozu, kurguyu kullanışı çok dengelidir. Ya da Sait Faik’i düşünelim, neden kurgudan bunca kaçmış… Sahi, Sait Faik ve eserleri hakkında ne düşünüyorsun? Sence Sait Faik kurguyu ne kadar kullandı?

H.E: Evet, işlerine bakan birileri var. Takdir ediyorum, bu konuda samimiyim ama aynı zamanda uzağım da… Sait Faik’in kurgudan kaçışı onun yaşamı sevme biçimindeydi bence. Dünyayı kurmaktansa, onu göstermeyi tercih ediyordu belki de. An’a yakalananlardandı o da. Son’u değil, hedefi değil, kıyısında olmayı seviyordu. Kurguyu kullanmaktan çok, algılarken kurgu diye niteleyeceğimizi bilerek, olanın olmasına izin veriyordu. Hep “belki”, “bence” diye konuşuyorum ama, bu “emin” olmaktan iyidir diye düşünüyorum. Faik’i de “emin”, “katı” ya da “savunucu” olarak düşünemiyorum. Ondan bu şekilde bahsetmek pek doğru gelmiyor. Çok güzel ifade ettiniz az önce; “Edebiyatçılar göğe bakar…” Bu konuda net birşey söylenecekse o da Lüzumsuz Adamlar’ın açtığı yoldan nice Lüzumsuz’ların gelmekte olduğudur. Projelendirilemez. Formüle edilemez.. Elbette bu şekilde pek çok şey üretebilirsin, ancak işte o boşluk meselesine geri döneceğiz. Zamanın aşılabilir olduğu bir noktada, merkezsiz, iletisiz metinlerin, keşfedilmiş, işaret edilmiş, gösterilmiş kendileri. Kendileri dışında, metnin dışında birşeyi işaret ederken yakalıyoruz. Yakaladığımızı sanıyoruz. ..
Peki, söyleşmeye çöple başlamıştık, buradan bir delik açıp, -ç-‘nin iki harfini değiştiriyorum; çay. Çay aslında zaman gerektiren, üstelik de dramatik bir içecek ancak günlük hayat dediğimiz, mevcut olmayan o dünyada çay da pek bir hızlı. Çay’ı çay yapan nedir? Gerçekten bırakalım iktidarın, metnin merkezsizleşmesini ve hepimizin elindeki o bardağa dönelim.

Z.Y.: Bana göre, çayı çay yapan demlenmesidir. Yavaş yavaş, düşüne düşüne, acelesiz, kısık ateşte, terlemesi, demini almasıdır. Harman da önemli ama demlenme daha önemli… Çayın bir keyif unsuru olduğunu ilk kez orta son sınıftayken farkettim. Bir arkadaşımla beraber, gitarlarımızı kapıp Fethi Taner’in Büyükada’daki evine gitmiştik. Fethi Taner’in adadaki evinde koridor boyunca ilerlerken, mutfaktan mükemmel bir çay kokusu geliyordu. Sonra balkonda oturup çay içtik, değişik konular üzerine sohbet ettik. Çayın bir keyif olduğunu, bir düşünselliği içinde barındırdığını o zaman anladım. Çay eşliğinde, yani alkolsüz olarak da çok sıkı bir şekilde “Hey Jude” çalınabileceğini Fethi Taner ispatlamıştı bana… Sonraları, lise öğrenciliğim sırasında, bir yaz tatilinde, Antalya-Kaş’ta deli bir kemancıyla tanıştım. Bu kemancının ufak bir kitapçı dükkânı vardı. Adı Erkan’dı. Sürekli değişik değişik çaylar demlerdi ve sürekli Jean Luc-Ponty’nin albümlerinden episodlar çalardı. Yasemin çiçeği toplar, çayın demine kurutulmuş yasemin çiçeklerinden katardı. En sevdiğim çay bu harmanda olandır. Son yıllarda da Marmara Adası’nda az miktarda “adaçayı” ile harmanladığım çaylardan içiyorum. O da çok güzel oluyor… Garip bir şekilde çay içmek “ada” ile özdeşleşti benim için… Benim için en keyifli çay, adada içilendir. Tahmin edebileceğin gibi, endüstrileşmeden nefret ettiğim oranda çay makineleri ve benzeri düzeneklerden de nefret ediyorum. Bir de tabiî ya, “çay” dediğimizde aklıma “Boston Tea Party” olayı geliyor. Ama o ayrı ve özel bir konu…

H.E: Evet, kesinlikle katılıyorum. “Düzenekten çay”; uyurgezer çayı diyorum buna, bilinçsiz, suya katılmış çamurdan farksız. Vapurda, gece sohbetinde, özenerek yapılan kahvaltılarda, gitar çalarken, kitap okurken, bir de gazetenin yanında hatırı sayılır çayın… Aslında her gün de gazete okumam, yanında çay varsa, arada bir törensel olarak okurum sadece… Her duruma göre farklı bir uyumu, zamana katkısı var. Zamana katkıdan öte, kendine dair bir zaman dilimi, yaşayışı var çayın… Yormayan, destek olan bir tarafı da var sanki. Çay sakindir, kahvenin aksine. Ada olayı kesinlikle bambaşka… Çocukluğumun bir kısmı adada geçmişti, paten kaymayı, elde yenen patates köftesini felan orada öğrenmişimdir. Ada deyince, aklıma hemen “Ada bir füg’dür” sözünüz geldi. Gerek şiirlerinizden gerekse, edebi bildirilerinizden adanın düşün dünyanızdakini önemini biliyorum. Ada, adabeyi kelimelerini geri çağırmadan önce; rüzgâr ve iskele de kendi hakkını ister. “Şiir denizaltı iskelelerine yanaşır.” Ama nasıl? Ada bir de hep, başka bir dünya düzenin kurulduğu, yeni toplumsal ilişkilerin yaratıldığı- yaratılabileceği serbest bir yaratı alanı olarak düşünülegelmiştir. W. Shakespeare, F. Bacon, T. More gibi adamlar ütopyalarını ancak adada yaratabilmişlerdir. Bizde de ada hep keyfi ve uzakta olmakta halini çağrıştırıyor sanki. Ondaki güven, huzur, diğer yandan bir sınırlandırılmışlık… Ancak gene de “tercih sebebi” olması… Bir de adadaki insanda hep bir “bekleyen” taraf vardır sanki… Mutlaka biri gelecektir çünkü “dışarı”dan… Nedir bu ada’nın zihnimize ve halet-i ruhiyemize etkisi?

Z.Y.: Çoğunluğun turizm kafasını, yapay eğlencelerini, bohemcilik oyunlarını, mavi sürgün ayaklarını, içip sapıtanları, yeniyetmeleri filan bir kenara iterek cevaplamalıyım bu sorunu… Ada yaşantısı benim kaderimdir. Adada geçen günlerim gerçekten bir füg halidir benim için… Adanın kendisi de varoluşu da yaşamın fügü gibidir. Beni iyileştiren, bana yaşadığımı anımsatan, beni derinliğe sevk eden yegâne ve yâdigar yerdir ada… Ben yaşamayı adadan öğrendim sanki… Kalbimin attığını, nefes aldığımı, yaşamın yaşam olduğunu, dostluğu, emeği, insanlığı adada öğrendim. Adanın rüzgârı, denizi, gökyüzü ve oradaki yaşantım, dostlarım benim varlığımın kanıtıdır. En iyi şiirlerimin imgelemini adada kurdum ben. Gece denizini mürekkep olarak orada gördüm, rüzgârın denize ve ağaçlara devinim kattığını, düşünce kattığını orada hissettim. Balıkçıların öfkesini, coşkusunu, beklentilerini, meramet sanatını, her şeyi! Şiirin bir vatoz balığına, vatoz balığının hareketlerine benzediğini orada, babamla birlikte balığa çıktığım günlerde anladım. Şiir derindedir. Ona kolay kolay ulaşamazsınız. Aslında, onun da size ulaşması kolay değildir. Bunu ada gösterdi bana… Şiirin varlığı, varoluşu, adanın imgelemi benim için yaşamın, yaşamamın kanıtıdır.

H.E: Vatoz’un Salınımları’nda, “Anlam ortalama zekânın durağıdır.” diyorsunuz. Kaspar gibi anlamı yakalamaya çalıştıkça çaresizleşiyoruz belki de. Ama elimizde bu ufak tefek kanıtlar da yok değil, yaşamaya dair. O kanıtları kurcalamaya çalıştık, yapabileceğimizin en iyisi budur belki de… Güzel bir söyleşi oldu. Memnuniyetsizliklerimizle ve yaşamdan aldığımız keyifle buradayız, olacağız.

Z.Y.: İmgelemin özgürlüğü yolundaki umudumuzla birlikte buradayız, bekliyoruz… Çok teşekkür ederim bu sıkı söyleşi için…

1 Nisan 2011

2006-2011 yılları arasında -bendeniz- Zafer Yalçınpınar’la yapılan söyleşilerin tümüne https://zaferyalcinpinar.com/dilinkemigi.html adresinden ualaşabilirsiniz. Ayrıca işbu söyleşileri daha derli-toplu olarak, yani bir pdf dosyası biçeminde https://zaferyalcinpinar.com/dilinkemigiyoktur.pdf adresinden de indirebilirsiniz.

Mar
10
2011
0

2011’de Yerli Edebiyat

Karga Mecmua, Mart-Nisan 2011’de (47. ve 48. sayılarında) dosya konusu olarak “Yerli” üstbaşlığını  işliyor. Dosya kapsamında edebiyat, sinema, müzik, tiyatro ve çağdaş sanatlardaki “yerli” söylemini analiz etmeye çalışıyor. Karga Mecmua’nın Mart 2011 tarihli 47. sayısında yayımlanan “Yerli Edebiyat” soruşturmasına verdiğim cevaplar aşağıdadır:

Karga Mecmua: “Yerli” edebiyat denince aklınıza ne geliyor?

Zafer Yalçınpınar: Aklıma “yetiştiği, yeşerdiği dile özgü, yetiştiği dilin zihinselliğiyle ve bileşenleriyle olgunlaşmış, yaşamın imgesel imkânlarını, bütünlüğünü, coşkusunu, umudunu, şiirselliğini, mücadelesini ve insani hakikatini kısacası her şeyi, ama her şeyi yetiştiği dilde -yani yetiştiği yerde- arayan” bir edebiyat geliyor. Sonra da -nedense- tüm bunlar birden aklımdan uçup gidiyor. Hepsi bir yanılsamaymış, geçersizmiş ya da geçersizleşecekmiş gibi bir düşünce eşliğinde karamsarlığa kapılıyorum.

K.M.: Son 10 yılda “yerli” edebiyatta genel eğilimlerden bahsedebilir miyiz?

Z.Y.: Önce fotoğrafın geneline bir baykuş bakışı atalım ve neler var görelim…
Yeni Kapitalizm kültürüne eklemlenmeye ve kendini küresel pazarda alınıp satılan bir tüketim unsuru haline getirmeye çalışan, bu yönde mağazalaşan yerli(!?) edebiyat var; bu bir. Sivilleşmeye, sıkılaşmaya, sürüden çıkmaya, bağımsızlığını güçlendirmeye ve eşyadan çok insana benzemeye çalışan bir yerli edebiyat var; bu iki. Sosyal ve kültürel politikalar yoluyla toplumu (aslında topluluğu) yönlendirenlerin pompaladığı, belediyecilik araç ve gereçleriyle mankenleşen, bütçelenen, naz yapan, gerdan kıran bir yerli edebiyat var; bu üç. Yeni Sinsiyet Tipolojisi’nin “biz” söylemleriyle cehalet alanını kalabalıklaştıran bir yerli edebiyat var; bu da dört. Birinci ve dördüncü tipolojinin niceliksel üstünlüğü ve kalabalığı aşikâr… Niteliksel olarak ise ikinci tipolojinin üstünlüğü, yalnızlığı, biricikliği aşikâr… Genel eğilimi, sanırım, niceliksel üstünlüğü olan birinci ve dördüncü tipoloji belirliyor. “Hileli bir demokrasi” gereği olarak filan… Bununla birlikte, bir “bezdiri” şeklini aldığından beri genel eğilimleri fazlaca umursamıyorum.

K.M.: “Yerli” kitap endüstrisinde bir gelişme var mı? Varsa gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Z.Y.: Sorunun çapı gereği, olsa olsa, endüstriyel gelişmeler vardır. Standartlaşma, azamileştirme, merkezileştirme filan… Bunların kahrediciliğinden “üçüncü dalga” konulu mecmuada bahsetmiştim. Şimdi, bir kez daha yüzleştirme beni bunlarla… Zaten her gün -belirli oranlarda- böylesi bir endüst-realite’ye maruz kalıyorum.

K.M.: “Yerli” edebiyat dışarıda nasıl algılanıyor?

Z.Y.: Başta ortaya koyduğum tipolojiler kapsamında cevap vermeye çalışayım. Birinci ve dördüncü tipoloji batıda “gelişmeye-kullanıma açık” olarak algılanıyor, doğuda nasıl algılanıyordur, bilmiyorum. Üçücü tipoloji batıda “otantik ve zayıf”, doğuda ise “batıcıl ve zayıf” olarak algılanıyor. İkinci tipolojinin ise dışarıda algılandığını düşünmüyorum.

K.M.: Türkiye’de hem sanatçı hem de okuyucu kitlenin popülerlik anlayışını nasıl buluyorsunuz?

Z.Y.: Bu meseleye “gerçeklik terörü” üzerinden bakmak gerekiyor… Bu bir “gösteri arzı ile seyirci talebi dengesi” meselesi oldu artık… Podyum, mikrofon, alkış, eyyam heveslileri ve böyle şeylere meraklıların sayısı arttı. Birisi -hiç düşünmeden- podyuma çıkar ve beline “Ben dünya güzeliyim” yazan bir kuşak takarak türlü pozlar verir. İzleyenler de -gene hiç düşünmeden- podyumdakini alkışa boğar. Ertesi gün bir komşunuz diğerine şöyle fısıldıyordur: “Dünkü dünya güzelini gördün mü… Ne harika şeydi!” Sonuçta, zihinselliğin zayıfladığı her yerde “popülerlik” güç kazanır. Aslında, popülerliğin spot ışıklarının altında gerçek bir “aydınlanma” yoktur. Koşutluğu devam ettirirsek, “komşu-okuyucu” okuduğundan aydınlanamaz haldedir ve bunun da farkında değildir.

Karga Mecmua, Mart 2011, Sayı:47

Mar
07
2011
0

Doksan…

Yanlış saymadıysam “90” olmuş:
https://zaferyalcinpinar.com/siir.html

Mar
06
2011
0

Adsız (Zafer Yalçınpınar)

bir kelimeyim
akıldan çıkan
artık
azım
bir yalımın aydınlığı gibi
yalın dolaysız yivsiz
açık ve tektir
im
im!

Zafer Yalçınpınar
6 Mart 2011

Mar
02
2011
1

4 Mart Cuma, 19:10’da, Açık Radyo’da…

94.9 Açık Radyo’da Açık Dergi Programı kapsamındaki Yer6 Hafıza bölümünde bu hafta, “özgür neşriyatların niteliği ve niceliği” çerçevesinde karşı karşıya olunan “endüstrileşme” tehlikesinden, “denizaltı edebiyatı”ndan ve elbette Evvel Fanzin ile 491’in öyküsünden söz etmek, söyleşmek üzere Zafer Yalçınpınar konuğumuz olacak.

Programa Kolektif’ten Zeynep Rojda Güvenç, Janset Karavin katılacak.
Program 4 Mart Cuma akşamı 19:10‘da, 94.9 Açık Radyo‘da.

Not: Açık Radyo podcast kanallarından Yer6 Hafıza’nın kaçırdığınız geçmiş yayınlarının tümünü dinleyebilirsiniz…

YER6 HAFIZA
PROJE EKİBİ

Şub
19
2011
0

Hiledarlar (Z. Yalçınpınar)

1.
güzele benzeyen bir sabah yalanı
hiledarların sanırımları ve belkileri
aynanın karşısında
yüze giydirilen belirsiz bir takvim
kapının çıkışında
tırnak aralarına saklanmış teklifleri
iş planı, kaynak kullanımı filan
eziktir ezerek eziklik gidermeleri
(…)

4.
onların lağımlarının dibi yoktur
sonu

Zafer Yalçınpınar
19 Şubat 2011

Şiirin tamamına https://zaferyalcinpinar.com/s89.html adresinden ulaşabilirsiniz.

Şub
15
2011
0

İkinci Yeni ve İmgelemin Özgürleşmesi (Z. Yalçınpınar)

Başlarken, “İkinci Yeni” şiirinin günümüzdeki işlerliğini ve imgesel akışkanlığını araştırdığımız bu ankete katılanlara müteşekkir olduğumu ifade etmek istiyorum. İkinci Yeni’nin imgeselliğinin uzam içerisindeki salınımı ile hem okuyucu, hem de yazar-şair nesilleri boyunca süren içselleştirilme veya dışlanma biçimleri benim için her zaman bir merak, ardından da araştırma gayreti olmuştur, olacaktır. Farklı kuşaklardan farklı katmanların İkinci Yeni’nin imgesel devinimine olan inancı, İkinci Yeni şairlerinin işaret ettiği “evren tasavvuru”na her geçen gün daha hızlı bir şekilde yakınsadığımızı doğrulamaktadır.

Türk şiirinde İkinci Yeni, imgelemin özgürleşmesine odaklanan tek şiir akımıdır. Dilin yapıtaşının sözcükler olmadığı “hakikati”, İkinci Yeni akımının şiirselliğiyle birlikte edebiyatımıza mıhlanmıştır. İmgelemin özgürleşmesi yönündeki bir tasavvur, sözcüklerin belirli bir ‘t’ anındaki sözlük anlamının ön-kabulüyle ya da sözlü kültürün “zihinsellik taşımayan” dolaşımına odaklanarak gerçekleşemeyecektir. İkinci Yeni şairlerinin (hepsinin) bu durumu fark ettiği aşikârdır. İkinci Yeni’ye göre dilin yapıtaşı “imge”dir.  İkinci Yeni şairleri, “anlam”ın ve duygu durumların dil içerisindeki özgürlüğünü imgesel bir mesele olarak ele almışlardır. Özgür imgelem dediğimiz şey, anlatı derlemlerini ancak ve ancak şiirsel uzamda oluşturur. Şiir dili, özgürlüğün belirleyicisi ve ateşleme mekanizmasıdır. İkinci Yeni şairleri şunu söyler gibidir: Özgür olmayan bir dille özgür olan bir imgelemi işaret edemezsiniz. “Anlam”ın İkinci Yeni şiirlerinde yer alan biçemi, denizin karanlığındaki bir çakarın yanıp sönen ışığına benzer.  Bu aksak yapısı sezgisel ve devasa bir özgürlük alanı (alan derinliği) içerisinde kendisini kurgulamasından, yoğurmasından kaynaklanmaktadır. İkinci Yeni’nin imgesel imkânları “şiirin her yerde olduğu, olabileceği” öncülü üzerine kuruludur. İkinci Yeni’nin poetikası, her taşın altına bakmaktadır. Aksak anlam, sezgisel alan derinliği ve imgenin özgürlüğünü gözetmek gibi nedenlerle İkinci Yeni şairleri, dizelerinin çoğunu şiirsel diyebileceğimiz -uçsuz bucaksız, sınırsız- “imgesel önermeler” dizgesi şeklinde anlamdan bağımsız, çağrışımlarla parçalı bir şekilde yazmışlardır. Temelde, “güvercin curnatası” da “anlaşılmayacak olan kanatsızlık” da “ağır olan ve uçamayan bay düzyazı” da “perçemli sokak” da “taş uçak” da bu önermelerin imgesel özgürlüğünü işaret eder. (Bu noktada şiir ve felsefe ilişkisi açısından, Wittgenstein’a ait şu iki söylem önem kazanıyor: 1-Gerçeğin yapısını dilin yapısı belirler. 2-Felsefe, şiir diliyle kurulmalıydı.)

Türk şiirinin Sanayi-i Lafziye’den kurtulup özgür imgelem yoluna yönelmesinde, İkinci Yeni’nin sezgisel alan derinliğinin, imgeyi dilin yapıtaşı olarak görmesinin ve “evren tasavvuru”nu biçimlendiren şiirsel önermelerin tek bir “kırılma noktası”nda birleşmesi, devasa bir önem taşımaktadır. Yazının başından bu yana ifade etmeye çalıştıklarımla koşutlayarak şunu söyleyebilirim:— Eğer biri çıkıp, Türk şiirinde, İkinci Yeni akımını ve imgeselliğini yok sayıyorsa, o kişinin imgeleminin özgür olmadığı ya da imgelemin özgürlüğüne karşı olduğu aşikârdır. Bu durum (biçim, söylem açısından değil de muhteva ve töz açısından bakıldığında) o kişinin, günümüzde, şiir yazamayacağını ve hatta yazılan “yeni” şiirleri de okuyamayacağını gösterir.

İkinci Yeni poetikasının günümüzdeki işlerliği, günümüz şairleriyle İkinci Yeni şairlerinin etkileşimi gibi karmaşık bir konuyu biraz olsun aydınlatabilmek için sorduğumuz sorulara, her kesimden ilginç cevaplar geldi. Gelen cevapları ve ankete katılanların konuya yaklaşım biçimlerini niteliksel olarak incelemeye, tüm söylemlerin özüne nüfuz etmeye, onları kavramaya çalıştım önce… Ancak özellikle de “poetika” söz konusu olduğunda -tüm gayretlerime rağmen- nitel ve nicel yaklaşımların çoğu geçersiz bir biçim alıyor. Bunun nedeni cevapların bulanık olması ya da soru tasarımlarının eğri/tutarsız olması değil. Bu analitik zorluğun kök nedeni; İkinci Yeni şairlerinin kullandığı imgesel imkânların ve anlatı yerlemlerini kurdukları sezgisel alan derinliğinin ancak (sadece) kendisine benzeyen bir sezgisellik ya da imgesellik aracılığıyla “dile getirilebilir” olmasıdır. Bu durum -İkinci Yeni’yi yok sayanları da kapsayacak kadar ilginç bir biçimde- İkinci Yeni’nin “yaşadığının”, “yaşayan dili etkilediğinin” ve “geleceğe uzandığının” en basit kanıtıdır. (Örneğin Ece Ayhan’ı ve Turgut Uyar’ı eleştirmeye ya da incelemeye çalışanların bir anda bu iki şairin imgesel diliyle konuşmaya, yazmaya başladığını, o dilin sezgisel alan derinliğinde kaybolduklarını görürüz çoğunlukla.) Zaten, modern şiirde de böylesi bir kısıt vardır: Bir müzisyenin bestesini -kolaylıkla olmasa da- eleştirel yazı dili aracılığıyla ele alabilirsiniz, bir ressamın tablosu, bir sinema filmi de yazı dili aracılığıyla düşünülebilir, eleştirilebilir ancak bir şiir akımı “yazı dilinin eleştirel retoriği”yle incelenemez. Hele hele “imgelemin özgürlüğü” yönünde biçimlenen devasa bir “evren tasavvuru” olarak İkinci Yeni’yi, “mantıksal düzyazı dilinin coşkusuz sınırları”nda incelemek ya da niceliksel bir “sayı/oran/sıklık” durağanlığında tartmak mümkün değildir. İkinci Yeni’yi “unsurlarına ayırmak” gibi bir endüstriyel yapısalcılığın da bugüne kadar bize tutarlı sonuçlar vermediği -yani tutmadığı- aşikârdır.

Sonuçta, İkinci Yeni şiirini “bir sokağın çıkmazlığı” düzleminde -böylesi bir aptallıkla- incelememek, aksine, İkinci Yeni’yi bir özgürlük düzleminin alan derinliği olarak görmek bana kıvanç veriyor. Her zaman şunu söylerim:— İkinci Yeni, işimize bakmak değildir; ‘göğe bakmak’tır. Bu yüzden anket cevaplarına ilişkin izlenimlerimi okuyucuya -kolaylıkla tüketeceği- ‘çıkarımlar’ olarak sunmamaya karar verdim. Çünkü anket sorularına verilen cevapların bütününü okuyan başka birisi farklı çıkarımlara ulaşabilir, farklı şeyler sezebilir. Tıpkı İkinci Yeni şiirinde, şairlerinde olduğu gibi… Üzerinde karar kıldığım ve anket sonuçlarıyla birlikte dile getirmek istediğim tek bir “görgü” var:—

“İkinci Yeni şiir akımı imgelemin özgürleşmesi yolunda geleceğe uzanmaktadır. İkinci Yeni’nin imlediği ‘evren tasavvuru’nu,  geleceği biçimlendirme gücüyle birlikte düşündüğünüzde, onun diğer her şeyden daha canlı olduğunu görürsünüz.”

Zafer Yalçınpınar (Zy)
13 Şubat 2011, Pazar Sabahı

Hamiş: İkinci Yeni Şiir Akımı 2011 Anketi’ne verilen yanıtlara https://zaferyalcinpinar.com/ikinciyeni2011.pdf adresinden ulaşabilirsiniz.

Oca
31
2011
1

Meşale

bir meşale gibi
yaktı
kendini
kendiyle
Buazizi.

Zafer Yalçınpınar
31 Ocak 2011

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com