Şub
10
2018
--

“Ali Enver Ercan’ın Erdem Şifreleri” (Cezmi Güntay)

Cezmi Güntay tarafından kaleme alınan ve Üvercinka Dergisi’nin
Şubat 2018 tarihli 40. sayısında yayımlanan “Enver Ercan’ın Erdem Şifreleri”
başlıklı yazıyı https://bit.ly/enverercan adresinden okuyabilirsiniz.


Ayrıca bkz: https://evvel.org/ilgi/enver-ercan


May
26
2009
3

TYS ASKISI, GENEL KURUL ve Ali Enver Ercan (Hz. Müptezel) Üzerine…

Hz. Müptezel’in (Ali Enver Ercan’ın) ve avanesinin yönetiminde olan Türkiye Yazarlar Sendikası, 30-31 Mayıs 2009’da Genel Kurul’a gidiyor… TYS’nin bu genel kurul toplantısının benim için farklı bir önemi var:

Bilindiği üzre, Ali Enver Ercan’ın kendi “dandik” gerçeğini onun kendisine hatırlatmamın hemen ardından, 18 Şubat 2008’de TYS üyeliğim “askı”ya alınmıştı. 30-31 Mayıs 2009’da gerçekleşecek bu genel kurulda ise üyeliğimin durumu karara bağlanacak. Ben, Ali Enver Ercan ve avanesinin yönetimde olduğu (vasatlığın ve liyakatsizliğin bekası amacında birleşmiş) bir TYS’nin üyesi olarak kalmak istemiyorum. TYS üyesi olan herkesten, 30-31 Mayıs 2009 tarihindeki Genel Kurul’da, Zafer Yalçınpınar’ın (bendenizin) “üyelikten çıkarılması” yönünde irade göstermesini rica ederim. (Ayrıca, Ali Enver Ercan’ın işbu konuyu rafa kaldırmak ve süregelen “askı”yı -belki de işkenceyi- devam ettirmek yolunda bir arzusu olduğunu düşünüyorum. Fakat, konudan haberdar olan -diğer- TYS üyelerinin bu “işkence”yi sürdürmeyeceğine eminim.)

Konuya ilişkin olayların dökümüne, TYS’den gönderilen kâğıtlara ve açıklamalara -kronolojik sırasıyla- şu adreslerden ulaşabilirsiniz:

Ali Enver Ercan Kimdir?;
https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=191
Hz. Müptezel ile ikinci karşılaşma;
https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=261
TYS, bir halay takımının çalgısı olmamalıdır;
https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=264
Ali Enver Ercan dersini almamış;
https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=280
TYS Askısı;
https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=284

Sahicilikle
Zafer Yalçınpınar

Şub
13
2008
0

Anlaşılan; Hz. Müptezel(Ali Enver Ercan) dersini almamış…

Hz. Müptezel (yani Ali Enver Ercan) ve halay takımı dersini almamışa benziyor. 13 Şubat 2008 itibariyle bana bir mektup/yazı daha gönderdiler. (İşbu mektubu https://zaferyalcinpinar.com/tysden2.JPG adresinden indirip okuyabilirsiniz.)

Bu yazıya göre uygunsuz söylemlerimden ve deyişlerimden dolayı, Hz.Müptezel ve koltukaltı Mustafa Köz, beni onur kuruluna “disiplin” icra etmek amacıyla sevk etmişler. Hıfzı Topuz, Adnan Özyalçıner, Egemen Berköz ve Ataol Behramoğlu’ndan mürekkep disiplin kurulu da beni “kınama”ya karar vermiş. Eğer uygunsuz davranışlarıma devam edersem TYS üyeliğimi “askıya” alacaklarmış vs…

Alsınlar.

Şimdi, meseleye -gene- iki açıdan yaklaşmak lazım.

1. Enver Ercan ve onun halay takımına ilişkin açı:

Hz.Müptezel’e (Enver Ercan’a) ve Mustafa Köz’e, ayrıca işbu ikilinin himaye ettiği meczuplara söyleyecek fazla bir sözüm yok; çoğunu önceden söyledim. Fakat şimdi, bu adamlara ne yapayım ben? İşbu kabzımalları nasıl cezalandırayım? Bana gönderdikleri bu iki yazıyı GittiGidiyor üzerinden 1 YTL fiyatla satışa mı sunsam? Daha resmi yazı yazmayı, resmi yazıların şekil şartlarını bile doğru düzgün bilmeyen işbu kabzımal ikilinin bana gönderdiği yazıların orjinallerini “GittiGidiyor” adlı web sitesi üzerinden satışa sunmak, bu halay takımını akıllandıracak mıdır? “Köylü kurnazlığı” taktiklerinin benim üzerimde işe yaramadığını ne zaman anlayacaklar? Bakacağız.

2. TYS Onur/Disiplin Kurulu’na ilişkin açı:

Onur kuruluna diyecek fazla bir şey yok. Onur kurulundaki isimler saygın isimlerdir. Bu isimlere söyleyeceğim biricik şey şudur:

TYS’nin “bir halay takımının çalgısı(enstrumanı) olması”na izin vermeyin. Eğer izin verirseniz bu durum bizzat sizin tasarrufunuzdur ve ne yazık ki tarihe de böyle geçecektir.

13 ŞUBAT 2008- Zafer YALÇINPINAR

Hamiş: Duyduğuma göre, Onur/disiplin kurulu beni “kınama” kararına vardığında, Enver Ercan da hemen cebinden kına çıkarmış ve bir yerlerine “kına” yakmaya, sürmeye başlamış… Zaten bu ikilinin adetleri, yöntemleri böyledir: 20-25 senedir kına yakıp dururlar.

Written by Adabeyi in: Duyurular, Tartışmalar | Etiketler:
Oca
09
2008
3

Ali Enver Ercan(Hz. Müptezel) ile İkinci Karşılaşma!

Ali Enver Ercan (namı diğer Hz. Müptezel) ile bugün, yani 9 Ocak 2008 tarihinde, gene karşılaşmış bulunmaktayım. Meğer ben ne kadar temiz yürekli bir adammışım ve şu dünya da ne kadar küçükmüş… Bugün yaşadığım şeyler, bugünkü karşılaşma bunu kanıtlıyor.

Hemen anlatayım:

Bugün, çeşitli işler için saat 17:30 sularında Kadıköy’deydim. 19:00’da işyerinden Kadıköy’e dönecek olan eşimi beklerken, zaman öldürmek için sahafları gezmeye karar verdim. Uzun zamandır uğramadığım Ün Sahaf’a uğradım ve 2 Ytl’ye satılan şiir kitaplarını incelemeye başladım.Kitapların arasından Ali Enver Ercan’ın “Eksik Yaşam” adlı kitabı çıkmaz mı… Ün sahaf’ın sahibini yanıma çağırıp, kitabı ve kitabın arkasındaki resmi gösterip beraberce güldük… (Kitapların arasından Mesut Aşkın’ın ilk şiir kitabı olan  “Çocuk Gülünce” adlı kitap da çıktı.) Her iki kitabı ve bulduğum bazı diğer kitapları da satın alıp dükkandan çıktım. “Som Gemi” adlı mekâna gittim ve orada Mesut Aşkın’la karşılaştık, sahaftan bulduğum kitabı Mesut Aşkın’ın kendisine imzalattım. Enver Ercan’ın “eksik yaşam” adlı kitabını ve kitabın arkasındaki o ünlü fotoğraf ile yazıyı  da Mesut Aşkın’a ayrıca gösterdim, güldük. Sonra, biraz daha sohbet ettik ve Son Gemi’den çıkıp beni Starbucks’da (eski postanenin yakınlarında, yeni açılan yerde)  bekleyen eşimin yanına doğru yollandım. Starbucks’a girmiştim ki bir de baktım, karşımda Ali Enver Ercan… Beni tanımamazlıktan geldi ve hemen Starbucks’dan çıktı. Eşimin oturduğu masaya, elimdeki kitapları ve kafamdaki şapkayı bıraktım, paltomun önünü açtım, “Eksik Yaşam” adlı kitabı da yanıma alarak Enver Ercan’ın peşine düştüm. Enver Paşa, Starbucks’ın yanında ufak bir girişi olan Seyhan Müzik’e girdi. Arkasından ben de girdim. Gene beni tanımamazlıktan geldi. Sonunda dayanamayıp: “Enver bey!” dedim. Döndü. Elimdeki “Eksik Yaşam” adlı kitabı(yani Enver Ercan’ın o meşhur kendi kitabını) ona, bizzat uzatarak “Ben Zafer Yalçınpınar, bunu alın!” dedim. Sinirlendi ve “Ben senin gibi bir adamdan bir şey almam!” dedi. Güldüm ve kitabı ona yeniden uzatarak “Şimdi, bu kitabı alıyor musunuz, almıyor musunuz?” diye sordum. Seyhan Müzik’in alt katındaki herkes bize bakıyordu. “Alayım bari!” dedi, kitabı aldı ve şöyle devam etti:

“Bak, sen terbiyesizsin… Edebiyat dünyasında kötü üne kavuştun…  Ayrıca o kız benim sevgilim falan değil, Almanya’da yaşıyor…” dedi.

Ona hafifçe gülümsedim ve çektim gittim; Enver Ercan’ı, elinde “Eksik Yaşam” adlı ilk kitabıyla, çeşitli haysiyet çelişkileriyle ve tüm bu yaşananların ağırlığıyla başbaşa bırakıp gittim. Orada öylece kala kaldı.

Sonra, eşimle birlikte eve geldik. Ve zamanında babamın Gökçeada’dan satın aldığı yıllanmış bir el yapımı şarabı açıp, içtik.

Kendi kendime şöyle dedim:

“Eh, Hz. Müptezel’in kendi dandik gerçeğini, onun kendi eline de verdik… Enver Ercan işi, bu dandik dava da halledilmiştir. Daha fazlasına gerek yok… ”

Biliniz ki şu an, kimse benden daha mutlu olamaz.

Zafer Yalçınpınar 9 Ocak 2008, Saat “22:09”

Tem
15
2007
1

Ali Enver Ercan kimdir?

Yukarıdaki fotoğraf Enver Ercan’ın “Eksik Yaşam” adlı çok eski bir şiir kitabının (belki de ilk şiir kitabının) arka kapağıdır. Arka kapakta Enver Ercan’ın fotoğrafının altında bir de özgeçmişi var:

“1958’de İstanbul’da doğdu. Lisedeyken bazı nedenlerden dolayı okulu bırakmak zorunda kaldı. Şimdi bir şirkette satış elemanı olarak yaşam savaşını sürdürüyor.”

Enver Ercan, yaşam savaşını şu an Varlık Dergisi’nin editörü, Yasakmeyve ve Komşu Yayınları’nın sahibi ve Türkiye Yazarlar Sendikası’nın başkanı olarak sürdürüyor.

Ayrıca Bakınız:

TYS Askısı:

https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=284

Ali Enver Ercan dersini almamış;

https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=280

TYS, bir halay takımının çalgısı olmamalıdır; https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=264

Hz. Müptezel ile ikinci karşılaşma;

https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=261

Haz
25
2007
0

ŞANS ESERİ: “Ben Ali Enver Ercan, Varlık Dergisi’nin Sahibi…”

Bazen yaşam insanın başına öyle raslantılar (kesişimler) getiriyor ki şaşkınlık içinde kalıyorsunuz ve “Her şey olabilir ya da oluyor” diye düşünüyorsunuz. Yani “Yahu bu kadarı da olmaz!” diye düşündüğünüz her olay başınıza gelebiliyor veya oluyor. Geçenlerde yaşanılanlar buna sıkı bir örnektir:

Yakın editör dostlarımdan biri taşınma telaşı içindeydi. Zorlukla Kadıköy’de kiralık bir ev buldu. Taşınma sırasında yerleşeceği apartmanın kapısının önüne kitaplarını  yığdı. Tam o sırada karşı kaldırımda duran bir adamın kendisine dik dik(bön bön) baktığını fark etti. Önce adamı umursamadı ve kitapları dairesine taşımaya devam etti. Arkadaşım birkaç sefer yaptı, ama kaldırımdaki adam hâlâ yerinden kıpırdamamıştı ve bön bön (dik dik) bakmaya devam ediyordu. Sonunda, kadırımdaki adam arkadaşıma seslendi:

 

-Kaça kiraladınız bu evi?
Arkadaşım:
– 750 YTL…
-Çok vermişsiniz…
-Ne yapalım, ama biz şimdilik memnunuz…
Kaldırımdaki adam, apartman girişine yığılmış kitaplara bakarak:
-Kaç kitap var burada?
Arkadaşım:
-3000 civarında…
-O kadar yoktur…
-İçerdekilerle birlikte 3000 eder… diyor…
Bunun üzerine kaldırımdaki adam:
Benim adım Ali Enver Ercan. Ben “varlık dergisi”nin sahibiyim….Ayrıca, sizin üst komşunuzum, bir de bendeki kitaplara gör sen!
diyor ve aşağılayıcı bir bakış atıyor…
Arkadaşım da kendini tanıtıyor ve editörü olduğu dergiden bahsediyor ve “Zafer Yalçınpınar’la neden kavgalısınız?” diye soruyor.
Ali Enver Ercan:
-Zafer Yalçınpınar’ın psikolojik sorunları var. Ben onunla muhatap bile olmam! diyor.
Arkadaşımın yanındaki başka bir arkadaşım da Enver Ercan’a:
-Zafer Yalçınpınar iyi şairdir… Sizin derginizdeki şairler piyasa adamıdır. diyor…
Ali Enver Ercan da bunun üzerine arkadaşımın mesleğini soruyor ve onun reklâm yazarı olduğunu öğrenince, asıl, arkadaşımın “piyasa adamı” olduğunu söylüyor, bir şeyler daha geveliyor ve çekip gidiyor…
Arkadaşım bana bu olayı anlatınca gülmekten yerlere yatıyorum.
Kendi kendime, “Ulan Zafer, bak, tıpkı Ece Ayhan’a yaptıkları gibi yapıyorlar sana da… Deli diyorlar… Demek ki doğru yoldasın!” diyorum.
Şimdi, Ece Ayhan’ın İlhan Berk’e yazdığı bir mektupta yer alan aşağıdaki sözleri Enver Ercan’a cevap olarak alıntılamakta fayda var:
(…)”Her alanda derin yanlışlık var. (Sözgelimi, düşünüyorum, İstanbul’daki üç fırsatçı ‘yaratık’ […, …, …] aşağı yukarı biliyorum ki ‘aman canım, söyler söyler durur, biz dalgamıza bakalım, koskoca toplum, herkesin de kendi sorunu var üstelik, sonra gerçekleri söyleyen kişiye ameliyatlar geçirmiştir deriz olur biter’ diyebilirler. Acaba kazın ayağı böyle midir? Bir adam kafaca üşütmüş olsa bile, dolaylı yoldan da olsa, gerçekleri söyleyebilir olgusu hiç değilse üç-beş kişice biliniyordur. Ben de amma iyimserim ha, dum dumalığı, bu ilkel topluluğun ilkellik gerçeğini göz önünde   bulundurmadım, yazıyorum sana.(…)Acımasızlık, gaddarlık, ölüsoygunculuk, fırsatçılık kuyuları meğerse ne denli yakınmış bizlere İlhan?”
Şub
06
2007
0

Şubat 2007 Varlık Dergisi, Enver Ercan ve Sonsözüm

Varlık dergisinin Şubat 2007 sayısında (Ali) Enver Ercan hakkımda şu sözleri söylemiştir:

“Sözgelimi, sıkıntılı ruh halini yazınsal üretime dönüştürmek yerine, saçma sapan mektuplara akıtıp başkalarına rahatsızlık verdiğinin farkında bile olmayan Zafer Yalçınpınar, yıllardır tanıdığım bir kitapçının espirili yaklaşımına verdiğim yanıtı büyük bir açıklamada bulunuyormuş gibi hemen kaleme alıp internet ortamına salarak güya beni küçük düşürmeye çalışıyor, üstelik hiç tanımadığım halde yanıma yaklaşıp kendini tanıtınca, incelik gösterip elimi uzattığım için garipsediğini söylüyor. Dedim ya, üzülüyorum… (…) Bunları niye anlattım? İki nedeni var; birincisi kerametin kendilerinde değil, bizim hoşgörülü tavrımızda olduğunu artık öğrensinler diye. İkincisi sizin için; bir edebiyat insanının ancak ve ancak düzgün duruşu ve yazdıklarıyla varolabileceğini, bu tür davranışlar sergileyenlerin edebiyat yolunda yıllarca ayakkabı eskitseler de hiçbir zaman ciddiye alınmadıklarını bilesiniz diye. Şimdiden söyleyeyim dedim; testi kırıldıktan sonra uyarmak neye yarar…”

Bu yazıyı okuduktan sonra kendisine şu mektubu yazdım:

Bay Ali Enver Ercan,

Bu yaşta, yani bunca yaşantıdan sonra, o kitapçıda olanlar hakkında soğukkanlılıkla düpedüz yalan söylemeniz ve “köylü kurnazlığı” icra etmeniz beni sevindirdi. Çünkü bu durum benim “ben” olduğumun ama sizin “siz” olamadığınızın kanıtıdır. Bakın, böylesine numaraları yemeyecek, bu retoriklere kanmayacak sıkı bir kuşak yetişiyor, bilesiniz. Bu yalanınızdan ve çarpıtmanızdan sonra size söyleyecek bir söz bulamıyorum.

Şu testi lakırdınıza gelince; testiyi siz ve Şeref Bilsel, Özge Dirik olayında/fırsatçılığınızda ya da Nalan Barbarosoğlu olayında/umarsızlığınızda kırdınız. Ben de testinin sapını kırdım, kıracağım da. Basitçe, zaman ve vicdan yargıçtır. Sizi kendi yalanlarınızla ve çelişkilerinizle baş başa bırakıyorum. Çünkü, neresinden bakarsanız bakın siz ve sizin gibiler iflah olmazsınız. Bu aşikardır.

Zafer YALÇINPINAR

Written by Adabeyi in: Usta Beni Öldür! (AKSAK KOLAj) | Etiketler:
Şub
14
2022
--

“Allah taksiratını affetsin…”

Salih Bolat‘ı sevmezdim. İki nedenden dolayı sevmezdim:

1/ Herkesi sevmek zorunda değilim.
2/ Salih Bolat’ın son 20 yılda şiirimizde/edebiyatımızda oluşturulan kötücül ödüllendirme sistematiğinde -jüri üyesi olarak, özellikle- payı büyüktür.

Ödüllendirme sistematiğine karşı yoğun mücadele verdiğim ilk zamanlarda -2008 yılının ilk aylarında- Salih Bolat beni TYS’ye (Türkiye Yazarlar Sendikası‘na) şikayet etmiş ve Enver Ercan‘la birlik olup beni TYS disiplin kuruluna sevk ettirmişti. (Şimdi düşünüyorum da, aslında adam bana iyilik yapmış: Bendeniz, TYS’nin disiplin kurulunun verdiği “üyelik askılama” kararı sonrasında TYS’yi terk ederek, ödüllendirme sistematiğinden ve benzeri tipolojiden iyice uzaklaşmış oldum. 2008 yılından beri TYS’yle hiçbir ilişki kurmadım. Ve şimdi geriye dönüp baktığımda, bu “terkediş”in benim edebiyatıma TYS’nin kendisinden ve çevresindekilerden çok daha fazla fayda sağladığını düşünüyorum. Salih Bolat’a ve Enver Ercan’a benim ayağımı TYS’den kestikleri için ne kadar teşekkür etsem azdır.)

Salih Bolat’ı en son 9 Kasım 2017 tarihinde Tüyap İstanbul Kitap Fuarı‘nın vip salonunda görmüştüm. Salonun baş tarafında bacak bacak üstüne atmış, dört kişilik geniş bir koltukta krallar gibi yalnız başına oturuyordu. İçeriye girdiğimizde bizi farketti ve alaycı bir şekilde bize gülümsedi. Bu tavırdan müthiş rahatsız olup vip salonundan çıktık ve konuşmacısı olduğumuz panel saatine kadar başka bir yerlerde beklemek/takılmak zorunda kaldık. (Aslında adam gene bana iyilik yapmış: Bu olaydan sonra, yani 2017’den günümüze Tüyap İstanbul Kitap Fuarı’na ne ziyaretçi, ne de konuşmacı olarak ayağımı atmadım. Çünkü genel olarak baktığımda, Tüyap İstanbul Kitap Fuarı gibi organizasyonlar tamamiyle anlamsız… Bu çıkarıma ulaşmamda bana yardım ettiği için Salih Bolat’a teşekkür etmem gerekir aslında…)

Ece Ayhan vefat ettiğinde Hilmi Yavuz, hızını alamamış ve “ölünün ardından konuşmak” başlıklı kötücül bir yazı yazmıştı. Şimdi, bugün, kimse daha fazlasını beklemesin benden! Ben öyle biri değilim! Daha önce de söyledim: “Onlara benzemezsek, onlar gibi olmazsak bize yeter de artar!” Ayrıca, Ece Ayhan’ın, Onat Kutlar’a ilişkin olarak Enis Batur’a yazdığı bir mektupta ifade ettiği şu sözü de çok önemsiyorum: “Bu dünyanın kavgası bu dünyada kalır!” Ben en fazla şunu söyleyebilirim: “Allah taksiratını affetsin…” Diyeceğim budur!

Önemli Not: Aşağıda, Salih Bolat’ın beni TYS’ye şikayet edişine, Enver Ercan’ın beni TYS disiplin kuruluna sevk edişine ve TYS disiplin kurulunun “üyelik askılama” kararına dair 2008 yılında tarafıma gönderilen resmi yazılar bulunuyor. Resmi yazıların ilk ikisindeki “TYS Yönetim Kurulu” imzası Enver Ercan’a aittir. Kararı içeren resmi yazıdaki imza kime ait bilmiyorum. Allah, taksiratlarını affetsin…

Sahicilikle,
Zafer Yalçınpınar
14 Şubat 2022


Eki
17
2015
0

ÜVERCİNKA Dergisi’nin EKİM 2015 tarihli 12. sayısında “1. FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA ŞİİR ÖDÜLÜ, EDEBİYAT YARIŞMALARI, EDEBİYATTA UYGULANAN KARA PROPAGANDA FAALİYETLERİ ve HAKSIZLIKLAR” eleştiriliyor…

Beşiktaş Belediyesi tarafından ‘Fazıl Hüsnü Dağlarca’ adına ilki düzenlenen şiir yarışmasını skandal olarak değerlendiren aylık edebiyat dergisi ÜVERCİNKA, edebiyat ödülleri konusunu Ekim 2015 tarihli 12. sayısında derinleştirerek işliyor…


uvercinka12sinsiyet

https://haber.sol.org.tr/kultur-sanat/uvercinkadan-bu-kez-odule-nester-131548

Konunun kimi yerleşik edebiyatçılarca “edebiyat dışı bir kavga üslubuyla tehditkâr boyutlara taşınması üzerine” düzenlenen bir soruşturma, derginin ekim sayısında “Dağlarca’nın Parsellenmesi” başlığı altında sunuldu.

Uğur Yanıkel’in hazırladığı soruşturmayı yanıtlayan Kaan Arslanoğlu, Cengiz Orhan, Ali Rıza Özkan, Örsan Gürkan Aplak, Kerem Bereketoğlu, Kenan Bıyıklı, Bünyamin Durali, Kaan Turhan, Onur Bayrakçeken , Serkan Köçek, Hakan Kamışoğlu, Hüseyin Algül, Tolga Çınar ve Zafer Yalçınpınar, “Türkiye’de skandal boyutlara varan ödül ilişkilerini” mercek altına yatırdılar. Enver Ercan’ın da sert biçimde eleştirildiği dergide B. Sadık Albayrak, “Ödül ve Ceza” başlıklı yazısında, 12 Eylül 1980 darbesinin hemen ardından, gerçekçi edebiyata darbe indirmek üzere Orhan Kemal Roman Armağanı’nın Erdal Öz yönetiminde kötüye kullanılmasıyla birlikte ödüllerin yozlaştırılmaya başlandığını sergiledi ve olayın tanıklarından biri olan Nurer Uğurlu’yu televizyonda yayımlanan “Edebiyat Cephesi” programında gerçekleri açıklamaya çağırdı.

Berkiz Berksoy, Fransa’da 2015’in tartışılan edebiyat ödüllerini irdelerken, Volkan Hacıoğlu, “ödülün burjuva ideolojik aygıtı oluşunu” vurguladı. Haluk Cengiz, Dağlarca Şiir Ödülü’nün tutarsızlığını sergiledi. Yazar Mecit Ünal da, “Edebiyat Kanonu” ve “Yurttaşlık Kanonu” arasındaki ilmekleri çözdüğü yazısında, tartışmanın 2000 yılında Öküz ve Papirüs dergisindeki yansımalarına değindi.

Engin Turgut’un resimlediği “Postmodern Özne ve Sinsiyeti” başlıklı kapak yazısında, Hilmi Yavuz’dan Enver Ercan’a “defolu ben” olgusu, soruşturmaya katılan Pasaj69 yazarlarının saptamaları ışığında ortaya kondu. Ercüment Gençer’in yazısında insan ve şair olarak Cemal Süreya ele alınırken, Mehmet Sadık Kırımlı, Aziz Nesin’i 100’üncü yaşında aydın ve yazar kimliğiyle sergiledi. Üvercinka’nın yeni sayısında  İnci Ponat, Abdullah Şevki, Ahmet Ada, Koray Feyiz ve Günay Güner de yazılarında çeşitli sorunları tartıştılar. Aydan Ay ve Refik Yoksulabakan da öyküleriyle dergide yer aldı. Bu arada ağustosun son günlerini yoğun bakımda geçiren Zuhal Tekkanat, Aydınlık Günceler’de, ağır sağlık sorunlarına karşın edebiyattan uzak kalamayışını ve tartışmaları izleme çabasını yansıttı. Turgut Tan, Anı/Günlük’ünde Güngör Gençay’ı anımsatırken, “Dergilerden” köşesinde Eliz ve Edebiyat Nöbeti dergileri sergilendi. Derginin “Genç Üvercinka” bölümünde Cemre Sarıkaş ve Erdi Tokgöz’ün şiirleri ele alındı. Koray Feyiz’in İngilizceye çevirdiği şiirlerin yanı sıra, Ahmet Ada, Emine Erbaş, Ogün Hakan ve Melahat Babalık da Üvercinka’nın ekim ayı şairleri oldular.

Kaynak: soL Haber Portalı


Konuyla ilgili olarak yayımlanan diğer haberler ise şu adreslerde yer alıyor;

“Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Gerçek Vasiyeti”
ve “1. Fazıl Hüsnü Dağlarca Şiir Ödülü” Hakkında…
https://evvel.org/fazil-husnu-daglarcanin-gercek-vasiyeti-
ve-1-fazil-husnu-daglarca-siir-odulu-hakkinda

“Fazıl Hüsnü Dağlarca Şiir Ödülü ve Yaşanan Olaylar”
https://www.edebiyathaberleri.com/haber/1359/
fazil-husnu-daglarca-siir-odulu-ve-yasanan-olaylar.html

“Dağlarca Ödülü’ne Ağır Eleştiri…”
https://sanatatak.com/view/Daglarca-odulune-agir-elestiri/2019

“Soruşturma: ‘Bir Şiir Emlâkçılığı ya da Dağlarca’nın Parsellenmesi’
https://www.insanokur.org/sorusturma-bir-siir-emlakciligi
-ya-da-daglarcanin-parsellenmesi-hakkinda/

“Üvercinka’da Ödüle Neşter Çağrısı”
https://www.guncelmersin.com/haber/egitim-kultur_1/
uvercinkada-odule-nester-cagrisi/1199.html

uvercinka12


Hamiş: EVV3L kapsamında yayımlanan “Fazıl Hüsnü Dağlarca” başlıklı ilgilerin tümüne https://evvel.org/ilgi/daglarca adresinden ulaşabilirsiniz.

May
30
2015
0

Oligarşik Dehşetin Sürekliliği: “Damperli Ödül Furyası’nın Yeni İstatistikleri”

Sağolsun Koltukname taifesi, 2013’te olduğu gibi 2014’te de geçer akçe kılınan dehşet verici bir oligarşinin istatistiğini hesaplamış ve sayı saymayı (en azından parmak hesabı yapmayı) bilen ya da bildiğini varsaydığımız edebiyat ortamının ortak aklına (vicdanına) sunmuş…


2014 boyunca, 25 edebiyat ödülünde, birden fazla jüri üyeliği yapmış isimlerle karşınızdayız.

Listenin başında 10 kere jüri üyeliği yapmış olan Doğan Hızlan yer alıyor. Hızlan’ı, 5 kere jüri üyeliği yapan Refik Durbaş ile 4 kere jüri üyeliği yapan Egemen Berköz, Enver Ercan, Eray Canberk, Handan İnci, Hilmi Yavuz ve Metin Celâl izliyor. 3 kere jüri üyeliği yapanlar Asuman Kafaoğlu Büke, Cemil Kavukçu, Faruk Şüyün, İnci Aral, Leyla Şahin, Müslim Çelik, Nursel Duruel, Selim İleri, Semih Gümüş, Turgay Fişekçi, Turhan Günay ve Cevat Çapan’dan oluşuyor. 2 kere jüri üyeliği yapanların listesi ise şöyle: Abdullah Uçman, Adnan Binyazar, Ahmet Telli, Ali Cengizkan, Buket Aşçı, Emin Özdemir, Erendiz Atasü, Feyza Hepçilingirler, İhsan Yılmaz, İlknur Özdemir, Mehmet Zaman Saçlıoğlu, Murat Gülsoy, Mustafa Öneş, Sennur Sezer, Sevin Okyay, Sinâ Akyol ve Metin Cengiz.

25 ödülde toplam 117 jüri üyesi bulunuyor. Yukarıda anılan isimler ise bu toplamın yaklaşık %32,5’ine tekabül ediyor.

Analize konu olan yarışma ve ödüllerin listesi: Altın Portakal Şiir Ödülü, Behçet Aysan Şiir Ödülü, Behçet Necatigil Şiir Ödülü, Cemal Süreya Şiir Ödülleri, Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü, Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü, Duygu Asena Roman Ödülü, Dünya Kitap Yılın En İyileri, Erdal Öz Edebiyat Ödülü, Everest İlk Roman Yarışması, GİO Ödülleri, Haldun Taner Öykü Ödülü, Melih Cevdet Anday Şiir Ödülü, Metin Altıok Şiir Ödülü, Necati Cumalı Edebiyat Ödülü, Necip Fazıl Ödülleri, Orhan Kemal Roman Armağanı, Orhan Şaik Gökyay Şiir Ödülü, Ömer Seyfettin Hikâye Yarışması, Sait Faik Hikâye Armağanı, Sedat Simavi Ödülleri, Selçuk Baran Öykü Ödülü, Tanpınar Edebiyat Ödülü, Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri, Yunus Nadi Ödülleri

Bilinirliğinin en yüksek olduğunu düşündüğümüz beş ödülde ise durum şöyle:

Haldun Taner Öykü Ödülü, Sait Faik Hikâye Armağanı, Yunus Nadi Ödülleri, Dünya Kitap Yılın En İyileri ve Sedat Simavi Ödülleri’nin jüri üyeleri toplam 45 kişiden oluşuyor. Bu 45 kişi arasında birden fazla jüride yer alan 8 kişi var; bu da toplam rakamın %18’ine tekabül ediyor. Jüri üyelerinin 13’ü kadın, 32’si erkek. Kadınlar toplamın %29’unu oluşturuyor.

Listenin başında, 5 jüride de yer alan Doğan Hızlan var. Hızlan’ı 3 kere jüri üyeliği yapan Faruk Şüyün ile Metin Celâl izliyor. 2 kere jüri üyeliği yapanlar ise şöyle: Cemil Kavukçu, Faruk Duman, Hilmi Yavuz, Nursel Duruel ve Selim İleri.

Kaynak: https://koltukname.com/2015/01/07/2014un-one-cikan-juri-uyeleri/

 


Şimdi herkes biliyor, 2014’ün yaz aylarında Taylan Kara da bu konuyu analiz etmişti; Taylan Kara‘nın ortaya koyduğu hakikatler, kuvvetli tartışmalara ve özel yansımalara, yorumlara sebep olmuştu.

bakınız:
Türkiye’de Edebiyat Ödülleri Nasıl Verilir? (Haziran 2014)

Geçmiş yıllarda,  edebiyat ödüllerini (damperli ödül furyasını)  ve edebiyat ödüllerinin çevresinde dönen statüko oyunlarını bin türlü eleştirmiştik:

bakınız:
Ödüller İnsansızdır! (2011)
Yeni Sinsiyet ve Bazı Enstrümanları (2010)
Damperli Ödül Furyası ve Saygınlık Cukkalamak (2008)

Nisan 2011’de, Hande Edremit ile gerçekleştirilen bir söyleşide “jüricilik” mesleği hakkında şunlar dile getirilmiş:

Hande Edremit: “Denizaltı Edebiyatı” adlı bildirinizde “Ödüller insansızdır.” diyorsunuz. Ece Ayhan da “Şairlere ödüller verileceğini duyunca, şunları düşündüm: Demek yasalar da yetmemiş, ölüm şairlerle toplu fotoğraf çektirmek istiyor.” demişti. Günlük hayatta da biraz bu şekilde var olmaya çalışıyoruz sanki. Fotoğraflarla önceden belirlenmiş bir sahneyi yaratmaya daha kötüsü yaşamaya çalışarak…

Zafer Yalçınpınar: Ödül konusu son derece karışık bir konu… Şimdi, her şeyi bir kenara bırakalım ve meseleye dil açısından bakalım: Bugün, “Ödül” dediğimiz anda imgesel olarak ödülü alan kişiyi ya da eseri değil “ödül sistematiği”nin kendisini ya da ödülün metasını işaret ediyoruz, yüceltiyoruz, ayrıcalıklandırıyoruz. Eskiden böyle değildi. Şimdilerde, rekabet, kazanmak, yarışmak, hırs, farklılık, üstünlük filan gibi şeyler doğrudan aklımıza geliyor. Ödüllendirme denen şey, Yeni Kapitalizm’in yönetim süreçlerinin içerisinde düşünüldüğünde bir “isteklendirme” türüdür ve iktidar heveslileriyle iktidar sahiplerinin buluştuğu bir podyumdur. Ödül, iktidarın, kendi iktidarını kuvvetlendirdiği bir araçtır. Ödüller sahici değildir. “Ödül Sistematiği” denen şeyden podyumu, ışıkları, jüriyi, ödülü takdim edeni, alkış seslerini, o kırıtışları, gazetelerdeki haberleri, duyuruları filan kaldırın, geriye ne kalır? Şiltler, plaketler filan kalır. Zaten, bu şiltler, plaketler filan birer “simge” değil midir? İmgelemi kuvvetli bir şair için “ödül” denen şeyin karşılığı böylesi bir “sıradan simge” olamaz. Çünkü ödül sistematiğinin demin saydığım bileşenlerinin hiçbiri de imgelemin özgürleşmesiyle bağlantılı değildir. Şairin ödülü sıkı şiir yazmak, yazabilmektir. Şairin ödülü; tüm baskılara rağmen özgür bakışını, imgeselliğinin biricikliğini kaybetmemektir. Derdi şudur şairin; töze nüfuz edebilmek, tözü imlemek… Şair, şiirinin sıkılığını, dizelerinin gücünü yarışmalarla, ödüllerle filan teyit ettiremez. Bakın, bugünün edebiyat ortalığını birazcık araştırdığınızda “ödülsüz” bir şair bulmakta zorlanırsınız. Herkesin bir yığın ödülü var yahu… Nerede kaldı bu adamların ayrıcalığı filan? Ama benim dediğim anlamda, yani imgelemin özgürleşmesi ve töze nüfuz edebilmek yönünde ödüllendirilmiş şair sayısı bir elimin parmaklarının sayısını geçmez. Bu nedenle “Ödüller insansızdır” dedim.

“İstatistikler(statistics)” dediğimiz şey “statüko”nun hem göstergesidir hem de yaratıcısıdır. Bir tür “çift taraflı/karşılıklı nedensellik”ten imtiyaz alır. İstatistik veriler ve “ödüllendirme mekanizması” birlikte düşünüldüğünde katmerli bir statükonun dehşet verici görüntüsüne ulaşırsınız. 2013 ve 2014 kapsamında bakıldığında, Koltukname taifesinin ortaya koyduğu istatistik, jüri oligarşisini ve bunun edebiyat ortamına verdiği/verebileceği zararı, bu topraklarda yazılan edebiyatın özünün nasıl ve kimler tarafından manüple edildiğini/edilebileceğini bir kez daha -hem de açık açık, sayılarla- görmemizi sağlıyor.

Sonuçta, içimden “Yuh!” demek ve şunu eklemek geliyor; “Binlerce okur ve binlerce edebiyat heveskârı bir oligarşi tarafından -sürekli, yıllardır- salak yerine koyuluyor…”

Sahicilikle

Ağu
13
2014
1

Yeni Sinsiyet’e Karşı: “Sorular, sorular, sorular, sorular…” (11 Kasım 2011)

 

  1. 2005’ten bugüne, Enver Ercan ve kurduğu oligarşik düzen, hangi edebiyat yarışmalarına hangi jüri üyelerini seçiyor? Yarışmaları düzenlenleyen kurumlar ya da “aileler” ile Enver Ercan’ın arasındaki bağlayıcı ilişkiler (hukuk) nasıldır? Edebiyat yarışmalarında “Jüri Üyeliği” hizmeti karşılığında alınan bir bedel var mıdır? İşin içindeki/amacındaki paranın meblağı ne kadar? Bir yazar/şair, jüri üyeliği müessesesinde jürilik yaparak ya da yarışma organizasyonlarında yer alarak bir senede ne kadar bir yekün kazanır, nerelere turistik geziler gerçekleştirebilir? Anadolu’daki bir ilimizde (lafın gelişi olarak, örneğin Kastamonu’da) gerçekleştirilen bir edebiyat etkinliğinin bütçesi nasıl belirleniyor? Mevcut yekünü ve “gezi hakkını” kazanmak için -diğer mesleklerle karşılaştırıldığında- “yoğun ve yorucu çalışmak” gerekiyor mu? Jüri üyeleri, yarışmalara katılan eserleri -gerçekten- okuyorlar mı, -gerçekten- değerlendiriyorlar mı? Türk Edebiyat Tarihi, sözkonusu jüri oligarşisinin -kolaylıkla- kazandığı bazı menfaatler neticesinde özünü nasıl kaybediyor, Türk Edebiyat Tarihi’nin özü nasıl, kimler tarafından değiştirilmek isteniyor?
  1. Enver Ercan’dan önce Varlık Dergisi’nin editörü kimdi? Enver Ercan, Varlık Dergisi’ne nasıl editör oldu? Varlık Dergisi’ne şiir gönderen genç yazar ve şairlere hangi “keramet”leri öğütledi, öğütlüyor? Bir yayın koordinatörü olarak Enver Ercan’ın, Varlık’a eser gönderenlere karşı tavrı nasıldır? Yaşar Nabi Nayır’ın kızı Filiz Nayır Deniztekin’in Varlık Dergisi’ndeki yönetsel konumu, tavrı ve söylemleri nasıldır?
  1. Doğan Hızlan ile Enver Ercan arasındaki bağın geçmişi nasıldır? Enver Ercan, Hürriyet Pazarlama’da “pazarlama elemanı” olarak çalışırken Doğan Hızlan’ın Hürriyet’teki pozisyonu/görevi neydi? Enver Ercan’ın elinden kim, nasıl tuttu? Enver Ercan’ı bir “kurtarıcı” olarak Varlık Dergisi’ne “kim”, “nasıl” yöneltti? Sözde kurtarılmış bir Varlık Dergisi’nin bugünkü yazar-şair tipolojisi ve edebiyat yayıncılığı tavrı nasıldır?
  1. İzmir’den endam göstermeye çalışan bazı şiir heveslilerinin Varlık Dergisi ile ilişkileri nasıldır?
  1. Hangi siyasal parti, 10-15 yıl boyunca, Varlık Dergisi’nin baş/lokomotif abonesiydi? Varlık Dergisi hangi siyasal partiden “abonelik”le destekleniyordu? Söz konusu siyasal partiyle taban tabana ters olan başka bir ideolojinin mutat yayın organı neden Varlık’a reklâm verir? Bu karşıtlıkta ve çelişkide neler gizlidir? Bu çelişkinin beslediği bir “Yayıncılık İstismarı” atmosferi, “karakter aşınması” var mıdır?
  1. Son 2-3 senedir Varlık Dergisi ile Zaman Kitap Eki arasındaki metinsel ve içeriksel ilişki nasıldır? Varlık Dergisi, içinde bulunduğumuz dönemin yozlaşı retoriğine nasıl kanalize oldu? Zaman Gazetesi, Varlık Dergisi’ne neden reklâm verir?
  1. 2000-2010 yılları arasında Varlık Dergisi oligarşisinde editör, düzeltmen, çevirmen ve koordinatör (junior seviyesinde birer edebiyat kâhyası) olarak çalışan şiir heveslileri kimlerdir? Zamanında kimlerden, hangi ödülleri almışlar? Edebiyat çevresinde hangi retoriği yaygınlaştırmakla görevlilerdi?
  1. Varlık Dergisi -sözde- “tarihsel önem”ine nasıl sahip oldu? 1940-1965 arası düşünüldüğünde “Dost”, “Yeditepe”, “Yeni Ufuklar”, “Yenilik”, “Seçilmiş Hikâyeler” ve “Türk Dili” gibi dergiler ile Varlık Dergisi arasındaki temel farklılık nedir? Tarihteki hangi statükocu oligarşi, Varlık Dergisi’ni nasıl desteklemiştir ve yönetmiştir? Varlık, mevcut statükocu tavrını hangi enstrümanlar aracılığıyla devam ettirmeye çalışmaktadır?
  1. Yaşar Nabi Nayır, bir editör ve yayıncı olarak hakikaten “çok önemli” miydi? Yeditepe Dergisi’nin editörü Hüsamettin Bozok ve çevresi hangi enstrümanlarla nasıl etkisizleştirilmiştir, unutturulmuştur?
  1. Komşu Yayınları’ndan çıkan ve sonrasında kapanan “Eşik Cini” dergisinin oligarşik çizgisi neydi? Nalan Barbarosoğlu kimdir? Kimlerden “danışmanlık” desteği aldı? Barbarosoğlu, hangi edebiyat yarışmalarında jüri olmuş, oluyor?
  1. YasakMeyve Dergisi’nde yayımlanan şiirleri kim, nasıl seçiyor?
  1. Geçmişte, 2000’li yılların ortasında İstanbul Uluslararası Tüyap Kitap Fuarı’na onur yazarı olarak seçilen ve “Tüyap Kitap Fuarı Onur Yazarlığı” kurumunu anlamsızlaştıran, içsizleştiren “köşe yazarı” kimdir? İtibarsızlaştırma yönündeki seçim bilerek mi yapılmıştır, bu seçimin içinde siyasal bir yönlendirme ya da erk uzantısı olmuş mudur?
  1. Enver Ercan ve Faruk Şüyun, 90’lı yılların başında Kadıköy Gençlik Kitabevi’nde hangi etkinlikleri düzenlediler?
  1. Feridun Andaç’ın bugünlerdeki duruşu, verdiği pozlar nasıldır?
  1. Edebiyat Turizmi’nin mucitleri kimler? İstanbul Şiir Festivali’ni kimler projelendirdi? Diğer festivalleri kimler, hangi kurumsal yapı aracılığıyla destekliyor, yönetiyor? Söz konusu etkinliklere katılacak konukları kimler, nasıl belirliyor? Yabancı konuklar hangi söylemlerle ve vaatlerle davet ediliyor? Bu organizasyonlara ilk kez kim onur konuğu oldu, kimler katılımcıydı? Bu festivallerin “şiire” hakiki bir katkısı oluyor mu? Bu festivallerin organizasyonundan nemalanan yan-müesseseler var mı?
  1. Türkiye’nin odak/konuk ülke olduğu  2008 Frankfurt Uluslararası Kitap Fuarı’na ülkemizden katılacak yazar, şair ve yayınevlerini kim belirledi? Yazarlar ve şairler hangi yayınevi sahipleri tarafından nasıl puanlandı ve listelendi? 2008 Frankfurt Kitap Fuarı’na katılan Türk Yayınevleri’nin çeviri/telif başarısızlığının maddi boyutları nedir? Fuara harcanan bütçe heba edildi mi? Enver Ercan, Zaman Kitap’a Frankfurt Fuarı öncesinde hangi açıklamaları yaptı?
  1. Kuru/derinliksiz/içsiz edebiyatın lideri Selim İleri, edebiyat dünyasına kimleri soktu, hangi yöntemlerle, kimleri, nerelerde piyasalandırdı? Selim İleri’nin piyasalandırdığı isimler hangi eserlerden, hangi intihalleri yaptı, yapıyor?
  1. Zafer Doruk’un oğlu Taner (Cin)Doruk kimdir? Hangi motivasyonla kimlere tehditvari konuşmalar savuruyor, kimleri korkutmaya çalışıyor? Hangi dizide oynuyor? Hangi retoriği kullanıyor? Yakın zamanda kimden, hangi ödülü aldı? Taner (Cin)Doruk’un babası Zafer Doruk, hangi edebiyat ödülünde jürilik yapıyor? Taner (Cin)Doruk kimle yüzleşmekten, nasıl kaçtı?
  1. Yayıncılık istismarlarının temel bileşenleri nelerdir? Hangi edebiyat heveslileri, hangi sözde editörler tarafından nasıl yemleniyor? Okuyucu bu durumun farkında mı? Okuyucu neler düşünüyor, neyi okumak zorunda kalıyor?
  1. Küçük İskender’in Varlık Dergisi’ndeki rolü/görevi nedir? Varlık Dergisi ve Enver Ercan, Küçük İskender’i nasıl görüyor? Küçük İskender’in Varlık Dergisi çevresine eklemlenmesine hangi olay neden oldu? Hangi olaylar Küçük İskender’i hâlâ Varlık’ta tutuyor?
  1.  Enver Ercan’ın 70’li yıllardaki özgeçmişinde yer alan önemli ifadeler nelerdir?
  1. TYS üyeliğimin askıya alınmasıyla sonuçlanan süreci (daha doğrusu “askılama işkencesi”ni) başlatan Salih Bolat kimdir? Salih Bolat hangi gerekçeyle benden şikayetçi oldu? TYS tarafından cezalandırılma sürecimi Enver Ercan nasıl yönetti? Bu dilekçeyi vermesini Salih Bolat’tan kim istedi? TYS’den bana hangi evraklar, hangi imzalarla gönderildi? Evrakların içeriği neydi? Ben suçlamalara nasıl karşılık verdim? TYS nasıl bir örgüttür, ne işe yarar? Edebiyat ödüllerinde ve jüri seçiminde TYS’nın rolü nedir? TYS üyeliğimin “askılanması” işkencesi daha ne kadar sürecek?
  1. TYS’nın yeni başkanı Mustafa Köz olayların neresinde durur, ne düşünür, nasıl durur? Kendisinin başkanlığından önceki dönemde -Enver Ercan’ın başkan seçilişinde- Mustafa Köz’ün rolü neydi? Enver Ercan’ın yönetimi döneminde Mustafa Köz’ün TYS’ndaki görevi neydi?
  1. Enver Ercan’ın genel başkan seçildiği 19-20 Mayıs 2007 tarihli  TYS Genel Kurulu’ndaki şaibeler nelerdi? Genel kurulun usulsüz olduğu iddisıyla kim TYS’na dava açtı? Davanın sonucu ne oldu? TYS’nın 2007 genel kuruluna ilişkin mahkeme kararı nasıldır? Kendisini eleştirenlere Enver Ercan, işbu konu hakkında hangi söylemlerle cevap verdi?
  1. Mevcut TYS üyeleri, TYS’nı nasıl görüyor? TYS bir “yazarlık-şairlik tescil merkezi” midir? TYS nasıl çalışıyor?
  1. “Düşle” İnternet Platformu’nun düzenlediği bir etkinlikte Enver Ercan, TYS için hangi acz ifadeleriyle birlikte hangi piyasalandırma çözümlerini önerdi?
  1. Kadavralaşmış yazar örgütleri var mıdır? Var ise bunların yönetim anlayışı, savunu söylemleri nasıldır? Üyelerine ve genç yazar-şairlere karşı davranış biçimleri nasıldır? Kadavralaşmış yazar örgütlerinin söylemleri ile eylemleri arasındaki büyük çelişkilerin nedenleri nelerdir? Hangi genç yazarlar hangi kadavra örgütlere hangi çözümsel önerilerde bulundu? Bu öneriler nasıl “sümen altı” edildi? Öneriler nasıl dışlandı?
  1. Başlangıçta, Şeref Bilsel edebiyat dünyasına kendini kabul ettirmek için hangi gazetenin kitap ekinde, ne tip yazılar yazdı? Şeref Bilsel, edebiyat kâhyalığı ve “üleştiri” denemelerine -bugünkü retorik arsızlığının temelini atmaya, şiir-şair değerlendirme yazıları yazmaya- ilk kez hangi edebiyat dergisinde başladı? Bu yazılardaki tavrı, yaklaşımı, söylemleri nelerdi? Şeref Bilsel’i kimler destekledi?
  1. Şeref Bilsel 2003 yılında yazdığı bir “değerlendirme” yazısında Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi ve yayıncıları için ne dedi, hangi övgüleri savurdu? Aradan iki sene geçtikten sonra, 2005 yılında, Şeref Bilsel,  Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi için ne dedi, hangi sövgüleri savurdu?
  1. Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisi, özel bir Özge Dirik sayısı hazırladığında Şeref Bilsel, neden “Ölü edebiyatı yapıyorsunuz!” dedi? Hangi sövgüleri savurdu?
  1. 2-3 yıl boyunca Özge Dirik’i ve şiirlerini çeşitli sövgülerle dışlayan Şeref Bilsel, “Yasakmeyve” adlı derginin “Müntehir Şairler” sayısında neden Özge Dirik hakkında yazı yazmaya gerek duydu? Yeni Sinsiyet’in “fırsatçılık” ve “karakter aşınması” yaklaşımı nasıldır? Enver Ercan, Şeref Bilsel’in yazısını neden yayımladı?
  1. Artshop  Yayınevi tarafından, hatalarla dolu, özensiz, herhangi bir editöryal çalışma olmaksızın ve en önemlisi de Özge Dirik’in vasiyetini zerre kadar umursamadan basılan “Özge Dirik Şiirleri” adlı kitabın fikir babası kimdir? Artshop Yayınevi’ne Özge Dirik Şiirleri’ni yayımlaması yolunda kimler öneride bulundu?
  1. Artshop Yayınevi, “Özge Dirik Şiirleri” adlı kitabı yayımladıktan sonra hangi söylemlerle ve etkinliklerle işbu kitabı pazarlamaya çalıştı?
  1. Yeni Sinsiyet’in “Biz Söylemi”ndeki retorik arsızlığı ve karakter aşınması sistematiği nasıl çalışıyor, nasıl yaygınlaşıyor?
  1. Şeref Bilsel’in çelişkili ve tuhaf söylemlerinin nedenleri nelerdir?
  1. Cenk Gündoğdu ya da Özcan Erdoğan benzeri tiplerin Yeni Sinsiyet Tipolojisi’ndeki önemi ve görevi nelerdir? Cenk Gündoğdu hangi gazetede “düzeltmen” olarak çalışıyor, bu gazetede hangi şairleri kimlere övüyor, Gündoğdu’nun öğrenim geçmişi, dergicilik geçmişi nasıldır, siyasi görüşü nedir? Özcan Erdoğan’ın dergicilik geçmişi nasıldır, siyasi görüşü nedir?
  1. Beni savcıya kim, hangi gerekçeyle ve delillerle şikayet etti?
  1. Şeref Bilsel, Cenk Gündoğdu ve Özcan Erdoğan üçlüsünün taşradaki yazar ve şairlerle ilişkileri nasıldır? Taşradaki şiir heveslileri hangi vaatlerle, nasıl yemleniyor?
  1. Şeref Bilsel ile Baki Ayhan T. arasındaki benzerlikler nelerdir? Yeni Sinsiyet’in paydaş/yandaş yelpazasinde (geniş meşrebinde) hangi yayınevleri, hangi kitaplar ve antolojiler yer alıyor? Yeni Sinsiyet’e nasıl biat edilir? Yeni Sinsiyet, hangi şiir kitaplarını piyasalandırmaya çalışıyor? Yeni Sinsiyet’in internetteki uzantıları kimler? Yeni Sinsiyet’in internet aktiviteleri ve kullandığı platformlar hangileri? Özcan Erdoğan’ın internet yayıncılığı bilgisi ve geçmişi nasıldır? İnternet’te hangi yazar ve şairler hangi mahlasları kullanıyorlar? Kim, kimi hangi araçlarla tehdit ediyor? Bu tehditlere ilişkin örnekler nelerdir?
  1. “Baki Ayhan T.” kimdir? Gerçek soyadı nedir? Baki Ayhan T., 80’li yıllarda neler yaptı, 90’lı yıllarda neler yazdı, 2000’li yıllarda neler yapıyor? Baki Ayhan T.’nin akademik hayatı ve çalışmaları nasıldır? Edebiyat öğrencileriyle akademik paylaşımları nasıldır?
  1. Şeref Bilsel ve Baki Ayhan T. hazırladıkları şiir yıllıklarında hangi dergilere ve isimlere yer veriyorlar? Yıllıkların kapsamında yer alan isimlerin, dergilerin, şiirlerin ve konu başlıklarının istatistiksel dağılımı nasıldır? Sözkonusu dağılım, hangi oligarşik ideolojinin kavramsal ve imgesel arkaplanına hizmet ediyor?
  1. Uzun yıllar boyunca Adam Yayınları için, ardından da Yapı Kredi Yayınları için şiir yıllığı hazırlayan M.H. Doğan’ın poetik ve politik görüşü nasıldı? M.H. Doğan’ın vefatının ardından YKY için şiir yıllığı hazırlamaya devam eden Baki Ayhan T.’nin poetik görüşü, bilgisi, sezgisi nasıl? Baki Ayhan T. hangi şairleri ve poetikayı tasfiye etmeye çalışıyor? Baki Ayhan T. ve planladığı tasviyeye karşı hangi eylemler gerçekleştirildi? Hangi gazetelerde hangi yazarlar ve şairler Baki Ayhan T.’ye karşı durarak ortak metinler imzaladı? Baki Ayhan T. kendisine karşı olan yazılara nasıl cevap vermeye çalıştı?
  1. “Üç Nokta” dergisinin yayımlanış amacı nedir? “Üç Nokta” dergisi hangi özel dosyalarla Türk Edebiyat Tarihi’nin yakın geçmişini biçimlendirmeye (daha doğrusu değiştirmeye) çalışıyor? Üç Nokta dergisinin “2000’li yıllar” konulu dosyasında kimler, neler yazdı? Dergide kullanılan retoriğin özellikleri nelerdir?
  1. Seyhan Erözçelik, 2009 yılında beni telefonla arayarak kimin “destur”unu/sözlü uyarısını iletti? Ne dedi?
  1. Enis Batur’un uzaklaştırılması sonrasında, Yapı Kredi Yayınları’nın görüntüsü nasıldır? Şiir ve edebiyat alanında hangi cemaatvari oligarşi, hangi masaları işgal ediyor? Yapı Kredi Yayınları, şiir ve edebiyat alanında itibar kaybetti mi?
  1. “Esrariler” kimdir? Günümüzdeki uzantıları kimler, oluşturdukları “ağ” nasıl çalışır?
  1. “Sıcak Nal” adlı dergiyi -gerçekte- kim yönetiyor? “Siyahi” adlı dergiyi -gerçekte- kim yönetiyordu? Bu iki dergi hangi görüşe hizmet ediyor?
  1. Haydar Ergülen ile Elif Şafak arasındaki tipolojik benzerlikler nelerdir? Radikal Gazetesi’ndeki köşe yazılarıyla yıldızı parlayan Haydar Ergülen, Radikal’in ardından BirGün’de oradan da Cumhuriyet Gazetesi’nde yazmaya nasıl başladı? Haydar Ergülen’in Cumhuriyet Gazetesi’nden sonraki durağı neresi olacak? Haydar Ergülen neye, nasıl hazırlanıyor?

Yeni Sinsiyet Tipolojisi’ne karşı dile getirdiğim bu sorular “devede kulak” misalidir. 2012 yılı içerisinde yayımlamak üzere yukarıdaki soruların cevaplarını ve diğer her şeyi ihtiva eden bir yazı dizisi (kitapçık) kaleme almaktayım. 2000’den 2011’e kadar edebiyat ortalığında gördüğüm, duyduğum, şahit olduğum her şeyi, tüm yaşadıklarımı, tüm duyumsadıklarımı, tüm içtenliğimle, sahiciliğimle, teker teker isimler vererek, olaylarla, şiirlerle ve belgelerle -acele etmeden- anlatacağım.

“İnsanlık Tarihi” devam ettiği sürece birileri çıkacak ve böylesi sorular sormaya, direnen yazılar yazmaya devam edecektir. Üstelik söz konusu karşı duruşu, direnişi ve haysiyeti hiçbir menfaat gözetmeden, aksine, karşı olduğu Yeni Sinsiyet’in melanet zevatları tarafından yaşamına ve ailesine zarar geleceğini “bile bile” sergileyecektir. Gelecekte kalemim, gözüm, kalbim benden alınsa da -ki bu acz içine düşmem muhtemeldir- başka birileri her zaman olacak; sahici edebiyat adına, hakikate uzanan kalb ile vicdan yolu adına çıkacak ve “şiir”i savunacak: Kaleminin ucundaki gözünü, kalbini ve vicdanını savunacak, dile getirecek. Çünkü “haklılığın inadı” diye bir şey vardır ve bu direniş bitirildiğinde -biterse eğer- “İnsanlık Tarihi” de (tarih de) bitmiş demektir. Ve o günlerde -hâlâ nefes alıp verebiliyorsanız, becerebilirseniz- kendinize “Ben bir eşya mıydım, yoksa, insan mıydım?” diye yüksek sesle sorun. Cevap veremeyeceksiniz, kendinize… Hatırlamayacaksınız. Cevap uydurmaya gerek de kalmamıştır:- zaten, biraz önce dedim ya, insanlık tarihi bitmiştir ve soru sormanın -düşünüyor olmanın- bir anlamı yoktur. Sorular dile gelmeyecektir. Tarih de şiir de…

Dile gelmeyecektir.

Zafer Yalçınpınar
11 Kasım 2011 / İstanbul

zaferyal@gmail.com
www.evvel.org
www.zaferyalcinpinar.com

 

Ayrıca bkz: https://evvel.org/ilgi/davali

Oca
02
2014
0

Yüzde Otuz Bir: “Damperli Ödül Furyası, Oligarşi, Jüricilik ve 2013 İstatistiği”

Sağolsun, Koltukname taifesi, -bilerek ya da bilmeyerek- aşağıdaki yazıyla dehşet verici bir istatistik ortaya koymuş:

2013 boyunca, 23 edebiyat ödülünde, birden fazla jüri üyeliği yapmış isimlerle karşınızdayız.

Listenin başında 12 kere jüri üyeliği yapmış olan Doğan Hızlan yer alıyor. Hızlan’ı, 5 kere jüri üyeliği yapan Hilmi Yavuz ile 4 kere jüri üyeliği yapan Cevat Çapan, Egemen Berköz, Metin Celâl ve Refik Durbaş izliyor. 3 kere jüri üyeliği yapanlar Cemil Kavukçu, Enver Ercan, Eray Canberk, Faruk Şüyün, Nursel Duruel, Selim İleri, Semih Gümüş, Turgay Fişekçi, Turhan Günay ve Ülkü Tamer’den oluşuyor. 2 kere jüri üyeliği yapanların listesi ise şöyle: Adnan Binyazar, Ali Cengizkan, Emin Özdemir, Erendiz Atasü, Feyza Hepçilingirler, Güven Turan, Handan İnci, İhsan Yılmaz, İlknur Özdemir, İnci Aral, Leyla Şahin, Mehmet Zaman Saçlıoğlu, Murat Gülsoy, Müge İplikçi, Müslüm Çelik, Osman Şahin, Prof. Dr. Abdullah Uçman, Sennur Sezer, Sevin Okyay ve Tahsin Yücel.

23 ödülde toplam 115 jüri üyesi bulunuyor. Yukarıda adı anılan isimler ise bu toplamın yaklaşık %31′ine tekabül ediyor.

Ödüllerin tam listesi şöyle:

Altın Portakal Şiir Ödülü, Behçet Aysan Şiir Ödülü, Behçet Necatigil Şiir Ödülü, Cemal Süreya Şiir Ödülleri, Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü, Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü, Duygu Asena Roman Ödülü, Dünya Kitap Yılın En İyileri, Erdal Öz Edebiyat Ödülü, Everest İlk Roman Yarışması, GİO Ödülleri, Haldun Taner Öykü Ödülü, Melih Cevdet Anday Şiir Ödülü, Metin Altıok Şiir Ödülü, Orhan Kemal Roman Armağanı, Orhan Şaik Gökyay Şiir Ödülü, Ömer Seyfettin Hikâye Yarışması, Sait Faik Hikâye Armağanı, Sedat Simavi Ödülleri, Selçuk Baran Öykü Ödülü, Tanpınar Edebiyat Ödülü, Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri, Yunus Nadi Ödülleri

Bkz: https://koltukname.com/2014/01/01/2013un-one-cikan-juri-uyeleri/

 

Geçmiş yıllarda,  edebiyat ödüllerini (damperli ödül furyasını)  ve edebiyat ödüllerinin çevresinde dönen statüko oyunlarını bin türlü eleştirmiştik:

bakınız:
Ödüller İnsansızdır! (2011)
Yeni Sinsiyet ve Bazı Enstrümanları (2010)
Damperli Ödül Furyası ve Saygınlık Cukkalamak (2008)

Nisan 2011’de, Hande Edremit ile gerçekleştirdiğimiz bir söyleşide “jüricilik” mesleği hakkında şunları dile getirmişiz:

Hande Edremit: “Denizaltı Edebiyatı” adlı bildirinizde “Ödüller insansızdır.” diyorsunuz. Ece Ayhan da “Şairlere ödüller verileceğini duyunca, şunları düşündüm: Demek yasalar da yetmemiş, ölüm şairlerle toplu fotoğraf çektirmek istiyor.” demişti. Günlük hayatta da biraz bu şekilde var olmaya çalışıyoruz sanki. Fotoğraflarla önceden belirlenmiş bir sahneyi yaratmaya daha kötüsü yaşamaya çalışarak…

Zafer Yalçınpınar: Ödül konusu son derece karışık bir konu… Şimdi, her şeyi bir kenara bırakalım ve meseleye dil açısından bakalım: Bugün, “Ödül” dediğimiz anda imgesel olarak ödülü alan kişiyi ya da eseri değil “ödül sistematiği”nin kendisini ya da ödülün metasını işaret ediyoruz, yüceltiyoruz, ayrıcalıklandırıyoruz. Eskiden böyle değildi. Şimdilerde, rekabet, kazanmak, yarışmak, hırs, farklılık, üstünlük filan gibi şeyler doğrudan aklımıza geliyor. Ödüllendirme denen şey, Yeni Kapitalizm’in yönetim süreçlerinin içerisinde düşünüldüğünde bir “isteklendirme” türüdür ve iktidar heveslileriyle iktidar sahiplerinin buluştuğu bir podyumdur. Ödül, iktidarın, kendi iktidarını kuvvetlendirdiği bir araçtır. Ödüller sahici değildir. “Ödül Sistematiği” denen şeyden podyumu, ışıkları, jüriyi, ödülü takdim edeni, alkış seslerini, o kırıtışları, gazetelerdeki haberleri, duyuruları filan kaldırın, geriye ne kalır? Şiltler, plaketler filan kalır. Zaten, bu şiltler, plaketler filan birer “simge” değil midir? İmgelemi kuvvetli bir şair için “ödül” denen şeyin karşılığı böylesi bir “sıradan simge” olamaz. Çünkü ödül sistematiğinin demin saydığım bileşenlerinin hiçbiri de imgelemin özgürleşmesiyle bağlantılı değildir. Şairin ödülü sıkı şiir yazmak, yazabilmektir. Şairin ödülü; tüm baskılara rağmen özgür bakışını, imgeselliğinin biricikliğini kaybetmemektir. Derdi şudur şairin; töze nüfuz edebilmek, tözü imlemek… Şair, şiirinin sıkılığını, dizelerinin gücünü yarışmalarla, ödüllerle filan teyit ettiremez. Bakın, bugünün edebiyat ortalığını birazcık araştırdığınızda “ödülsüz” bir şair bulmakta zorlanırsınız. Herkesin bir yığın ödülü var yahu… Nerede kaldı bu adamların ayrıcalığı filan? Ama benim dediğim anlamda, yani imgelemin özgürleşmesi ve töze nüfuz edebilmek yönünde ödüllendirilmiş şair sayısı bir elimin parmaklarının sayısını geçmez. Bu nedenle “Ödüller insansızdır” dedim.

“İstatistikler(statistics)” dediğimiz şey “statüko”nun hem göstergesidir hem de yaratıcısıdır. Bir tür “çift taraflı/karşılıklı nedensellik”ten imtiyaz alır. İstatistik veriler ve “ödüllendirme mekanizması” birlikte düşünüldüğünde katmerli bir statükonun dehşet verici görüntüsüne ulaşırsınız. 2013 kapsamında bakıldığında, Koltukname taifesinin ortaya koyduğu istatistik, jüri oligarşisini ve bunun edebiyat ortamına verdiği/verebileceği zararı, bu topraklarda yazılan edebiyatın özünün nasıl ve kimler tarafından manüple edildiğini/edilebileceğini bir kez daha -hem de açık açık, sayılarla- görmemizi sağlıyor.

Sonuçta, içimden “Yuh!” demek ve şunu eklemek geliyor; “Binlerce okur ve binlerce edebiyat heveskârı bir oligarşi tarafından -sürekli, yıllardır- salak yerine koyuluyor…”

Sahicilikle
Zafer Yalçınpınar

Şub
16
2013
0

“OT” Dergisi filan…

Metin Üstündağ’ın yürüttüğü “Öküz” ve “Hayvan” adlı dergilerin devamı olarak lanse edilen ya da piyasalandırılan “OT” dergisinin ilk sayısı yayımlandı. Dergiyi aldım, okudum ve büyük bir hayal kırıklığına uğradım.

Üzülerek söylüyorum ki OT, Öküz’den 100 kat, Hayvan’dan da 50 kat daha zayıf bir “duruş” sergiliyor… (Belki de böyle bir “duruş”u kabullenerek, bile isteye yola çıkmışlardır.) “Dönemlerin Retoriği” başlığında olumsuzlanarak ve karşılaştırmalı bir biçimde incelenebilecek son derece zayıf, geçmişiyle çelişkili bir dergi olmuş. İhsan Oktay Anar romanlarında yer alan karakterlerin ünlü çizerlerin kaleminde vücut bulmasını saymazsak, dergide hiçbir “içeriksel” kıymet göremedim. Metin Üstündağ’a -özellikle Ece Ayhan için yaptığı iyilikler kapsamında- saygı duyuyorum. Ancak, bu dergi (OT) böyle devam ederse malesef “otlak” olur. Yani, okunmaz olur.

Özel Hamiş:  Dergide “İçimizden Biri” diye bir köşe var: OT taifesi ilk sayıda “Ali Enver Ercan“ı, “İçlerinden Biri” olarak işlemiş. Bence, böyle köşelere itibar da tenezzül de etmemek lazım -Çıracıyan, sana diyorum-. Çünkü biz Enver Ercan’ın -orada yazılanların tersine, gerçekte- ne menem biri olduğunu, neler yaptığını, Türk Edebiyatı’na “olumsuz” etkisini, amacını, görevini filan yıllardır biliyoruz.  (Bkz: https://evvel.org/ilgi/enver-ercan)

 

Ağu
30
2011
0

Mücadelemizin Geçmişteki Envanteri (30 Ağustos 2011)

2006 yılından bu yana edebiyat ve sanat dünyasında oligarşik hareketlerle, muhterislerle ve haysiyetsizlikle mücadele ediyoruz.  (Eylül 2011 ile Haziran 2012 tarihleri arasında bu mücadele çetinleşecek…) 2006’dan bugüne kadar Yeni Sinsiyet tipolojisine, hilebazlara, fetbazlara karşı durarak açtığımız başlıkları, yaptığımız tartışmaları ve bazı ifşaatları aşağıda paylaşıyorum. Biliyorum ki bu envanter size biraz karışık gelecek… Endişelenmeyin; Eylül ayından itibaren her şeyi teker teker, sabırla, ayrıntılarla, yaşanan olaylarla, tanıklıklarlarla, yeni belgelerle ve özellikle de “isimler vererek”  yeniden -derinlemesine- ele alacağız.

Şimdilik, bu arşivi sadece bir hazırlık olarak düşünüp, kısaca gözden geçirmekte fayda var:

EDEBİYAT VE SANAT OLİGARŞİSİNE KARŞIYIZ!
https://evvel.org/evvel-fanzin-tum-edebiyat-kahyalarina-karsidir

LOBUTLAR:
https://evvel.org/ilgi/lobut

ENVER ERCAN:
https://evvel.org/ilgi/enver-ercan

 

 

Ağu
01
2011
0

Bir kez daha, yüksek sesle, ayağa kalkarak, insanlık adına bağırıyorum: “ÖDÜLLER İNSANSIZDIR!”

“(…)Şairlere ödüller verileceğini duyunca, şunları düşündüm: Demek yasalar da yetmemiş, ölüm şairlerle toplu fotoğraf çektirmek istiyor. ” Ece Ayhan

Toplu Fotoğraftakiler;

Mikrofoncu/Yemleyen: Enver Ercan (sağdan birinci)
Plaketçi/Yemlenen: Taner Cindoruk (sağdan beşinci)
Yardımcı Oyuncu/Pozcu: Feridun Andaç (sağdan ikinci)

Ayrıca bkz: https://oguzcanonver.blogspot.com/2011/07/sairlere-oduller-verilecegini-duyunca.html

Şiir-edebiyat ödüllerine, jüriciliğe, üleştirmenliğe ve genel olarak da “ödüllendirme sistematiği”ne karşı olarak  binbir türlü yazı yazdık, sıkı duruş sergiledik. Gerek Evvel Fanzin’de gerekse de diğer platformlarda yıllardır dile getirdiğimiz bu hakikatler, yeni sinsiyetin nemalanıcıları tarafından özel bir haysiyetsizlikle ve yüzsüzlükle anlamazlıktan geliniyor her defasında… Bu nedenle -aşağıda yazılanlarda olduğu gibi- bazı şeyleri sürekli tekrar etmek zorunda kalıyorum. Ve ne yazıktır ki tüm edebiyat kâhyalarına, kifayetsiz muhterislere, üleştirmenlere, haysiyetsizlere ve üçkâğıtçılara aşağıdaki sözleri tekrar etmek, hatırlatmak gibi bir haysiyete/göreve sahibim… Böylesi bir yükü yüklendim, istemeden:

Hande Edremit:“Denizaltı Edebiyatı” adlı bildirinizde “Ödüller insansızdır.” diyorsunuz. Ece Ayhan da “Şairlere ödüller verileceğini duyunca, şunları düşündüm: Demek yasalar da yetmemiş, ölüm şairlerle toplu fotoğraf çektirmek istiyor.” demişti. Günlük hayatta da biraz bu şekilde var olmaya çalışıyoruz sanki. Fotoğraflarla önceden belirlenmiş bir sahneyi yaratmaya daha kötüsü yaşamaya çalışarak…

Zafer Yalçınpınar: Ödül konusu son derece karışık bir konu… Şimdi, her şeyi bir kenara bırakalım ve meseleye dil açısından bakalım: Bugün, “Ödül” dediğimiz anda imgesel olarak ödülü alan kişiyi ya da eseri değil “ödül sistematiği”nin kendisini ya da ödülün metasını işaret ediyoruz, yüceltiyoruz, ayrıcalıklandırıyoruz. Eskiden böyle değildi. Şimdilerde, rekabet, kazanmak, yarışmak, hırs, farklılık, üstünlük filan gibi şeyler doğrudan aklımıza geliyor. Ödüllendirme denen şey, Yeni Kapitalizm’in yönetim süreçlerinin içerisinde düşünüldüğünde bir “isteklendirme” türüdür ve iktidar heveslileriyle iktidar sahiplerinin buluştuğu bir podyumdur. Ödül, iktidarın, kendi iktidarını kuvvetlendirdiği bir araçtır. Ödüller sahici değildir. “Ödül Sistematiği” denen şeyden podyumu, ışıkları, jüriyi, ödülü takdim edeni, alkış seslerini, o kırıtışları, gazetelerdeki haberleri, duyuruları filan kaldırın, geriye ne kalır? Şiltler, plaketler filan kalır. Zaten, bu şiltler, plaketler filan birer “simge” değil midir? İmgelemi kuvvetli bir şair için “ödül” denen şeyin karşılığı böylesi bir “sıradan simge” olamaz. Çünkü ödül sistematiğinin demin saydığım bileşenlerinin hiçbiri de imgelemin özgürleşmesiyle bağlantılı değildir. Şairin ödülü sıkı şiir yazmak, yazabilmektir. Şairin ödülü; tüm baskılara rağmen özgür bakışını, imgeselliğinin biricikliğini kaybetmemektir. Derdi şudur şairin; töze nüfuz edebilmek, tözü imlemek… Şair, şiirinin sıkılığını, dizelerinin gücünü yarışmalarla, ödüllerle filan teyit ettiremez. Bakın, bugünün edebiyat ortalığını birazcık araştırdığınızda “ödülsüz” bir şair bulmakta zorlanırsınız. Herkesin bir yığın ödülü var yahu… Nerede kaldı bu adamların ayrıcalığı filan? Ama benim dediğim anlamda, yani imgelemin özgürleşmesi ve töze nüfuz edebilmek yönünde ödüllendirilmiş şair sayısı bir elimin parmaklarının sayısını geçmez. Bu nedenle “Ödüller insansızdır” dedim.

Ayrıca bkz: Damperli Ödül Furyası ve Saygınlık Cukkalamak

Evvel Fanzin, edebiyat ve sanat oligarşisine karşıdır:
https://zaferyalcinpinar.com/blog/?page_id=2683

May
30
2011
0

TYS Genel Kurulu ve Beylik Geyikleri

Bu haftasonu (28-29 Mayıs’ta) Türkiye Yazarlar Sendikası’nın genel kurulu varmış. Duyumlarıma göre, Hz. Müptezel(Enver Ercan) TYS başkanlığından çekiliyormuş. Bu habere “çok şükür!” diyemiyorum gene de… Çünkü Hz. Müptezel’in yerine, uzun zamandır ikinci başkanlık oynayan Mustafa Köz geçiyormuş. Yani TYS’de başkanlık hikâyesi “aynı tas aynı hamam” olarak devam ediyor. Fakat bu yeni listede birkaç “iyi insan” var. Bu “insan”lar belki de TYS’de bir zihniyet değişikliğine vesile olabilir. Bakalım, onu da “zaman ve vicdan” belirleyecek. Hep söylerim; “zaman ve vicdan” yargıçtır. Saatlerinizi kontrol ediniz.

Ben mi? Hayır… Asla… Genel kurula katılmayacağım. Zaten benim mevcut TYS üyeliğim filan da 2008’den beri askıda… Bir işkence türü olarak, mevcut üyeliğimi askıda tutuyorlar. 2009’daki genel kurul öncesinde önemli bir çağrıda bulunmuştum. (Bkz: https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=463)
Bu genel kurulda da -mecburen- çağrımı yineliyorum. Bazı şeylerin anlaşılması için defalarca tekrar etmek veya 2-4 sene kadar bir süre geçmesini beklemek gerekiyor. Çünkü, anlayana sivrisinek sazdır, anlamayana davul zurna azdır. O misal…

Zy

30 Mayıs 2011  itibariyle;

Beklenildiği gibi, 28-29 Mayıs 2011’deki genel kurulda Ali Enver Ercan (Hz. Müptezel) başkanlıktan çekilmiş. Türkiye Yazarlar Sendikası’nın yeni yönetim kurulu ise şu kişilerden oluşuyor:

Genel Başkan: Mustafa Köz
2. Başkan: Kamil Tekin Sürek
Genel Sekreter: Müslim Çelik
Genel Sayman: Ertan Mısırlı
Üye: Mehrizat Poyraz
Üye: Nurullah Can
Üye: Nur Saka
Üye: Cihan Oğuz
Üye: C. Hakkı Zariç

Written by Adabeyi in: Duyurular, Tartışmalar | Etiketler: ,
Oca
06
2011
2

Doğan Hızlan’ın Bir Önemi Yoktur.

Mustafa Şerife Onaran, bugünkü (6-1-2011 tarihli) Cumhuriyet Kitap Eki’nde “Doğan Hızlan’ın Önemi” başlıklı bir yazı yayımlamış. İşbu yazı tüm hatlarıyla bir Doğan Hızlan methiyesi olarak karşımızda duruyor. Şimdi, hemen, peşinen Mustafa Şerife Onaran’a şunu ifade etmek gerekir; “Doğan Hızlan’ın edebiyat açısından bir önemi yoktur.”

1980 sonrası oluşan  “Dünyayı sel bassa ördeğe vız gelir” zihniyetinin kültür-sanat alanındaki temsilcisi ve günümüzdeki belirgin öznesidir Doğan Hızlan… Zürriyet’teki köşesinden kuru edebiyat heveslilerini destekler, edebiyat yarışmalarında üleştiri yapar, şiir festivallerinin açılış konuşmalarında ve köşk yemeklerinde “fasulyenin faydaları”ndan filan bahseder. Hızlan, olsa olsa, bir edebiyat heveslisidir sadece: Derinlemesine bir yazısını, bir araştırmasını okumamışsınızdır; eli yüzü düzgün bir “temellendirme”siyle, “çıkarım”ıyla  ya da “kestirim”iyle karşılaşmamışsınızdır. “Eleştirici” deseniz değildir, “denemeci” deseniz değildir, “hikâye, roman yazarı, şair” filan deseniz hiç değildir.  Hızlan’ın yazılarında herhangi bir konuda derinlemesine bir yoruma, bir analitik düşünce kırıntısına, yapısal bir söyleme, bilimsel referansa ya da herhangi bir çeviriye rastlamamışsınızdır. Peki kimdir bu Doğan Hızlan?

Doğan Hızlan’ın görevi Zürriyet’teki köşesinden kuru edebiyatçıları tanıtmak, içsiz etkinliklerden sözde okuyucularını haberdar etmek ve bu vesileyle de edebiyat ortamında kuru, içsiz ve temelsiz bir “network” oluşturmaktır. İşbu network’ünü oligarşik düzeneklerle birlikte statüko üleştirmek için kullanır. Edebiyatımıza, yaşamın şiirselliğine ve imgelemimize en büyük zararı verenler Doğan Hızlan’ın 90’ların ortasından itibaren piyasalandırdığı, tutundurduğu isimlerdir. Misal; Enver Ercan… Bugünün en kötü dergileri Doğan Hızlan’ın diriltmeye çalıştığı -daha doğrusu diriltmek hilesiyle içini boşalttığı- 70 küsur yıllık edebiyat dergileridir. Türk Edebiyatı’nda yer alan hangi “liyakatsizlik kalesi”nin surlarına bakarsanız bakın Doğan Hızlan’ın bandırasını görürsünüz.

Ben, şahsen, TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’na “Doğan Hızlan” onur konuğu seçildiğinden beri katılmıyorum, saygı da duymuyorum. Kısacası, benim için Doğan Hızlan’ın “liyakatsizlik abidesi” olmak dışında bir önemi ya da vazifesi yoktur. Bundan sonra olamaz da. (Zy)

May
07
2010
0

Duyuru-Haber: “TYS KONGRESİ İPTAL EDİLDİ!”

Türkiye Yazarlar Sendikası’nın 19-20 Mayıs 2007’de yapılan ve mahkemeye verilen kongresi iptal edildi.

TYS’nin üç yıl önceki Genel Kurul’u, yetersayı olmadığı halde, Sadık Albayrak, Yetkin Aröz ve Seyyit Nezir’in “otuz kırk üyeyle Genel Kurul’u açmanın hukukdışı olduğu” yönündeki uyarılarına rağmen, Başkan Enver Ercan tarafından başlatılmıştı. “CHP taktikleri burada sökmez” diyen TYS yöneticileri daha sonra Genel Kurul’a gelmeyen ikiyüze yakın yazarın yerine imza atarak tutanaklarda yetersayı sağlanmış gibi göstermişlerdi. Bunun üzerine Yetkin Aröz ve Seyyit Nezir mahkemeye başvurarak Kongre’nin iptalini istemişlerdi.

İstanbul 3. İş Mahkemesi’nin 2008 / 335 Esas ve 06.05.2010 tarihli 7. celsesinde Yargıç M. Zeki Ayhan, “Genel Kurul’un sonuçlarının iptaline” karar vermiştir.

Sadık Albayrak, Yetkin Aröz ve Seyyit Nezir, konuyla ilgili açıklamalarında, “Türk hukukunun siyasallaşarak yarılmasında TYS yönetiminin de öncü payı olduğunu” belirterek, “sonunda yazar örgütüne yakışan bir Genel Kurul’un önündeki engellerin kalktığını” belirtmişlerdir. Seyyit Nezir, daha sonra, “Ülkemizde hukuka saygının en çok gereksinildiği bir dönemde, TYS yönetimi yazar örgütüne yakışmayan tersine bir örnek oluşturmuş, hukuku çiğneyenleri cesaretlendirmiştir.” diyerek şunları söylemiştir: “TYS yönetiminin hukuk dışı uygulamaları, Türkiye’de 3 yıldır olan biten karşısında, kurucusu Aziz Nesin’in kemiklerini sızlatırcasına, yazar örgütünün saf dışı bırakılması sonucunu doğurmuş, yazarlar susmak zorunda kalmıştır. Ancak her türlü hukuksuz girişim ve uygulama gibi, bu da cezasız kalmayacaktır. Türkiye’de yargıçlar var.”

İLETİŞİM İÇİN:

Sadık Albayrak: 0537 240 55 54
Yetkin Aröz: 0532 435 55 32
Seyyit Nezir: 0536 962 12 58

*

İptal Edilen TYS Kongresi’nin Gerekçeli Kararı Açıklandı…
Bkz: https://edebiyatodasi.net/news_detail.php?id=3747

*

TYS Genel Kurulu’nun iptal edilişine ilişkin çeşitli/karşılıklı açıklamalara https://www.edebiyatodasi.com/news_detail.php?id=3702 adresinden ulaşabilirsiniz.

*

Written by Adabeyi in: Duyurular, Tartışmalar | Etiketler: ,
Nis
15
2010
2

Yeni Sinsiyet Tipolojisi’nin “Sıcak Nal/Mal”larına ve edebiyat kabzımallığına karşı! (Borges Defteri)

Edebiyat Kâhyaları’nın ve Yeni Sinsiyet Tipolojisi’nin en sıcak mamüllerinden biri olan “Sıcak Nal” adlı kabzımal kahvehanesine ilk lobut Borges Defteri Moderasyon Grubu’ndan geldi… Yazıyı aşağıda -0lduğu gibi- alıntılıyorum (Zy):

Ali Teoman’ın ve Cem Akaş’ın iki yazısına yer vererek yayın hayatına “vira” diyen “Sıcak Nal” dergisi (Süreyya Evren’in editörlüğü ve Enver Ercan’ın imtiyaz sahipliğiyle) daha ilk sayısının son satırlarını inanılmaz bir gaf ve kin kusma ayiniyle kapamış.
Enis Batur’a çamur atmak, kin kusmak, had-hudut bildirmek bu kez Süreyya Evren’nin üzerine mi bırakıldı? Çürümenin virtüel algı boyutu farklı aygıtlarla ama aynı hücre yapısıyla durmadan karşımıza çıkıyor, hep beraber okuyoruz, bu durum karşısında yapabileceğimiz tek şey kalıyor: aktüel algı zenginliğiyle gidişatın ve ortamı saran ahlaksızlığın, vicdansızlığın, rezaletin üzerine kusmak.
Oyun, iki farklı dünyanın iki farklı kişiliğin algısı üzerine kurulan bir suni denge gibi görünse de mesele asla öyle değil.. Farklılıktan fakr(yoksunluk) değil “gena”(düşünce zenginliği) doğduğunu biliyorduk, oysa burada düşünce sefaleti kendini paçavra bir kırıntıya bürünerek gösteriyor.
Dergi editörü Süreyya Evren; Enis Batur’un haftalık Cumhuriyet Kitap dergisine yazdığı bir yazsından tek bir (tek 1 cümle) cümleyi : “ister şiirimde(kendi öznel dünyası) ister (düz yazılarımda)-(yine Enis Batur’un kendi kurgusuyla oluşturduğu, kullandığı dil ve dünya) yeni bir dil kurdum” gibi bir cümleyi alarak var gücüyle terim yerindeyse Enis Batur üzerine, “kültür adamlığı” tanımına “çullanması” pek hoş ve ahlaki bir tavır olmamakla birlikte bir dergi editörünün (idam mangasının önünde bile olsa)baş vuracağı bir yöntem olmamalı(ydı) diye düşünmekten de alı koyamıyoruz kendimizi. Yazımızın başında Ali Teoman ve Cem Akaş’ın adını neden verdik? Bir taraftan sırtını bu iki Enis Batur “diline”,”dünyasına”(uzun zaman) yakın isimlere vereceksin öte yandan Enis Batur’a karşı içinde ne kadar tarif edilmiş-edilmemiş “kin” oku varsa hicap duymadan fırlatacaksınız. Bu kadar basit, yüzeysel, içeriksiz ve kolay vuruşlara şu edebiyat ortamı ne zamandan beri alıştı? Terry Eagleton’un üzerine titrediği “pratik eleştiri” kavramı ve ruhsal kurtuluşa giden yolu müjdeleyen yöntem de derdimiz, hatta tasamız, hiç değil, çünkü karşımızda böyle bir kapasite ve ufuk genişliği yok. Kaldı ki, ister eleştiride olsun ister teorik yaklaşımlarda “ teorik şiddet unsurunu” ilk savunanlardan, gündeme taşıyanlardanız, ama burada pratik ve kabulleneceğimiz bir teorik karşı duruş, kuramsal yaklaşım yok. Kişisel iç kargaşa-hesaplarla varılan noktanın da menzili bu kadar olurdu.
Siz bu edepsizliği Oruç Aruoba, Turgut Uyar, Ece Ayhan (hayatta olan veya olmayan) ve aklınıza gelebilecek hangi şair, yazara karşı gerçekleştirseniz tepkimiz aynı olur, aynı olacak.
Edebiyat ortamını saran boğucu sessizlikler, tepkisizlikler işleri bu aşamalara sürükledi. Sanat’ın kalp atışları kokuşmuş bir sistem ve onun baskıcı aygıtına karşı çıkışlarda hızlanmalıdır, yoksa kendi dokusunu, öz suyunu “aşağı dünya-yukarı güç” diyerek ulu orta harcamanın bir anlamı yoktur.
Sorsak ki madem her minimal gösterge anlıksal imgesini canlandırdığı bir öteki uyarana bağlı bir uyarandır o zaman bugüne kadar biz neden tek bir yapısal analizinizi (Enis Batur ve pek çok isimle ilintili olarak) görmedik, okumadık? Yoksa altınıza serdiğiniz o suni güç, iktidar kilimi mürekkep gücüyle değil de ıslandıkça mı koyulaşıyor?
Bir dergi editörü “eleştiri” unsurunu böyle seyreltilmiş küf çekirdeği gibi kullanırsa, o yörede tuz depolarının da koktuğunu açıkça deklare edebiliriz galiba.
Anlaşılan o ki bu güne kadar ne Enis Batur şiirini ne de onun en azından düz yazılarını ve söyleşilerinin hiç birisini elzem olan gerçekçi mercekten okumamış sayın editörümüz.
O Enis Batur ki bunca çabası ve kültür dünyamıza kattıklarıyla hala ve olabildiğince açık bir dil ve ifadeyle ve inanılmaz bir tevazuuyla “ henüz dilime yeni bir sözcük katmış değilim” gibi gerçekten samimiyet içeren bir iç görüyü ortaya koymuştur. Gelin görün pek muhterem baş muharrir’e göre Enis Batur bir gazetenin kitap ekinde “yeni bir dil” den nasıl söz edermiş(dem vurarmış? Ve aslında “sen kimsin ki bize bu yeni dili dayatıyorsun?”ibaresini Sıcak Nal dergi okurunun anlına tuhaf cümleler ve anlamlarla yapıştırır.
Dil sorunsalını, şiiri, poetikayı, anlam ve anlam kaymalarını, anlam bilimi, anlamın evrimini, yapısal sorunları 35 seneden beri kendine dert edinmiş bir yazar-şairi böyle ucuz ve hakikaten mide bulandıran na-veciz cümlelerle “vurmak” (eleştiri değil) fiilini bizler ne nedenlilik ne de nedensizleşme terimleriyle de açıklayamayız.
Sayın Enver Ercan derginin orta sayfasından yarım boy fotoğrafla poz vererek şiirini kendi editörünü yayınlatırken önce vicdanını iki avucuna alarak bu soruyu kendine soracaktı sonra o sayfaya “onay” verecekti: “Enis Batur kimdir? Bu güne kadar nelere imza attı, neleri, kimleri, hangi değerleri ortamımıza kazandırdı?”. Herhalde vicdani bilançosunun parmağı ağrımazdı, üstelik yazarlar sendikası başkanı olarak kurduğu dergicilik taç-saltanat koltuğunda bir ülkenin saygın ve de bugünlerde bir ekvator bitkisi gibi kendi sessiz dünyasına kapanan bir değerli yazara bu biçimde yakışıksız kalkan-kılıç gösterilmezdi. Ama galiba bir “hakikati” unutuyorsunuz, geçti artık sizlerin o “şaşı bak şaşır” numaralarınızın dönemi. Yeni kuşak okur, edebiyat kulvarının siyanur yudumlamış kuşağı yemez artık bu numaraları. Bu seslenişimiz ise son ve nihai sözcüklerimizdir, bundan önce olduğu gibi bundan sonra da muhatabımız değilsiniz.
Bunca iç kanamadan sonra, yanıtınız ne olursa olsun, bizim açımızdan zerrece bir önemi yoktur, ama en azından işlerin hangi samimiyet ölçeğinde yürüdüğünü görmemiz açısından şansınızın hala soluk alıyor olması sıva tutmayan hecelerinize derman olur belki.
Her şairin, her şiirinin bir coğrafyası vardır, kara yelleri, geceleri, uykuları, kuyuları vardır, dili vardır, sözcükleri vardır. Her şiir, her dize bütün şairler için yeni bir deneyim, yeni bir dil sürçmesi, yeni bir dil zenginliği, dil serencamı vardır. Enis Batur ya da şu an bildiğimiz, severek okuduğumuz şairlerden hangisi yazdıklarında “yeni oluşturulmuş bir felsefi- edebi kuram”dan, “yeni bir anlam biliminden” söz etmiştir? Onun yirmi beş yıllık sadık okurları olarak, böyle bir iddiayı hiç görmedik hiç okumadığımızı bildiriyoruz.
Ayağınızı denk alın ve yayınlarınızın ister ilk ister son sayfalarında son “vuracağınız” kişi ve ya kişileri seçerken çok ama çok dikkatli davranmanızı öneririz. Bu sizleri ciddiye aldığımız için değil, üstünü, başını pislettiğiniz edebiyat gömleği ve o kalemlere duyduğumuz hürmetten dolayı bizler için önemlidir.
Zeka bu kadar evrensel bir töz olan süreyi, tıpkı psişik sürede olduğu gibi durağanlaştırıp kristalleştirebilir sayın baş muharrir! Bunu ilk önce senin bilmen gerekiyor(du).
Ya da yine Enis Batur’un dediği gibi:
“kıllar ters dönüyorsa, içinden sakal bırakacaksın”!
Olmadı mı?
“Zamanın bilinci: zamana suikast..(E.M.CIORAN)” diyerek kara ütopyalara yelken açacaksın..

Zulüm ve karanlık perdelerle eş tutulan bir devranın ardından çiçeklenecek düşler-bir yerlerde- mutlaka vardır..

Ne mutlu ki Ruh Cerrahi değiliz.
Vesselam.

BORGES DEFTERİ MODERASYON GRUBU

(https://borgesdefteri.blogspot.com)

—————————

ÖNEMLİ EK NOT:
SORU: Sıcak Nal dergi yayın kurulu üyesi olan Sn.Cem Akaş’ın görüşünü bilmek, öğrenmek en doğal hakkımızdır dedik! Bu “sonra karanlık, sessizlik, perde-(E.B)” oyununa yorumunu, görüşünü sorduk.
Cem Akaş’tan beklediğimiz sahici-samimi ses dün ulaştı elimize ve
CEM AKAŞ dedi ki(sadece bir kısmını yayınlıyoruz, devamını muhtemelen baş muharrire kendisi aktaracak, çünkü takipçisi olacağını bildirdiler-duyarlılığı için Cem beye çok teşekkür ediyoruz):

“Size tamamen katılıyorum ve derginin yayın kurulu listesinde adımın geçmesinden hicap duyuyorum.
2500 kitap yayımlamış (ve siz eklememişsiniz ama, 100’ün üstünde kitap yazmış) birinin kişiliği de, görüşleri de, yapıtları da, yaptıkları da eleştiriden muaftır.
1500 kitap yayımlamış birinin kişiliği ve görüşleri eleştiriden muaftır.
1000 kitap yayımlamış birinin kişiliği eleştiriden muaftır.
500 kitap yayımlamış birinin herşeyi eleştirilebilir ama ağır konuşmamak kaydıyla.
Diğerleri için herşey mübahtır.-CEM AKAŞ”

Şub
17
2010
0

Gözümüzden Kaçtı Sanılmasın-IV

Bugün, “edebiyat ortamı” dediğimiz “garabet ortamı”nda yaşanan olaylardan ve sergilenen tavırlardan biri daha kulağıma geldi. Artık bu tavırların sergilenmesi ve olayların yaşanması, olayların taraflarına karşı “esef” duymama neden oluyor. Anlatayım;

Edebiyat “camia”sından olmayan eski bir arkadaşım üç sene boyunca yazdığı şiirleri toparlayıp Sel Yayınları’na gitmiş… Görüşme sırasında Sel Yayınları’ndaki zevat, sıklıkla şiir kitabı basmadıklarını, sadece -en son- Ah Muhsin Ünlü’nün kitabını bastıklarını ve 1-2 sene boyunca da başka şiir kitabı basmayacaklarını söylemiş. Fakat ardından, yan tarafta, Varlığ Yayınları’nın bürosunun olduğunu ve orada “bu şiir işleri”yle ilgilenen Enver Ercan adında biri bulunduğunu eklemiş. (Kısacası, tıpkı esnafların bir müşteriyi başka bir esnafa yönlendirmesi gibi arkadaşımı Enver Ercan’a yönlendirmiş, paslamış.)  Bizim arkadaş da -başına geleceklerden habersiz- tutmuş Enver Ercan’a gitmiş ve “Beni yandan gönderdiler. Şiir kitabımı yayımlamak istiyorum…” demiş saflıkla. Buna karşılık Hz. Müptezel  (Enver Ercan) günümüzde şiir kitaplarının satmadığından yakınmış ve eğer şiir dosyasının sahibi aynı zamanda ödül sahibi değilse, edebiyat etkinliklerinde, söyleşilerde, anma toplantılarında endam göstermiyorsa, büyük dergilerde şiirleri yayımlanmamışsa, tanınmamışsa ya da kendi tanıdıklarından, şebekesinden değilse, herhangi bir şiir kitabını yayımlayamayacağını söylemiş… Yani tezgâhını döndürmeye devam etmiş…

Ne diyeyim; Allah herkese akıl fikir versin… Yazara da okura da esnafa da…

Hamiş: Edebiyat oligarşisine ilişkin bu tip olaylar ve bu tip oligarşik söylemler bende “esef” duygusu yaratıyor artık…

Ayrıca bkz:
https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=1045
https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=1823

Written by Adabeyi in: Duyurular, Tartışmalar | Etiketler:
Şub
07
2010
0

Gözümüzden Kaçtı Sanılmasın-III

Gözümüzden kaçtı sanılmasın diyedir;

Hz. Müptezel (Ali Enver Ercan), Varlığ Dergisi’ndeki “Yeni İmzalar” adlı “suni yem”leme mekânından dezenformasyon icra etmeye devam ediyor.  Duyduğuma göre, son olarak, saçma sapan bir “suni bağlam” aracılığıyla Hilmi Yavuz’u ve Ece Ayhan’ı aynı cümle içinde kullanmaya, sanki birbirlerine benzer birileriymiş gibi göstermeye çalışmış… Yemezler.

Hilmi Yavuz, patetik bir belediye şairidir ve kötülük toplumu denen “cüruf”a eklemlenmiş sıradan biridir.  Ece Ayhan ise “haklılığın inadı”dır ve “sıradan, halay takımından” değildir. İkisinin bu hayatta kesiştikleri tek yer de Ece Ayhan’ın Hilmi Yavuz’a “Belediye Şairi” lakabını takmasıdır. Durum budur.

Ayrıca, köylü kurnazlığının doruklarında gezen Ali Enver Ercan, F.H. Dağlarca üzerine de kerametlerde bulunmuş… Madem öyle, Hz. Müptezel’e şu gerçek hikâyeyi hatırlatmak gerekiyor:

“Birgün Dağlarca’nın evindeki kombi ya da termosifon bozuluyor. Dağlarca, hemen bizim Ali Enver Ercan’ı arıyor ve evine çağırıyor. Kaynakçılık, termosifon ya da kombi tamiri işlerinden iyi anlayan Ali Enver Ercan, Dağlarca’nın evindeki bu tesisat bozukluğunu tamir ediyor. Dağlarca, Enver Ercan’ın bu konudaki becerisini gördüğünde şöyle diyor:

– Yahu Ali Enver Ercan, sen şair değil de tesisatçı olmalıymışsın…”

Şimdi, sonuçta,  Dağlarca doğru söylemiş. Çünkü Enver Ercan’ın Varlığ Dergisi üzerinden yapıp ettikleri de bir tür tesisatçılıktır, şebekeciliktir, halaycılıktır. Yani tüm bu “Genç/Yeni İmzalar” ayakları, şairlik filan değildir, düpedüz esnaflıktır.

Ara
05
2009
1

Gözümüzden Kaçtı Sanılmasın-II

Son zamanlarda bizim Hz. Müptezel’e (Ali Enver Ercan’a) “tutundurma” desteği verenlerin sayısı artıyor… 3 Aralık 2009 tarihli Cumhuriyet Kitap’ta Selçuk Altun,  bizim Hz. Müptezel’e koltuk çıkmış… İlgili kupür aşağıdadır:

Bu garabet parçasını okuduktan sonra, güleyim mi ağlayayım mı bilemedim. İçimden şöyle demek geldi: “Enver ve Selçuk, ben dün akşam, ikinizi birden düşündüm.”

Hamiş: Hz. Müptezel’in kim olduğuna, neler yaptığına ve aramızdaki husumetin ayrıntılarına şu adresten ulaşılabiliyor: https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=463

Eyl
27
2009
0

Gözümüzden kaçtı sanılmasın…

Gözümüzden kaçtı sanılmasın diyedir:

Gelen haberlere göre bizim Hz. Müptezel (Ali Enver Ercan) Eylül ayı itibariyle edebiyat kâhyalığına hız vermiş görünüyor. “Varlığ” dergisinde gençlerin şiirlerini “değerlendirme numarası”na geri dönmüş. Varlığ’daki sözkonusu çağrı metnini okumadım. (Zaten, ilkece 2006 yılından beri Varlığ Dergisi’ni okumuyorum.) Fakat, söylenenlere göre bizim Hz. Müptezel gene yapaylıklarla, kerametlerle ve belirgin çelişkilerle dolu bir metin yazmış. Metnin sonunda demiş ki “Kendisine değil de metnine önem verenler bize eser göndersin!”. Bu söylemden altı-yedi paragraf öncesinde de şöyle demiş: “Bize eser gönderenler mutlaka kısa yaşam öykülerini ve bir fotoğraflarını da göndersinler…”
Bu ne perhiz bu ne lahana! Yuh!
Herneyse, sonuçta, Hz. Müptezel, avanesi ya da halay takımı “Varlığ” dergisi üzerinden “yola devam” diyor… Gözümüzden kaçtı sanılmasın.

Hamiş: Hz. Müptezel’in kim olduğuna, neler yaptığına ve aramızdaki husumetin ayrıntılarına şu adresten ulaşılabiliyor: https://zaferyalcinpinar.com/blog/?p=463

Kas
29
2008
0

Bir Söyleşi: Muhterisler için toplu cevap…

Senem Korkmaz ile bir söyleşi gerçekleştirdik…

Hamiş: İşbu söyleşinin kapsamı “muhterisler için toplu cevap” niteliği taşımaktadır.

—-

Senem Korkmaz: “Karşı”, “Korkak Düşler” ve “Siya” adlı öykü kitaplarından sonra 2007’de “Livar” adlı ilk şiir kitabın yayımlandı. “öykü”den “şiir”e geçiş aşaması nasıl oldu? Neydi seni “şiir”e iten?

 

 

Zafer Yalçınpınar: Birtakım görüngülerin, olayların ve tipolojinin inceliklerini düzyazıyla ortaya koyamadığımı fark ettim. Bazı imgelemler ve sözler düzyazının içerisinde yer aldığında yan-anlam zenginliğini, gücünü, ağırlığını, belki de imgesel devinimini, sahiciliğini ve hızını kaybeder. Bazıları da ancak düzyazıyla anlam kazanır, ayakta, sapasağlam durabilir. Bu bir tercih meselesi… Örneğin, Eduardo Galeano’nun yapıtlarındaki imgeselliği düşünelim; “Kucaklaşmanın Kitabı”, “Yürüyen Kelimeler” ve “Zamanın Ağızları” adlı kitaplarında Galeano, şiir mi yazmıştır, öykü mü? Misal, Turgut Uyar adında sıkı biri çıkmış ve dünyanın neredeyse en uzun öyküsünü tek bir dizeyle yazmıştır: “İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım”
S. K. : Yazın tarihine bakarsak, tüm yazınsal türlerin temelinde “şiir”in olduğunu görürüz. Kısacası insan dille beraber “şiir”i de yaratmış ve kendisini “şiir”le ortaya koymuştur. Dünya edebiyatında da Türk edebiyatında da böyledir bu. Bu anlamda Davut Yücel’in ifadesiyle “Öykü nesrin alt başlığı olarak şiire atılan bir adım” mıdır gerçekten senin için yoksa “asıla rücû” mudur?


Z. Y. : Bunu bilemeyiz. Böylesine bir alt-üst küme yaklaşımına ya da köşeli parantezlere gerek olduğunu sanmıyorum. Bana göre, bazı imgelemler, olaylar, karakterler var ki şiirle ifade edilmelidir. Bazı şeyler de öyküyle… Bu dünyadan Sait Faik adında sıkı biri geçmemiş olsaydı, şiirin öyküden daha “doğuşkan” olduğunu iddia edebilirdim. Artık, böyle bir şeyden bahsedemeyiz.
S. K. : Sait Faik de öyküyle yetinememiştir ama şiir de yazmıştır. Turgut Uyar’ın tek dizeyle dünyanın en uzun öyküsünü yazdığını az önce sen söyledin. Yani şiir, öyküyü yaratabilmiştir tek bir dizeyle. Galeano örneği de aynı şekilde; öykü, şiire yürümüştür bu anlamda. Bütün bu örnekler “Aslolan şiirdir.” önermesine götürmez mi bizi?


Z. Y. : Şiirin “sezgiler”le kurduğu ilişkinin, daha önce söylenmemiş, düşünülmemiş olanı işaret etmek imkânı açısından öykünün “anlamlar”la kurduğu ilişkiden daha üstün olduğunu söyleyebiliriz. Ama bundan emin olamayız. Ayrıca, bir felsefe metni de yan-anlamlarla veya sezgisellikle dolu olabilir… Wittgenstein, felsefenin şiirle kurulması gerektiğini ifade etmiş. Örneğin, bazı zamanlarda Oruç Aruoba’nın felsefi metinlerini “şiir” olarak yeniden okuyorum. Oradaki tümcelerde de bir “poetika” var. Fakat tüm bunlara rağmen, bilmiyorum. Bunu bilemeyiz… Gerçekten…

S. K. : “Livar”dan sonra şiirlerinle tekrar tekrar yüzleştiğini, sonuçta da “şair” değil “şiir yazarı” olduğunu fark ettiğini anlatmışsın. Nedir “şair” ve “şiir yazarı” arasındaki fark? Ve seni bu sonuca götüren ne oldu?


Z. Y. :Her şeyden önce, günümüz “Şair Endüstrisi”ne karşı ve karşıt olmak adına kendimi bir “Şiir Yazarı” olarak kabul ediyorum.  Eli kalem tutanların ¾’ünün kendine “şair” dediği, üstelik bu yönde statüko üleştirmek için çeşitli edebiyat kâhyalarının sabah akşam türediği, fasonlaşmış bir edebiyat ortamında ben kendimi “şair” olarak göremem. Yani onlar şair ise ben şair değilim demektir… Aslında bu mesele, yazım süreçleriyle de ilgilidir. Günümüzde, “şair” dediğimiz tipoloji kendini de yazdıklarını da apansız olarak var etmek istiyor. Bu nedenle, hem yazdıklarında hem de davranışlarında apansız bir kopyacılık sergileyerek, birden bire “şair” olmak istiyorlar. Böylece, apansız heveslerin peşine takılıp yapaylaşıyorlar ve sonuçta ortaya “şair” değil de garip bir “yaratık” çıkıyor… Oysa benim yazdıklarımın çoğu bir birikim, bir çalışma, bir yaşantı veya bir içselleştirme sonucu kendini var eden, teyit eden şeylerdir. Her yazdığımda bir “süreç” ve bir “zamanlama” söz konusudur. Bu yüzden kendimi “şiir yazarı” olarak görüyorum.

S. K. : “Sessizlik müziğin çerçevesidir.” şiarını “şiir”e uygulayan biri olarak “şiiri konuşmak/yazmak”tan ziyade “şiiri susmak” çabasında olduğunu söyleyebilir miyiz?

Z. Y. :
Böyle bir şeyi söyleyemeyiz, tersten yaklaştın… Şiiri susmaya çalışmıyorum, aksine, boşlukta yuvalanmış sıkı şiiri ve boşluğun büyüklüğünün bir parçası olan özellikleri ortaya çıkarmaya, imlemeye çalışıyorum. Birçoğu farkında değil ama nesneleri, olayları esinleyen ve çerçeveleyen tek bölünmez büyüklük “boşluk”tur. Yani birtakım gerçeklikleri indirgeyeceğimiz, sağaltacağımız en büyük anakütle boşluktur.

S. K. : Wittgenstein’e göre “söz” ağızdan çıktığı anda içinde bulunulan “durum” ve  ona eşlik eden davranışlar çerçevesinde anlam kazanan bir şeydir. Senin derdin de şiirinde “sus”arak  “durum”unu sezdirmeye çalışmak, o hâlde.  Doğru mu?


Z. Y. :
İyi yerden yakaladın. Ben bu eşanlı denklemi “duygudurum tuşesi” olarak adlandırıyorum. “İmgeler ve dizeler” arasındaki geçişler ile “anlam ve sezgi” arasındaki geçişlerin özel bir kimyası var. Bu kimya okuyucunun duygudurumunu da doğrudan etkiliyor. Eşanlı bir düzenek bu…  Birçok yan-anlam ile farklı farklı duygulara aynı anda nüfuz ediyorsunuz.  Söz konusu etkinin kuvveti de şiirdeki “sus”larda ve “sus”ların zamanlamasında gizlidir…  Müzikte de böyledir.
S. K. : Senin yaratına da yansıyan şiir-müzik ilişkisi şiir geçmişimiz boyunca var olagelmiştir. Örneğin Hâşim, Yahyâ Kemal, Tanpınar… Yaptığın okumalarda şiirin yakın geçmişinin yanı sıra daha uzak geçmişine de yer verir misin? Örneğin “Divan Şiiri” ya da “Fecr-i Âtî” şiirini araştırır mısın?


Z. Y. :
Güzel bir soru sordun. Divan şiirini anlamak, oradaki incelikleri ve duygudurum tuşelerini fark etmek için Osmanlıca bilmek gerekiyor. Fakat ben Osmanlıca bilmiyorum. Ama bu gidişle, öğrenmek zorunda kalacağım. Örneğin Arap Ahmet büyük ve derin bir şair… Onu Osmanlıca’dan okuyabilmeyi isterdim.
S. K. :“Anlam”la verdiğin kavgaya dayanarak “Zafer Yalçınpınar’ın şiirini doğuran, anlamın günlük dilde sıradanlaşmasının yarattığı infialdir.”diyebilir miyiz?


Z. Y. :
Bahsettiğin uzaklıkta ya da uzak durma çabasında bir infialden çok bir “sorgulama” geçerlidir. Anlamın coşkusuzluğunu yani ortalama zekâyı sorgu sandalyesine oturtmak, sorgulamak, ölçmek, bu yokuşun ölçüsünü almak ve “anlam”la “aksak” bir ilişki içinde olmak… Bunun peşindeyim.
S. K. : Peki bu “dizge”nin ayağa/ortalama zekâya düşmesini önlemenin biricik yolu mudur?

Z. Y. :
Tek yol değildir, fakat şiiri anlam ile sezgi arasında, aksak bir yapıda ve cazvari bir özgürlükle kurmak gerekiyor. Cazın kontrpuan bilgisine benzeyen bir düzenekte şiir yazmaktan bahsediyorum… Geleceğin şiiri “aksak anlamlar ve aksak imgelemler” üzerine kurulacaktır. Milyonlarca yan-anlamdan oluşan bir rastlantısallıktan, ahenkten, coşkudan, tüm bunların oluşturduğu farklı bir senkoptan ve özgürlükten, genişlikten bahsediyorum… Bu bir tuşe veya zamanlama meselesidir… İster inan, ister inanma fakat söz konusu durumun, sözettiğim kimyanın farkına varabilen yani rastlantısallığı hesaplayabilen ya da sezebilenler geleceğe kalacak. Gerisi de “hikâye” olacak. Böyle düşünüyorum.
S. K. : Peki -sanatta ya da günlük yaşamda-gerçekten “ortalama zekâ”dan kurtulmanın bir yolu var mı? Sonuçta hepimiz “karşımızdakinin anladığı kadar” değil miyiz?


Z. Y. :
Hepimiz karşımızdakinin rastladığı kadarız. Ortalama zekâdan kurtulmanın yolu “stokastik süreç”lere itibar etmektir. Eğer rastlantının bizden akıllı olduğuna inanırsanız, rahat edersiniz.
S. K. : “İm” nedir?


Z. Y. :
Sıfır sayısının çarpanlarına ayrılamamasıdır. Katlanmaz bir boşluğun hem kendisidir hem de sürekli kendini yenileyen ve çoğaltan büyüklüğüdür. Bakın, “im” kolaylıkla kavranacak bir şey değil. Dilden önce “im” vardı. Biz ise dil aracılığıyla düşünüyoruz. Yani düşünerek “im”e ulaşmamız zor.

S. K. :Deneysel işleri seven biri olarak 2004 yılından beri “görsel şiir”le içli dışlı olduğunu ve çalışmalarını “görsel iş” adı altında yayımladığını biliyoruz. Nedir “görsel şiir”? Kelimenin zincirlerinden kurtulma çabası mıdır?

Z. Y. :
“Görsel Şiir” üzerine kalıcı, sarsılmaz bir karara varamadım henüz… Fakat, sanıyorum, görsel şiir denen macera “imge”nin “im”e geri dönüşüdür… Bu konuda daha fazla bir şey söylemek istemiyorum. Ayrıca, Serkan Işın bu işlere çokça kafa yoruyor, senelerdir uğraşıyor. Bir tek o adam bu konuları göze alabildi.  Onun görsel şiir üzerine yazdığı kuramsal yazılar okunabilir. Bir de Derya Vural ile Barış Özgür’ün görsel işlerini beğeniyorum. O örnekler de incelenebilir.
S. K. : “Görsel iş”lerinde kullandığın “Ş” ne anlam ifade ediyor ya da etmeli?


Z. Y. :
Öncelikle şunu söyleyeyim; “Ş” harfinin tipolojik özellikleri hoşuma gidiyor. Yani “Ş”ye duyduğum ilginin birincil nedeni o harfin “şiir” kelimesinin baş harfi olması değil. “Ş” harfini yılankavi, akışkan ve devingen duruşuyla başlı başına bir karakter olarak görüyorum ben. Aynı zamanda coşku dolu, kabına sığmaz bir karakter… Görsel işlerimde böylesine bir karakteri maceraya çıkardığım, eyleme gönderdiğim söylenebilir. Artaud “Bir kelimenin ilk harfini unuttuğunuzda onu sözlüklerde arayamazsınız” der. Eğer Ş harfini unutursak,  “şiir” kelimesinin anlamını sözlüklerde arayamayız. Görsel işlerimdeki Ş harfi, içinde ya da başında bulunduğu herhangi bir kelimenin diğer harflerini unutmuş, özgür, coşkun, belki de “deli” bir karakter gibi gözüküyor…  Garip bir karakter…
S. K. : Kullandığı malzeme “sözcük” değil de “görüntü” olduğu için “Görsel şiir”in “yazın”dan ziyade grafik sanatına yakın olduğu; ayrıca anlaşılmak/yaratılmak için mühendislik zekâsına ihtiyaç duyduğu yönünde birtakım görüşler var. Bu konuda ne düşünüyorsun?


Z. Y. :
Sanıyorum, Görsel Şiir’de “girdi, çıktı, yerleştirme, aşama, planlama, yapı ve süreç” gibi konular çok daha önemli… Görsel Şiir, bir sanat ise mühendislikle ilişkisi azdır diye düşünüyorum. Çünkü bugün, mühendislik zekâsının her türlü açılımı endüstriyel yaklaşımlarla yönetilir. Ayrıca, mühendisler her şeyi deterministik denklemlerle ifade etmeye çalışırlar. Oysa sanatta rastlantısallık da var, endüstri karşıtlığı da… Bakın, bence mühendislik, sanatta bir “çeşitleme ve farklılık” unsurudur. Bir seviyeye kadar yapıta faydalıdır. Bir seviyeden sonra ise yapıta zarar verir. Dozajı iyi belirlemek gerekiyor. Sonuçta, bilemiyorum… Ayrıca, daha önce de dediğim gibi bu tip soruları Serkan Işın’a sormak gerekiyor… Görsel Şiir kuramının ayrıntılarını o biliyor.
S.K. : Şiirde “akım”lar dönemi gerçekten bitti mi?


Z. Y. :
Bana sorarsanız, akım icat etmeye çalışan adamlar senelerdir top çevirip, paslaşıp duruyorlar… Yeni bütüncülük, dördüncü yenicilik, soylu yenilikçilik, neo-epikçilik, şu, bu… Kısacası, gol yok ve bu golsüzlük etrafımızın “akım” derken “bokum” diyenlerle dolup taşmasına neden oluyor. Bence son sekiz sene içerisinde “Madde Şiir” taifesinin bazı söylemleri ve Serkan Işın’ın “Görsel Şiir” yakınsamaları dışında işlevsel bir şeyler ortaya koyan, farklı bir açılım sağlayan yok. Bahsettiğim işlevsel taifenin ise söylemlerini daha da derinleştirmesi ve daha sağlam, daha tutarlı örneklerle söylediklerini temellendirmesi gerekiyor. Şunu da söyleyeyim, bütün bunların yanında farklı bir çizgi seziyorum ben… Oktay Rifat’ın Perçemli Sokak’ında,  İlhan Berk’in Misirkalyoniğne’sinde ve Ece Ayhan’ın tüm kitaplarında kendini sunan bir çizgi… Bu çizgi de geleceğe bir şeyler taşıyacaktır.
S. K. :Türk yazınının özellikle şiirin günümüzdeki çizgisi nedir? Nereye doğru gitmektedir sence?


Z. Y. :
Türk Şiiri’nde irticai faaliyetler var… Şiir ve şairlik heveslilerinden oluşan birtakım kifayetsiz muhterislerin başarılı olmasının tek yolu irtica sağlamaktır. İrticai unsurlar üzerinden değerleme yapılmasının, bu unsurları kabul ettirmenin peşindeler…  Türk şiiri günümüz iktidarıyla olan pozitif ilişkisini akort ederek, yani irticai unsurlara itibar ederek ve bu unsurları kullanarak ilerleyemez. Çünkü şiir,  bir özgürlük ve bağımsızlık meselesidir.
S. K. :Ece Ayhan’ın yaşamındaki ve şiirindeki yeri aşikâr. II. Yeni şairleri arasında onu senin için daha farklı kılan şey ikiniz arasında bazı yakınlıklar bulman mıdır?


Z. Y. :
Bir kere Ece Ayhan’a yanlış bakılıyor… Onu “Ece Ayhan” olarak değil de “Ayhan Çağlar” olarak düşünmek gerek… 1950’lerde Ece Ayhan, çeşitli dergilerde yayımlanan birçok şiirini “E. Ayhan Çağlar” olarak imzalamıştır. Şimdi, aslında, bu konu hakkında daha fazla bir şey söylemek istemiyorum. Çünkü bu konu hakkında söylediklerim ya yanlış anlaşılıyor ya da bana karşı kötü niyetle kullanılıyor. Sabırlı olmak lazım. Gelecekte ortaya çok önemli şeyler çıkacak…
S. K. : Okuyucu gözüyle ve sanatçı gözüyle kendine dışarıdan bakmaya çalışarak cevaplarsan; Zafer Yalçınpınar’ın “alâmet-i fârika”sı nedir?


Z. Y. :
İnsandan çok eşyaya benzememektir. “Duvar saatleri gibi ahmak” olmamaktır.
S. K. :Süveyda Sezgin’le yaptığın son söyleşide dile getirdiğin üzere “Puşt Ahali”nin çıkış noktası “sessizliği bozmak”. “Susmuştum ve pisliklere mâruz kalmak sırası bana gelmişti.” diyorsun. Tam tersine susmaya devam etseydin, senin için daha iyi olmaz mıydı? Belki “ödüllü” bir edebiyatçı olarak “saygın” bir yerde olurdun şimdi! Peki, ne demeye konuştun?


Z. Y. :
Konuşmasaydım, olana bitene “ses” çıkarmasaydım -diğerleri gibi yapsaydım- haysiyetimi kaybedecektim.  Edebiyat ortamındaki muhterisler ve fırsatçılar için “sessizlik”ten daha güzel bir zemin yok. Bu zemini onlara sağlamamak, bu pusuculuğa imkân vermemek gerekir. Birilerinin ayağa kalkarak, söz konusu sessizlikten faydalananlara “Bizi aptal yerine koyamazsınız!” demesi gerekiyordu. Şeref Bilsel’in “Özge Dirik” meselesinde sergilediği fırsatçılık, Ali Enver Ercan’ın gençlere karşı takındığı haller, iktidar adına uyguladığı kâhyavari, kabzımalvari numaralar, kurduğu dirsek temasları, halay takımı mantığı filan benim sabrımı taşırmıştı.  Bu olan biten onursuzluklara karşıydım ve çıkıp mücadele ettim. Edebiyat ortamındaki herkes söylediklerimin, bu adamlara ilişkin işaret ettiğim çelişkilerin doğruluğundan emindi. Hz. Müptezel’in en yakınındakiler bile beni içten içe destekliyordu. Fakat herkes “yüksek sesle değil de fısıldayarak” konuşmaya alışmıştı. Sonra, bir de baktım, kimse yüksek sesle bu tip adamlara karşı bir şeyler ifade etmeyecek, edemeyecek… Zamanla anladım ki çevremdekilerin hepsi üç aşağı beş yukarı bir “statüko” peşinde koşuyor. Yüksek sesle konuşmamalarının sebebi buydu.  Kimisi antolojilerden, kimisi etkinliklerden, kimisi ödüllerden, yarışmalardan kimisi de dosya konularından bir şeyler umuyordu. Yani kendilerine bir şeylerin üleştirilmesini bekliyorlardı. Edebiyat kâhyaları edebiyat ortamındakileri yemlemek için çeşitli “statüko enstrümanları” oluşturmuşlardı. Durumun böyle olduğunu fark edince, “Puşt Ahali!” dedim… Sonra, zamanla bu söylem, bu mücadele benim üzerime kaldı.
S. K. : Puşt Ahali’nin sessizliği “gümbür gümbür” bozduğu açıkça ortada. Puşt Ahali’nin “duruş”u,  “retorik arsızlığı”na, “yeni sinsiyet”e karşılık “haysiyet” mücadelesi vermek. Bu kavramları açalım mı biraz; nedir “retorik arsızlığı”ndan ve “yeni sinsiyet”ten kasıt?


Z. Y. :
“Retorik arsızlığı” ifadesi, aslında Serkan Işın’a aittir. Zamanında Serkan Işın,  Şeref Bilsel’in “Şiir Defteri” denen üleştiri makinesini tanımlamak için kullanmıştı bu ifadeyi… Haklıydı. Retorik arsızlarının bir tarafından kâğıt koy diğer tarafından da mürekkep koy, bir makine gibi size istediğiniz yazıyı ve fikri çıkarırlar, yazarlar… Bu tip adamlar toplumun hafızasının zayıflığına güvenir.  Bir gün bir şeye A derler, bir sene sonra çıkıp aynı şeye B derler. Fakat bahsettikleri şey aslında C’dir. Retorik arsızları, gerçeğe nüfuz edemezler veya nüfuz etmekten kaçınırlar; gerçeğin etrafında dolaşıp dururlar, lafı uzatırlar ve yazık ki meselelerin ağırlık noktasını, mihenk taşını okuyucuya göstermezler. Bazı meselelerden sadece bahsetmiş olmak için bahsederler. Sahici değillerdir. Retorik arsızlığı,  Yeni Sinsiyet’in bir enstrümanıdır. “Yeni Sinsiyet” konusunun kendisinden çok içerdiği enstrümanlar daha önemli… Bu konuda uzun bir yazı hazırlıyorum. Önümüzdeki günlerde okursunuz.
S. K. : TYS meselesine gelelim. Senin TYS’den ihrâç edilme sürecin, Salih Bolat meselesiyle başladı. Puşt Ahali’de epeyce yazılıp çizildi bu konu hakkında. Bu meseleden bağımsız olarak, genel anlamda şu noktayı anlaşılır kılalım; karşı çıktığın şey “liyâkat sahibi olmayanlar”ın ödül alması mı, “liyâkat sahibi olmayanlar”ın ödül vermesi mi, yoksa  “liyâkat sahibi” sıfatını hak edebilecek bazı kişilerin dahi mevcut “edebiyat kabzımallığı” ortamına  “statü” ve “saygınlık cukkalamak” adına boyun eğmesi mi?


Z. Y. :
Bir kere, henüz TYS’den ihrâç edilmedim, ama üyeliğim önümüzdeki genel kurulda karara bağlanmak üzere askıya alındı.  Ve aslında TYS meselesinde Salih Bolat bir  piyondur; onun gerçek bir hususiyeti ya da şahsiyeti yoktur.  Hikâyenin aslı şu; Kadıköy’de, Ali Enver Ercan’ın kendi dandik gerçeğini onun kendisine hatırlatmamdan, “Eksik Yaşam” adlı ilk şiir kitabını Enver Ercan’ın kendi eline tutuşturmamdan bir hafta sonra, bana TYS’den cezalar, uyarılar ve çeşitli kâğıtlar gelmeye başladı. Fakat gelen kâğıtlarda Salih Bolat’a karşı takındığım tavır gerekçe olarak gösteriliyordu. Ayrıca, TYS tarafından hakkımda verilen “askılama” kararı, savunmam alınmadan, sorgusuz, sualsiz ve faşizan bir şekilde uygulandı. Bakın, bugün TYS, Enver Ercan ve avanesinin çiftliği ya da kuytusu haline gelmiştir. Tıpkı Varlık Dergisi’ne olduğu gibi… Bugün TYS, Enver Ercan’ın çeşitli kişisel çıkar ilişkilerini ve çıkar haritalarını yönettiği, düzenlediği sıradan bir statüko enstrümanından başka bir şey değildir.  Bunu Frankfurt Turizm Fuarı’nda olup bitenlerde de bir kez daha gördük.  Ödül meselesi ise basit… Günümüzde “ödül” denen şey, “müesses ölüm”ün toplu fotoğraf çektirmek istemesidir. Eskiden, yani bundan 7-8 sene önce bütünüyle böyle değildi. Şimdi, gelinen seviyede, bütünüyle böyledir. Ödül işine karışan herkes, neresinden bakarsanız bakın, ölü toprağından yapılmış bir çamura burnuna kadar bulaşmıştır. Bu çamurdan kurtulmalarının imkânı da yok artık.
S. K. :Bir de “Kötülük Dayanışması” meselesi var. Birtakım “cemaat şairleri”nin başını çektiği bir klan tarafından türlü saldırılara uğradın. Hatta işi ekmekle oynamaya kadar vardırdılar. Nedir bu adamların seninle alıp veremediği?


Z. Y. :
Bu konuda asıl sorulması gereken şey şudur: “Bu adamların kendileriyle alıp veremedikleri nedir?” Yazamıyorlar! Asıl mesele bu adamların haysiyetsizlik nedeniyle “yazamaz” bir duruma gelmiş olmalarıdır. Artık, tuvalet duvarlarına bile yazacak bir şeyler bulamıyorlar. Yani asıl dertleri “yazamamak”tır. Bu tip adamlar haysiyetli biriyle karşılaştıklarında onu haysiyetsiz kılmak, kendi seviyelerine getirmek isterler. Yazan biriyle karşılaştıklarında da onu “yazamaz” hale getirmek isterler. Muhteris ve saygısızlardır… Sonuçta, başaramayacaklar. Çünkü istesem de onlar gibi muhteris ve haysiyetsiz olamam.
S. K. : “Ne kadar haksızlığa uğrarsa uğrasın, bir sanatçı kavgasını yapıtı üzerinden vermeli. Nasılsa zaman onun değerini biçer!” Çoğu insanda -kafası az çok çalışanda bile- böyle bir bakış açısı var. Sanatçının meydanı yapıtıdır, evet; ama bu önermeye sığınmak da işin kolayına kaçmak değilse nedir?

Z. Y. :
Böylesine bir düşünce, teslimiyet zihniyetinin milyonlarca türevinden biridir. Bilinçli bir eylemsizlik, eblehlik ve edilgenlik hali… Bir “öğrenilmiş çaresizlik” durumu… Bana çok aptalca geliyor. Günümüzün iktidar odaklarına karşı “sessiz kalarak hakkını savunmak” mümkün değil. Sessizlik, iktidara maruz kalanların değil, bizzat iktidar odaklarının kullandığı etkin bir yöntemdir.
S. K. :Puşt Ahali oldukça geniş bir kesim tarafından takip ediliyor artık. Peki bu kalabalığın içindeki durumun nedir? “Yalnız” mısın, “tek başına” mı?


Z. Y. :
Melih Cevdet’in şu dizeleri geldi aklıma; “Yine çıktık yollara/hem yalnızım hem değilim.”

S. K. :Puşt Ahali’nin destekçisi de var; köstekçisi de. Fakat seni en çok yaralayan kesim “etliye de sütlüye de karışmayanlar” mı; yoksa “hem nalına hem mıhına” vuranlar mı?


Z. Y. :
Bu iki davranış biçimi de çok önemli bir işe yarıyor aslında… “Etliye sütlüye karışmayanlar” ile “hem nalına hem mıhına gidenler” işbu tavırları sergiledikçe Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun girişinde, ana sayfasında yer alan şiarları, alıntıları teyit eder, güçlendirir bir konuma düşerler. Böylece, istemeseler bile Puşt Ahali’nin söylemlerini sessizlikleriyle ve kaypaklıklarıyla bir kez daha teyit etmiş olurlar. Beni daha kuvvetli bir şekilde haklı çıkarır böyle tavırlar.
S. K. : Bu camiada Puşt Ahali’nin “duruş”unu anlamayanlar, anlamak istemeyenler olduğu kadar senin “prim yapmak” için ona buna saldırdığını düşünenler de var. -Eğer değecekse-bunlara karşı söylemek istediğin bir şey var mı?

Z. Y. :
Var… Bu tip söylemleri ortaya atanlar, bir ara bana uğrasınlar da onlara primlerini vereyim, primlerini üleştireyim…
S. K. : Şiirinde “duygudurum”unu “sus”arak ortaya koyan bir adam olarak hayatın içinde belli bir mücadele uğruna sürekli konuşmak zorunda kalmak ne hissettiriyor? Zaman zaman çaresizlik duygusuna kapıldığın oluyor mu?


Z. Y. :
Çaresizlik, haksızlığı kabullenenlerin içine düştüğü bir durumdur. Ben, henüz, çaresiz kalmadım. Sürekli konuşmak değil de derinlikli düşünmek, işin doğrusunu, kazın ayağının öyle olmadığını anlatmak ve bu yönde karşılaşılan haksızlıklara boyun eğmemek en önemli şey… Bugünün ortamında, bir kişinin sessizliği ve meydansızlığı yüz binlerce kişinin içindeki fırsatçılığın alevlenmesine neden olabilir. Derdi olan çıkıp söylemeli… Sessizlik Suikastı’nın edebiyat kâhyaları dışında kimseye bir faydası yok. Şu şiar da önemlidir:  Hem davul olacak hem de sancak. Sadece davul olursa sünnet düğünü var zannederler. Ece Ayhan hatırlatmıştır bu sözü… Yani, çıkardığınız seslerin yanı sıra bir bütünsellik, çelişkisizlik, kararlılık ve belirginlik gerekiyor.
S. K. : Son olarak, Puşt Ahali’deki güncel soruşturma konusunu sana kısmen sormak istiyorum. Zafer Yalçınpınar kimleri okuyor?


Z. Y. :
“Eşyadan çok insana benzeyen” ve “duvar saatleri gibi ahmak olmayan” herkesi okuyorum.
S. K. : Bu keyifli söyleşi için çok teşekkür ederim.


Z.Y. :
Asıl ben çok teşekkür ederim. Sağolasın…


Haz
05
2008
0

Yeni Bir Kötülük Dayanışması…

“Ahmet Korhan” mahlasını kullanan birileri ahmet.korhan@yahoo.com adresinden Tübitak Başkan Yardımcıları’nın sekreterlerine “hakkımda pislik, hakaret ve tehdit dolu söylemler içeren, doğrudan işten atılmamı ya da uzmanlık görevimden uzaklaştırılmamı sağlamaya yönelik” mektuplar göndermektedirler… Bu mektupların kopyalarını da bilgilendirme amacıyla Baki Ayhan T, Hakan Arslanbenzer, Metin Celal, Mehmet Öztek, Salih Bolat, Osman Olmuş, Cihan Oğuz, Enver Ercan, Onur Caymaz, Şeref Bilsel ve Ömer Şişman’a da göndermişlerdir.

(Üzülerek söylüyorum ki bilgilendirme mektuplarını alan kişilerin de bu işin içinde, bir köşesinde olduğunu düşünmeye eğilimliyim.)

Bu tehditi yapanların, bu mektupları yazanların kim olduklarından emin değilim ama işime, evime ve hayatıma yönelik bir eyleme ve tecavüz konumuna geçtikleri açıktır. Birçok düşmanım var. Fakat bu mektupları yazan, bu işi planlayanların eski “kötülük dayanışması” takımının başını çeken Reha Yünlüel, Ömer Şişman ve Emrah Altınok olduğundan şüphelenmekteyim.

Fakat şunun bilinmesi gerekir ki kim ne yaparsa yapsın, kime hangi mektubu gönderirse göndersin, hangi gizli elleri ve mekanizmaları çalıştırırsa çalıştırsın, ne olursa olsun, artık benim “ölene kadar yazacağım” ve bir tipolojiyi “sıçtığı yere kadar kovalayacağım” kesindir.

Bunların dışında söyleyecek özel/yeni bir şey yok.

Hiç boşuna “heves” etmesinler…

Zafer Yalçınpınar

Powered by WordPress | Theme: Aeros 2.0 by TheBuckmaker.com